31 Mart 2020 Salı

SON DEM














 SON DEM

“Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.”
                                                        N. Hikmet

Bilinen o ki, bugüne değin insana özgü pek çok iniş ve çıkışla, sevgili kocam ve benim eriştiğimiz ileri yaşımızla, artık son demlerimizi yaşadığımızdır. Dönüşü olmayan bu ömre dönüp baktığım zaman; yaşayamadığım, annesizlik, sefalet ve yoksulluk içindeki bir çocukluk devresinin ardından, göz açıp kapayıncaya dek çarçabuk, bir anını dahi tatmadığım genç kızlığıma adım attığımı içim burkularak görüyorum. Derken sırası ile beraberinde bin bir sıkıntıyı da yaşatan olgunluk, orta yaşlılık ve artık hiçbir baharı olmayan yaşlılık buyur etti. Bu ömre, maharetmiş gibi olabildiğince hastalığı sığdırmasını nasıl becerdim, ben de şaşıyorum. Biri gitti, beşi kaldı ve art arda yenileri istemediğim halde sökün etti. Yakama yapışıp kaldı illetler, tüm uğraşılarıma rağmen silkeleyemedim onları. Bütün hayatım boyunca ruhumu inletip durdu marazlar. Bedenimde kol kola girip zılgıtlar eşliğinde halaylar çektiler, yüreğimde ve beynimde ise bangır bangır bir müzik gürültüsü eşliğinde enerji küpü gençleri aratmadan, diskoteklerdeki gibi tepinip durdular. Savunmasız bedenimi bulmuşlardı, hayat onlara güzeldi.
Benimkisi sıkıntı yumağına dolanan bir ömür. Lakin benim üzüldüğüm, bu lanetlerin beni kocama muhtaç kılmaları, onun sürekli benimle ilgilenmesini gerektirmesiydi. Ağrılar hayatımın bir parçası oldu ve onlarla yaşamasını çoktan öğrendim artık. Velhasıl, şairin de dediği gibi: "Daracık ömrümüzde, geniş sıkıntılar."
Elli beş yılı aşkın bir süredir Ankara’da bir semtte kocam Hüseyin ile sürdürdüğümüz omuz omuza, mutlu bir birliktelik bizimkisi. Kocamın adını bir çırpıda söyledim, unutmadan kendi adımı da kulağınıza fısıldamadan geçmeyeyim. Yaşlılık bu ne olur ne olmaz. Sonrasında adımı alzheimer olmuşa çıkarırsınız. İnanın öyle değil. Çoğu zaman ela gözlerimi semaya kaldırıp “Kimim ben? Nereden gelip nereye gidiyorum?” benzeri soruları da kendi kendime sormuşluğum çok olmuştur. Cevap bulmuş muyum? Elbette ki “hayır.” Adım Melek. Tanıyanlar adım gibi gerçek bir melek olduğumu söylerler. Ama marazlı bir melek. Beni tanımıyorsunuz, bunu gereğinden fazla dile getirirsem biraz ayıp etmiş olurum. Varsın bunu, eğer bir zerre de haklılık payı varsa beni tanıyanlar dile getirsinler. Ben sadece onlardan ödünç aldığım bir cümlecikle onların yalancısıyım.
Hüseyin, hani insanların sık sık dile getirdikleri “iyi ve kötü gün” zamanlarında her daim yanı başımda ve elimi tutar oldu. Aramızda sen veya ben kavramı olmadı. Biz bunu hep biz eyledik. Çok romantik bir birliktelik değil bizimkisi. Doğrusu olmasını çok isterdim. Hüseyin, insanı buluttan buluta uçuran duyguları yaşatmasa da, dediğim gibi her an yanı başımda ve sevgisi daimdi. Desem ki, "Hüseyin, bana gökyüzündeki bütün yıldızları indir." O hemen bir merdiven arayışına girer. İşin aslı karşılıklı sevgimiz olsa da, bizim bizden başka da kimseciğimiz yoktu. 
En son anına kadar her canlının vazgeçemediği, teslim olmamakta alabildiğine direndiği, hayatta kalmak için sevgili misali sıkıca sarıldığıdır yaşam. Ot biçmeye gidecekmiş gibi elinde tırpanı ile insan biçmeye gelen, kapüşonlu ve uzun pelerinlinin peşine zamanı geldiğinde günümüze değin her canlı, bir bilinmezliğe doğru giden bu zombinin ardına tıpış tıpış düşmek zorunda kaldı. Kimsecikler “Gelen yakinimdir, şimdilik seninle gelmesin. Bir kıyak çek biz de seni görelim.” diye bir kartvizit yazamadı zat-ı âlilerine.
Çok uzun yıllar devlet dairelerinde memurluk yaptıktan sonra, yaklaşık altmış yaşımızda aynı sürede emekli olduk. Seksenlere merdiven dayadığımız bu aylarda, uzun bir zamandır bir taşı alıp bir yere koymuşluğumuz yok. Çok istememize rağmen çocuğumuz olmadı. Belki de böylesi daha iyi oldu diye de düşünmediğim olmadı değil. Yukarıdaki satırlarda da sizleri karamsarlık içine koyduğum bir dünyada; “Başka bir insanın bizim isteğimiz doğrultusunda, bu acımasız ve sıkıntılarla dolup taşan gezegenimizde yer almasına neden olmamış olduk.” diye de kendi kendime avuntu dâhilinde, bu zoraki duruşuma hak vermişliğim de çok oldu.
Pek çok olaya ve gelişmeye tanıklık ettik. İkinci Dünya Savaşı bulunduğumuz coğrafyanın dışında kaldığı halde, o zamanın çocukları olarak bu kıyımın ceremesini yokluk ve sefaletin dayatması ile bizler çektik. Hey hat ki, heyhat! Dünyayı, iki bin yirmi yılının başında kasıp kavuran büyük bir felaketi verilmiş iğrenç bir armağanı, son demimizde istemimiz dışında kabullenip yaşayacakmışız. Yanarım da buna yanarım.
Öyle bir afet ki, insanlığın zengini, fakiri, kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı, genci, kralı, kraliçesi, inananı, inanmayanı, beyazı, sarısı, siyahı, çekik gözlüsü ve her türlü ayrıksılığını gözetmeksizin canlıların üzerine çöreklenip korku salıyor. Son demimizde, giderayak seninle de tanıştık “corona” diyelim. Ne diyeyim, bu durumda tanışmaz olaydık daha yerinde bir söylem olsa gerek. Ama gelinen noktada nihayet hepimiz “aynı gemiye” binmek zorunda kaldık.
Yollarına güller dökmemiz gereken sağlık çalışanları, dünyanın dört bir tarafında canhıraş bir şekilde gece gündüz demeden, kendi canlarını da tehlikeye atarak kan ter içinde ön cephede, sipersiz savaşıyorlar. Düşman görünmez, sunturlu, tam bir Şam Şeytanı, sinsi ve hain. Sağlığa, eğitime ve bilime yatırım yapmanın ne denli önemli olduğu en nihayetinde bıngıldağı gelişmemişlerin kafasına dank eder. Hayata zarafeti gizemleme becerisinden bihaberler, uzun uzadıya tiratlarla ahkâm kesmekten el etek çekerler. Böylelikle bu coronanın nelere muktedir olduğunu görülür. Muktedirler bütün bu kıssadan hisselerden gerekli dersleri artık bundan sonrasında çıkarırlarsa, insanların kalplerine de bir nebze olsun su serperler.
İki oda bir salondan oluşan evimizde günlerdir bir başımızayız. Bir halk türküsünde söylendiği gibi; “Ne gelen var ne giden.” Kimliği bilinmezler olduk. Elbette gelmek veya bizim gitmek istediklerimiz yok değil. Lakin dünya büyük bir hapishaneye dönüştü. Sürekli telkin edilen; “EVDE KAL!”
Bahar geliyor. Düşünceleri rengârenk olan insanlar sevgili gibi bekliyor onu. Uzun sürdü kış. Kış boyunca ısınmak nedir bilmeyen kemiklerimiz güneşin o sihirli ışınlarına kavuşmak istiyor. Güneş şehrimin yüksek binalarının arasına daldırdığı bal yüzünü çıkarmaya görsün, eski günlerdeki gibi Hüseyin’imin kocaman avucuna avucumu sığdırsam mahalleyi bir turlasak, bir pastanede soluğu alıp, o kahvesini yudumlarken ben de soğuk limonatamla serinlesem diye hayal ediyorum. Yazık, insanların gülüşleri dökülmesin! O günler uzak mı dersiniz? Yok… Yok… Elbette değil.
Kuşlar cıvıldıyor. Kelebekler ve arılar bir çiçekten aldığı tozları bir diğerine kavuşturuyorlar. Çiçekler meyveye duruyor. Ağaç dalları zümrüt yaprakların ardında görünmeyecek hale geliyorlar. Yeni evli komşum Filiz Hanımın karnı burnunda. Baharla birlikte bir kız çocuğu ile şenlenecekler. Filiz Hanım çoktan filizlendi, çiçek açtı ve tez günde meyve verecek.

