PATLICANIN PERDESİ
Yıllardır pek çok
öyküsünü okuduğumuz Kör Zewe teyzemiz ile artık iyice aşinalığımız var. Bu
kadarcık üne kavuşmayı elbette hak ediyor kendileri. Teyzemizin kim olduğunu
hafızaları yenilemek babında, hemen bu giriş bölümüne birkaç cümleciği mavi
boncuklu bir gerdanlık misali dizecek olursak, daha iyi hatırlanacaktır. Bu
hatırlatma kısmının aramızda kalması iyi olur. Ancak kurda kuşa dost olmasını
bilen Kör Zewe’nin hatırlanmaması, onun pek de kabulleneceği bir durum değil.
Bundan alınacağı ve gönül koyacağı da kesin.
Orta Anadolu
coğrafyasına, bozkıra kıymetli ve geniş bir İran halısı gibi yayılan Heciban
aşiretine mensup köylerden Büyükcamili'de iki dünya savaşı arasında kavga, itiş ve
kakışın, barbarlığın biraz olsun durulduğu bir tarihte dünyaya geldi. Bütün ömrü boyunca da
bu topraklarda yaşadı. Ama hayatı boyunca pek çok şeyi bir kez olsun
yapamadı. Sonradan bir gözü göremez hale gelen kendi halinde bir kadıncağızdır Kör Zewe. Yapamadıkları
“ah keşke” leri, bütün iyi niyeti ile yapabildiklerine ise “oh olsun iyi ki”
leri gözüyle baktı. Ama görünen o ki; yapamadıkları daha çok gibiydi.
Bir kez olsun yapamadığı
sıradan şeylere bakıldığı zaman, insanda şaşkınlık yaratacak ne kadar da çok şeyin
olduğu görülür. Bir insan ömrünü nasıl da bu kadar azla sınırlı kılar ve bu
cüzi edinimlerle yetinilir, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Tek bir film seyretmek
için de olsa bir gün sinemaya gitmedi. Gören tek gözünü beyaz perdeye odaklayıp
Battal Gazi’yi kolunda “citizen” marka saati ile yüksek burçlu kalelerden yere,
yerden de burçlara bir maymun misali sıçrar halde göremedi. Onun nasıl da kılıç
sallamaları ile “kafirlerin” al kanını akıtıp kellelerini alma vahşetine
şahitlik edemedi.
Tiyatroya, bale gösterisine,
müzik konserine, operaya, müzikale gittiği hiç görülmedi. Meselenin bir Hamlet
oyununda gayet basit bir şekilde yalnızca “To be or not to be.” den ibaret
olduğunun bilincinden çok uzak kaldı.
Bir ressamın sergisine
gidip karmaşık eserin karşısında “Hımm… Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş
acaba?” diye bir fikir yürütemedi.
Değil bir kitap, tek bir
harfi olsun bacaklarından kavradığı gibi savurmalarla heceleyemedi. Ak bir
kâğıda "Kör Zewe" diye adını yazamadı. Bir şiiri, sonunu merak ederek
herhangi bir öyküyü, romanı, mektubu okumak şöyle dursun, ömrü hayatında yumuk
elleri ile belki de iki veya üç kez, tesadüfen bir kitaba dokunabildi.
İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
Bütün benliği ile
inandığı, içeriğinden tamamı ile ne yazık ki onun da bihaber olduğu, bilmeden
anlamadan iman ettiği kutsal kitaba dahi dokunduğu olmadı. İman ettiği kitap da
olsa bilmediğinden dokunamadı.
Bir elinde cımbız, bir
elinde ayna olmadığından olacak dünyayı fazlasıyla umursadı. Lakin Londra
konferansı ve atom bombasından haberdar olmadı. Cımbız, fondöten, maskara, ruj,
oje, rimel, allık ve diğer makyaj malzemelerinden uzak yaşadı. Kolonyadan başka
parfüm bilmedi. Bu malzemelerin birine dahi el sürmedi. Olduğu gibi kalakaldı.
Bir anne olarak
çocuklarına ninni söylediği dahi görülmedi. “Bostana giren danaları” kendisi
yapamıyorsa, işin erbabı bir bostancıya dahi kovduramadı. Hemen hemen her
annenin, eline tutuşturduğu bir sopa ile bu danaları kovmuşluğu olmuştur. Kör
Zewe de bu durumdan dolayı kusurlu değildi. Çünkü kuraklık ve susuzluk vardı.
Bostan yetişmiyordu ve olmayan bostanda da danaların kovulmasını gerektirecek
lahanalar da bulunmuyordu. Bu durumda Kör Zewe’nin de böylesi bir kaygısı
olmadı. Varsın danalar diledikleri gibi özgürce dolaşıp dursunlar. Küçük
kurbağanın kuyruğunu göremeyince meraklanmadı. Onu da sorma gereği görmedi.
Küçük kurbağanın da
kuyruğu olmayıversindi ne olacak ki? Kocası Çıtak Haydar’ın kendisini cennette
bir tarafa iteleyip alacağı huri sayısı yediden altıya düşmezdi. Düşse de o gün
geldiğinde, varsın o da altı huri ile idare etsin, Küçük kurbağada kuyruk
özürlü olsundu. Gittiği bir restoranda kurulduğu masadan, restoranı garsonu ile
birlikte satın almadan;
“Evladım bakar mısınız?
