2 Aralık 2018 Pazar

KAPAMA GÖZLERİNİ








KAPAMA GÖZLERİNİ

Bulunduğum yörüngede değişmeyen rutinime es vermeden dönüp dönüyorum. Dünya derler bana. Devasa ağzından durmaksızın alevler savuran güneşe akşamın menevişlemesinde en güzelinden, dostça bir selam çakıyorum.
“Eyvallahlar olsun beyim. Bugün de ısıtıverdiniz baldırlarımı, bombeli kalçalarımı, sırtımı ve kafamın çıkık ardını. Sadece ısıtmakla da kalmadınız hani, aydınlatıverdiniz aynı zamanda ol bedenimin art yanını. Sağ olun, her daim de var olun. Bitmez tükenmez iyilikleriniz başım gözüm üstüne. Gadanızı alayım. Yolunuza baş koyayım. Nasıl da ipil ipil gündüz eylediniz her yanımı. Büyüklük sizden. Unutmayacağınızı adım gibi biliyorum. Birazdan ısıtma ve aydınlatma sırasının yüzüm, gözüm, kalbim, bacaklarım ve ayaklarıma geldiğini.”
İnsanoğlu pür telaş. Hırslı. Ödemli egosu kabarık. Doymak nedir bilmiyor. Obur. Açgözlü. Hilekâr. Ben merkezli. Kör ve kibir. Dudak uçuklatacak kadar tumturaklı, ne denli çok ucube kişilikler.
Oysa gezinir bağrımda usulca börtü böcek, karıncalar, bok böcekleri, altın yeleli atlar ve yorgun eşekler. Pır pır arılar, sinekler, kelebekler, uğur böcekleri ve bir cümle kuşlar uçuşurlar deniz mavisi-ak bulutlu semalarımda barış, huzur ve sükûnet içinde.
Berrak sularımı süsleyen bin bir türlü balıklar. Yosunlar, yengeçler, kurbağalar, denizatları, ahtapotlar, karidesler, midyeler ve istiridyeler.
Ve toplaşmışlar kıçımın üzerine insanoğullarının benzeşleri. Barut kokularını geniş burun deliklerinden kocaman göbeklerindeki ciğerlerine doğru soluyup; tanklar, tüfekler, bombalar, raketler, füzeler ve fabrikalarında vardiyalarla bilumum ölüm makinaları üretenler. Birer dipsiz kuyu oldular, rant uğruna haklayıp al kanlarına girmek için birbirilerinin. Gariban yoksullar alıyor, acının pastasından büyük paylarını. Velhasıl; ölen de, sürülen de, aç-susuz her türlü işkenceye maruz kalan da onlar.
Höpürtülerle içilmelerinin ardından köpüklü ve pelteli kahvelerin gizemli falı. Göz göze bakışmalar, edilen birden çok bir çift tatlı kelam. Büyük bir kuşun kanadında gelen ve belli ki, taşımakta zorlanılıyor büyük kısmet. Bir veya iki zamana kadar çıkılacağı alenen görünen uzun ince yollar. Kalbin ferahlığı ve benzeri avuntular.
Annesine ciyak ciyak seslenen küçük kız Hülya. Komşu oğlunun elini sıkıca tutan komşu kızı Berivan. Fırlamak üzere olan kalbini bastıran komşu oğlu Rüşen. Fırından yeni çıkan mis kokulu sıcak ekmeğin ucunu koparıp ağzına atan Zeliha. Bebeğini sevgi ile ak sütlü tombul memesinden emziren Eleni Anne. Musmutlu Yorgo Bebek.  Bahçesine yeni bir zerdali fidanı diken Ahmet Baba. Otobüse yetişmek için koşan Thomas. Terasta soğuk ve köpüklü birasını yudumlayan Niko. Full libidoları ile sevişirlerken garip sesler çıkaran Topal Hüsso ile Döndü. Fabrikada öğle paydosunda kahve yudumlayan Maria. Üsküdar’da mis kokulu çiçekler satan al fistanlı Roman Zarife. Çalışmayan arabasını ittirmek için güçlü kuvvetli bir iki kişi arayan Bakkal Musa. Kocasına ilgisizliğinden dolayı serzenişte bulunan Neriman. ‘Nasırının acısını çeken Süleyman Efendi.’ Ayrılık acısına dayanamayan ve hıçkırıklara boğulan bir anne! Sokakta mendil ve kendi yaralarına saramadığı yara bantlarını satan altı yaşında lüle saçlı Müjgan. Çatal iğne ile omuzuna iliştirilen nazarlığını boyalı elleri ile okşayan on birinde ayakkabı boyacısı Çakır Hüseyin. Mim konulmayan beylik tiratlar, değişmeyen hamaset edebiyatı, lafügüzaf, boş vaatler. Doludizgin husumet ve huşunet. Tufeyli kodamanlar. Çetrefil bir yaşam örgüsü!
‘Hoş gelip sefalar getiren Arif’ in yeğeni.’ Adiloş Bebe yani. Neresi olduğu pek de malumu olunmayan ‘Cibali’de sarılan cıgara.’ Ve derken ‘Gurbetin veya sılanın ne yana düştüğünü ustasına soran ve hasretin hep kendisine düşmesinden yakınan’ güzel şairin ansızın ölümü. ‘Zülfi yâre beklenen değmenin’ olmamasının verdiği dayanılmaz burukluk. Sükûnete bürünme. Yüreklerde debelenme. Onlarca yeni fay hattı. Çok istedikleri halde, parasızlıktan düdük çalamayan çocuklar.
