6 Haziran 2020 Cumartesi

KIŞ






KIŞ

Ankara’da tam bir zemheri soğuğu vardı. Günlerdir devam eden kuru ayazda dışarıya adım atmak cesaret gerektiriyordu. Hal böyle olunca da Binnur Hanım günlerdir bir başına, sessizliğe gark olmuş evine kapandı kaldı. Paha biçilmez değerdeki özgürlüğünün elinden alındığı duygusundaydı. Ona göre; dünyaya bir kez gelmişken, insanların da bir kuş olmayı tercih etme şansı olabilmeliydi. Oysa tepeden tırnağa özgürlük timsali olan, hani şöyle kanatlarını çırpmayagörsün güneşten de öteye uçabilen ve yükseklerde hem de en uçlarda, pamuk yumakları süt beyazı bulutları toplayabilen, insanlara, hayvanlara, evlere, bahçelere, çiçeklere, ormanlara, dağlara, denizlere, nehirlere kısacası bütün dünyaya yukarıdan bakan bir kuş olmayı ne çok yeğlerdi. Olmadı.
Yağmur, dolu, kar, fırtına derken kış bitmek bilmiyordu. Belki de bu gidişat insanların doğanın dengesini alt üst etmelerinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki; bahar da kış da eskisi gibi değildi. Özelliklerini kısmen yitirse de baharın gelmesini yine de dört gözle bekliyordu. Hiç değilse kemikleri biraz olsun ısınır, bir parka-bahçeye gider güneşlenir, dinlenirdi. Buluştuğu bir dostu, arkadaşı ile sohbet eder göz göze gelir, gülümseşirdi. Rengarenk küçük lalelere bezeli Kütahya porseleni bir fincanda keyifle yudumladığı kahvesini usulca yanındaki sehpaya koydu. Ela gözleri bir an daldı, gitti.
Camlar hepten buğuluydu. Gri gökyüzünde güvercinler soğuk hava aldırmaksızın beyaz noktalar halinde tur atıyorlardı. Balkon demirlerine konan bir güvercin diğer arkadaşlarının da gelmeleri için seslendiyse de onu hiçbiri kaale almadı. Gelmediler. Güvercin belki de Binnur Hanımın günlerdir evinde bir başına kalmışlığını hissetmişti. Diğer güvercinlerle birlikte kısa süreliğine de olsa ona can yoldaşlığı etmek istediyse de olmadı. O da çok geçmeden arkadaşlarının peşi sıra havada bir takla attıktan sonra kanat çırpmak zorunda kaldı. Onu çağıran arkadaşlarının peşi sıra uzaklaştı. Binnur Hanım avucunun içi ile buğusunu sildiği camdan uzaklaşan güvercinin peşisıra öylece bakakaldı.
Kahve iyi gelmişti. Oturduğu koltukta çantasında el yordamı ile yuvarlak gümüş çerçeveli aynasını aradı, buldu. Aynaya baktı ve saç diplerinin boyasının yine çarçabuk geldiğini gördü. Kendisini iyi hissetmemesine neden olan beyaz saçlardan kurtulmak için en kısa zamanda kollarını sıvaması gerekiyordu.
Ayna kocasından armağandı. Aradan geçen uzun yıllar boyu onu bir gün olsun yanından ayırmadı. Otuz yıl önce doğum gününde kocası Hikmet Bey bu ayna ile birlikte iş sonrası, her zamanki gibi çarçabuk kendisine doğru koşmuş ve bir buket papatya ile birlikte evlilik yıldönümlerinde armağan etmişti. Bu aynanın içine defalarca birlikte bakıp mutlu çehrelerini sığdırmaya çalışmışlardı. O nedenle; Binnur Hanım onun için paha biçilmez olan bu hediyeye sık sık bakar ve mutluluğun görüntüsünü sanki bu aynaya saklamış gibi arar, nar çiçeği alı dolgun dudaklarına hoş bir gülümseme yayar ve uzun uzadıya bakardı. Her ikisi de aynı anda bu küçük yuvarlak aynanın içine sığardı. Zaman zaman aynada gördüğü kocası ile konuşur. Gününü anlatır. Sıkıntılarından, o gün haz duyduklarından, dünyada olup bitenden, onu ne kadar sevdiğinden, kahreden özleminden, hayatın zorluklarından, insanların vefasızlığından, yaşanan pahalılıktan, siyasi gelişmelerden, yaşanan savaşlardan, aklına gelen her şeyden söz eder, bu gümüş çerçeveli tek tesellisi hatıra ile oturur ve onunla kalkardı. 
Hikmet Beyin papatyaları kısa bir süre sonra soldu. Yaklaşık altı yıl sonra da  ani bir kalp krizi sonucu delicesine sevdiği eşi hayata veda etti. Binnur Hanımı onun olmadığı kocaman bir dünyada yalnız koydu.
