TÜNEME
GÜNLERİ
“KARARTMA
Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.”
Paul
ELUARD
Gözlerime inanmıyorum. Levent Bey işe gitmedi. Semra
Hanım işe biraz daha geç gidiyor, nedense o da uyanmadı. Kanımca her ikisi de
uyuyakaldılar. Onları uyandırsam mı acaba? Ben zaten evdeyim. Kafesimden
çıktığım, başımı dahi çıkarttığım yok. Benim gibi zavallı bir saka kuşu ne
yapabilir ki? Amsterdam’da birlikte yaşadığımız evde, benim hayatım boyunca bir
kafesin içinde metal bir çubuğa pençelerimi sıkıca geçirip tünemekten başka
seçeneğim yok. Levent Bey ve Semra Hanım hayvan sevgilerinden mi, yoksa
yalnızlıklarını biraz olsun gidermek için mi, beni yaklaşık altı ay önce bir
evcil hayvan dükkânından aldılar. Kaç para verdiklerini doğrusu bilmiyorum.
Yaptıkları çok da güzel bir şey değil tabi. Ama onlar almasalar da başkaları
alacaktı. Doğada özgürce uçuyor olsaydım, diğer yandan kurtlar sofrasını
aratmayan bir ortamda hayatımı ne kadar sürdüreceğim de başka bir muamma. En
nihayetinde daha büyük bir kuşun bir öğünlük yemi olacaktım. Yine de şikâyetçi
değilim. Sağ olsunlar iyi insanlar ve onlardan bir hayli memnunum. Bilgili,
kültürlü, çağdaş ve çok hoş görülüler.
Evet, dediğim gibi sahiplerim bugün işlerine
gitmediler. Dışarıda soğuk bir hava hâkim. Mart ayının üçüncü haftası. Mevsim
bahara gebe. Ha bugün ha yarın kapıyı tıklar. Ağaçlar tomurcuklanmaya yüz tutan
dallarını dört bir yanlarına savurdular. Güneş bulutların arasından çıkmayı
başarırsa, hoş bir sıcaklık yayılıyor. Nedendir bilinmez, sokaklarda şaşırtan
bir ıssızlık hâkim. Sanki herkes valizlerini topladığı gibi başka ülkelere
tatile gitmiş. Camdan baktığım zaman meydanların çiğdem ve mağrur nergis
çiçeklerine bezendiğini görüyorum. Ben kafeste olsam da dışarıda kuş cıvıltıları
koro halinde evimizin penceresinden içeri doğru doluşuyor. Leylekler ve diğer göçmen kuşların döndüğü söyleniyor.
Son günlerde bütün dünyada insanlık arasında hızla
yayılan bir virüs konuşuluyor. Sanırım ev sahiplerim de Hollanda’da alınan
önlemlerden dolayı işlerine gidemediler. Evden çok zaruri olmadıkça çıkmamaları
gerektiği gibi, herhangi bir ziyaretçi de kabul etmemeleri gerekiyor.
Çocuklarını, torunlarını, akraba ve arkadaşları ile de bir araya gelmemeleri
lazım. Hem Levent Bey, hem de Semra Hanım altmış yaş üstü oldukları için risk
grubuna giriyorlar. İnsanlar öylesine bir bela ile karşı karşıyalar ki,
birbirlerinden öbek öbek kaçıyorlar. Anneler çocuklarından uzaklaşıyorlar.
Kimse kimseyi bağrına basamıyor. Tokalaşmak hepten unutuldu.
Kırılganlaşan hayatları ile insanlık örseleniyor ve kumdan kaleler gibi yıkılıyor. Evlerinde hapse
mahkûm oldular. Ben bütün hayatım boyunca kafesimde tünemeye alışığım. Oysa
sahiplerim öyle değil. Her gün işlerine giden, çocukları, torunları, akrabaları
ve dostları ile çok sıkı görüştükleri sosyal bir yaşantıları var.
Yaşananlar
bir kâbus filmini aratmıyor. Lakin bu bir film değil. Kâbus bizzat hayatın
kendisi. Yaşanan bu kâbusu durdurmanın bir aç kapa düğmesi yok. Bu kapama
düğmesi bütün aramalara rağmen bulunamıyor. Zehirli bir sarmaşık dünyayı her
geçen gün daha çok sarıyor. Bilim adamları bu konuda gece gündüz çalışıyorlar.
Tek çözüm bilim.
Uyandıklarında yüzlerinin hüzünlü olduğunu
gördüm. Levent Beyin elinden televizyon kumandası düşmüyor. Borsadaki iniş ve
çıkışları takip eder gibi, uyanır uyanmaz bir Türkiye haberlerine, bir de Hollanda
haberlerine bakıyor. Büyük bir üzüntü içinde. Kaç kişinin bu amansız hastalığa
yakalandığını ve hayata veda ettiğini durmaksızın takip ediyor. Semra Hanım da
aynı şekilde, aynı kaygılarla evin içinde huzursuzlukla dört dönüyor. Onların yüzleri böylesine hüzünlüyken, yüreğim alabildiğine daraldı.
Benim yapabileceğim bir şey yok. Hoş onların da
yapabilecekleri bir şey yok. Benim kadar onlar da biçareler. Görünen o ki;
hayatta kalmak için bu duvarların dışına çıkmamaları gerekiyor. Onlar da
benimle aynı kaderi paylaşır oldular. Umarım uzun süreli olmaz. Böylesine zor bir
dönemde yapabileceğim tek şey onları sıkmadan, eskisinden daha çok şarkı
söylemek. Semra Hanım beni özenle kafesimden çıkarıp, o güzelim ellerine aldığı
zaman, bir yandan beni “Ah benim güzel kızım, benim güzeller güzeli Zillim.”
diye renk cümbüşü tüylerimi sevedururken, ben de onun her on günde bir üzüm
karasına boyadığı saçlarında kayboluyorum. Saçları öyle güzel kokuyor ki,
anlatılır gibi değil.
Adım Zilli. Başlarda adımı çok yadırgamıştım. Artık
hepten alıştım. Kulağıma çok hoş geliyor. Bu ismi vermekte haksız da değil.
Aslına bakarsanız ben de az buz zilli değilim. Gerçi zilli olsam da, bu dört
duvarın arasında söz konusu zilliliği ne kadar yapabilirim ki.
Her yeni güne dünyanın dört bir yanında yeni ölümlerle
uyanıyoruz. İnsanlık illet virüs ile uyanıyor ve aynı şekilde de yarım yamalak
uykuya varıyorlar. İçim parçalanıyor. Minnacık kalbim sanki daha da küçülüyor.
Üzüntüm öylesine büyük ki!
Bugün çok ilginç bir olaya tanık olduk. Tam
karşımızdaki binada Semra Hanım ve Levent Bey gibi yaşlı bir bayan oturuyor.
Onun doğum günüymüş. Kızları ve damadı kiraladıkları bir ev taşıma aracı
vincinin kasasına beş yaşlarındaki kızlarının elinden tutup bindiler. Vinç
üçüncü kata kadar yükseldi. Evin büyükçe olan penceresinin karşısında durdu.
Beraberlerinde getirdikleri büyükçe bir buket çiçekle uzaktan annelerinin doğum
gününü kutladılar. Yaşlı kadının torunu küçük kız uzaktan uzağa durmaksızın el
salladı, elini onlarca defa dudaklarına götürüp anneannesini öpücük yağmuruna
tuttu. Görülmeye değer müthiş insani bir manzaraydı. Bendeniz “Zilli” çok ama
çok duygulandım. Kim bilir yaşlı kadın nasıl duygulanmış ve torunu neler
hissetmişti.
Haberlerde ben de izledim. Hollanda başbakanı yapılan
stoklamalar üzerine bir marketi denetledi. Müşterilerden bir bayan başbakana
aynen şöyle seslendi.
“Tuvalet kâğıdı bulamıyoruz. Ne olacak böyle?”
Başbakan hiç istifini bozmadan ve kendisinden emin bir sesle cevap verdi.
“Efendim hiç kaygılanmanıza gerek yok. Hollanda’da on
yıl yetecek kadar tuvalet kâğıdı mevcut. Yani on yıl hiç sorunsuz sı..biliriz.”
