10 Aralık 2018 Pazartesi

ATEŞ BÖCEKLERİ












ATEŞ BÖCEKLERİ

Hasat sonrası, yaz ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı 35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı. İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi. Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini, biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı. Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı. Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz. Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı. Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı. Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur. Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür. Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?” Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi. Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü. Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu. Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde dolandı.
Kesikköprü Köyünde harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı. Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber saldı.
“Murat yalvarırım bizden vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan, ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü! Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.

Amsterdam, 11 Aralık 2018


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...