Dışarıda kulakları tırmalayan uğultusu ile esen sert rüzgar, tüy hafifliğindeki kar tanelerini önüne katıp oradan oraya savurdu. Balkonunun bir köşesinde silme kar yığıldı. Oysa güneş artık özlenen o yüzünü bir gösteriverse, karlar aynı anda tuzla buz olacaktı. Ama yakın zamanda ufukta güneş gözükmüyordu. Dünyayı günlerce öncesinden küskün terk etmiş gibiydi. Bu devasa ışık ve ısı kütlesi kutsal yüzünü bir an evvel göstermeliydi. Küskünlük son bulmalıydı. Aksi halde süregelen bu durum katlanılır gibi değildi. Sanki kış mevsimi insanları daha bir mahzunlaştırıyor ve yalnızlaştırıyordu.
Hikmet Beye nasıl da aşıktı. Abartısız, hayatında tanıdığı en kibar, nazik, centilmen, romantik mi romantik, empati sahibi, güzel gülen-güldüren-gülümseyen, hoş kokan, giyinmesini bilen, güzel düşünen-konuşan, yazan, şiirler okuyan, şarkılar söyleyen, mis yemekler yapan, hayata bağlayan, fedakar, mutlu kılmak için her an çırpınan, onun sevdiği güzel bir adamdı. Bu güzel adam onu her şeyi ile sahiplenendi. Aşkıydı, biriciğiydi, kısacası her şeyiydi. Hepsinden öte onun Hikmet’iydi.
İyiden, güzelden, haklıdan, adaletli olandan, paylaşandan, eşitlikten, barıştan, kardeşlikten, gülümseyenden, insani olandan, merhametten, doğadan, yaşanılır bir dünyadan, yeri geldiğinde hayvanlardan, bitkilerden, börtü böcekten, dalında kokan çiçekten, insan olmayı gerektiren bütün güzelliklerden, saf ve temiz olandan yanaydı o. Bu değerler için yaşar ve bu yoldan sapmaksızın yürürdü.
Olsaydı şimdi yanı başında, sığınırdı onun sarıp sarmalayan kollarının arasına. Sıcacık ve alabildiğine emniyette hissederdi kendisini. Hikmet’i uzun parmaklarını onun dalgalı uzun saçlarının arasından geçirir, durup dinlenmeksizin tarardı. Coşkuyla bir şeyler anlatır, ardından onun yüz ifadesine bakar. Oturur, kalkar ve diz çöküp ellerinden tutardı. Mutfağa koşar, bir çırpıda kahvesini yapar getirirdi. Ama o yoktu. Var olan koskoca bir boşluk, bitmeyen kar, fırtına ve uzadıkça uzayan bir zemheri ayıydı. Bu koca evde bir dal gibi kırık kalbi ile Binnur Hanım bir gelincik yaprağındaki yağmur damlası gibi lal ve yapayalnızdı. Soğuktu!
Aradan onlarca yıl geçti, ama bir anlam veremedi. Böylesine büyük bir güzellik nasıl da ellerinin arasından kayıp gitmişti. Doktorlar bir çare bulamamışlardı. Az önceki güvercin misali geldiği gibi gidici olmuştu. Birkaç yıllığına gelip kollarına atılmış ve o da başını onun göğsüne gömmüştü. Öylesine büyük bir huzur duymuştu ki, düşündüğünde her defasında başı dönüyordu. Güvercin kendisine seslenen arkadaşlarının peşi sıra ikircim etmeden uçtu, gitti. Kuytu bir koy misali Hikmet’inin kollarının arasına sığınıp demir attığı limanı, sığınağı sevdiğine kimler seslenmişti? Ve o da çekip gitmeyi yeğlemişti. Bir halk türküsünde söylendiği gibi: "Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider." Onun Hikmet'i dünya penceresinden ne yazık ki, çok kısa bakmıştı.
Binnur Hanım bir kuş ve tepeden tırnağa özgürlük olamadı. Güneşten de öte uçup kanadında yâre haber götüremedi. Ankara’da zemheriye yenik düştü. Ölümden de beter bir hasretlik düştü payına ve bir başına evinde kalakaldı. Soğuktu, çok soğuktu. Yine böylesi soğuk bir Ankara gününde, ölümü öldüren Hikmet’i hayata gözlerini yumdu. 
Ankara’da akşam karanlığı bir kez daha şehrin üstüne çöktü. Soluk, ama her şey soluktu. Karanlık koca şehri, Binnur Hanımı ve evini sarıp sarmaladı. Şehirde milyonlarca lambanın düğmelerine aynı anda basıldı. Aydınlık, ama her şey aydınlıktı. Sanki dört bir yanda bulunan hasat sonrası nadasa bırakılan tarlalar ateşe verilmiş gibi bir görüntü oluştu. Belki de milyonlarca canlı, kuş ve böcek yanıp kül oldu. Ankara’da bir kez daha hüzün ağırlıklı akşam oldu. 


Amsterdam, 6 Haziran 2020
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...