Söylemeye ben bile utanıyorum. Ama o kadar açık ve net konuşması şok etmedi
değil. Bu Levent Bey ve Semra Hanımın geldiği ülkede bir politikacı tarafından
söylenmiş olsa, sanırım yer yerinden oynardı. Sanırım kültürel farklılıklar
bazı söylemlerin dile getirilmesi özgürlüğünü de beraberinde getiriyor. Doğru
olan da bu olsa gerek. Öyle her şeyi ince eleyip sık dokuduktan sonra dolaylı
dile getirmek de ikiyüzlülükten çok da farklılık göstermiyor, bu tavır garibime
gidiyor. Bir saka kuşuna kulak verilirse, bu da benim naçizane fikrim.
Balkonlara çıkan insanlar müzik aletleri eşliğinde
moral bulmak adına yüksek sesle şarkılar söylüyorlar, canhıraş bir şekilde
çalışan sağlık personeli dakikalarca alkışlanıyor.
Levent Bey ve arkadaşları duygu yüklü çatallaşan
sesleri ile yaptıkları konuşmalarda, insanlar için bilimin ne kadar önemli
olduğunu vurguluyorlar. Minnacık aklımdan çıkmayan başka bir konuşmasına daha
kulak misafiri olmuştum. Levent Bey aynen şöyle diyordu.
“Halil’ciğim nedir bu, sanki tabiat ana insanlığın
kendisine yaptıklarının hesabını soruyor gibi bir hal var. Doğayı insanlık
gerçekten de çıkarları uğruna çok hoyratça kullandı. Onların isterikli
hallerinin ve dipsiz egolarının önüne bir türlü geçilemedi. Canavarlar misali
doymak nedir bilmediler. Adeta talan ettiler. Umarım bu gidişle yaşanmamış
ömürlerimiz heba olmaz.” Çok üzücü konuşmalar birbirini takip ediyor, endişe ve
kahredici belirsizlik her geçen gün kartopu gibi büyüyor.
Levent Bey daha önceleri Recep Aktuğ’dan “Ah benim
sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” adlı şarkıyı dinler ve el hareketleri
ile sahne alır gibi Semra Hanım’a şarkısı ile hitap ederdi. Günlerdir o güzelim
sesi kesildi, söylemiyor artık. O bu şarkıyı söylediğinde ben de kafesimde zapt
edilemez oradan oraya konar ve mest olurdum. Şarkı biter bitmez de ötme sırası
bana gelir, üst üste büyük bir coşku içinde şakıyıp dururdum. Levent Bey ise
hemen karısına dönerdi.
“Bak, gördün mü Semra? Zilli de çok beğendi. Bir
alkışlamadığı kaldı. Tezahüratını duyuyor musun? Bir de bu şarkıyı dinleyip
söylediğimde her defasında baharla birlikte gelen can eriklerinin tadını
alıyorum. Nasıl desem, ruhumun adeta kamaştığını hissediyorum. Bilmem beni
anlıyor musun canım?”
Anlamaz olur muyum? Aynı duyguyu bana da yaşatıyorsun.
Ya bizim Zilli? Duymaz olur muyum onu? O ne zillidir. Boşuna mı onun
adını Zilli koydum? Alkışlarsa da doğrusu hiç şaşmam. Adı üstünde Zilli işte.
Anlamadığı, bilmediği yok.” Ben de utancımdan yüzüm kızarıyor mu kızarmıyor mu
bilemeyeceğim ama anında usulca sırtımı dönerdim. Semra Hanım bütün sevgisi ile
bana laf sokuşturuyor edasında övgüler yağdırırdı.
Benim gibi kuşların seyircisi olduğu insanlık elbette
bunun da üstesinden gelecek. Bilim bu felaketi de alt edecek. İnsanlar sol
memelerinin altındaki cevheri ve onların deyimi ile enseyi mümkün olduğu kadar
karartmamaları kanımca önemli.
Bendeniz Zilli’nin tek dileği odur ki; Levent Bey
yeniden “ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” şarkısını
söyleyebilmeli. Ben de tünediğim yerden Semra Hanım tarafından çıkarılıp onun
güzel kokulu saçlarının arasında kaybolayım. Vinç ile üçüncü kadar yükselen kız
torun da anneannesinin evinde onun kollarına atılmalı. Tünemek bizim kaderimiz.
Ama aynı kader insanların olmasın. İnsanlığı alt üst eden bu dayanılmaz küresel krizde en kısa zamanda sona gelinsin. Tuvalet kâğıtları bitmesin!
Amsterdam,
23 Mart 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder