8 Kasım 2018 Perşembe

KİRPİ








KİRPİ

"Şurama batan" diyor şair,
"Şurama batana özlem demeselerdi;
bıçak derdim".
                                                                              Cemal Süreya


Herkesten uzaklarda, kır evimdeyim. Açık pencereden, gözlerimin önüne sere serpe cömertçe yayılan büyüleyici doğayı, tepemde renk yelpazesi kanatlarını çırpaduran yüzlerce güzelim kuşu mayışmış bir halde hayranlıkla seyrediyorum. Gözlerimin önünde bir yağlı boya tablosu gibi yayılan muhteşemlik, anlatılamayacak güzellikte. Doğrusu nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum. Bu oldukça ağır yükü kaygılarla sırtlanmanın öncesinde, ben kimim sorusunu cevaplayacak olursam; adım Veli. Elli iki yaşındayım. Saçlarıma yeni yeni karlar düşmeye başladı. Kendi halinde bir devlet memuruyum. En güzeli de bir damla su güzelliğinde bir kız ve bir oğul sahibiyim. Her insan gibi ben de bin bir düşünce içindeyim. “Boşa koyup dolmama ve doluya koyup almama” gibi çelişkili durum konusunda ne faydası varsa gecemi gündüzüme ekleyerek mesai yapıyorum. Her ne zaman doğa ile baş başa-kendimle kalsam, boş veya dolu kovaya su aktarmaktan o vakit alabildiğine uzaklaşıyorum. Kaybettiğim beni yeniden ve çarçabuk buluyorum.
Büyleyici bir coşku ile bahara uzanan kıvrım kıvrım bunca ağaç dalı, yaprak, çiçek, börtü böcek, kelebek, arı, solucan, karınca, kurt, kuş ve her türlü nebat nasıl anlatılır ki? Çılgın tabiat ana; evrenin var olduğu ilk gününden bu yana başkaca işi gücü yokmuş gibi, eline aldığı fırça ile belki de “yüz milyon baloncuk” kadar denilecek rutin tekrardan sonra, ağaç yapraklarını ve ol çeşit nebatı, güneşin artık ısıtan ışınları ile birlikte, bir kez daha yeşilin onlarca tonuna boydan boya boyadı. Cümle alem bin bir çeşit kır çiçeğini tohum ekercesine sayısız sayıda eliyle dağlara, kırlara, tepelere ve ovalara cömertçe saçtı. Yapraklar arasında nazlı edalarıyla boy gösteren birbirinden alımlı, güzel ve narin çiçeğe kızıl, sarı pembe, mor, eflatun, beyaz, lacivert ve mavinin göz kamaştıran tonlarını sürdü sürüştürdü. (Turuncuyu unuttum galiba, hatırı kalmasın, o da ihtişamlı çiçek renkleri arasındaydı.)
Gözünüzün alabildiğine görebileceği güzelim geniş coğrafyada yer alan irili ufaklı dağ, taş, dere, tepe, düzlük, nehir boyu ve göl kenarları görücüye çıkan gelin adayları kızlar gibi süslendiler. Sürüp-sürüştürdüler. Bir tek acı kahve sunumları olmadı. Ama kızlarımızı bir çırpıda, bir an evvel kurtulmak istercesine, hem de hiç tereddütsüz verdik gitti. Üstelik damat adaylarının ne iş yaptıklarını, ne kadar maaşlarının olduğunu, iyi ve kötü huylarının araştırmasını dahi yapmadan ve hiç de naz evi olmaya gerek görmeden, "he" dedik. Ardından bütün evrene mis amber kokular yayılır oldu.
Ruhsal gidişat yönünden vaziyet berkemal de olsa, üzerime her daim vahşi bir yaratığın zapt edilmesi için atılan ağlardan aynısının fırlatıldığını hissediyorum. Hareketsiz, işlevsiz, eli kolu bağlı, beyaz teslimiyet bayrağını her daim sallandıran, sevmeyen ve düşünemeyen biri olmamı istiyorlar. Yıllardır oğlum Edip ve kızım Deniz’in büyük aforozu ile bütün hayatımda vazgeçilmezim olan onlardan mahrum kaldım. Beni kendileri ile görüşmemi reddederek cezalandırıyorlar. Yüzlerce kez kapılarını çaldım. Okullarının önünde kolumda sevecekleri hediyeler ve çiçeklerle bekledim. Her defasında içlerinde kaybolmaya hazır olduğum gözlerini benden alabildiğine uzaklaştırdılar. Dışladılar. Kabullenmediler. Düşman bakışlarla benden kaçtılar. Elimde pörsümüş çiçekler ve hediyeler ile kör pişman evime döndüm. Ama ertesi günü olup biteni yaşanmamış gibi unutan ben, yine onların izindeydim.
Arada bir kaçamak yapıp naçizane anlatımımda tekrarlarla doğaya dönme eğilimimim halinde, hoş görün ne olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep sorun anlatmayayım.
Kuş cıvıltılarının senfonisi nasıl da beni benden alıyor. Aman Tanrım bu ne ahenk, bu ne coşku? Mest olmamak her insanın harcı değil. Bir an için bu melodiler halindeki ses coşkusu ruhuma, kalbime ve beynime iyi geliyor. Kendimi bırakıyorum hepten. Ben sadece ve sadece bendeyim. Hiçbir şey umurumda değil. Veli’nin dertlerini varsın kendisi düşünsün. Bana ne Veli’den. Hatta ve hatta Ali’den.