Ben bir kırmızı şarap, yanında bir madensuyu, birkaç tane de sıcak ve soğuk
mezelerinizden rica edecektim. Size zahmet olacak. Arkadaşıma da ne istiyorsa
ondan verin, lütfen.” diyemedi.
Ama bütün doğallığı ile
bir damla da olsa suya hep büyükçe gülümsedi. Su da ona aynı sıcaklıkla
gülümsedi. Yanan ateşi su ile söndürmekten imtina etti. Ona göre suyun da canı
vardı. Suya acı vermek doğru değildi.
Köpeği Karabaş’a
zamanında yalını ve suyunu vermeyi, başını sevecenlikle okşamayı, kucaklamayı,
sevgisini dolu dolu vermeyi ihmal etmedi. Karabaş da her daim ona sadık kaldı.
Kapısının önünden bir an olsun ayrılmadı. Onu ve ailesini hep koruyup kolladı.
Evini çevreleyen geniş avluda gece gündüz nöbet tuttu. Kör Zewe’nin
sahipliğinden duyduğu memnuniyetini kuyruğunu sallamalarla dile getirdi. Kör
Zewe’yi hüzünlü görmeyegörsün anında yanı başında bitiverdi. Soru yağmuruna
tutan gözlerle ona uzun uzun baktı.
Bozkırda sürekli büyük
ustalar tarafından havalandırılan bozlaklar onu da etkilemiş olacak ki, birkaç
kez neşesi yerinde olduğu zamanlarda diline pelesenk olan Keskinli Hacı
Taşan’ın bir türküsünü onun da mırıldandığı oldu. Bu türküden birkaç mısrayı
bölük pörçük de olsa her söylediğinde rahatlıyor, keyfi yerine geliyordu.
“Bugün Ayın Işığı
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı
Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı
Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
yerine o “baldırcanın perdesi” olarak söylüyordu.
Böyle algılamış, böyle biliyordu. Patlıcan diyeceğine baldırcan dediği için de
telaffuzu bu şekilde oluyor ve ortaya dünyada eşi benzeri olmayan perdeli bir
patlıcan çıkıyordu. Belki de patlıcanlar bu diyarda çok utangaç ve sıkılgan
olduklarından perdelerin ardına saklanmayı yeğliyorlardı.
Türkünün başlarında “Gine
nerden geliyon da mahlenin yakışığı” diye mırıldanırken de anında gerçekten de
yakışıklı gördüğü kocası Çıtak Haydar’a göz altından belli bir gurur ve
gülümseme ile bakmayı da unutmuyordu.
Yakışıklı gördüğü ve de
gurur duyduğu ama kuyruksuz kurbağadan ötürü Cennette altı huri ile yetinip
yetinmeyeceğini kestiremediği kocasının, üstü hafif kıllı büyükçe ellerinin
sıcaklığına, ellerinden birisini bırakamadı. Eteklerini savura savura, o sokak
senin bu sokak benim diyerek bir gün olsun kocası ile birlikte dolanmadı.
Güne her defasında
yeniliksiz başladı. Sıkıntılarını kendi özünden dahi sakladı. Umutsuzluk kara
bir sis gibi üzerine üzerine çöreklense de bu karanlıktan her defasında
sıyrılmasını yine de bildi. Uçsuz bucaksız keder denizlerinde boğulmadı. Güneşi
aratmayan gülüşünü hiçbir zaman terk etmedi.
Güneşin dünyanın herhangi
bir denizine dalıp dalıp çıkmasını göremedi.
“Gökyüzünü
öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum
bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
Delilik mi dedin? Kim
bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz
bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne
diyebilir ki?” *
Gökyüzünü kimseler
öpemedi. Kör Zewe de öpemedi. Bundan sonrasında da bu pek mümkün gözükmüyordu. Yüreğinin boşluğunda
payına düşen üzüntü ve mutluluğu kendisince doyasıya tattı, yaşadı. Küçük
şeylerden büyük mutluluklar çıkarmasını ustalıkla bildi. Gönül kapılarını,
kendisine dost yaklaşımı gösteren her canlıya son kertesine değin açtı.
Dost, yar ve yaren hüznünde gözleri buğulandı. Neşelenmelerinde o da onlarla
gülü gülüverdi. Her iki durumda da sırtlarını şefkatle sıvazladı. Yanlarında
olduğunu en iyi şekilde hissettirdi.
Bütün bunlar Anadolulu
çoğu kadının keşke ve iyi kilerden ibaret ortak kaderiydi. Kadınların güçlükler
gergefindeki zorlu yaşam örgüleri bütün çabalara rağmen değişmiyordu. Kör
Zewe’nin mırıldandığı türküdeki patlıcanlar gibi kadınların da perdesi vardı ve
o perdenin önüne çıktıkları pek görülmüyordu.
Amsterdam, 4 Ağustos 2020
*Şükrü Erbaş – Ömür Hanımla güz konuşmaları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder