13 Ağustos 2020 Perşembe

PAGANINI





PAGANINI

Sıcaktı. Yaz mevsiminin bu uzak diyardaki hükmü, her yıl olageldiği gibi, bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı. Birkaç haftadan ibaret olsa da bu dönem insanları sıcaklardan bunaltmaya yetiyor. Hollanda'nın genel havasındaki nem oranının yüksekliği, hissedilen ısıyı dayanılmaz kılıyor. Bu alabildiğine büyükçe ovada yaşayan her canlı, başa gelen bu durumu kan ter içinde her defasında bedenlerinden boncuk boncuk tuzlu terler akıtarak çekmek zorunda.
Amsterdam şehrinin bir kenar mahallesindeki iki oda bir salondan oluşan, duvarlarının boydan boya kitaplarla kaplı olduğu mütevazi evinde yaşayan Taner Bey bir nefeslik serin havanın girebileceği bütün kapı ve pencerelerini, çok fayda edeceğinden umutlu olmadığı halde sonuna kadar açtı. Daimî bir özlemle aklından hiç atamadığı memleketini, arkadaşlarını, dostlarını ve akrabalarını terk edip buralara geleli tam on sekiz yıl oldu. Şimdilerde o kırklı yılları dahi ardında bırakır oldu. Zaman su misali akıp gitti. Durduramadı. Oysa geldiği zaman henüz çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Her şeye rağmen hayatından yine de memnundu. Güzel ve yaşanılır bir ülkedeydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Dünya kültürlerinin başkentlerinden biri olan bu şehirde yaşıyor olmaktan oldukça hoşnuttu.
Öğle yemeğini yedi. Yazdıklarına bir iki saat ara verip dinlenmeye geçmenin öncesinde kendi kendisine bir müddet oyalandı. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyordu. Bu roman da bittiğinde ki, eli kulağındaydı, altıncı eseri olacaktı. Bunun heyecanını her an bütün hücrelerinde hissediyordu. Bir kuyumcu hassasiyetini aratmayan kılı kırk yaran bir çalışma ile uzun bir zamandır son düzeltmeleri yapmakla meşguldü. Bu kitabın beklediği sesi getireceğinden emindi. Bu çok emek verdiği kitabı elden ele ulaşacak ve çokça okunup onu bulutlarda gezdirecekti. Bu konuda ilk kez bu denli emin ve de oldukça iyimserdi.
Kimi kimsesi yoktu. Başından geçen beş yıllık mutsuz ve talihsiz bir evliliğin ardından yek başına kalakalmıştı. Bu evlilikten çocukları da yoktu. İyi ki de yoktu. Olsalardı belki kısmen de olsa kendisine yarenlik edip can yoldaşı olabilirlerdi. Ama onları da kendi iç karmaşasına ortak etmeye gönlü razı gelmezdi. Buna hiç de hakkı olmadığını biliyordu.
En büyük avuntusu durmadan yazmaktı. Kendi iç dünyasını böylelikle ak kağıtlara döküyor, yazdığı her satır ona adeta can katıyordu. Ayakta kalabilmenin tek çözümü yazmak ve yine yazmaktı. Bu nedenle elinden kalem düşmemeliydi. Bir de iki yıldır bütün uğraşısına rağmen yanına aldıramadığı gönlünü fena kaptırdığı, sevdiceği Sonay’dı. Bu ikili ve yanı sıra klasik müzik kendisine her daim iyi geliyordu. Vakit buldukça konserlere gidiyor, müziği yakından takip etmeye çalışıyordu. Çoğu klasik müzik bestecilerinin hayatını inceliyor ve onların o dahi yönüne büyük hayranlık duyuyordu. Keşke bu dahiliğin yazarlık yönü de kendisinde olsaydı. Şimdiye çok tanınmış, eserleri yok satacak ve büyük bir üne kavuşmuş olacaktı. Gönlünden geçen ünlü olmak değildi. Ama daha dişe dokunur üretimlerle daha çok okuyucuyu girdiği bu sonsuz yolda beraberinde sürükleyip iç dünyasını onlarla paylaşabilseydi de oldukça iyi olacaktı. Evet kendisi de seviliyor, zevkle okunuyor ve beğeniliyordu, ancak bu yeterli değildi. İşi yazmak olduğuna göre bu kadarı ile yetinmemeliydi. Daha güzele, daha ulaşılmaza erişebilmeliydi.
