23 Mart 2020 Pazartesi

TÜNEME GÜNLERİ













TÜNEME GÜNLERİ


“KARARTMA
Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.”
         
                                             Paul ELUARD


Gözlerime inanmıyorum. Levent Bey işe gitmedi. Semra Hanım işe biraz daha geç gidiyor, nedense o da uyanmadı. Kanımca her ikisi de uyuyakaldılar. Onları uyandırsam mı acaba? Ben zaten evdeyim. Kafesimden çıktığım, başımı dahi çıkarttığım yok. Benim gibi zavallı bir saka kuşu ne yapabilir ki? Amsterdam’da birlikte yaşadığımız evde, benim hayatım boyunca bir kafesin içinde metal bir çubuğa pençelerimi sıkıca geçirip tünemekten başka seçeneğim yok. Levent Bey ve Semra Hanım hayvan sevgilerinden mi, yoksa yalnızlıklarını biraz olsun gidermek için mi, beni yaklaşık altı ay önce bir evcil hayvan dükkânından aldılar. Kaç para verdiklerini doğrusu bilmiyorum. Yaptıkları çok da güzel bir şey değil tabi. Ama onlar almasalar da başkaları alacaktı. Doğada özgürce uçuyor olsaydım, diğer yandan kurtlar sofrasını aratmayan bir ortamda hayatımı ne kadar sürdüreceğim de başka bir muamma. En nihayetinde daha büyük bir kuşun bir öğünlük yemi olacaktım. Yine de şikâyetçi değilim. Sağ olsunlar iyi insanlar ve onlardan bir hayli memnunum. Bilgili, kültürlü, çağdaş ve çok hoş görülüler.
Evet, dediğim gibi sahiplerim bugün işlerine gitmediler. Dışarıda soğuk bir hava hâkim. Mart ayının üçüncü haftası. Mevsim bahara gebe. Ha bugün ha yarın kapıyı tıklar. Ağaçlar tomurcuklanmaya yüz tutan dallarını dört bir yanlarına savurdular. Güneş bulutların arasından çıkmayı başarırsa, hoş bir sıcaklık yayılıyor. Nedendir bilinmez, sokaklarda şaşırtan bir ıssızlık hâkim. Sanki herkes valizlerini topladığı gibi başka ülkelere tatile gitmiş. Camdan baktığım zaman meydanların çiğdem ve mağrur nergis çiçeklerine bezendiğini görüyorum. Ben kafeste olsam da dışarıda kuş cıvıltıları koro halinde evimizin penceresinden içeri doğru doluşuyor. Leylekler ve diğer göçmen kuşların döndüğü söyleniyor.
Son günlerde bütün dünyada insanlık arasında hızla yayılan bir virüs konuşuluyor. Sanırım ev sahiplerim de Hollanda’da alınan önlemlerden dolayı işlerine gidemediler. Evden çok zaruri olmadıkça çıkmamaları gerektiği gibi, herhangi bir ziyaretçi de kabul etmemeleri gerekiyor. Çocuklarını, torunlarını, akraba ve arkadaşları ile de bir araya gelmemeleri lazım. Hem Levent Bey, hem de Semra Hanım altmış yaş üstü oldukları için risk grubuna giriyorlar. İnsanlar öylesine bir bela ile karşı karşıyalar ki, birbirlerinden öbek öbek kaçıyorlar. Anneler çocuklarından uzaklaşıyorlar. Kimse kimseyi bağrına basamıyor. Tokalaşmak hepten unutuldu.
Kırılganlaşan hayatları ile insanlık örseleniyor ve kumdan kaleler gibi yıkılıyor. Evlerinde hapse mahkûm oldular. Ben bütün hayatım boyunca kafesimde tünemeye alışığım. Oysa sahiplerim öyle değil. Her gün işlerine giden, çocukları, torunları, akrabaları ve dostları ile çok sıkı görüştükleri sosyal bir yaşantıları var.
          Yaşananlar bir kâbus filmini aratmıyor. Lakin bu bir film değil. Kâbus bizzat hayatın kendisi. Yaşanan bu kâbusu durdurmanın bir aç kapa düğmesi yok. Bu kapama düğmesi bütün aramalara rağmen bulunamıyor. Zehirli bir sarmaşık dünyayı her geçen gün daha çok sarıyor. Bilim adamları bu konuda gece gündüz çalışıyorlar. Tek çözüm bilim.
Uyandıklarında yüzlerinin hüzünlü olduğunu gördüm. Levent Beyin elinden televizyon kumandası düşmüyor. Borsadaki iniş ve çıkışları takip eder gibi, uyanır uyanmaz bir Türkiye haberlerine, bir de Hollanda haberlerine bakıyor. Büyük bir üzüntü içinde. Kaç kişinin bu amansız hastalığa yakalandığını ve hayata veda ettiğini durmaksızın takip ediyor. Semra Hanım da aynı şekilde, aynı kaygılarla evin içinde huzursuzlukla dört dönüyor. Onların yüzleri böylesine hüzünlüyken, yüreğim alabildiğine daraldı.
Benim yapabileceğim bir şey yok. Hoş onların da yapabilecekleri bir şey yok. Benim kadar onlar da biçareler. Görünen o ki; hayatta kalmak için bu duvarların dışına çıkmamaları gerekiyor. Onlar da benimle aynı kaderi paylaşır oldular. Umarım uzun süreli olmaz. Böylesine zor bir dönemde yapabileceğim tek şey onları sıkmadan, eskisinden daha çok şarkı söylemek. Semra Hanım beni özenle kafesimden çıkarıp, o güzelim ellerine aldığı zaman, bir yandan beni “Ah benim güzel kızım, benim güzeller güzeli Zillim.” diye renk cümbüşü tüylerimi sevedururken, ben de onun her on günde bir üzüm karasına boyadığı saçlarında kayboluyorum. Saçları öyle güzel kokuyor ki, anlatılır gibi değil.
Adım Zilli. Başlarda adımı çok yadırgamıştım. Artık hepten alıştım. Kulağıma çok hoş geliyor. Bu ismi vermekte haksız da değil. Aslına bakarsanız ben de az buz zilli değilim. Gerçi zilli olsam da, bu dört duvarın arasında söz konusu zilliliği ne kadar yapabilirim ki.
Her yeni güne dünyanın dört bir yanında yeni ölümlerle uyanıyoruz. İnsanlık illet virüs ile uyanıyor ve aynı şekilde de yarım yamalak uykuya varıyorlar. İçim parçalanıyor. Minnacık kalbim sanki daha da küçülüyor. Üzüntüm öylesine büyük ki!
Bugün çok ilginç bir olaya tanık olduk. Tam karşımızdaki binada Semra Hanım ve Levent Bey gibi yaşlı bir bayan oturuyor. Onun doğum günüymüş. Kızları ve damadı kiraladıkları bir ev taşıma aracı vincinin kasasına beş yaşlarındaki kızlarının elinden tutup bindiler. Vinç üçüncü kata kadar yükseldi. Evin büyükçe olan penceresinin karşısında durdu. Beraberlerinde getirdikleri büyükçe bir buket çiçekle uzaktan annelerinin doğum gününü kutladılar. Yaşlı kadının torunu küçük kız uzaktan uzağa durmaksızın el salladı, elini onlarca defa dudaklarına götürüp anneannesini öpücük yağmuruna tuttu. Görülmeye değer müthiş insani bir manzaraydı. Bendeniz “Zilli” çok ama çok duygulandım. Kim bilir yaşlı kadın nasıl duygulanmış ve torunu neler hissetmişti.
Haberlerde ben de izledim. Hollanda başbakanı yapılan stoklamalar üzerine bir marketi denetledi. Müşterilerden bir bayan başbakana aynen şöyle seslendi.
“Tuvalet kâğıdı bulamıyoruz. Ne olacak böyle?” Başbakan hiç istifini bozmadan ve kendisinden emin bir sesle cevap verdi.
“Efendim hiç kaygılanmanıza gerek yok. Hollanda’da on yıl yetecek kadar tuvalet kâğıdı mevcut. Yani on yıl hiç sorunsuz sı..biliriz.” Söylemeye ben bile utanıyorum. Ama o kadar açık ve net konuşması şok etmedi değil. Bu Levent Bey ve Semra Hanımın geldiği ülkede bir politikacı tarafından söylenmiş olsa, sanırım yer yerinden oynardı. Sanırım kültürel farklılıklar bazı söylemlerin dile getirilmesi özgürlüğünü de beraberinde getiriyor. Doğru olan da bu olsa gerek. Öyle her şeyi ince eleyip sık dokuduktan sonra dolaylı dile getirmek de ikiyüzlülükten çok da farklılık göstermiyor, bu tavır garibime gidiyor. Bir saka kuşuna kulak verilirse, bu da benim naçizane fikrim. 
Balkonlara çıkan insanlar müzik aletleri eşliğinde moral bulmak adına yüksek sesle şarkılar söylüyorlar, canhıraş bir şekilde çalışan sağlık personeli dakikalarca alkışlanıyor.
Levent Bey ve arkadaşları duygu yüklü çatallaşan sesleri ile yaptıkları konuşmalarda, insanlar için bilimin ne kadar önemli olduğunu vurguluyorlar. Minnacık aklımdan çıkmayan başka bir konuşmasına daha kulak misafiri olmuştum. Levent Bey aynen şöyle diyordu.
“Halil’ciğim nedir bu, sanki tabiat ana insanlığın kendisine yaptıklarının hesabını soruyor gibi bir hal var. Doğayı insanlık gerçekten de çıkarları uğruna çok hoyratça kullandı. Onların isterikli hallerinin ve dipsiz egolarının önüne bir türlü geçilemedi. Canavarlar misali doymak nedir bilmediler. Adeta talan ettiler. Umarım bu gidişle yaşanmamış ömürlerimiz heba olmaz.” Çok üzücü konuşmalar birbirini takip ediyor, endişe ve kahredici belirsizlik her geçen gün kartopu gibi büyüyor.
Levent Bey daha önceleri Recep Aktuğ’dan “Ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” adlı şarkıyı dinler ve el hareketleri ile sahne alır gibi Semra Hanım’a şarkısı ile hitap ederdi. Günlerdir o güzelim sesi kesildi, söylemiyor artık. O bu şarkıyı söylediğinde ben de kafesimde zapt edilemez oradan oraya konar ve mest olurdum. Şarkı biter bitmez de ötme sırası bana gelir, üst üste büyük bir coşku içinde şakıyıp dururdum. Levent Bey ise hemen karısına dönerdi.
“Bak, gördün mü Semra? Zilli de çok beğendi. Bir alkışlamadığı kaldı. Tezahüratını duyuyor musun? Bir de bu şarkıyı dinleyip söylediğimde her defasında baharla birlikte gelen can eriklerinin tadını alıyorum. Nasıl desem, ruhumun adeta kamaştığını hissediyorum. Bilmem beni anlıyor musun canım?”
Anlamaz olur muyum? Aynı duyguyu bana da yaşatıyorsun. Ya bizim Zilli?  Duymaz olur muyum onu? O ne zillidir. Boşuna mı onun adını Zilli koydum? Alkışlarsa da doğrusu hiç şaşmam. Adı üstünde Zilli işte. Anlamadığı, bilmediği yok.” Ben de utancımdan yüzüm kızarıyor mu kızarmıyor mu bilemeyeceğim ama anında usulca sırtımı dönerdim. Semra Hanım bütün sevgisi ile bana laf sokuşturuyor edasında övgüler yağdırırdı.
Benim gibi kuşların seyircisi olduğu insanlık elbette bunun da üstesinden gelecek. Bilim bu felaketi de alt edecek. İnsanlar sol memelerinin altındaki cevheri ve onların deyimi ile enseyi mümkün olduğu kadar karartmamaları kanımca önemli.
Bendeniz Zilli’nin tek dileği odur ki; Levent Bey yeniden “ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” şarkısını söyleyebilmeli. Ben de tünediğim yerden Semra Hanım tarafından çıkarılıp onun güzel kokulu saçlarının arasında kaybolayım. Vinç ile üçüncü kadar yükselen kız torun da anneannesinin evinde onun kollarına atılmalı. Tünemek bizim kaderimiz. Ama aynı kader insanların olmasın. İnsanlığı alt üst eden bu dayanılmaz küresel krizde en kısa zamanda sona gelinsin. Tuvalet kâğıtları bitmesin! 



Amsterdam, 23 Mart 2020







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...