KIŞ
Ankara’da tam bir zemheri
soğuğu vardı. Günlerdir devam eden kuru ayazda dışarıya adım atmak cesaret gerektiriyordu. Hal böyle olunca da Binnur Hanım günlerdir bir başına, sessizliğe gark olmuş evine
kapandı kaldı. Paha biçilmez değerdeki özgürlüğünün elinden alındığı
duygusundaydı. Ona göre; dünyaya bir kez gelmişken, insanların da bir kuş olmayı tercih etme
şansı olabilmeliydi. Oysa tepeden tırnağa özgürlük timsali
olan, hani şöyle kanatlarını çırpmayagörsün güneşten de öteye uçabilen ve yükseklerde hem de en uçlarda, pamuk
yumakları süt beyazı bulutları toplayabilen, insanlara, hayvanlara, evlere, bahçelere, çiçeklere, ormanlara, dağlara, denizlere, nehirlere kısacası bütün dünyaya yukarıdan bakan bir kuş olmayı ne çok yeğlerdi. Olmadı.
Yağmur, dolu, kar, fırtına
derken kış bitmek bilmiyordu. Belki de bu gidişat insanların doğanın dengesini
alt üst etmelerinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki; bahar da kış da eskisi gibi değildi.
Özelliklerini kısmen yitirse de baharın gelmesini yine de dört gözle bekliyordu. Hiç
değilse kemikleri biraz olsun ısınır, bir parka-bahçeye gider güneşlenir,
dinlenirdi. Buluştuğu bir dostu, arkadaşı ile sohbet eder göz göze gelir,
gülümseşirdi. Rengarenk küçük lalelere bezeli Kütahya porseleni bir
fincanda keyifle yudumladığı kahvesini usulca yanındaki sehpaya koydu. Ela
gözleri bir an daldı, gitti.
Camlar hepten buğuluydu.
Gri gökyüzünde güvercinler soğuk hava aldırmaksızın beyaz noktalar halinde tur atıyorlardı. Balkon
demirlerine konan bir güvercin diğer arkadaşlarının da gelmeleri için seslendiyse de onu hiçbiri
kaale almadı. Gelmediler. Güvercin belki de Binnur Hanımın günlerdir evinde bir başına
kalmışlığını hissetmişti. Diğer güvercinlerle birlikte kısa süreliğine de olsa ona can yoldaşlığı etmek istediyse de olmadı. O da çok geçmeden arkadaşlarının peşi
sıra havada bir takla attıktan sonra kanat çırpmak zorunda kaldı. Onu çağıran
arkadaşlarının peşi sıra uzaklaştı. Binnur Hanım avucunun içi ile buğusunu
sildiği camdan uzaklaşan güvercinin peşisıra öylece bakakaldı.
Kahve iyi gelmişti. Oturduğu koltukta çantasında el yordamı ile yuvarlak gümüş çerçeveli aynasını
aradı, buldu. Aynaya baktı ve saç diplerinin boyasının yine çarçabuk geldiğini gördü. Kendisini iyi hissetmemesine neden olan beyaz
saçlardan kurtulmak için en kısa zamanda kollarını sıvaması gerekiyordu.
Ayna kocasından
armağandı. Aradan geçen uzun yıllar boyu onu bir gün olsun yanından ayırmadı.
Otuz yıl önce doğum gününde kocası Hikmet Bey bu ayna ile birlikte iş sonrası,
her zamanki gibi çarçabuk kendisine doğru koşmuş ve bir buket papatya ile
birlikte evlilik yıldönümlerinde armağan etmişti. Bu aynanın içine defalarca
birlikte bakıp mutlu çehrelerini sığdırmaya çalışmışlardı. O nedenle; Binnur
Hanım onun için paha biçilmez olan bu hediyeye sık sık bakar ve mutluluğun
görüntüsünü sanki bu aynaya saklamış gibi arar, nar çiçeği alı dolgun
dudaklarına hoş bir gülümseme yayar ve uzun uzadıya bakardı. Her ikisi de aynı
anda bu küçük yuvarlak aynanın içine sığardı. Zaman zaman aynada gördüğü kocası
ile konuşur. Gününü anlatır. Sıkıntılarından, o gün haz duyduklarından, dünyada
olup bitenden, onu ne kadar sevdiğinden, kahreden özleminden, hayatın
zorluklarından, insanların vefasızlığından, yaşanan pahalılıktan, siyasi gelişmelerden, yaşanan savaşlardan, aklına gelen
her şeyden söz eder, bu gümüş çerçeveli tek tesellisi hatıra ile oturur ve
onunla kalkardı.
Hikmet Beyin papatyaları
kısa bir süre sonra soldu. Yaklaşık altı yıl sonra da ani bir kalp krizi sonucu delicesine sevdiği
eşi hayata veda etti. Binnur Hanımı onun olmadığı kocaman bir dünyada yalnız
koydu.
