4 Ağustos 2020 Salı

PATLICANIN PERDESİ





PATLICANIN PERDESİ

Yıllardır pek çok öyküsünü okuduğumuz Kör Zewe teyzemiz ile artık iyice aşinalığımız var. Bu kadarcık üne kavuşmayı elbette hak ediyor kendileri. Teyzemizin kim olduğunu hafızaları yenilemek babında, hemen bu giriş bölümüne birkaç cümleciği mavi boncuklu bir gerdanlık misali dizecek olursak, daha iyi hatırlanacaktır. Bu hatırlatma kısmının aramızda kalması iyi olur. Ancak kurda kuşa dost olmasını bilen Kör Zewe’nin hatırlanmaması, onun pek de kabulleneceği bir durum değil. Bundan alınacağı ve gönül koyacağı da kesin.
Orta Anadolu coğrafyasına, bozkıra kıymetli ve geniş bir İran halısı gibi yayılan Heciban aşiretine mensup köylerden Büyükcamili'de iki dünya savaşı arasında kavga, itiş ve kakışın, barbarlığın biraz olsun durulduğu bir tarihte dünyaya geldi. Bütün ömrü boyunca da bu topraklarda yaşadı. Ama hayatı boyunca pek çok şeyi bir kez olsun yapamadı. Sonradan bir gözü göremez hale gelen kendi halinde bir kadıncağızdır Kör Zewe. Yapamadıkları “ah keşke” leri, bütün iyi niyeti ile yapabildiklerine ise “oh olsun iyi ki” leri gözüyle baktı. Ama görünen o ki; yapamadıkları daha çok gibiydi.
Bir kez olsun yapamadığı sıradan şeylere bakıldığı zaman, insanda şaşkınlık yaratacak ne kadar da çok şeyin olduğu görülür. Bir insan ömrünü nasıl da bu kadar azla sınırlı kılar ve bu cüzi edinimlerle yetinilir, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Tek bir film seyretmek için de olsa bir gün sinemaya gitmedi. Gören tek gözünü beyaz perdeye odaklayıp Battal Gazi’yi kolunda “citizen” marka saati ile yüksek burçlu kalelerden yere, yerden de burçlara bir maymun misali sıçrar halde göremedi. Onun nasıl da kılıç sallamaları ile “kafirlerin” al kanını akıtıp kellelerini alma vahşetine şahitlik edemedi.
Tiyatroya, bale gösterisine, müzik konserine, operaya, müzikale gittiği hiç görülmedi. Meselenin bir Hamlet oyununda gayet basit bir şekilde yalnızca “To be or not to be.” den ibaret olduğunun bilincinden çok uzak kaldı.
Bir ressamın sergisine gidip karmaşık eserin karşısında “Hımm… Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş acaba?” diye bir fikir yürütemedi.
Değil bir kitap, tek bir harfi olsun bacaklarından kavradığı gibi savurmalarla heceleyemedi. Ak bir kâğıda "Kör Zewe" diye adını yazamadı. Bir şiiri, sonunu merak ederek herhangi bir öyküyü, romanı, mektubu okumak şöyle dursun, ömrü hayatında yumuk elleri ile belki de iki veya üç kez, tesadüfen bir kitaba dokunabildi. 
          İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
Bütün benliği ile inandığı, içeriğinden tamamı ile ne yazık ki onun da bihaber olduğu, bilmeden anlamadan iman ettiği kutsal kitaba dahi dokunduğu olmadı. İman ettiği kitap da olsa bilmediğinden dokunamadı.
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna olmadığından olacak dünyayı fazlasıyla umursadı. Lakin Londra konferansı ve atom bombasından haberdar olmadı. Cımbız, fondöten, maskara, ruj, oje, rimel, allık ve diğer makyaj malzemelerinden uzak yaşadı. Kolonyadan başka parfüm bilmedi. Bu malzemelerin birine dahi el sürmedi. Olduğu gibi kalakaldı.
Bir anne olarak çocuklarına ninni söylediği dahi görülmedi. “Bostana giren danaları” kendisi yapamıyorsa, işin erbabı bir bostancıya dahi kovduramadı. Hemen hemen her annenin, eline tutuşturduğu bir sopa ile bu danaları kovmuşluğu olmuştur. Kör Zewe de bu durumdan dolayı kusurlu değildi. Çünkü kuraklık ve susuzluk vardı. Bostan yetişmiyordu ve olmayan bostanda da danaların kovulmasını gerektirecek lahanalar da bulunmuyordu. Bu durumda Kör Zewe’nin de böylesi bir kaygısı olmadı. Varsın danalar diledikleri gibi özgürce dolaşıp dursunlar. Küçük kurbağanın kuyruğunu göremeyince meraklanmadı. Onu da sorma gereği görmedi.
Küçük kurbağanın da kuyruğu olmayıversindi ne olacak ki? Kocası Çıtak Haydar’ın kendisini cennette bir tarafa iteleyip alacağı huri sayısı yediden altıya düşmezdi. Düşse de o gün geldiğinde, varsın o da altı huri ile idare etsin, Küçük kurbağada kuyruk özürlü olsundu. Gittiği bir restoranda kurulduğu masadan, restoranı garsonu ile birlikte satın almadan;
“Evladım bakar mısınız? Ben bir kırmızı şarap, yanında bir madensuyu, birkaç tane de sıcak ve soğuk mezelerinizden rica edecektim. Size zahmet olacak. Arkadaşıma da ne istiyorsa ondan verin, lütfen.” diyemedi.
Ama bütün doğallığı ile bir damla da olsa suya hep büyükçe gülümsedi. Su da ona aynı sıcaklıkla gülümsedi. Yanan ateşi su ile söndürmekten imtina etti. Ona göre suyun da canı vardı. Suya acı vermek doğru değildi.
Köpeği Karabaş’a zamanında yalını ve suyunu vermeyi, başını sevecenlikle okşamayı, kucaklamayı, sevgisini dolu dolu vermeyi ihmal etmedi. Karabaş da her daim ona sadık kaldı. Kapısının önünden bir an olsun ayrılmadı. Onu ve ailesini hep koruyup kolladı. Evini çevreleyen geniş avluda gece gündüz nöbet tuttu. Kör Zewe’nin sahipliğinden duyduğu memnuniyetini kuyruğunu sallamalarla dile getirdi. Kör Zewe’yi hüzünlü görmeyegörsün anında yanı başında bitiverdi. Soru yağmuruna tutan gözlerle ona uzun uzun baktı.
Bozkırda sürekli büyük ustalar tarafından havalandırılan bozlaklar onu da etkilemiş olacak ki, birkaç kez neşesi yerinde olduğu zamanlarda diline pelesenk olan Keskinli Hacı Taşan’ın bir türküsünü onun da mırıldandığı oldu. Bu türküden birkaç mısrayı bölük pörçük de olsa her söylediğinde rahatlıyor, keyfi yerine geliyordu.
“Bugün Ayın Işığı
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı

Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
yerine o “baldırcanın perdesi” olarak söylüyordu. Böyle algılamış, böyle biliyordu. Patlıcan diyeceğine baldırcan dediği için de telaffuzu bu şekilde oluyor ve ortaya dünyada eşi benzeri olmayan perdeli bir patlıcan çıkıyordu. Belki de patlıcanlar bu diyarda çok utangaç ve sıkılgan olduklarından perdelerin ardına saklanmayı yeğliyorlardı.
Türkünün başlarında “Gine nerden geliyon da mahlenin yakışığı” diye mırıldanırken de anında gerçekten de yakışıklı gördüğü kocası Çıtak Haydar’a göz altından belli bir gurur ve gülümseme ile bakmayı da unutmuyordu.
Yakışıklı gördüğü ve de gurur duyduğu ama kuyruksuz kurbağadan ötürü Cennette altı huri ile yetinip yetinmeyeceğini kestiremediği kocasının, üstü hafif kıllı büyükçe ellerinin sıcaklığına, ellerinden birisini bırakamadı. Eteklerini savura savura, o sokak senin bu sokak benim diyerek bir gün olsun kocası ile birlikte dolanmadı.
Güne her defasında yeniliksiz başladı. Sıkıntılarını kendi özünden dahi sakladı. Umutsuzluk kara bir sis gibi üzerine üzerine çöreklense de bu karanlıktan her defasında sıyrılmasını yine de bildi. Uçsuz bucaksız keder denizlerinde boğulmadı. Güneşi aratmayan gülüşünü hiçbir zaman terk etmedi. 
Güneşin dünyanın herhangi bir denizine dalıp dalıp çıkmasını göremedi.
         “Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?” *
Gökyüzünü kimseler öpemedi. Kör Zewe de öpemedi. Bundan sonrasında da bu pek mümkün gözükmüyordu. Yüreğinin boşluğunda payına düşen üzüntü ve mutluluğu kendisince doyasıya tattı, yaşadı. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmasını ustalıkla bildi. Gönül kapılarını, kendisine dost yaklaşımı gösteren her canlıya son kertesine değin açtı. Dost, yar ve yaren hüznünde gözleri buğulandı. Neşelenmelerinde o da onlarla gülü gülüverdi. Her iki durumda da sırtlarını şefkatle sıvazladı. Yanlarında olduğunu en iyi şekilde hissettirdi.
Bütün bunlar Anadolulu çoğu kadının keşke ve iyi kilerden ibaret ortak kaderiydi. Kadınların güçlükler gergefindeki zorlu yaşam örgüleri bütün çabalara rağmen değişmiyordu. Kör Zewe’nin mırıldandığı türküdeki patlıcanlar gibi kadınların da perdesi vardı ve o perdenin önüne çıktıkları pek görülmüyordu.


Amsterdam, 4 Ağustos 2020


*Şükrü Erbaş – Ömür Hanımla güz konuşmaları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...