4 Ocak 2019 Cuma

BAĞ BOZUMU ZAMANI





BAĞ BOZUMU ZAMANI


“Duygulandırmayan kişi yavandır.”   Kant


Zaman diye adlandırılan, insan ömrünü durmaksızın törpülediğine aşikar olduğumuz kavramdan irice sayıla bilinecek bir dilim, ol umursamazlığı ile ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde. Bu dilim; kan kırmızısı şerbetli bir Diyaribekir karpuzunun bir parçası olsaydı, belki de iştahla yenirdi. Böylelikle istemimiz dışında sular-seller misali durmaksızın akaduran zamanı gönlümüzce durdururduk. Ama değil.
Zaman böylesi bir durumda hareket halinde iken, afili güneş ise sanki böbürlenecek bir maharetmiş gibi, her gün küsmeyi kendisine alışkanlık haline getirdi. Akabinde ardına bakmadan bir başına küskün uzaklaştı. Bu karpuz diliminde-pardon zaman diliminde sararan, kimileri ise kızıllaşan ağaç yapraklarının tamamıyla kapladığı kaldırımlara, küskünlüğünden olsa gerek,  huzmelerini daha eğik konumda salmaya koyuldu. Mevsim gereği hava artık çok da sıcak değil. Hatta bazı aralar üşüme hissi; bütün bedeninizi kaplayan cildinizin kapılarını açmak üzere ürpertilerle alabildiğine zorluyor. Hal böyle olunca da insanlara; zeytinyağı ile yapılacak sarmalık bir lahana misali kat kat giyinmek kalıyor.
Yeryüzünde yaşamlarını idame ettiren insanlar ve irili ufaklı bütün diğer canlılar kendilerine biçilen özgün rollerle günlük uğraşılar içindeydiler. Öykümüzün kahramanı, tıp fakültesinde genç bir öğrenci olan İclal'in ne yaptığına göz atacak olursak, onun bütün gün amfide ders dinlemekten bitap düştüğünü görürüz. Sürekli ders notları aldı. Masaya dayadığı sol dirseği ile çenesini sıkıca desteklediğinden, nar kırmızısı ojeli tırnakları ipeksi yanağında derince izler bıraktı. Çantasını ve kitaplarını ders bitiminin hemen ardından, bir çırpıda topladı ve kendisini adeta can havliyle fakültenin dışına attı. Küskün güneş misali o da ardına bakmadan, olabildiğince hızlı adımlarla kaldırımda çıkardığı senkronize topuk sesleri dahilinde kalabalık Ankara sokaklarında kayboldu. Bu güzel ve alımlı genç kızı gören çiçeği burnunda delikanlılar ona uzun süre hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar. Gençler göz hapsine aldıkları ve her adımında uzaklaşan kadının silueti silinip görünmez hale gelince, bakışlarını buruk duygularla yere indirdiler.
Ankara Zafer Çarşısına her ne zaman gitse kendisinde anlayamadığı bir rahatlama hissediyordu. Belki de kitaplar ona iyi geliyordu. Bu yer altındaki izbe, büyük kısmı kitapçı dükkânlarından oluşan çarşı, onun için tam bir rüyalar âlemiydi. Buraya ayak bastığı anda kendisini adeta büyülenmiş hissediyor, "Evet, İclal in wonderland – İclal harikalar diyarında.” diye de mırıldanmayı eksik etmiyordu. Kitaplardan yükselen ve genzini yakan o müthiş tozlu koku, onu esrik etmeye yetiyordu. Bu nedenle müptelası olduğu bu çarşıya, bir an evvel ayak basmalıydı. Böylelikle yorucu günün ardından kendisine en kısa zamanda gelebilecekti.
Kitapçı dükkânları arasında mekik dokudu. Yeni çıkan kitapları koklamalarla ve büyük bir merakla maviş gözlerini daha büyük açıp incelemeye koyuldu. Kısa kısa yeni yayınlanan şiirlere göz gezdirdi. Dudak bükümleri ile gözlerinde gülümsemeler belirdi. Sevgili misali sırtlarını ve kapaklarını özenle okşadığı kitapları bulundukları yere usulca incitmeden koydu. Kimseler görmese sevdiği kitapları tek tek öpecekti. Çok beğendiği yeni üç şiir derlemesini satın aldı. Dünyalar onun oldu, günü mutlulukla taçlandı. Başının esrikliği daha bir artı.
Beko da aynı duygularla soluğu sıklıkla Zafer Çarşısında alanlardandı. Yıllar önce memleketi Silvan’dan bavulunu sırtladığı gibi eğitimi için başkent Ankara’ya gelmişti. Dağlar ardında kalan müthiş özlem duyduğu memleketine bir hayli uzak düşen bozkır ortasındaki Ankara, onun için yeni bir dünya ve yeni arkadaşlıklar demekti. İlk yıllarda uyum sağlamakta bocalasa da, çok geçmeden ayak uydurmasını bildi. Pek çok içten dostluklar edindi. Zorluklarla da olsa Ankara Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Şimdilerde bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalışıyordu. Bu iş yorucu da olsa, her şeye rağmen memnundu. O da iş sonrası kendisini Zafer Çarşısına atıp, İclal gibi aynı sarhoşluğu yaşamak isteyenlerdendi.