Dışarıda kulakları
tırmalayan uğultusu ile esen sert rüzgar, tüy hafifliğindeki kar tanelerini
önüne katıp oradan oraya savurdu. Balkonunun bir köşesinde silme kar yığıldı.
Oysa güneş artık özlenen o yüzünü bir gösteriverse, karlar aynı anda tuzla buz
olacaktı. Ama yakın zamanda ufukta güneş gözükmüyordu. Dünyayı günlerce
öncesinden küskün terk etmiş gibiydi. Bu devasa ışık ve ısı kütlesi kutsal
yüzünü bir an evvel göstermeliydi. Küskünlük son bulmalıydı. Aksi halde
süregelen bu durum katlanılır gibi değildi. Sanki kış mevsimi insanları daha
bir mahzunlaştırıyor ve yalnızlaştırıyordu.
Hikmet Beye nasıl da
aşıktı. Abartısız, hayatında tanıdığı en kibar, nazik, centilmen, romantik mi
romantik, empati sahibi, güzel gülen-güldüren-gülümseyen, hoş kokan, giyinmesini
bilen, güzel düşünen-konuşan, yazan, şiirler okuyan, şarkılar söyleyen, mis
yemekler yapan, hayata bağlayan, fedakar, mutlu kılmak için her an çırpınan,
onun sevdiği güzel bir adamdı. Bu güzel adam onu her şeyi ile sahiplenendi.
Aşkıydı, biriciğiydi, kısacası her şeyiydi. Hepsinden öte onun Hikmet’iydi.
İyiden, güzelden,
haklıdan, adaletli olandan, paylaşandan, eşitlikten, barıştan, kardeşlikten,
gülümseyenden, insani olandan, merhametten, doğadan, yaşanılır bir dünyadan,
yeri geldiğinde hayvanlardan, bitkilerden, börtü böcekten, dalında kokan
çiçekten, insan olmayı gerektiren bütün güzelliklerden, saf ve temiz olandan
yanaydı o. Bu değerler için yaşar ve bu yoldan sapmaksızın yürürdü.
Olsaydı şimdi yanı
başında, sığınırdı onun sarıp sarmalayan kollarının arasına. Sıcacık ve
alabildiğine emniyette hissederdi kendisini. Hikmet’i uzun parmaklarını onun
dalgalı uzun saçlarının arasından geçirir, durup dinlenmeksizin tarardı.
Coşkuyla bir şeyler anlatır, ardından onun yüz ifadesine bakar. Oturur, kalkar
ve diz çöküp ellerinden tutardı. Mutfağa koşar, bir çırpıda kahvesini yapar
getirirdi. Ama o yoktu. Var olan koskoca bir boşluk, bitmeyen kar, fırtına ve uzadıkça
uzayan bir zemheri ayıydı. Bu koca evde bir dal gibi kırık kalbi ile Binnur Hanım bir gelincik yaprağındaki yağmur damlası gibi lal ve yapayalnızdı. Soğuktu!
Aradan onlarca yıl geçti,
ama bir anlam veremedi. Böylesine büyük bir güzellik nasıl da ellerinin
arasından kayıp gitmişti. Doktorlar bir çare bulamamışlardı. Az önceki güvercin
misali geldiği gibi gidici olmuştu. Birkaç yıllığına gelip kollarına atılmış ve
o da başını onun göğsüne gömmüştü. Öylesine büyük bir huzur duymuştu ki,
düşündüğünde her defasında başı dönüyordu. Güvercin kendisine seslenen
arkadaşlarının peşi sıra ikircim etmeden uçtu, gitti. Kuytu bir koy misali Hikmet’inin kollarının
arasına sığınıp demir attığı limanı, sığınağı sevdiğine kimler seslenmişti? Ve
o da çekip gitmeyi yeğlemişti. Bir halk türküsünde söylendiği gibi: "Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider." Onun Hikmet'i dünya penceresinden ne yazık ki, çok kısa bakmıştı.
Binnur Hanım bir kuş ve
tepeden tırnağa özgürlük olamadı. Güneşten de öte uçup kanadında yâre haber
götüremedi. Ankara’da zemheriye yenik düştü. Ölümden de beter bir hasretlik
düştü payına ve bir başına evinde kalakaldı. Soğuktu, çok soğuktu. Yine böylesi
soğuk bir Ankara gününde, ölümü öldüren Hikmet’i hayata gözlerini yumdu.
Ankara’da akşam karanlığı
bir kez daha şehrin üstüne çöktü. Soluk, ama her şey soluktu. Karanlık koca şehri, Binnur Hanımı ve evini sarıp
sarmaladı. Şehirde milyonlarca lambanın düğmelerine aynı anda basıldı. Aydınlık, ama her şey aydınlıktı. Sanki
dört bir yanda bulunan hasat sonrası nadasa bırakılan tarlalar ateşe verilmiş
gibi bir görüntü oluştu. Belki de milyonlarca canlı, kuş ve böcek yanıp kül
oldu. Ankara’da bir kez daha hüzün ağırlıklı akşam oldu.
Amsterdam, 6 Haziran 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder