GIDIKLAMA BENİ
Seksenli yıllar diye, “ben diyeyim bir, siz deyin iki katlı bir damdan düşercesine” naçizane bir anlatımla öyküye giriş yapmakta herhangi bir mahsur olacağını sanmıyorum. Umarım sizce de öyledir. Cevabınız insanı gocundurmayacak oranda, bir tutam alay serpişimli gibi kulağa gelse de “öyle olsun bakalım” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eyvallah, o halde, varoluşunuzun oldukça onure eden ağırlığı ile bahşettiğiniz destur için teşekkür etmek boynumuzun borcu oldu. O halde kalpten teşekkürlerimi kabul buyurun lütfen. Derken hemen öykümüzün devamını getirecek olursak, devamının aynen şöyle sürdüğünü göreceksiniz.
Başkent
Ankara; o yıllarda, üzeri avuç avuç verimli toprakla örtülen bir patates misali
önceleri çiçekleniyor ve ardından üst üste yeni yeni yumrular mahiyetinde yeni
yeni semtler doğuruyordu. Eskişehir ve İstanbul yoluna doğru “her bahtı karanın
ille de göreceğim dediği” şehir her geçen gün dudak uçuklatan bir hızla devasa
beton yığınları halinde büyüyordu. Yerden fışkıran mantarlar misali art arda
yeni bir mahalle daha göz açıp kapama hızında Ankara’ya ekleniyordu. Başkent
genişliyor, genişliyordu.
Hal böyle olunca da
belediye beklenmedik bir hızla yeni eklenen yerleşim bölgelerindeki insanlara
her konuda hizmet sunmakta zorlanıyor, oldukça kapsamlı bir çalışma gerektiren
ciddi örgütlenmeyi kısa zamanda sağlayamıyordu. Çeşitli alanlardaki boşlukları
irili ufaklı işletmeler canhıraş bir halde, amatörce doldurmak zorunda
kalıyorlardı.
Taşımacılık alanındaki
büyük açığın bir kısmını da Camili Köyünden Kel Mısto ve kardeşi Kuru Bilo
birlikte başlattıkları şirketin otobüsleri ile sağlamak için kolları
sıvamışlardı.
Köyden şehre göçün önüne
geçmek imkansız bir hal almıştı. Ankara ilçelerine bağlı olan köylerden, her yorganını
sırtlayan-bakır tasını şimşir tarağını da toplamayı da unutmadan, taşı ve
toprağının altın olmasını ne yazık ki açık ara farkla İstanbul’a kaptıran, ama
yine de rivayete göre en azından onun taşının-toprağının da gümüş olduğu söylenen
bu şehirde soluğu alıyordu. Köylülerin yaptıkları çiftçilik ölmüş, adeta
getirisi olmayan boş bir uğraşıya dönüşmüştü. Bunun haricinde yeni yetişen
gençlerin eğitimlerini sürdürüp, onların da yoksul birer çiftçi olarak
kalmamaları için şehre göç etmeleri zaruri oluyordu. Her gün küçük kamyonetlere
bindirilen eşyaları ile köylüler yığınlar halinde Ankara’ya doluşuyorlardı.
Ankara’nın çiçeği burnunda semtlerinden Konutkent’ten Kızılay’a otobüsleri ile ulaşımı sağlama uğraşısı
içinde olan Kel Mısto ve Kuru Bilo kardeşlerin rakipleri de yok değildi. En
büyük rakipleri dolmuşçulardı. Bütün yolcuları otobüsleri ile bir çırpıda
toplayan bu Kel ve Kuru kardeşler dolmuşçuların artık ezeli düşmanları
olmuşlardı. Dolmuşçular bir olup bu gidişata dur demeliydiler. Yoksa halleri
hal değildi. Boş dolmuşlarla iki semt arasında gidip gelmelerinin ve yok yere
benzin yakmaları akıl kârı değildi. Bu ne idüğü belirsiz kardeşlere en kısa
zamanda bir gözdağı verilmenin zamanı çoktan gelmişti.
