13 Mart 2020 Cuma

KİM O?




        



KİM O?

Hafifçe kıstığı kestane rengi gözleri ile dışarıya doğru baktı. Kırmızı tonların hâkim olduğu mobilyalar ile kaplı oturma salonundan yüzünü hangi yöne çevirdiyse bütün pencerelerin insanın içini kasvetli kılan demir parmaklıklarla kaplı olduğunu bir kez daha gördü. Sadece kendi evi değil, Anadolu'nun en ücra köylerinde dahi alt katlarda yer alan evler aynı durumdaydı. Öyle ki, bu konutlar bu denli korunaklı görünümleri ile adeta birer cezaevini andırıyorlardı. İnsanların içine işleyen korkunun büyüklüğü ve zerre kadar güvenin olmayışı içler acısıydı. Güvensizlik beraberinde mutsuzluğu getiriyordu.
         Sormayın! Halime Hanımın yaşı başını aldı yürüdü. Kocası İbrahim Bey de öyle.  Seksen yaşını geride bıraktılar. Yaşanmışlıklarla dopdolu yan yan iki güzel ömür. Gözlerinin feri kaçmış gibi olsa da, cıvıltısında pek de eksilme yok. Zaman yıl yıl yüzünde silinemeyen derin birer çizgi olup kazındı. Her çizgide yüzlerce yaşanmışlık, acı ve tatlı anı olanca sırrı ile saklıydı. Kimi zamanlar aynada çehresini uzun uzadıya inceler ve her çizgiyi barındırdığı hatıraları ile yâd eder, gözleri buğulanır ve bir duygu seline kapılıp hızla sular seller halinde bir yerlere akardı. Kocası, çocukları ve torunları ile iyi bir aile oluşturmuşlar ve çok da mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. Zorluklar olmadı değil. Ama elbirliği ile her türlü badireyi bertaraf edip üstesinden gelmişlerdi.
         Kadın da olsa, Diyarbakırlı olmasının getirisi olacak, o sözünü hiç kimselerden esirgemez, hak ediyorsa karşısındakine ağız dolusu küfürler savurmaktan zerre kadar çekinmezdi. Boşuna dememişlerdi: "Diyarbakırlı ayakkabısının bağı ile bile kavga eder." Halime Hanım ağzını açmaya görsün, onu tanıyanlar ve özellikle apartmandaki kadınlar hemen kızarıp bozaran yüzlerini, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde utançlarından önlerine indirirlerdi. O ise gayet normal bir halde sansürsüz küfürlerini büyük bir zevk ve rahatlama ile bağıra çağıra savurmaya devam etmekten geri kalmazdı. Bu Kürt Hemşire Halime Hanımdı ve ne yapsa yeriydi. O kadar!
Zaman ne kadar da çabuk geçmişti. Sayısız sayıda anıyı, güzelliği, mutluluğu, üzüntüyü ve kahkahayı nasıl da bu çarçabuk geçen bir ömre sığdırmışlardı. İyi ki onunla evlenmişti. Ne kadar da büyük bir güzelliğe birlikte imza atmışlardı. Abartısız birbirlerini bir güne bir gün üzmediler. Sonsuz bir sevgi ve kusursuz bir saygı birlikteliklerinde her daim oldu. İbrahim Bey sadece ara sıra karısının küfürlerinden dolayı kızarıp bozarıyor, ama ardından da " İyi ettin Halime, o deyyus bunu hak etti. Ağzına sağlık," diyerek onaylamaktan da kendini alıkoyamıyordu. Bütün ömürleri boyunca bir başlarına birbirlerine dayanarak ayakta kalmaya çalıştılar. Zerdali çiçekleri güzelliğindeki nice baharı geride bıraktılar. Bundan sonrasında da hiçbir baharın gelmeyeceğini biliyorlardı elbette. Önemli olan son güne kadar kendi ayaklarının üzerinde güçlükle de olsa durabilmek ve hiç kimseye muhtaç olmadan geriye kalan yaşamlarını sürdürmekti.
Bir zamanlar kömür karası olan lüle saçları şimdilerde kar yüklüydü. Yine de bugüne de şükürdü. Hem kendisinin hem de kocasının aklı ve bilinci yerindeydi. Sevgileri daimdi. Tabiat ana kucağını onlara yeteri kadar açmıştı. Her türlü olanaktan yararlanmasını ve dünyada olup biteni yakından takip edip yüreklerini insani güzelliklerle doldurmasını ne de güzel bilmişlerdi. Arkadaşları ve dostları arasındaki yerleri ise saygın bir yerdeydi.