Çarşının dışında rüzgâr uğultular halinde kimseleri dinlemeden, şişkin avurtları ile durmaksızın üfleyip hazan mevsiminin kaldırımlara renk cümbüşü halinde serpiştirdiği ağaç yapraklarını, kararsızlık karmaşası içinde değişik yönlere doğru savuruyor. Dükkân ve mağaza sahipleri içeri adımını atan her müşteri ile umuda kapılıyorlar. Lokantalardan taşan yoğun kebap, lahmacun ve pide kokuları sokaktan geçenlerin açlık hissini ayyuka çıkarmaya yetiyor. Ne yazık ki; İclal gibilerin sayısı çok değil. Az okunuyor ve çok kitap satılmıyor.
İclal son zamanlarda uğrak yerlerinden biri haline getirdiği ve çayını çok beğendiği, çarşının bir kıyıcığında yer alan, sarıya boyalı duvara asılı tabelasında “Doğu Çayevi” yazan küçük mekâna doğru ilerledi. Kitaplarla haşir neşirliğinin ardından sıcak bir çay yudumlamak, çoğu zaman bedeninden uzaklarda olan onu derdest edip kendisine getiriyordu.
Çay evinin önüne oturmak için sandalye yerine yerden çok yüksek olmayan kürsüler yer alıyordu. İclal biraz çekinceli de olsa artık çay ocağının sahibini de tanıdığından rahatlayıp bir kürsüye oturdu. Çay ocağının sahibi Beko’nun hemşerisi yaşlı Hikmet Amca güzelliği dikkatleri çeken genç kız İclal’i görünce bıyıklarının altından gülümsedi. Kısa bir zamandır mekânına takılan İclal’in çayını nasıl içtiğini biliyordu artık. Çok geçmeden açık ve tek şekerli çayı İclal’e sundu.
Hikmet Amca az ileride dikeldi. Bu güzeller güzeli genç kızın çayından ilk yudumunu almasını bekledi. Sonrasında ellerini namaz kılar gibi hafif çıkık göbeğinin altında mahcupça kavuşturdu. Yüzünde her daim muhafaza ettiği doğallığın eşliğinde gülümseyerek baktı.
“Nasılsın kızım? İyi misin? Derslerin nasıl gidiyor? Bildiğim kadarı ile okul bitiyor artık değil mi? diye İclal’i Kürt aksanının ağır bastığı çatal sesi ile soru yağmuruna tuttu.
“Çok teşekkür ederim Hikmet Amcacığım, iyiyim. Evet, kısmetse bu yıl mezun oluyorum. Uzun bir süreçti. Ama emeğime değdi sanıyorum. Ondan sonra iş aramam gerekiyor. Herhalde ilk önce hastanelerden birinde stajyer doktor olarak başlarım.”
“Maşallah. Ne güzel kızım, ne güzel. Umarım her şey dilediğin gibi olur.  Başarıların daim olsun.” Bu sırada Beko da çay ocağına doğru geldi. Hikmet Amca dikeldiği yerden Beko’nun geldiğini görünce İclal ile girdiği sohbeti özür dileyerek yarıda bıraktı.
“Ooo… Beko hoş geldin yeğenim. Buyur geç otur. Ne iyi ettin de geldin. Bak, biz de İclal kızımla laflıyorduk. Hayırlısı ile o da bu yıl tıp fakültesinden mezun olacak. İstersiniz sizleri tanıştırayım. İclal kızım bu avukat Bekir Bey. Aynı memleketliyiz. Silvan'dan yani. Bekir bu hanım kızımız da İclal.”
Beko tanıştırıldığı ve ürpertilerle elini sıktığı İclal’in eşsiz güzelliği karşısında şaşakaldı. "Bir gelin gibi kızardı." Hiç beklemediği, bu tesadüfi tanışma fırsatını yakaladığından dolayı Beko’nun yüreğine doğru art arda sıcak mutluluk katreleri aktı. Titrek bir sesle;
“Çok memnun oldum.” deyip ütülü pantolonunun dizlerini çekiştirip İclal’in karşısına oturdu. İclal’in göz kamaştıran cazibesi karşısında bir an lal olan Beko kısa sürede kendisini toparladı. İclal de ilk defa gördüğü bir Galler Prensini andıran bu filinta gibi yağız delikanlıdan kendisini alamadı. Gözleri; tanıştırıldığı gencin ağzına neredeyse doluşan kömür karası bıyıklarına takılı kaldı. Bu arada Hikmet Amca merakla bakan gözlerini kırpıştırmalarla Beko’nun demli ve şekersiz çayını verdi. Rahatsız etmemek adına tezgâhının ardına geçti. Biriken çay bardaklarını köpüklü sıcak sularla yıkadı.
Beko utangaç bir tavırla süzdüğü İclal’in elindeki şiir kitaplarını görünce, lal olmaktan sıyrıldı.
“Ne güzel. Ahmet Arif, Edip Cansever ve Nazım. Tesadüf bu ya benim de çok sevdiğim ve pek çok şiirlerini ezbere okuduğum büyük şairler. Doğrusu çok güzel bir seçim.”
