29 Aralık 2018 Cumartesi

GRİ RENKLERİN SERENADI









GRİ RENKLERİN SERENADI

Yoğun istek ve yaldızlı davetiyenin gönderilmesi üzerine Rıfkı da hemşehrilerinin davetine icabet etti. Bu bir sünnet düğünü, yani onun deyimi ile “kutsal bir çük kesim kutlamasıydı.” Rıfkı'nın vazgeçemediği bir huyu vardı, o da gittiği her yerde etrafında olup biteni dört gözle kolaçan etmesiydi. Bu özelliğinden kendisi de hoşnut değildi. Ama başka türlü hareket etmesi de elinde değildi. Bu kez de mekâna adım atar atmaz gözlem kulelerini tam teşekküllü devreye sokmakta gecikmedi. Kendileri izlenimlerini bizlerle paylaşmak meyli gösterince de, zat-ı alilerini kırmak olmazdı. Evet, o halde buyralım ve buradan yakalım.
Anne ve baba; oğulları vatana millete çok hayırlı ve de yararlı bir hizmette bulmuşlar gibi başları havalarda, adeta seke seke bulutlarda yürüyorlar. Düşme tehlikeleri olduğu halde yere inmek gibi bir niyetleri yok. Oğullarında var olan (gurur vesilesi) küçük nesneyi sanki elbirliği ile kısalttırıp daha da minnacık ve görünmez hale getirmemişler de, bu kutlama ile adeta malumun ilanında bulunuyorlardı. Evet, bu küçük yaşında evlatları yer çekiminin olduğunu ileri sürüyor ve aynı zamanda tekerleği icat ettiğini de dünyaya haykırıyordu. Ebeveyn olarak bir hayli gururlu ve oldukça da mutluydular. Olup bitenden bihaber beş yaşlarındaki sünnet çocuğu, bir omuzdan bir diğerine seyri sefer eyliyor. Oğulları başlarını bulutların ardındaki mavi göğe değdirdiğine göre, bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Bu tören Rıfkı’nın da mensubu olduğu İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin töreniydi. Kurbanlık çocuk üzerinden korkuları henüz atamamış ve etrafında bulunan herkesi “ucundan azıcık” der gibi görüyor. Kendisine de bu konuda herhangi bir şey sorulmamış, rızası alınmamıştı. İhtiyar heyeti karar vermiş ve tez elden mümkün olabildiğince kısaltma yoluna gidilmişti. Oldu da bitti maşallah.
Sünnetle birlikte erkek çocuğu erkekliğe doğru giden sarsılmaz hükümranlık yolunda, bu müstesna törenlerle ilk adımını atıyordu. Oysa bu kız çocuğu için hiç de böyle değildi. Aynı adımı kız çocukları da daha doğal bir yolla attıkları halde, bunun görülmesi, duyulması ve bilinmesi büyük bir utanç vesilesiydi. Bunun mutlaka büyük bir sır halinde, aile arasında gizli tutulması gerekiyordu. Bu eşek baklası ağızda ıslanmalıydı. Böylesi bir durum söz konusu olamazdı. Olmaması gereken bir ayıp işlenmiş olurdu.
Sanatçılar çağrılmış. Davul zurna eşliğinde boy boy halaylar çekiliyor. Al mendiller havada kınalı keklikler misali sallanıyorlar. Rıfkı kendi insanını gözlem altına almaya çalışıyor. Manzara hiç de iç açıcı değil. Gözlerinin önünde çok renksiz bir topluluk ileri geri hareket halinde. Yine bendeniz Rıfkı da dahil olmak üzere, var olan insanların yüzde doksanı obez ve kısa boylu. Bacaklar üst beden kısımdan daha kısa. Tenler kavruk. Çok da güzel diyemeyeceğimiz erkekler ve kadınlar cirit atıyor. (Benden başka rasathanenin kapısını açık tutan var mı, bilemiyorum. Olur ya deyip, gözlem yapan bu gözlerden kaçınıp, bütün gece ihtişamlı kıçımın üzerine oturdum. Olduğum sandalyeye sinik bir halde tünedim.) Erkeklerde tembellikten kirli sakal takıntısı hakim. Bayanlar tombul bedenleri ile adeta bir simit sopasına dizilmişler gibi bir görüntüye sahipler. Simitler susamlı ama çıtır değil.
Giyimler oldukça zevksiz ve de renksiz. Dünya renklerinin köküne kibrit suyu dökülmüş. Yas havasında iç karartan gri ve siyah tonlardan gözlerimi alamıyorum. Bu renklerin dışındaki renkler tabu. Gömleğinde hafif pembe çizgiler olan tek şahıs benim, onlar da çok belirgin değil. Pembe, biraz daha yüreklenip boy gösterse, anında ıslak imza ile tescillendiği “gay” payesini almamak elde değil. İç Anadolu Kürtleri olarak dünya renklerinden kaçışımız nedendir anlamakta oldukça zorlanıyorum. Var olan onca fukaralığa (gelenek görenek, yeme içme, siniklik, her alanda acemilik, kültürel gelişmişlik, özgüven, bilim, sanat ve daha pek çok kazanım) yetmezmiş gibi bir de usturuplu renksizliği diz boyu katmışız ki, içler acısı. Giyinin kardeşlerim allı, sarılı, morlu, mavili, yeşilli, olmadı pembeli giyinin. “Yaşanan bu korku neden?” diye avaz avaz bağırmamak içten değil.
Belki de bu renk yoksunluğunu sonradan edindik. Oysa asırlar öncesinde zapturaptla terki diyar edildiğimiz coğrafya her türlü rengin diyarı. Hem de allı pullusundan. Bir başka bukalemun oluverdik. Sırtımızdaki renk değiştirme yetisini yitirdik. Tatsız tuzsuz bir topluma dönüştük. Şimdi bulunduğumuz coğrafyanın vasat renksizliğine ayak uydurur olduk. Zenginliğimizin göstergesi alımızı pulumuzu, "biz burada yoğ iken" var olanlar tarafından yadırganmaması için ya sakladık, ya da gaz yağı döküp yaktık. O gün bugündür yeni yurdumuz bozkıra benzemeye çalışıyoruz. Koyu tonlar genlerimize işledi.
Sohbetler; “Kemikli Kuyu bölgesindeki tarlanız ne kadar buğday verdi? – Doğal gazınız aylık ne kadar geliyor? – Yeni telefonumu beğendin mi? - Kaç tane dairen var? – Mercedesin kaç model?” benzeri sorulardan ibaret. Düzey bir hayli düşük. Yerlerde sürünüyor.
Bizim Hecibanlar Aşiretini hep büyük şair Bertolt Brecht’e benzetirim. Daha önce de bu benzerliğe değinmeye çalışmıştım. Bilindiği gibi Brecht Nazi Almanya’sı döneminde Danimarka’ya sürgüne gider. Bütün iyimserliği ile ülkesi Almanya’daki vahşetin kısa süreli olacağını düşünür. İçinde yurduna her daim yarın yeniden dönme umudunu hiç eksiltmez. Ve bu duygularla aşağıdaki dillere pelesenk olan şiiri kaleme alır.
“bir çivi çakma duvara
iskemleye savur ceketi
üç günün telâşı niye
yarın gidersin buradan

bırak sulama fidanı,
sulama fidanı
neye yarar bir ağaç daha
0 daha boy atmadan
neşeyle gidersin buradan”
Oysa yüzlerce yıl geçti. Bu topraklarda, yani İç Anadolu coğrafyasında artık kalıcıyız. Brecht’in dönecek bir diyarı olabilir. Ama bizim öyle bir şansımız olmadığı gibi, görünen o ki; pek de dönme meraklısı değiliz. Büyük vitrinleri tıka basa elbiselerle dolu mağazalar ucuzluk yarışı içinde. Sadece gri renklere yönelmeyelim. Bedenlerimizi biz de allı pullu giysilerle donatalım. Sarı, kırmızı, pembe, yeşil, mor ceketlerimizi, gömleklerimizi ve fistanlarımızı asmak için çivilerimizi bütün renklere boyadığımız duvarlarımıza çakalım. Fidanları sulayalım ki, onlarda dünyanın bütün renklerinden mis kokulu çiçekler açsınlar. Renkli bir İç Anadolu’ya kapılarımızı açalım. Çük kesim kutlamalarına yapacağımız yatırımları, yoksunluğunu çektiğimiz değerlere, en başta da eğitime yapalım. Ama renkliliği de bir an evvel edinelim. Bu değişimi beyinlerimizde yapalım. Dünyaya daha büyük gülümseyelim, derim.
Çük kesim kutlaması bütün hızı ve duyulan gururla devam ediyor. Hayat önce “tespih edilip, sallanıyor.” Akabinde “erik dalı gevrektir, amanın basmaya gelmez.” gibi bir tez ileri sürülüyor. Kollar havada. Yemin billah fazla değil, “ucundan azıcık.”


Amsterdam, 28 Aralık 2018  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...