PAGANINI
Sıcaktı. Yaz mevsiminin
bu uzak diyardaki hükmü, her yıl olageldiği gibi, bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı. Birkaç haftadan ibaret olsa da bu dönem insanları sıcaklardan bunaltmaya
yetiyor. Hollanda'nın genel havasındaki nem oranının yüksekliği, hissedilen ısıyı dayanılmaz kılıyor. Bu alabildiğine büyükçe ovada yaşayan her canlı, başa gelen bu durumu kan ter
içinde her defasında bedenlerinden boncuk boncuk tuzlu terler akıtarak çekmek zorunda.
Amsterdam
şehrinin bir kenar mahallesindeki iki oda bir salondan oluşan, duvarlarının boydan boya kitaplarla kaplı olduğu mütevazi evinde yaşayan Taner Bey bir nefeslik serin havanın girebileceği bütün kapı ve
pencerelerini, çok fayda edeceğinden umutlu olmadığı halde sonuna kadar açtı. Daimî bir özlemle aklından hiç atamadığı memleketini,
arkadaşlarını, dostlarını ve akrabalarını terk edip buralara geleli tam on
sekiz yıl oldu. Şimdilerde o kırklı yılları dahi ardında bırakır oldu. Zaman su misali
akıp gitti. Durduramadı. Oysa geldiği zaman henüz çiçeği burnunda bir
delikanlıydı. Her şeye rağmen hayatından yine de memnundu. Güzel ve yaşanılır bir ülkedeydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Dünya kültürlerinin başkentlerinden biri olan bu
şehirde yaşıyor olmaktan oldukça hoşnuttu.
Öğle yemeğini yedi.
Yazdıklarına bir iki saat ara verip dinlenmeye geçmenin öncesinde kendi
kendisine bir müddet oyalandı. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyordu. Bu roman da
bittiğinde ki, eli kulağındaydı, altıncı eseri olacaktı. Bunun heyecanını her an bütün
hücrelerinde hissediyordu. Bir kuyumcu hassasiyetini aratmayan kılı kırk yaran bir
çalışma ile uzun bir zamandır son düzeltmeleri yapmakla meşguldü. Bu kitabın beklediği sesi
getireceğinden emindi. Bu çok emek verdiği kitabı elden ele ulaşacak ve çokça
okunup onu bulutlarda gezdirecekti. Bu konuda ilk kez bu denli emin ve de oldukça iyimserdi.
Kimi kimsesi yoktu.
Başından geçen beş yıllık mutsuz ve talihsiz bir evliliğin ardından yek başına
kalakalmıştı. Bu evlilikten çocukları da yoktu. İyi ki de yoktu. Olsalardı
belki kısmen de olsa kendisine yarenlik edip can yoldaşı olabilirlerdi. Ama
onları da kendi iç karmaşasına ortak etmeye gönlü razı gelmezdi. Buna hiç de
hakkı olmadığını biliyordu.
En büyük avuntusu
durmadan yazmaktı. Kendi iç dünyasını böylelikle ak kağıtlara döküyor, yazdığı her satır ona adeta can katıyordu. Ayakta kalabilmenin tek çözümü
yazmak ve yine yazmaktı. Bu nedenle elinden kalem düşmemeliydi. Bir de iki yıldır bütün
uğraşısına rağmen yanına aldıramadığı gönlünü fena kaptırdığı, sevdiceği
Sonay’dı. Bu ikili ve yanı sıra klasik müzik kendisine her daim iyi geliyordu.
Vakit buldukça konserlere gidiyor, müziği yakından takip etmeye çalışıyordu.
Çoğu klasik müzik bestecilerinin hayatını inceliyor ve onların o dahi yönüne
büyük hayranlık duyuyordu. Keşke bu dahiliğin yazarlık yönü de kendisinde
olsaydı. Şimdiye çok tanınmış, eserleri yok satacak ve büyük bir üne kavuşmuş
olacaktı. Gönlünden geçen ünlü olmak değildi. Ama daha dişe dokunur üretimlerle
daha çok okuyucuyu girdiği bu sonsuz yolda beraberinde sürükleyip iç dünyasını
onlarla paylaşabilseydi de oldukça iyi olacaktı. Evet kendisi de seviliyor, zevkle
okunuyor ve beğeniliyordu, ancak bu yeterli değildi. İşi yazmak olduğuna göre bu kadarı
ile yetinmemeliydi. Daha güzele, daha ulaşılmaza erişebilmeliydi.