“Öyle mi? Demek siz de şiir seviyorsunuz ve üstelik ezbere de okuyorsunuz. Ne güzel, ben de çok sevdiğim halde hiçbir şiiri aklımda tutamıyorum. Acaba rica etsem, bana şuracıkta sevdiğiniz bir şiiri benim için okur musunuz?”
Beko oturduğu yerde İclal’in aldığı kitaplardaki şairlerden üst üste birer kısa şiir okudu. İclal daha önce defalarca okuduğu bu şiirleri, inanılmaz güzellikte, duygu yüklü ve vurguların yerli yerinde yapıldığı bir sesten dinleyince sermest oldu. Başı hızla döndü. Yüzündeki gamzelerin çukurlukları derinleşti. Gözlerinden mavilik bal olup etrafa saçıldı. Beko’nun karşısında oturan eşsiz bir dünya güzeli oluverdi. Teşekkür mahiyetinde Beko’nun omuzuna dokundu.
“Ağzınıza, yüreğinize sağlık. Ne çok etkilendim bilemezsiniz. Ses tonunuz ve şiirlerin güzelliği beni alıp götürdü. Okuduğunuz şiirlere değer kattınız. Müthiş etkilendim. En kısa zamanda başka şiirleri de sizden dinlemek isterim." Şiir temalı bu kısa tanışmanın ardından, birbirlerinden ve Hikmet Amcadan aynı anda hatır isteyip ayrıldılar.
Beko ertesi gün büyük bir sabırsızlık ve umutla aynı saatte çay ocağına koşturdu. Dışarıda düne kıyasla daha dingin bir hava vardı. Kızılay semtinde her zamanki gibi yoğun bir kalabalık, yüreğinde kıpırtılar olan genç bir avukatı da kucaklayıp içine almış bir halde koşturuyordu.
Beko uzaktan Hikmet Amcayı gördü. Saygıyla el salladı. Çaycı Hikmet Amca genç delikanlının hangi duyguları taşıdığını anlamakta gecikmedi. Yine bütün tatlılığı ile gülümsedi. İclal henüz görünürlerde yoktu. Beko oturduğu kürsüde etrafına bakınadururken çok geçmeden başka bir kalabalık, benzeri heyecan veren güzelim duyguları yüreğinde sımsıkı taşıyan İclal’i küçük bir dalga halinde önüne katıp Doğu Çayevine getirdi.
“İnanmıyorum. Bekir Bey ne tesadüf, siz de mi buradasınız. Ben Hikmet Amcanın çayını çok seviyorum. Bu arada dün okuduğunuz şiirler hala kulaklarımda çınlıyor. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Sizi gördüğüme çok sevindim. Yoksa kim bilir sizi bir daha ne zaman görebilirdim. Hay aksilik telefon numaranızı da almamıştım.”
“Ben de sizi gördüğüme inanın çok sevindim. Sizi tekrar görmek çok güzel. Sizi tanıma fırsatını yakaladığımdan dolayı ki, bunu sevgili Hikmet Amcaya borçluyum, kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Hoş geldiniz. Neler yaptınız bakalım, görüşmeyeli? Aldığınız şiir kitaplarına göz gezdirebildiniz mi? Ne dersiniz? O halde bir çay alırsınız değil mi?” Kısa aralıklarla cevabı alınan soruların ardından samimi, sıcak, hoş ve derin bir sohbet başladı. Yüz yıldır tanışıyorlarmış gibi yüreklerinde tatlı karıncalanmalarla birbirlerinin gözlerinin derinliklerine daldılar.
Bütün hafta boyunca aynı mekâna yüreklerinde kanat çırpan kelebeklerle gidip gelen taze sevdalılar, son gelişlerinde Doğu Çayevinden ayrılmalarının ardından, Hikmet Amcanın görüş alanından çıkar çıkmaz, büyülü kitap kokularını içlerine çeke çeke Zafer Çarşısından el ele çıktılar. Kuş misali cıvıltılar çıkarıp, uçuşuyorlardı.
Zaman diye adlandırılan kavramdan, kan kırmızısı şerbetli Diyaribekir karpuzu olmasa da, öykünün başındaki iriliği biraz daha küçülen dilim, umursamazlığından ödün zerre kadar vermeden ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde olmayı sürdürdü. Sararıp solan yaprakların büyük bir kısmı çöpçüler tarafından süpürüldü. Süpürgeden el çabukluğu ile sıvışmasını bilenlerin hali de pek hal değildi. Yönünü şaşıran rüzgâr tarafından bir o yana, bir bu yana savrulmaktan yakalarını kurtaramadılar. Beko, omuzuna başını bir bulut hafifliği ile koyan İclal’e duygu seli bir ses ile dünya şairlerinden birbirinden güzel sevda şiirleri okumaya devam etti. Aşk ısrarla kapı zilinden elini çekmeyi unutuverdi.

Amsterdam, 4 Ocak 2019



















































































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...