Sarı çiçekli başlarını güneşe dönen ‘ismine münhasır’ günebakanlar. Boyun eğen laleler. Renk renk menekşeler. Narin yapraklarının koparılmasından korkan sarı-beyaz papatyalar. Yerlerde yığınla kozalak. İrili ufaklı yemyeşil ağaçlar. Buğulu toprak. İpek iplikler ören ipek böcekleri. Asmanın dallarında bal tadında kehribar üzümler. Az ileride iştah kabartan incirler. Elde edilen boy boy ibrişimler. Petekleri balları ile dolduran işçi arılar. Konvoy halinde karıncalar. Ben misali selama duran tarla faresi. Keyfince salına salına toprağı adımlayan kaplumbağa. Çalılıklar arasında seyri sefer eyleyen sincap. Ağaca gagası ile darbeler indiren ağaçkakan. Aslandan arta kalan leşe yumulan tüyleri dökük bir çakal. Çıngar çıkaran patlak gözlü kurbağa. Tanrıya yakın bir yerlerde, oldukça yükseklerde av peşinde süzülen kara bir kartal. İstemsizce yere düşen yaprak. Kara taşın altında yüreğinde serçe ürpertisi ile saklanan ıpıslak solucan. Çınar ağacının budaklı dalında düş kuran baykuş. Gagasında bebek taşımadığından hayal kırıklığı yaratan leylek.
Çölde Leyla’sını arayan Mecnun. Şirin’in aşkı uğruna dağı delen Ferhat. Yavuklusu Zin’i almak için canhıraş satranç taşlarını ileri geri ittiren ve müstakbel kayınbabasını yenmeye çalışan Mem. Rahat durmayan Beko’nun hinliği. Hamlet’in amcası Cladius’un Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenmek için, babası Danimarka kralını ihanetle öldürmesi. Capuletler ve Montague aileleri arasında kavga. Romeo ve Juliet’in aşkı. Biliyorsunuzdur elbette, yanıtı beklenen sorular.
Mecnun ıssız çölde Leyla’yı buldu mu?
Ferhat sevdiği Şirin’in aşkına dağı deldi mi?
Hamlet amcasından öcünü alabildi mi?
Mem yavuklusu Zin’i almak için Zin’in babasını satrançta yendi mi?
Kavuşsalar da gelişen olumsuzluklara dayanma gücü bulamadığından kendisini zehirleyen Romeo ve sevgilisinin hançeri ile intihar eden Juliet. Yaşanan hazin son. Barışamayan Capulet ve Montague aileleri.
İnsanoğlundan gayri, doğada olmayan telaş. Karınca yolunda, bok böceği işinde gücünde, cırcır böceği eğlence partilerinde, kelebek dalda, arı çiçekte ve vaziyet berkemal.
Ben dünya. Savaşlar çıkartıyorlar, kaslı kıçım üzerinde bağdaş kuranlar. Dört bir yanda barut kokuları, tank, tüfek, bomba ve uçak sesleri. “Gayrık yeter.” desem de, çıkardıkları gürültü ve patırtıdan işitenim yok. Baldırlarımda aç, perişan ve çoğunluğu yanık tenli zavallı insanım.
Yüreğimin üzerinde sanat ve beynimin üzerinde toplanmış bilim adamları. “O güzel atlarına binip gitmelerinin öncesinde, iyi insanlar” tarafından yazılan şiirler, öyküler ve romanlar. Ruhların gıdası notalara düşülen melodiler. Figaro’nun düğününde zılgıt atıp “Ki zawa…? Ki zawa? - Kim damat..? Kim damat?” diye bağıran, halaylar çeken Kürtler.
Okunan sevda şiirleri.
‘Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını
Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi. B. Brecht’
Ve daha niceleri. Vermek gerekirse bir örnek.
‘Ben Senden Önce Ölmek İsterim…
Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız.
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek. N. Hikmet’
Ola ki, olmaya görsün yiğidin bir sevdiceği. ‘Mühür gözlüsü olur, sakınılır-kıskanılır yerdeki karıncadan, giyilen urbalardan, hem oğlundan hem de kızından.’
Beynimde insanlığın hizmetinde binlerce ilim-irfan adamı hummalı bir çalışma içinde.
“Ne güzel, ne güzel. Size bu yaraşır, hep böyle olun, canlıların hizmetinde olun.” derim. Sevgiyle uzun uzun sıvazlarım başlarını.
Uçuşurcasına koştura koştura sek sek, ip atlama, saklambaç ve uzuneşek oynarlar bağrımda çocuklar. Kötülükten, savaştan, tanktan tüfekten, ırkçılıktan, paylaşamamaktan bihaber. Tutamam kendimi, buseler kondururum onların derin gamzelerine. Ağızlarında renk cümbüşü lolipoplar.
Kirleniyor mavi göğüm. Karalara bürünüyor. Dengem alt üst ediliyor. Doymak nedir bilmiyor insanoğlu görünümlüler. Yüzlerce metreler boyu fabrika bacaları, sularıma karışan kimyasal atıklar, zehirler. Dereler, nehirler ve denizlerimde ölen allı pullu balıklar. Sorsa da şair;
‘Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.’ Hiçbiri olmaz oysa! Ve ben küskün şaşa kalırım.
İki kadeh rakı alır, “Ne olacak ben dünyanın hali?” derim. Of ulan offf… Of ki ne of. İçimizi kavun acısı bir hüzün dalgası yalasa da; yine de ‘kararmasın ensemiz.’ Bedbahtlığa zerre kadar yer olmasın sakın. Aydınlatacaktır ensemizi güneş.
‘Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,  
Yitirmiş öpücükleri,  
Payı yok, apansız inen akşamlardan,  
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,  
Seni anlatabilsem seni...  
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.   
Üşüyorum, kapama gözlerini... A. Arif’


Amsterdam, 2 Aralık 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...