“Aralık’ta ölürsem mesele yok. Hiç yok...
Ama baharda ölürsem, haber salın kuşlara. Açılsın işte o vakit çeyiz sandığım. Uluorta... Adım mısralara kalsın, masalım kuşlara.
Aşk’ım O’na…!”
                                                                                Arzu Eşbah

İlerlemiş yaşımızla iki oda bir salondan oluşan evimizde haftalardır bir başımızayız. Gelen ve gidenin tam tersine gelip gitmemesi lazım ki, bizler bu lanet virüse yakalanmadan kısmetse bu felaketi atlatalım. Anne, baba, oğul, kız, gelin, torun, damat, amca, dayı, hala, teyze, dost, arkadaş ve hatta sevgili olmak yetmiyor. Evinde kıçını kırıp oturacaksın. “Herro veya merro” yok. Mesele “To be or not to be.” O kadar. Bir bardak suyunuzu dahi alamayacak durumdaysanız, ne yapıp edip kendiniz almak zorundasınız. Cam kırılganlığında bir yaşam. Dayanılmaz ağırlıkta içsel bir boşluk. Ve mevzu devletin derinliğinden de derin! Şimdilerde dilime pelesk olan bir şarkı:

"Sakin göllerin kuğusuyduk
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk
Gözüm yaşarıyor
Yüreğim yanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle!" A. Kaya


 Amsterdam, 31 Mart 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...