Halime Hanım ve İbrahim Bey yaklaşık elli yıl kadar önce memleketleri Diyarbakır’dan Ankara’ya göç ettiler. Karı koca aynı muayenede doktor ve hemşire olarak birlikte çalıştılar. Ankara’ya yerleşip çok mutlu bir evliliğin yanı sıra muayenelerinde yıllarca mesai arkadaşlığı yaptılar. Emekliliklerinin keyfini sürdürmeye çalışıyorlar ve bundan sonrasında Doktor İbrahim Bey’in alnındaki teri silmeye, kendisine makas veya neşter uzatmasına gerek kalmıyordu.
Güzeller güzeli bir kızları ve oğlan sahibi oldular. Onların da evlenmelerinin ardından kızları Safiye’den bir kız ile erkek ve oğulları Vedat’tan da yine aynı şekilde bir kız ve oğlan torunları oldu. Yaşamlarının bundan sonrasını torunlarına adadılar, onları büyüttüler, sevdiler, bağırlarına bastırdılar ve onların da dünya insanlığına faydalı birer insan olmaları yönünde olabildiğince çaba harcadılar.
Alt katlarda yer alan bu evlere uçan kuşun dahi kazara girmemesi için bütün tedbirler alınmıştı. Kuşlar giremezse de kapı zillerinde saka veya bülbül kuşu sesleri olarak evlerin içine sızıyor, kapı dışında yer alan düğmeye birilerinin dokunması halinde, kapılarında bir ziyaretçinin olduğunun haberini bu sistem veriyordu. Pencereler olabildiğince kalın demir parmaklıkları, dışa açılan ve kalınlıkları, çelik katmanları ile kapılar da istenmeyen durumlara karşı büyük engeller oluşturuyor.
Halime Hanıma bir misafiri, torunları veya çocukları gelmeye görsün, boyundan daha da yükseklerde olan kapı dürbününe ayak parmaklarının üzerinde yükselip, vaziyetin berkemal olduğundan emin olmasının ardından dört ayrı kilidi art arda gürültülerle açmak zorundaydı. Daha da emin olmak için, olmadı;
“Kim ooo?” diye kapının dışına seslenmek zorundaydı. Gelenin “kilimci” olmama ihtimalinin yüksek olmasından dolayı, bu ölümcül sorunun tekrar tekrar sorulması ve limanın güvenliği açısından, somut bir yanıtın alınması zorunluydu. Bütün bu önlemlerin yanı sıra her ev aynı zamanda alarm sistemleri ile kale gibi korunmak zorundaydı. Halime Hanım ve İbrahim Bey de aynı önlemi yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğu söylenen bir ülkede alanlar arasındaydı. Alarmın yatmadan önce mutlaka devreye konulması gerekiyordu ki, bu görev değişmeksizin İbrahim Beye aitti.
Binaların daha yukarılara doğru olan pencerelerde bu demir parmaklıklara gerek yoktu. Lakin onların da çatıdan gelen ve balkonlara yakın olan yağmur oluklarının olduğu kısımlar jiletli teller ve sivri demir kazıklarla çevrili olması gereklidir. Herkes düşmandır. Bu yüksek burçlu kalelere kimselerin asla girmemesi gerekir. Buna yeltenenlerin elleri ve bedenleri bu jilet tellerle kesilmelidir. Bu da yeterli gelmese sivri demir kazıklara oturma tehlikesi ile karşı karşıya gelmeliler. Her ev adeta Suriye, Irak, İran veya Yunanistan sınırları misali tamamıyla korunaklı olmalıdır.
Halime Hanımların yan dairedeki komşuları Çorumlu Sema Hanım ve Hakkârili Mehmet Beydi. Bütün alınan önlemlerin yanı sıra Sema Hanımın çok daha farklı bir önlem alması gerekiyordu. Hakkârili kocası Mehmet Bey doğduğu coğrafyanın hassasiyetinden dolayı ne yazık ki, potansiyel bir tehlike oluşturuyordu. Oysa kendisi için her yer Paris’ti. Çünkü Çorumlu olmak ayrıcalıktı, avantajlıydı. Lakin kocası için durum yanlış algılardan dolayı farklıydı. Bir yerde o konumu gereği bu ülkenin zencisiydi. Kocasının dünyalar güzeli yüreğini ve hümanist bir insan olarak çıtasının yüksekliğini kimselere kanıtlayamazdı. Bu tehlikenin de savuşturulması için Sema hanımın balkonunda bir de ay yıldızlı al bir bayrak sallandırması gerekiyordu. Bu adeta uçaksavar görevi görüyor ve yaşadıkları ortamı, biraz olsun her ihtimalde baş gösterecek olan tehlikeyi veya önyargıyı savuşturuyor, sütliman kılıyordu.
Sema Hanımın ellili yaşlardaki ve hala ilk tanıdığı gün gibi âşık olduğu, sevdiği ve “onsuz asla olamam” dediği kocası Mehmet Bey de (diğer adıyla Memo) dünyaya gelecek başka bir yer bulamamış da, Allah’ın usulca okşadığı, dağları karlı Hakkâri’de doğmuştu. Sanki başka bir yerde doğmasının köküne kıran girmişti.
Halime Hanım ve İbrahim Bey komşuları Mehmet Bey ile aynı konumda oldukları halde, onlar ilerlemiş olan yaşları ile böylesi bir tehlike konusunda kafa yormuyorlardı. Bu yaştan sonra kendileri konusunda ne gibi bir önyargı veya algı olabilirdi ki? Olsa da umurunda değildi. Hele Halime Hanım için "vız gelir tırıs giderdi," Böyle düşünenin de varsın canı cehennemde olsundu.
Üst katlarda yer alan komşuları Kayseri, Antalya, Sivas ve Trabzon’dan geldiklerinden onların herhangi bir bayrak asmalarına gerek yoktu, ama onların da dört kilitli, dürbünlü çelik kapılar ve alarm sistemleri yine de olmak zorundaydı.
Yaşam, her geçen gün istenmeyen misafirlerden birisi ile sürpriz yaparcasına çelik kapılara dayanıyordu. Bunun için hangi katta oturduğunuz önemli değildi. Fakir veya zenginliğiniz, Hakkârili veya İstanbul doğumlu olmanız da kar etmiyordu. Hastalık olarak adlandırılan, er veya geç mutlak surette ziyarete gelen bu istenmeyen misafirler, her geçen gün yeni isimler ve değişimlerle kapılarda zombi çehreleri ile beliriyorlardı.
Günlerden Pazar olmasına rağmen halime Hanım her zaman olduğu gibi güne göz kamaştıran ışıl ışıl ışıkların düşmesi ile uyandı. Kocası ile içtikleri sade kahvelerin ardından kahvaltı yaptılar. Kahvaltı bitmiş ve koltuğuna yerleşip okumak üzere yeni aldığı kitabına uzandı. Güzel bir gündü. İbrahim Beyin bir makalesi tıp araştırmaları yapan bir dergide yayınlanmıştı. Onu dergideki bu makaleyi kahvaltı sonrası keyifle okuyor görünce, o da mutlu oldu. Saka kuşu ötüşü ile apansız, kapı zili çaldı. Sabah sabah gelen de kim diye kendi kendisine söylendi. Ayağında terliklerini zemine sürüye sürüye ile kapıya yöneldi. Ayak parmaklarının üzerinde her daim yaptığı gibi kapı dürbününe doğru yükseldi. Kapının ardında kimseleri göremedi. Yüksek bir ses ve telaşla;
“Kim ooo?...” diye bağırdı. Kapının ardından hinlikle dolu ince, tiz bir ses yükseldi.
“Korona.” Halime Hanım bunun da şakası olur mu diye şaşkınlıkla, açtı ağzını yumdu gözünü.
“Hassiktir lannn… Bas arabanı. Başka kapıya dahi demiyorum. Keşmeroğlu keşmer. Benamus. Defol git. İşim gücüm var benim.” diye kalayı bastı ve çelik kapının dört kilidini açmadan, gelip tekrar yerine oturdu. Çok geçmeden kitabının sayfaları arasında kayboldu. Diğer bir sayfayı çeviriyordu ki, kocasının sevgi ve şefkatle elini tuttuğunu hisseti. Kitabi yan tarafa koyduktan sonra başını kocasının göğsüne gömdü. Demir parmaklıklarla kapalı hapishanenin dışında lapa lapa kar yağıyordu.                                                                                                       

Amsterdam, 13 Mart 2020


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...