18 Haziran 2018 Pazartesi

BİTLİS 10 KİLOMETRE








BİTLİS 10 KİLOMETRE

Bitlis! Adını Makedonyalı Büyük İskender’in bir komutanı olan Bedlis’ten alan, pek çok medeniyetin beşiği muhteşem bir şehir. Atalarım kuşaklar boyu bu büyülü topraklarda eşsiz bir ağız tadıyla, kardeşçe, barış ve huzur içinde mutlu bir yaşam sürmüşler. Benim bütün çocukluğum ışıltılı bir su damlası güzelliğindeki anneannem Lusıntak’ın Bitlis şehrindeki yaşantılarına dair bitmek tükenmek bilmeyen masalımsı anıları dinlemekle geçti. Onun o muhteşem büyülü anlatımıyla; yüzlerce yıl ezan sesleri kilise çanlarına büyük bir ahenkle katılıp hoş bir seda halinde, bu kadim toprakların semalarında sevgililer gibi buluşuyorlarmış. Bin bir rengi ile var olan kültürlerin; Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve diğer kimliklerin şemsiyesi altında buluştuğu, kaynaştığı, göz kamaştırdığı harikulade bir mozaik. Alabildiğine geniş bir hoşgörünün, güzelliğin, tevazünün, insana dair üst değerlerin yer bulduğu, sapasağlam ayakta durduğu bir birliktelik.
Oysa ben sürgündeki uzak diyarlarda doğdum. Bu güzelliğe bir saniye olsun tanıklık etmedim. Yine de çok uzun bir zamanımı bu topraklarda geçirmişim gibi bir duyguyla yıllardır buraların özlemi içindeyim. Merak edip görmek, tatmak, dokunmak ve duymak istediğim o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez. Bu diyarda uçuşan kuşların gagalarının rengi, kanatları, ağaçların dalları, verdikleri lezzetli meyveleri, çağlayan dereleri, gürül gürül akan ırmakları, göğünün mavisi, çiçeklerin renkleri, yaydıkları mis kokular, çimleri, otları, dağları, tepeleri, insanların giyimleri, birbirlerinin gözlerinin içine duruşları, konuşmaları, yemeleri, içmeleri, sevdaları, hal ve hareketleri, dahası aklınıza gelebilecek her şeyi merak eder olmuştum. Ben onlara ne denli yakın veya uzaktım? Toprak beni adeta çağırıyordu. Buradaki baba evinde yaşlılığımı geçirip bu görmediğim, dokunmadığım, öpemediğim halde vurgunu olduğum topraklara gömülmek ve karışıp kaybolmak istiyordum. Bundan daha da büyük bir emelim yoktu. Hissiyatı büyük özlem yoğunluğumda, anneannemin anlatımlarının elbette payı çok büyük. Rüyalarımda her daim buralardaydım. Bitlis’te doğmamış olsam da annem, babam ve bütün atalarım burada dünyaya merhaba demişler ve kalplerinin büyük bir mutlulukla attığı bu toprakları yurtları haline getirmişler. Kalbim “bum bum” hep buralarda atıyor. Yaşıma başıma bakmadan, kolumdan tuttuğu gibi, söylemesi abes; dünyaca ünlü bir yazar olduğum halde, yine de albenisini anlatmakta hayli zorlandığım bu güzelim baba diyarına beni koştura koştura getirdi.
20. yüzyıla kadar bu topraklarda yaşayan atalarım, gelinen bu zaman biriminde gidişatın eskisi gibi seyretmediğini fark ederler. Fötr şapkasının hemen altından bir şelale misali inen aksakallarını, titreyen ellerinin tedirginliği ile sıvazlayan büyükbabam Minas, anneannem Lusıntak’a çocukları alıp Amerika’ya göç etmelerini sağlık verir. Adım adım yaklaşmakta olan tehlikeyi gören ve kısa zamanda toparlanan ailenin bireyleri uzun bir yolculuğun ardından Kaliforniya Eyaletine bağlı Frosna kasabasına yerleşirler. Ben 1908 yılında Fronsa’da dünyaya geldim. Ailemin Amerika’ya yerleşimi sırasında kendilerine çok yardımcı olan William adlı bir doktorun adını vermişler bana. Dolayısı ile adım Willim Soroyan. Bana koca bıyıklı Ermeni Yazar diyenler de var. Yazmak benim için yaşamakla eş anlamlı. Yazmadan yaşayamam, aksi öldüm demektir. Kitaplarımla birçok ödül aldım. En önemlisi Pulitzer ve sinemaya uyarlanan kitabımla Oskar ödülleri oldu. Bitlis’i konu alan pek çok çalışmam da oldu. Anneannemin bu yöreye ait olan dillerden Türkçe, Kürtçe ve Ermenice için güzel belirlemeleri vardı. Türkçe müzik, Kürtçe kalbin, yani aşkın ve Ermenice ise acının dilidir derdi. Bu iki dil yatağını bulup bir şarap ırmağı misali akadururken, oysa Ermenice ölümü, acıyı tatmış bir dil olarak yatağında acı ve nefret yükü ile akar.
1964 yılında ilk kez rüyalarımın şehri Bitlis’e geldim. Burada dostlarım Yaşar Kemal, Ara Güler, Bedros Zoryan ve hemşehrim Fikret Otyam bana eşlik ettiler. Ev sahipliğinin güzelliği ile yüreğim kafesinden fırlayacak gibiydi. Korku ile ürperen bir tavşan misali kalbim mutluluktan, gördüğüm yakınlıktan tir tir titriyordu. En güzeli de kendi insanlarımın arasındaydım.
Atalarımın izlerine rastlamak için dağ tepe demeden dolandım durdum.  Gördüğüm her insana, hayvana, ağaca, toprağa “ahpariğim - kıymetli ağabeyim, büyüğüm, sevgilim” diye sarıldım, hasretlik giderdim. Şaşkınlık içinde oradan oraya saklambaç oynayan çocuklar misali koşturdum. Görenler telaşıma bir anlam veremediler. Ama öylesine mutluydum ki, inanamazsınız. Ardından büyük bir burukluk yaşadım. Anneannemin bir masal gibi anlattığı insanlarımdan eser yoktu. Tek bir Ermeni’nin izine rastlayamadım. Kimsecikler yoktu. Kuşlar misali kanat çırpıp uzaklaşmışlardı. Anlatılan büyük çanlı kiliseler, kesme taşlı evler hatta ve hatta mezarlıkların yerinde yeller esiyordu. Allahtan babamın evi olduğunu tahmin ettiğim yıkık duvarların izine rastladığımda, dizlerimin üzerine çöküp elime gelen taşı toprağı yüzüme götürerek gözyaşlarımla buluşturdum. Ağladım… Ağladım. İçimdeki zehri attım. Bitlis'in meşhur deyiminde ifade edildiği gibi mi oldu acaba? "Ayağıma yer edem, gör sana ne edem." Kim bilir, belki de öyledir. Hiçbir öfkem, kinim yoktu. İnsanlar çok güzeldi ve ben onları çok seviyordum.
Tek bir Ermeni, kilisesi veya mezarlığı yoktu. “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.” Gel dediniz, ben de geldim. Lakin hiçbir şey kalmamış ki. Ermeniler yok olmuş, mezarlıklar ve kiliseler ise yerle bir edilmişlerdi. Beni bu yerle bir edilişi göstermeye mi çağırdınız?
Hüzün devasaydı. Yine de bakmayın siz bana, ne olur. Pek çok hayal kırıklığı yaşasam da rüyalarımın maviliği Van Gölü’nün suyunu kana kana içtim. Ne kadar da inanılmaz bir güzellikte. Çok kısa bir zaman sonra sanki bütün hayatım buralarda geçmiş ve bundan öncesi de yoktu fikri, bir anda olanca ağırlığı ile üzerime çöreklendi. Dağlar, tepeler, dereler, çiçekler, kuşlar ve bir bütün halinde tasavvur ettiğimden çok daha güzeldi. Anneannemin sık sık anlattığı Sapkor çeşmesinin suyundan içtim, saatlerce burada dolandım durdum. Yine anneannemin sözünü ettiği kıpkırmızı gülyaz (kiraz) ve sulu şılorlardan (erik) doyasıya yedim. Atalarımın izlerini sürdüm. Çeşme hala eskisi gibi kaynağından döne dolaşa getirdiği su ile akmaya devam ediyordu. Alttan, üstten yandan, sağdan ve soldan defalarca baktım. Her taşını bir bir beynimin kıvrımlı kanallarına kazıdım. Çeşmenin etrafında çocuklar gibi koştum. Beni görenler şaşakaldılar. Her taşı bir bir sevgili misali bağrıma bastırarak kucakladım, toprağı tekrar tekrar öptüm. İnsanlarıma sarıldım. Mutlu, huzur dolu ve gönlüm krallığını yaşıyordu. İçimde kinin ve öfkenin kırıntısı dahi yoktu. Her zamanki gibi kalbim her şeye ve herkese karşı olan sevgimle dolup taşıyordu. Yüreğimin tatlı yükü ağırdı. İnsan olarak kalabilmeyi becerdim.
“Toprağından dönmemecesine ayrıldı babam
efsanelerin beslediği o gökyüzünden uzak
ölüp gitti ama ardında beni, küçük hayaletini
bıraktı yas tutsun diye; soğuk, sislere gömülü,
yağmurların yıkadığı o gölün, tüm ölümlü acıların,
toplandığı o havuzun kıyısında ağıtını yakıp ağlasın diye.”
Bitlis’i gördüğüm zaman, insanlara şöyle seslendim:
“Şurada biraz oturup Bitlis’te olduğumu anlamak istiyorum. Bu benim için çok önemlidir. Bir Bitlisliden, Bitlislilere selam… Bir Amerikalıyım ama bir Bitlisli olduğumu hiçbir zaman unutmadım. Şayet bir söz söylemek gerekirse şöyle diyeceğim; Namuslu ve iyi kalpli Bitlisliler… Burada olabilmemin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu tarif etmem imkânsızdır. Benim Bitlis’e yetişmem bir mucizedir, inanın… Hayatım boyunca buralar hakkında konuşmalar duydum. Buraya gelmeyi hep arzu ederdim. Nihayet ulaştım… Tek bir endişem vardı, acaba Bitlis, düşündüğüm gibi değil mi? Şu an nasıl memnunum, anlatamam. Endişelerim gitti. Evime geldiğimi farz ediyorum. Hemşerilerim ve bütün dostlarım burada. Beni bu kadar içten, sevgiyle karşıladığınız için teşekkür edecek kelime bulamıyorum… Artık yerime oturacağım, bana izin verin.”
Artık iyiden iyiye yaşlandım. Kendi ölümümü görüp tanıklık edemeyeceğim için bilemeyeceğim. Nerede ve nasıl ölürüm. Memleketlim şair Orhan Veli’nin bir şiirinde dile getirdiği gibi, benim bu dünyadan elimi ve eteğimi topraklarıma doyamadığım ömrümün sonlanışını da “edebiyat tarihçileri-meraklıları araştırsın.” Olmaz mı? Ahpariglerim, araştırmak için kollarınızı sıvadınız mı? Yes man. OK! Thank you. See you later.


Amsterdam, 17 Haziran 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...