17 Kasım 2018 Cumartesi

KIRMIZI BİSİKLET













KIRMIZI BİSİKLET

İki gün boyunca bardaktan boşanırcasına durmaksızın yağmur yağıyor. Garip ama sokaklarda hiçbir yerde göller oluşmuyor. Bu kadar su nereye gidiyor, şaşırmamak elde değil! Yağmurun bu kadar uzun süre yağdığını ilk defa görüyorum. Hava hayli soğuk. Gökyüzünden yeryüzüne sular seller bu denli yoğun düştüğü halde insanlar hiç aldırmadan bisikletlerine binip işlerine veya okullarına gidiyorlar. Hayatın ritmi bütün hızı ve ahengi ile kesintisiz devam ediyor.
Babam bana da bisiklet alacağını söylüyor. Öylesine çok sevindim ki, babamın yanaklarına defalarca öpücükler kondurdum. Bisikletim kırmızı olsun dedim. Bugün yarın alır diye bekliyorum. Bu küçük ülkede herkesin bir veya iki bisikleti var. Her binanın önünde en az otuz-kırk tane bisiklet üst üste zincirlerle kilitli duruyor. Hollandalıların fakir olduklarını sanmıyorum, ama yine de bisikletlerin çoğu eski. Sanırım eski veya yeni onlar için fark etmiyor. Böyle düşünüyorlarsa, bu daha güzel elbette.
 Mevsim sonbahar. Geldiğimiz ilk gün, bizi fırtınalı bir rüzgâr karşıladı. Doğrusu çok da “hoş geldiniz-sefalar getirdiniz” türünden bir karşılama değildi. Kırmızı halıların ayaklarımız altına serilmesi beklentisi içinde de değildik elbette. Ama ne o, dört bir yanda rüzgarın başına buyruk delice “pufff… puffu” ve uçuşan onca yaprak. Ayağımızın tozu ile saçımızı başımızı öteye beriye savurmalar. İlk günde küskünlük olur mu? Doğrusu biraz ayıplanacak bir misafirperverlik.
Ayağımızda toz falan da kalmadı elbette. Hırçın bir edayla yapılan bir buyur etmeydi desem, sanırım yeridir. Kaldırım ve sokakları bir halı misali kaplayan kuru ve sararmış ağaç yaprakları rüzgârla birlikte havalanıp yüzümüze ve gözümüze çarpmalarının ardından, kuytuluk duvar diplerinde hareketsiz kalıyorlar. Bu kadar ağaç yaprağını bir arada ilk defa görüyorum. Anlaşılan daha pek çok bir ilke yine burada tanıklık edeceğim. Sararmış kuru yapraklar havada uçuştukça göz gözü görmüyor. Akşama doğru fırtınanın dinmesi ile kanatlanan bütün yapraklar birer serçe misali yere konuyorlar. Sonrasında serçe olmaktan vazgeçmiş olacaklar ki, yeniden sarı bir halı halini aldılar.
Yok, ben ilk fırsatta geldiğim yere geri dönmeliyim. Oysa Diyarbakır’da havalar henüz soğumamıştı. Zaten bu uzak ülkeye geleli daha bir hafta oldu. Alışamadım. Alışır mıyım onu da bilemiyorum. Babam on sekiz yıldır burada. Sonunda özlemimize daha fazla dayanamadığından annemi, on üç yaşındaki kız kardeşim Zelal’ı ve beni alıp Hollanda’ya getirdi. Benim adımı da merak ediyorsunuzdur. Adım Halil. On altı yaşındayım. Bıyıklarım ve sakallarım yavaş yavaş yüzüme garipsediğim yeni bir görünüm verdiriyor. Uzun sürmez. Artık babamın yanında olduğuma göre onu taklit etmeye bolca zamanım olacak. Çocukluğu yavaş yavaş ardımda bırakıyorum. Zor bir döneme tedirginlikle adımlarımı atıyorum.
Babam dedemin adını bende yaşatmak istemiş. Adımı seviyorum. Belki de Halil dedemi çok sevdiğim içindir. O bizimle gelmedi. Babaannem iki yıl önce ölmüştü. Dedemin o günkü hali her daim gözlerimin önünde. Nasıl da yapayalnız kalmıştı. Küçülmüştü. Tutunacak dalı kopmuş, adeta aşağılara doğru korku ile düşüyordu. Güneş rengini andıran gözlerinde bunu sezmek hiç de zor değildi. Bizim de kendisini zorunluluktan ardımızda bırakmamızla, yalnızlığı öyle sanıyorum ki; daha da katlanılamaz hale geldi. Bir başına ne yapar, ne eder bilemiyorum. Gerçi amcalarım ve akrabalarımız yanında, ama benim ve Zelal eksikliğini bütün yüreğinde hissediyordur. Orada kalsam bu kez de babam aynı özlemi duyacaktı. Burada bana vaat edilen gelecek daha parlak.   
Güvendiğim, sevdiğim ve birlikte olduğum zaman büyük keyif aldığım pek çok arkadaşım da geldiğim topraklarda kaldı. Şimdiden onları öylesine çok özledim ki. Ne güzel takılıyorduk. Nasıl da onlarla birlikte olmaktan müthiş haz alıyordum. Her biri benim için birer kardeşten daha da ileri düzeydeydi. Bu yeni diyarda kimlerle arkadaşlık yaparım, aynı dostlukları edinebilir miyim, en büyük kaygım şimdilik bu.
Hiç bisikletim olmadı. Ama arkadaşlarımın bisikletlerinde binmesini öğrenmiştim. Babamın bugün iş dönüşü bisikletimi de beraberinde getireceğini zannediyorum. Babamın gelmesine az kaldı. Her an kapı zili çalınabilir. Bisikletim gelse dahi bu yağmurda binebilir miydim?
Babam çıkageldi. Hem de kırmızı bisikletimle. Çok güzel. Gözlerime inanamadım. Uzun uzun baktım. Ellerim far, zil, direksiyon, sele ve her bir yanını okşar gibi hayranlıkla gezindiler. Çok mutlu oldum. Yoğun yağmura rağmen bisikletimle dışarı çıktım. Annem ve babam kaygılansa da çabuk geleceğime dair söz verdim. Hem Hollandalılar da bu havada bisikletlerin üzerinde değiller miydi?
Hızla çevrilen her pedalla evimiz daha bir geride kaldı. Arkadaşlarım da yanımda olsalardı, kim bilir nasıl da imrenirlerdi. Hiç tereddüt etmeden onları da bindirirdim. Yağmur olmasaydı, kız kardeşim Zelal’i de arkama bindirirdim. Dedemin bu mutlu anımı görmesini nasıl da isterdim. Onun mutlu olması, benim için her şeyden çok daha önemli. Sevecen bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Bu bakışların beni bütün kötülüklerden koruyacağına inanıyorum. Hissiyatlı dedem gözlerini hemen nasıl da sulandırmasını bilirdi. Arkadaşlarım ve dedemin bakışları gözlerimin önünden gitmiyor. Çok özledim onları. Onlardan yedi gün değil, sanki yedi yıldır ayrıydım.
Çok ıslandım. Üstüm başım sırılsıklam oldu. Çabuk döneceğime dair söz vermiştim, ama bir saatten fazla dışarıdayım. Artık dönmeliyim. Evden hayli uzaklaştım. İyi ama hangi yoldan tekrar döneceğim? Sanırım kayboldum. Korktuğum başıma geldi. Nerede olduğumu bilemiyorum. Yağmur bütün hızı ile devam ediyor. Bir evin saçağına sığındım. Beklemeye başladım. Ne gelen var ne de giden. Gelip giden olsa dahi kaybolduğumu, bilmediğim bir dilde nasıl anlatacaktım. Adresimizi dahi bilmiyorum. Kırmızı tuğlalı dört katlı bir binaydı. Baktığın zaman bütün binalar kırmızı tuğlalı. Sokaklar birbirlerinin kopyası. Diyarbakır’daki gibi ne Dağkapı, Urfakapı, Yenikapı veya Mardinkapısı var. Kapısız bir şehir düşünebiliyor musunuz? Şehrimde olsaydım, kaybolmam ama yine de olsaydım, şimdiye kadar yardımcı olmak için kaç tane ‘qırik’ etrafımda fır dönüyor olacaktı.
“Bırem sen kimlerdensin? Evin nerededir. Babanın adı nedir?” Bir diğeri hemen devreye girer.
“Ulan ‘kevaşe’ soru sorup duracağına şu ‘qeşmerin’ diğer kolundan tut da kaldıralım.”
Kulağımda buna benzer uğuldamalarla sonradan sığındığım bir merdiven altında uyuya kalmışım. Uyku esnasında çok öksürmüş olacağım ki, üst katta oturanlar merak edip polise haber vermişler. Polis sirenleri ve dönüp duran mavi ışıklarla kendime geldim. Anlamadığım yığınla soru sordular. Hiç birine cevap veremedim. Bisikletimi arandım. Görünürde yoktu. Afalladım.
İki polis aynı anda kollarıma girdiler. Sirenleri dinmiş olan polis arabasına doğru sürüklüyorlar. Ben gitmemekte direniyorum. Ama polisler çok güçlü. Karşı koyamıyorum. Sürekli ardıma bakıyorum ve gözümün ilk ağrısı kırmızı güzelimi arıyorum. Babam ve anneme ne diyeceğim? Kavuşma günüm, kaybetme gününe dönüştü.
Polis karakolunda babam ve annem büyük bir merakla gelmemi bekliyorlardı. Kapıdan içeri girmemle annem büyük bir sevgiyle üzerime atıldı. Polislerin verdiği havlu ile saçımı başımı kuruladı. Bir yandan da yanaklarımı ve ateş misali yanan anlıma öpücükler konduruyordu. Babam da bir yandan polislerden bilgi alıyordu.
Benim rüyalar âlemine dalmamın ardından, oradan geçen ve benim gibi çok da ıslanan biri bisikletimi alıp gitmiş olmalı. Hayallerimi yerle bir ettiği yetmemiş, demek ki; yüreğinde mutluluğumu da çok görecek kadar vicdan barındırmıyordu.
Babam kızmadı. Sadece söz verdiğim halde zamanında eve dönmediğim için bozuldu. Kanallardan birine düştüğümü sanıp çok korkmuşlardı. Bisikletim için de üzülmememi ve bir daha ki maaşı ile yeni bir bisiklet daha alacağını söyledi. Ben yine kırmızı olsun istedim.
Yeni bisikletime kavuşmam için bir ay beklemem gerekiyor. O zamana kadar ben de arkadaşlarımın ve dedemin özlemi ile belki yeni dostluklar edinirim. Yarın ilk defa okula gideceğim. Tek kelime bilmediğim bir dilde dersler alacağım. Sınıftaki çocuklar bana bakıp gülerler ve beni alaya alırlar mı?
Belki de Hollanda lalelerini andıran sarı saçlı ve yanakları kaybettiğim bisikletin kırmızılığında bir kız arkadaşım olur. Okuldan onu alır, bisikletimle evine bırakırım. Elinden tutarım. Parmaklarımla durmadan sarı saçlarını tararım. Kolumu boynuna dolar, büyük bir gülümseme ile resim çektiririm. Bu cansız hayalimizi de burnumda tüten arkadaşlarıma gönderirim. Dedeme göndermesem daha iyi olur. Utanırım.
Çok da rahat değilim. İçimde bin bir kuşku var. Korkuyorum. Sizce Hollandalı kızın babası Diyarbakır’daki kocaman bıyıklı babalar gibi kızar mı? Bıyıklı olacağını sanmıyorum ama ardımda kalın bir sopa ile beni ‘o sokak senin bu sokak benim’ deyip kovalar mı? Dünyayı başıma zindan eder mi? Şehrimdeki babaları taklit ederler mi? Kafama, sırtıma, kıçıma hızlarını alamadan tükürdüğü kıllı ellerindeki sopayı acımasızca üst üste indirir mi? Olmaz, olmaz dediğinizi biliyorum.
Yıllar yıllar önceydi. Sürekli ertelediğim duygularımı ancak şimdilerde aktarabiliyorum. Zaman su olup aktı. Artık kırklı yaşlardayım. Babam emekli oldu. Annem biraz rahatsız. Bir dünya güzeli ile evlendim. Saçları Hollanda laleleri misali sarı değil. Varsın olsun. Kömür karası. Onu çok seviyorum. Babam ve annem gibi bir kızım ve bir oğlum var. Hollandalı babalardan dayak yemedim. Öyle bir adetleri yokmuş.
Kırmızı bisikletim hala duruyor. Ona gözüm gibi bakıyorum. Üzerinde tek çizik yok. Anısı büyük. Sadece yenilenmesi gerektiğinden el frenlerini ve lastiklerini değiştirdim. Dedem hayatta değil artık. Onu özlemeye devam ediyorum. Arkadaşlarımı her Diyarbakır’a gidişimde ziyaret ediyorum. Qırıklarla aramızdan su sızmıyor. Bana “qılo pıllo” yapmıyorlar. Hollanda’yı tamamen kabullendim, alıştım ve seviyorum. Amsterdam ikinci şehrim oldu. Kısacası mutluyum. Bu satırları okuyanlar da mutlu olsunlar diyorum.

Amsterdam, 17 Kasım 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...