Yemek sonrası kahvesini
yudumlarken koltuğuna yaslandı. Rutin ambulans sesleri bugün de yok değildi.
Bunu geçen yıllarla birlikte kanıksar hale gelmişti. Televizyonda kaç gündür
beklediği klasik müzik konserinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Belki
de kendisine ilham gelecek ve aynı zamanda kafasını evinin dört bir yanında
uçuşacak olan melodiler toparlamasına yardımcı olacaktı. Dışarıdaki sıcaklık
iyiden iyiye bunaltsa da bu konser onun hafif kırık gördüğü keyfini de yerine
getirecekti. Sonrasında da Sonay’ı arayıp hem konser hakkında hem de bugün
yazdıkları ve oradan buradan derken derin bir özlem sohbeti başlatır, yüreğini
yaralayan hasretliğe bir nebze de olsa çare olurdu.
Oturduğu mahalle tamamen
Türklerin istilasına uğramıştı. Her geçen gün daha da büyük bir gettoya
dönüşüyordu. Semtin var olan düzeni Anadolu kırsalından gelen insanlarla alt
üst olmuş, kural tanımamazlık diz boyu bir hal almıştı. Oysa yabancı olarak, bu
insanlar kendilerini her ne kadar artık burada kalıcı görseler de bu durum var
olan misafirliklerini ortadan kaldırmıyordu. Misafir gibi adaplı ve belli bir
görgü dahilinde oturup kalkmanın ne yazık ki çok uzağında kalıyorlardı. Daha da
kötüsü bunun hiç farkında değillerdi.
Büyük bir kitleyi
oluşturan bu kesim köyünde yaşadığı ortamın çok daha kötüsünü bu nezih kente
taşımışlardı. Şaşkınlıkla gözlem halinde olan insanlar hoşgörü adına aleni bir
şekilde çıkıp yaptıklarının doğru olmadığının uyarısını yapamıyorlardı. Öyle
ki, biraz da çekiniyorlardı.
Oysa kendi ülkesinden
gelen bu insanlar; daha eğitimli, görgülü, kültürlü, modern ve daha insani
özellikleri benliklerinde barındıran bireyler olsalardı, ülkesinin imajı da
biraz daha yukarılarda olabilirdi. Ülkenin elçileri bunlardı. Bu durumda onlara
sahip çıkmak dahi içinden gelmiyordu.
Bugünkü konser ünlü
İtalyan besteci Niccolo Paganini’nin eserlerinden oluşuyordu ve kendisi de bu
dahi müzik adamının hayranıydı. Kemanın çalınışına kendince yepyeni bir stil
getirmiş ve kemanı çalışmaları ile adeta dile gelmişti. Kemanda dünyaca ünlü
Çin ve Tayland karması çekik gözlü Vanessa Mae vardı. İlk eser Paganini’den “La
Campanella” dı. Paganini ve Vanessa, bunlar müthiş bir ikiliydi. Bundan daha
iyisi olamazdı. Konser bütün muhteşemliği ile başlamıştı. Kendisinden geçti.
Pür dikkat kesildi.
Dışarıdan yine
memleketlilerinin çok rahatsız eden sesleri geliyordu. Pencereleri kapatamazdı.
Sıcaktı. Evin içinde boğulur kalırdı.
“Lannn… Omarrr… Gavurun
kunnadığı. Geç oldu gel gayri. Omaaarrr… Sana diyom lannnn… Gelirsem yanına
bacaklarını ikiye ayırırım. Kafamın tasını attırma.”
Laannn… Hamza, Talhaaa… Ekmelll... Bubanız geldi. Gelin gayrı. Lennn dürzüler. Eşeğin kunnadıkları. Dayak neyim
yemek istemiyorsanız hemen eve gelin. Yoksa bubanız yanınıza geliyor. Siz
bilirsiniz. Ahan da benden söylemesi. Sonra söylemedi neyim dimeyin.”
Eşeklerin ve gavurların
kunnadıkları da “Nuh diyorlar ama peygamber demiyorlardı.” Dışarıda evlerine uğrak vermeden oynamaya devam ediyor, “bubalarından” dayak yeme
tehditleri de onlara vız geliyordu.
Taner Beyin evinin kapı
ve pencerelerinden rüzgâr esintilerinin yerine bir anda bütün Arap isimleri çöl
sıcaklarını da beraberinde alıp evin her yanına doluştu. Zavallı Paganini’den
eser kalmadı. Birazdan Rukiye, Nisa, Rabia ve Sümeyye’nin de anne ve babaları “bi yol ünleyivereceklerdi.” Onlar da gelmezlerse tehditler savrulacaktı. Sokak gırla dolu olan Hamza, Talha, Ekmel, Resül, Rabia, Eyüp, Rukiye, Merve ve Enes’lerden geçilmiyordu.
Vanessa’nın sihirli
dokunuşları ile kemanından melodiler duyulmaz oldu. Onun “kara üzüm habbesi”
çekik gözleri kırpışadururken Taner Beyin evinin içine uzun etekli tel tel sakallı
Araplar doluştu. Ev sihirli bir değneğin dokunuşu ile uçsuz bucaksız bir kum
çölüne dönüştü. Çölde develerin ardında Hamza, Talha, Enes ve diğerleri kan ter
içinde koşturuyorlardı. Develerin ağızlarından ve burunlarından köpükler
akıyordu. Güneş kasıp kavuruyordu. Koca çölde tek bir ağaç yoktu. Develer sinirli, artlarında koşturanlar tedirgindi.
Sıcaktı. Gökyüzünün evin içine doluştuğu; duvarları, masayı, dantel işlemeli örtüyü, duvardaki Gustav Klimt'in altın renkli "öpücük" tablosunu, gramofonunu, koltukları, mutfaktaki dut pekmezini, nar tanelerini, somun ekmeği, fincandaki kahveyi, vazodaki kızıl gülleri, kitapları, Taner Bey'in ellerini, yüzünü, kıvırcık saçlarını ve ela gözlerini gök mavisine boyadığı bir gündü. Mavi evde kılıçlar çekildi ve yeni bir “Kerbela Savaşı” na ramak kaldı. Tekbir ve
kılıç sesleri Paganini kemanını çoktan alaşağı etti. Kemanın kellesini yere savurdu. Savaş alanı kan revandı. Kafir orduları bozguna uğradı. Düşman ordusunun mensuplarından çekik gözlü Venessa ve ardında yer alan onlarca müzisyen kaçıp canlarını zor bela
kurtarabildiler. Taner Bey oturduğu koltukta küçüldü. Bir noktaya dönüştü. Sustu. Suskunluğu ha patladı, ha patlayacaktı. Bu
gezegende kaçabileceği başka bir yer kalmamıştı. Sonay karşısında durmuş büyük
bir hüzün içinde biçare sevdiğine bakıyordu. Boncuk maviliği ile gökyüzü eve doluşmuştu. Sıcaktı. Çok sıcaktı.
Amsterdam, 13 Ağustos 2020
Kültürler arası derin uçurumun dayanılmaz hafifliğinin öyküleştirilmesi ustaca... Kalemine sağlık sevgili Aydın
YanıtlaSilSevgili Mithat, bir kaç hafta önce "Paganini" öyküsü için yazmış olduğun güzel yorumu bugün gördüm. Teşekkür mahiyetindeki cevabımın gecikmesinden dolayı kusuruma bakma. Öyküde yaşananları burada günlük olarak yaşıyoruz. Siz de başka bir boyutta yaşıyorsunuzdur. Kendine iyi bak. Selam ve sevgilerimle...
Sil