Nerede kalmıştık? Evet, tabiat ana. Az ileride zırhına bürünmüş bir kirpi ben misali her ne kadar kuş cıvıltılarına kulak verse de etrafını kollayıp temkinli aheste adımlarla ilerliyor. En hafif bir tehlike anında bütün silahlarına mermileri sürecek. Ama o sadece savunmada kalacak. Başkaca da kimseciklerin tavuğuna kış dediği yok. Benim suçum mu? “Sevmek.” Yıllar süren birlikteliğim süresince sevilmediğim, dışlandığım, ötelendiğim evliliğimde, kazara beni anlayan birisine gönlümü kaptırmam, benim kabahatim. Kendimi onda bulmam. Var olan değerimin ortaya konulup bilinmesi. Başkaca da ömrüm yok ki. Hani bunu böyle ıskaladım, bir dahaki sefere Allah kerim diyemem. Elbette Allah kerim. Ama benim ömrüm hepi topu bir defaya mahsus. Miadı dolmaya görsün. Sonrasında “sen sağ ben selamet.” O nedenle şu üç günlük olduğu söylenegelen dünyada, müsaade buyursunlar, ben de sevgiden payıma düşeni alayım. O bal damlalarını yüreğime akıtayım.
Güneş ağaçların zümrüt yaprakları arasından zorlu damıtımının ardından göz kamaştıran rengarenk hüzmelerini yeryüzüne salıyor. Arılar ve karıncalar birbirleri ile yarışırcasına hummalı bir çalışmanın içindeler. Sarı ve beyaz renklerin hâkim olduğu kanatlını çırpan bir kelebek korkusuzca açık penceremin camına kondu. Uzun uzun dolandı. Bir ara düşecek gibi oldu. Yüreğim ağzıma geldi. Oysa kantları olduğu için düşmesi imkânsızdı. Kim bilir kaç günlük ömrü vardı? Mutlu muydu? Acaba çoluk çocuğu var mıydı?  Merakla seyre daldım.
Aklım bir taraftan da kirpideydi. Ne çabuk da görünmez olmuştu. Eğildim baktım. Emniyetteydi hazretleri. Hatta yanında da var birileri. Güle oynaya, sarmaş-dolaş oynaşıyorlar. Mutluydu yoldaş. Ben de onun adına mutlu oluverdim.
Kızım ve de oğlum; çok özledim sizleri. Yalvar yakar oldum. Elinizi eteğinizi öper oldum. Yapmayın etmeyin. Bitsin bu aforoz. Son bulsun özlemim hasretim. Bendeki de yürek. Daha ne kadar dayanırım ki? Demez mi, memleketlim güzel şair: “Yürek değil çarıkmış bu manda gönünden, teper paralanmaz taşlı yolları.” Yemin billah, dokunun bak “vallahi he mi de billahi”  bendeki de yürek. Manda gönünden çarık değil elbet. Siz dokunmaya görün. Ne kadar da ağlamaklı bu yürek. Çok gitmez, kırar belimi bendeki bu kahreden ağır gam yükü.
Tek geldi, kol kola çift gitti kirpi. Bakakaldım artlarından. Kırk bir buçuk kez maşallah eyledim arkalarından. Tanrı kem gözlerden korusun. Mutluluğun daim olsun kirpi yoldaş.
Güneş karşı tepeliğin ardına çekilmeye başladı. Dört bir yanı kızıllıktır aldı. Yeşil yapraklar, çimenler dallar, turuncunun da arasında olduğu çiçekler ve bütün bitkiler başka bir görünüme dönüştü. Birkaç aya kalmaz dünyanın en kararız ressamı tabiat bütün yaprakların, dalların ve nebatın yeşilliğinden vaz geçer. Güzelce bol berrak bir suda fırçasını yıkar. Bu kez paletine sarı, vişneçürüğü, kahverengi ve birkaç tane soluk rengi de yanına katar. Bahar bitti der, sezonu kapatır, paletindeki bakır tonlu renklere boyar ol bitkileri.
Kirpi sevdiceği ile evine vardı. Şimdilerde çoktan kurmuştur Halil İbrahim sofrasını. Loş mum ışığı ve fonda caz müziği. Ben yek başıma kalakaldım buralarda. Serzeniş değil benimkisi. Gitmek taraftarı da değilim. Ama yorgunum. Usum da alabildiğine karmakarışık.
Haber saldım Edip ile Deniz’e. Umut bu, belki kırarlar kör şeytanın topal bacağını. Dinlerler derim son bir defa yüreklerini. Çıkagelirler bende kaybolmuş olan babaları bana. Acep toplasam mı kır evimde öte ve beriyi? Sarılırlar mı yıllar yılı babalarının bükük boynuna? Salarlar mı, evlat kokusunu ciğerlerimden içeri? Gamımı size de yük eyledim. Sığınacak kimim var ki? Sağ olun, var olun. Dert görmeyin. Kanımca, elleri kulaklarındadır oğul ile kızımın. Toparlayıp ak pak edeyim derme çatma kır evini! Bilmem severler mi, onlar da caz türünden bir müzik? Uzaklardan kulağıma melodiler geliyor. Pek bi imreniverdim kirpiye!

Amsterdam, 8 Kasım 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...