Çok geçmeden Konutkent
semtine servis yapan dolmuşçular bir araya geldiler. Kel Mısto o gün de gün
ağarmadan uyandı. Acele ile elini yüzünü yıkadı. Abdest alır gibi keline doğru
saçlarını ıslattı ve parmakları ile arkaya doğru düzeltti. Evinin biraz
ilerisinde park ettiği otobüsüne doğru koşturdu. “Ya Allah ya bismillah” deyip
aracına bindi. Kontağı hızla çevirdi. Motor bir seferde çalıştı. Mevsim bahar
olduğu için motorun çalışmaması gibi bir sorun olamazdı. Ayağını debriyajdan
çekmeden önce, dikiz aynasından mahcemaline bir kez daha baktı. Kendisi ile
barışık olduğu için “vaziyetinin berkemal olmasının” uçarı kaçarı olamazdı.
Konuşurken kekemeliğinin de engel olması umurunda değildi. Tehirli de olsa en
sonunda meramını kafa göz yara yara anlatıyordu. Ne vardı yani insanlar da
biraz sabretselerdi, dünya yıkılmazdı ya. Ama genel anlamda her hali ile zati
alileri bizzat kendisi Kel Mısto’dan alabildiğine razı ve hoşnuttu.
Aracın hızla dönen
tekerlekleri evini çoktan gerilerde bıraktı. Konutkent semtine doğru Eskişehir
yoluna girdiğinde gruplar halinde öbek öbek serçe yol kenarında bulunan
ağaçların yeşilin her tonunun hakim olduğu dallarına kondu. Kel Mısto
otobüsünün büyük direksiyonunu hiç zorlanmadan çeviredururken bir yandan da
hayranlıkla kuşlara bakakaldı.
Havalar iyice ışımıştı.
Kış aylarındaki hava kirliliğinin yerini çok daha temiz, teneffüs edilebilir
bir havaya bırakmıştı. Araçlardan çıkan egzoz gazları her ne kadar kirlenmeye
yol açsa da şimdilik çok da hissedilmeyecek bir yoğunluktaydı. Baharla birlikte
Başkent Ankara şenlenmişti. İnsanlar yüzlerindeki somurtkan maskelerini
fırlatıp atmışlardı. Kel Mısto aracına binen her müşterisini büyük bir güler
yüzle buyur ediyor, yaşlı ve engelli yolculara yardımcı oluyordu. Bir saat
sonra mesai başlayacaktı.
Kel Mısto’dan önce
kardeşi Kuru Bilo işyerine çoktan vardı. Birazdan gelecek olan ağabeyi Kel
Mısto ile birlikte kahvaltı yapmak için simit, poğaça, peynir ve zeytin aldı.
Ocağın üzerine koyduğu çaydanlıktaki su kaynamaya başladı. Etrafı tatlı bir
buhar kapladı. Kuru Bilo işlerinin seyrinden oldukça memnundu. Böyle giderse
var olan dört araca birkaç tane daha katmak gerekiyordu. Bunun için de
güvenilir iyi şoförlere ihtiyaçları olacaktı. İleriye dönük bu düşüncelerle ha
geldi ha gelecek olan kardeşini beklemeye koyuldu. Demlenen çaydan bir bardak
doldurdu ve höpürtü ile içtiği her çay yudumundan sonra da yaktığı sigarasından
derin bir fırt çekip yoğun dumanı ciğerlerine boca etti.
Kuru Bilo servis işinin
yanı sıra aynı zamanda üniversite öğrencisiydi ve başında onu bulutlarda
kanatsız uçuran bir de sevdiceği vardı. Onu hayatta tutan tek şey yüreğindeki
sevda idi. Bu konuda büyük pembemsi hayaller kuruyor ve her defasında da
gülümsemelerle dalıp dalıp gidiyordu. Sevdiğine yeteri kadar zaman ayıramamak
onu hayli üzse de her fırsatta iş yoğunluğunu biraz olsun geride bıraktığı
zamanlar ona koşuyordu. Okulunu bitirecek, işlerini daha iyi yoluna koyacak ve
en nihayetinde sevdiği ile dünya evine girip çoluk çocuğa karışacaktı. Velhasıl
sevmek başka bir şeydi. Ona göre bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanırdı. Yaşayan
da hayatı kılcal damarlarına kadar hisseder ve dünyanın en mutlu canlısı
olurdu.
Kel Mısto Konutkent’e aheste aheste yaklaşmak üzereyken yolda bir kalabalık ve karmaşa olduğunu gördü. Onlarca
minibüs yol kenarına park etmiş ve şoförleri ileri geri volta atıyorlardı. Ne
olup bittiğini anlayamadı. Tam onlara yaklaşınca en arkadaki minibüslerden
ikisi Kel Mısto’nun otobüsünün önünde gelip durdular. Kel Mısto bir an büyük
bir korkuya kapılmış olsa da olup biteni anlamak için aracından indi. Bir anda
ellerinde sopalarla onlarca dolmuşçu Kel Mısto’nun üzerine yürüdü. Liderleri
olacak iri yarı Dolmuşçu Şuayip hiç de ayıp olmuyor deyip üst üste Kel Mısto’yu
yumruk yağmuruna tuttu. Dayak atma işinin ihalesini Şuayip almıştı.
Şuayip ani bir hamle ile
pazılarını herkül misali şişirip Kel Mısto’yu boynundan havaya kaldırdı. Kel
Mısto’nun ayakları boşlukta sallanıyor ve görünen o ki vaziyeti hiç de parlak
değildi. Duyduğu acılar bir tarafa, boynundan tutulup kaldırılmaya daha fazla
dayanamadı. Acı karışımı gıdıklanma korkunçtu. Son bir hamle ile ağzını açtı ve
Şuayip’e yalvardı.
“Abiii… Kurban olum. Ne
ooollluuurrr… Boynummmmmdaann tutma oordan çok gıgıgıdıklaannııyoooruummm.”
Dayak atan dolmuşçu bir
anda kahkahalar atmaya başladı. Kendisini kaybetti, tutamadı ve kurbanı Kel
Mısto’yu yere indirdi. Bir anda gülme krizine girdi. Eli ayağı gülmekten
tutamaz oldu.
“Git kardeşim git. Git
işine. Ne biçim adamsın sen? Allah kahretsin ağız tadı ile adamı dövemiyoruz.
Hayatımda bu kadar komik bir durum görmedim. Ben onu öldürüyorum, o boynundan
gıdıklandığını söylüyor. Bela mıdır, nedir?” Etrafına bakındı ve
arkadaşlarına dönüp “hadi gidelim” anlamında baş ve işaret parmaklarını pala
bıyıklarla kaplı ağzına götürüp ıslık çaldı.
Ağabeyi Kel Mısto’nun
geciktiğini gören, Kuru Bilo meraklansa da daha fazla beklemeye dayanamadan
simitlerden birini koparıp peynir ve zeytinle yemeye koyuldu. Bir taraftan da
merak ediyordu. Biraz sonra mutlaka çıkar gelirdi. Servise geç kalmasaydı. Suyu
kaynamaktan iyice azalan çaydanlığa biraz daha ekledi. Çok geçmeden suyun
kaynama sesi yeniden duyulur oldu. Mutfağı yeni buhar bulutları sardı. Camda
hafif bir buğu oluştu. Kuru Bilo buğulu cama sevdiğinin adını yazdı. Yanına da
büyük bir kalp çizimi iliştirdi.
Kel Mısto boylu boyunca
daha sabah serinliğini koruyan asfalta uzandı yattı. Gökyüzü yeniden serçelerle doluştu. Yol kenarındaki ağaçlara konmaları ile telaşla cıvıldaşıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştılar. İnsanların
barbarlıklarına bir kez daha tanıklık ettiler. Yardım bile etmek istediler,
lakin ellerinden bir şey gelmiyordu. Kel Mısto uzandığı yerde ağaç dallarına
konan serçelere baktı. Boğazını gıdıklayan olmadığı halde serçelere kah sıcak ekmek gibi gülümsedi, kah yüksek sesle güldü. Paçayı kurtarmıştı. Lakin ona göre Şuayip
çok ayıp etmişti.
Amsterdam, 6 Ocak 2021