Yemek sonrası kahvesini yudumlarken koltuğuna yaslandı. Rutin ambulans sesleri bugün de yok değildi. Bunu geçen yıllarla birlikte kanıksar hale gelmişti. Televizyonda kaç gündür beklediği klasik müzik konserinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Belki de kendisine ilham gelecek ve aynı zamanda kafasını evinin dört bir yanında uçuşacak olan melodiler toparlamasına yardımcı olacaktı. Dışarıdaki sıcaklık iyiden iyiye bunaltsa da bu konser onun hafif kırık gördüğü keyfini de yerine getirecekti. Sonrasında da Sonay’ı arayıp hem konser hakkında hem de bugün yazdıkları ve oradan buradan derken derin bir özlem sohbeti başlatır, yüreğini yaralayan hasretliğe bir nebze de olsa çare olurdu.
Oturduğu mahalle tamamen Türklerin istilasına uğramıştı. Her geçen gün daha da büyük bir gettoya dönüşüyordu. Semtin var olan düzeni Anadolu kırsalından gelen insanlarla alt üst olmuş, kural tanımamazlık diz boyu bir hal almıştı. Oysa yabancı olarak, bu insanlar kendilerini her ne kadar artık burada kalıcı görseler de bu durum var olan misafirliklerini ortadan kaldırmıyordu. Misafir gibi adaplı ve belli bir görgü dahilinde oturup kalkmanın ne yazık ki çok uzağında kalıyorlardı. Daha da kötüsü bunun hiç farkında değillerdi.
Büyük bir kitleyi oluşturan bu kesim köyünde yaşadığı ortamın çok daha kötüsünü bu nezih kente taşımışlardı. Şaşkınlıkla gözlem halinde olan insanlar hoşgörü adına aleni bir şekilde çıkıp yaptıklarının doğru olmadığının uyarısını yapamıyorlardı. Öyle ki, biraz da çekiniyorlardı.
Oysa kendi ülkesinden gelen bu insanlar; daha eğitimli, görgülü, kültürlü, modern ve daha insani özellikleri benliklerinde barındıran bireyler olsalardı, ülkesinin imajı da biraz daha yukarılarda olabilirdi. Ülkenin elçileri bunlardı. Bu durumda onlara sahip çıkmak dahi içinden gelmiyordu.
Bugünkü konser ünlü İtalyan besteci Niccolo Paganini’nin eserlerinden oluşuyordu ve kendisi de bu dahi müzik adamının hayranıydı. Kemanın çalınışına kendince yepyeni bir stil getirmiş ve kemanı çalışmaları ile adeta dile gelmişti. Kemanda dünyaca ünlü Çin ve Tayland karması çekik gözlü Vanessa Mae vardı. İlk eser Paganini’den “La Campanella” dı. Paganini ve Vanessa, bunlar müthiş bir ikiliydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Konser bütün muhteşemliği ile başlamıştı. Kendisinden geçti. Pür dikkat kesildi.
Dışarıdan yine memleketlilerinin çok rahatsız eden sesleri geliyordu. Pencereleri kapatamazdı. Sıcaktı. Evin içinde boğulur kalırdı.
“Lannn… Omarrr… Gavurun kunnadığı. Geç oldu gel gayri. Omaaarrr… Sana diyom lannnn… Gelirsem yanına bacaklarını ikiye ayırırım. Kafamın tasını attırma.”
Laannn… Hamza, Talhaaa… Ekmelll... Bubanız geldi. Gelin gayrı. Lennn dürzüler. Eşeğin kunnadıkları. Dayak neyim yemek istemiyorsanız hemen eve gelin. Yoksa bubanız yanınıza geliyor. Siz bilirsiniz. Ahan da benden söylemesi. Sonra söylemedi neyim dimeyin.”
Eşeklerin ve gavurların kunnadıkları da “Nuh diyorlar ama peygamber demiyorlardı.” Dışarıda evlerine uğrak vermeden oynamaya devam ediyor, “bubalarından” dayak yeme tehditleri de onlara vız geliyordu.
Taner Beyin evinin kapı ve pencerelerinden rüzgâr esintilerinin yerine bir anda bütün Arap isimleri çöl sıcaklarını da beraberinde alıp evin her yanına doluştu. Zavallı Paganini’den eser kalmadı. Birazdan Rukiye, Nisa, Rabia ve Sümeyye’nin de anne ve babaları “bi yol ünleyivereceklerdi.” Onlar da gelmezlerse tehditler savrulacaktı. Sokak gırla dolu olan Hamza, Talha, Ekmel, Resül, Rabia, Eyüp, Rukiye, Merve ve Enes’lerden geçilmiyordu. 
Vanessa’nın sihirli dokunuşları ile kemanından melodiler duyulmaz oldu. Onun “kara üzüm habbesi” çekik gözleri kırpışadururken Taner Beyin evinin içine uzun etekli tel tel sakallı Araplar doluştu. Ev sihirli bir değneğin dokunuşu ile uçsuz bucaksız bir kum çölüne dönüştü. Çölde develerin ardında Hamza, Talha, Enes ve diğerleri kan ter içinde koşturuyorlardı. Develerin ağızlarından ve burunlarından köpükler akıyordu. Güneş kasıp kavuruyordu. Koca çölde tek bir ağaç yoktu. Develer sinirli, artlarında koşturanlar tedirgindi.
Sıcaktı. Gökyüzünün evin içine doluştuğu; duvarları, masayı, dantel işlemeli örtüyü, duvardaki Gustav Klimt'in altın renkli "öpücük" tablosunu, gramofonunu, koltukları, mutfaktaki dut pekmezini, nar tanelerini, somun ekmeği, fincandaki kahveyi, vazodaki kızıl gülleri, kitapları, Taner Bey'in ellerini, yüzünü, kıvırcık saçlarını ve ela gözlerini gök mavisine boyadığı bir gündü. Mavi evde kılıçlar çekildi ve yeni bir “Kerbela Savaşı” na ramak kaldı. Tekbir ve kılıç sesleri Paganini kemanını çoktan alaşağı etti. Kemanın kellesini yere savurdu. Savaş alanı kan revandı. Kafir orduları bozguna uğradı. Düşman ordusunun mensuplarından çekik gözlü Venessa ve ardında yer alan onlarca müzisyen kaçıp canlarını zor bela kurtarabildiler. Taner Bey oturduğu koltukta küçüldü. Bir noktaya dönüştü. Sustu. Suskunluğu ha patladı, ha patlayacaktı. Bu gezegende kaçabileceği başka bir yer kalmamıştı. Sonay karşısında durmuş büyük bir hüzün içinde biçare sevdiğine bakıyordu. Boncuk maviliği ile gökyüzü eve doluşmuştu. Sıcaktı. Çok sıcaktı.

Amsterdam, 13 Ağustos 2020



2 yorum:

  1. Kültürler arası derin uçurumun dayanılmaz hafifliğinin öyküleştirilmesi ustaca... Kalemine sağlık sevgili Aydın

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Mithat, bir kaç hafta önce "Paganini" öyküsü için yazmış olduğun güzel yorumu bugün gördüm. Teşekkür mahiyetindeki cevabımın gecikmesinden dolayı kusuruma bakma. Öyküde yaşananları burada günlük olarak yaşıyoruz. Siz de başka bir boyutta yaşıyorsunuzdur. Kendine iyi bak. Selam ve sevgilerimle...

      Sil

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...