16 Mayıs 2011 Pazartesi

RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER



  
RISTO’NUN ÇETELESİNDEN KESİTLER
            
            Ben Deli Rısto. Adımdan da anlaşılacağı gibi, pek akıllı olmadığım konusunda, bazılarının haklılık payları yok değil elbette. Belki de sadece farklıyım, o kadar. Farklılığımı seviyorum, ayrıcalıklı olmak, genelleme çemberinin dışına taşmak, bana kalırsa güzel bir duygu. Bu konuda asla şikayetim olmadı. Bendeniz, aslen Orta Anadolu'da yerleşik vaziyete geçen Heciban Kürt Köylerinde camisi büyük olan, Büyükcamili Köyü’ndenim. Kaç yıl önce dünyaya geldiğimi bilemiyorum. Bunu günümüze değin, kulağıma fısıldayan da olmadı. Üstelik o kadar da önem teşkil edecek bir konu değil. Bildiğim tek şey, kimim kimsemin olmadığıdır. Gökten zembil ile inmediğim kesin. Beni de bir ananın doğurduğu kaçınılmaz bir gerçek. Ama, ne gariptir ki; beni bu güne değin sahiplenen de olmadı. Anne, baba, kardeş, bacı, abla, amca, dayı ve diğer tüm hısım ve akrabalıklar hak getire. Belki de olmadığı daha iyi, kendimle mi, yoksa onlarla mı uğraşacağım? Camili’de çocukların ve büyüklerin tek alay konusu benim. Büyükler adam yerine koymazlar, çocuklar ise taşa tutarlar.
“Rısto... Rısto... Doxin sisto – Rısto... Rıstoo... Uçkuru gevşek..” diye, tefe koyup, ardım sıra tempo tutup, bir ağızdan çığrışırlar. Ben duymamazlıktan gelip, atılan taşlardan kendimi olabildiğince sakınırken, o günü de mümkün olduğu kadar az yara ve bere ile atlatmaya çalışır, alın yazımın dışına bir damla olsun taşamam. Alnımın geniş olmasından olacak, o kadar çok detaya inilmiş ki, tam bir roman mübarek. Hani bir iki satırcık da olsa iyi konulara değinilmiş olsaydı, biraz olsun denge sağlanmış olacaktı. Senarist veya yazar oldukça karamsar bir tablo koymuş ortaya. Anlayacağınız isyanım var, kendilerine.
Adam yerine zat-i alileri tarafından konulmadığım, büyük görünümlü anne veya babaların büyüklükleri de çocuklarına bir gün olsun;
“Yapmayın, etmeyin. Yaptığınız ayıptır, günahtır” demeyecek kadardır. Kırış kırış kalın boynumu, tüm mahzunluğumu yüreğimde bir kum torbası gibi hissederek, sözüm ona baba ve anne olacaklara maruzatımı bakışlarımla anlatmaya çalışsam da çaldığım davul ve zurna onlara az gelir. Yüzümü döker, olay mahallinden suçlu gibi çekip, giderim.
Tanrı indinde, bir araya gelip gelmediği beni ilgilendirmeyen, iki yakasına yapışacağım insan sayısı hiç de az değil. Lakin günü geldiği zaman da benim bu kirli yakalara ellerimi sürüp, sürmeyeceğim de belli değil. Yıllardır bin bir türlü gadre uğradığım bu dünyada, gardımı alıp kimlerden hesap soracağımı da ne yazık ki bilemiyorum.
Teveccüh buyurup da, beni şöyle tepeden tırnağa süzüp, iri yarı suratımı kaplayan kırçıl, kıvır kıvır, kısa sakalımı, kırışık geniş anlımı, iri bön gözlerimi, suratımın tam ortasında pörsüdükçe mantar gibi büyüyen burnumu görenler; kanımca, yaklaşık altmış beş yaşında olduğumu tahmin etmekte fazla zorlanmazlar. Biliyor musunuz? Çocukluğumdan beri yaşadıklarımı, dünyada olup bitenleri ve Allah’ın her günü dağarcığımdaki, hoşuma giden bir deyim, atasözü, özdeyiş veya aforizma ile mutlaka süsler, olur da bir gün okuyacak birileri olur ve böylelikle bunları başkaları ile paylaşırım mutluluğunun umudu ile yazıyorum. Bu beni taze selluka çiçeği gibi saran yazma işinden kalan tüm zamanımda da bir köşede oturur, bulduğum her kağıt parçasına garip resimler çizerim. Şiir ile de epeyce ilgiliyim. Şiir sözcüğü nerede olursa olsun, kulaklarıma ulaşmaya görsün, her defasında hafifçe gülümserim. Yazmaya çalıştıklarım ve dünya şairlerinin o ölümsüz eserleri, bal tadındaki aşk, sevda ve kavga şiirleri, mısralar halinde, bir çırpıda, apansız bulanık bön gözlerimin önünde, ikametgahım cami avlusu kapısı gibi açık olan zihnimde, adeta bedenimdeki sonsuz sayıdaki her hücrede bir bir dolaştıklarını, kimi zaman bağıra bağıra, kimi zamanda ürkekçe dans eden bir mum ışığında kadife bir sesle okunduklarını hissederim. Niyetim, sizlere yeniden hikayemi anlatmak değil. Sadece ilginç olabileceğini düşündüğüm, çetelemden 1963 yılına ait bazı kesitleri paylaşacağım. Tuttuğum günlüklerin defter olarak sayısı dokuzu buldu. Doğrusu işimi ciddiye alıyorum. Ülkemizdeki politikacılar gibi notlarımı veya isteklerinizi, sigara paketlerine yazmıyorum. Bunun için büyük emek harcıyor ve bundan dehşetli keyif alıyorum. Allah´ın her günü, herhangi bir olay olsun veya olmasın bunu mutlaka yazıyorum. Hepsini zaten okumanıza zamanınız yoktur. Yazdıklarımdan kısa bir kesit, bir kaç günlük de olsa, okumanızı canı gönülden isterim. Güncemi okurken Kum Kentliler diye seslendiğimi göreceksiniz. İyi okumalar. Umarım yok yere vaktinizi almamış olurum.
1 Şubat 1963- Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden mübarek Cuma. Ramazan ayının altıncı günü. Hava çok da soğuk değil, ara sıra yağmur çiseliyor. İnsanlar acelesi olmayan adımlarla benim mekanım olan cami avlusunu, evlerine gitmek üzere terk ettiler. Sık sık köstekli Devlet Demir Yolları marka saatlerini gururla çıkarıp, iftar için ne kadar zamanlarının olduğunu, önce kendileri iyice bir idrak etmeye çalışıyor ve ardından yanındakilere, “Daha iftara dört saat, on beş dakika var.” diyorlardı. Böylelikle ben de saatim olmadığı için, ne kadar zaman kaldığını sormadan öğrenmiş oluyordum. Derken öngörülen zaman geçti ve herkes birer birer yere bağdaş kurup, dizlerinin üzerine Beypazarı’nın meşhur el baskısı geyik desenli, siyah beyaz sofra bezlerini çekip, kaşıklarını kaptıkları gibi yemeğe başladılar. İçlerinden çok inançlı gibi görünmek isteyenler, çaktırmamaya özen göstererek, hiç acıkmamışlar gibi davranmaya çalışıp önce uzun uzadıya besmele çekmeyi ihmal etmediler. Su kıtlığının sürekli yaşandığı Camili’de, petrol kıymetinde olan bir bardak sularını içip, daha sonra onlar da tam hız kaşıklama işine başladılar. Bütün bunlar olup biterken, başkentten gelen haberler pek iç açıcı değildi. Ankara’nın Ulus semti üzerinde; bir Türk ve bir Lübnan uçağı havada çarpışmış ve Zincirli Cami yakınlarına düşmüştü. Kazanın çok feci olduğu söyleniyordu. Pek çok bina yıkılmış. Etrafta yanık insan ve lastik kokularından geçilmiyormuş. Ölü sayısının yüz yirmi olduğu söyleniyor. Haberler oldukça kötüydü. Camililer her şeyden bihaber, tereyağlı bulgur pilavlarının üzerindeki tavuk etlerini bitirdiler ve hala yemeye devam ediyorlar.
Günün atasözü: “Bir şekilde doğar, fakat bin bir şekilde ölürüz.”
Yugoslavya Atasözü
17 Şubat 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Beni bir tarafa bırakalım, ama köylülerimin yoksulluğu, tam anlamı ile diz boyu. Ne üstte var, ne de başta. İnsanlar çeşitliliğin çok uzağında, tekdüze besleniyorlar. Camililerin sofralarını ekmek, bulgur, soğan ve keşkek çorbası süslüyor. Bunun dışına çıkılamıyor. Bayramlar, özel günler gelip geçiyor, ama hiç bir anne ve baba yeni giysi, ayakkabı, bir tutam şeker veya bir oyuncakla çocuklarının yüzünü güldürme mutluluğunu yaşayamıyorlar. Tarla ve tapanı çok olan bazı aileler de zaten bu kültürden yoksunlar. Çocuklar yine mahzun ve perişan. Bana taş attıkları zaman kaşla göz arasında da olsa onları gözlemlerim, üstlerine başlarına bakar içimin acıdığını görür ve buna katlanmak bana hep güç gelir. Her pantolonda bir kaç tane yama mutlaka var. Çocuklar adına yüreğimden kederim, sular seller halinde akıp, gider. Cıvıl cıvıl olan bu çiçeklerin suçu ne, yoksulluk neden bu küçük insanları gelip bulur diye kendi kendime isyan ederim. Bu böyle olmamalı, çocuklar dünyanın pire ile deve orantısındaki adaletsiz paylaşımından insani çileden çıkartacak şekilde etkilenmemeli. Hem oyuncakları olsa belki beni de taşlamazlar, öyle değil mi?
Amerikalı ünlü şair Sylvia Plath intihar etti. O buhranlı olan yaşantısına daha fazla vize vermek istemedi. Buna dur deyip, noktayı kendisi koydu. Çok hazin, üzülmemek elde değil. Geriye kendisinden iz olarak, onun şiirlerini sevenler tarafından iyi bilinen pek çok ahenkli mısra kaldı. Kendisi de deli bir kız olabilir mi, bilemiyorum. Ama Sylvia Plath’ın, bildiğim bir şiirde bir kaç mısra kabul buyurursanız, sizlere armağan ediyorum.
“Deli Kızın Aşk Şarkısı
Düşledim büyüyle beni yatağa çektiğini
Ve çılgınca öptüğünü, delice şarkı söylediğini.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)”
Bugün aklıma her hangi bir deyim veya atasözü gelmedi. Kusuruma bakmayınız, lütfen!
19 Şubat 1963 – Cuma
Sevgili Kum Kentliler,
Tekel mallarına zam yapıldı. Üst üste gelen zamlar altından kalkılır gibi değil. Milletin tek teselli kaynağı olan sigara ve rakıya büyük zamlar geldi. Yeni Büyük Rakı 7 lira 10 kuruş, Yeni Harman Sigarası 2 lira 50 kuruş, Birinci sigarası da 85 kuruş olmuş. Tuz, kahve, Üçüncü ve Halk sigarası bu zamlardan, çok iyi kuytu bir köşede saklandıkları için nasiplerini alamamışlar.
“Vermeyince Mabud, ne yapsın Sultan Mahmut.”
1 Nisan 1963 – Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Cami avlusunda uzun uzadıya volta attıktan sonra, köyün içine doğru yürüdüm. Erkekler bahar güneşinin altında üçer beşer kişi bir araya gelip, sigaralarını büyük keyifle tüttürürlerken, kadınlar yine hummalı bir çalışma içindeydiler.
Köyde ilk tepik (tezek) üretiminin açılışı Şixi Hecike’nin karısı Cune tarafından yapıldı. Açılış için herhangi bir protokol veya seremoni yoktu. Fakat komşu kadınlar Cune’nin maharetli ellerinin atikliğine ve üretiminin seriliğine büyük hayranlık ve gıpta ile bakıyorlardı. Çarçabuk yaptığı tepikleri evinin duvarına bir vuruşta yapıştırmasını ise, garip kaçmasa alkışlayacaklardı. Fakat her defasında, kendilerine hakim olarak, bu eylemlerinden vazgeçiyorlardı. Bugün Camili Köyü için tarihi bir gündü. Tepikler hayırlı ve uğurlu olsun. İşin ustası Cune açılışı yaptığına göre, fazla gecikmeden, köyün diğer hanımları da kollarını sıvayabilirler.
Günün deyimi: “Zurnacının karşısında limon yemek.”
Saygılar...
3 Haziran 1963 - Pazartesi
Sevgili Kum Kentliler,
Bugün yıllarca “ensesinde boza pişirdiğimiz – dar kafalılığımız ile dünyayı kendisine alabildiğine dar ettiğimiz” kainatın en büyük şairlerinden Nazım Hikmet öldü. İçimden bir şeyler koptu, aktı ve paramparça oldu. Ayaklarım, ellerim tutmaz , sesim çıkmaz oldu. Göğsüm bıçaklanmış gibi ağrımaya başladı. Bedenim bütünüyle titredi. Kendimi hepten kaybettim. Kendime biraz olsun geldiğimde, dayak yemiş gibiydim. O insan ki, bütün olumsuzluklara karşın, çok güzel bulduğu hayata, içler acısı bir vatan hasretini, güzel yüreğinin derinliklerinde her daim hissederek, Marmara Denizi mavisi fırtınalı gözlerini sürgünde yumdu. Akla ilk gelen sorular; karanlıkların aydınlığa çıkmasını “gayrık yeter” deyip, bundan kelli kim sorgulayacak, bu mendebur düzenden kim hesap soracak? Sevgiliye kim şiirler yazıp, aynı yavukluya “fasulyenin bir türlü pişip pişmediğini” düşündürecek, kim tutkuyla seven kıpır kıpır yürekleri hüzünlendirip, insanları güldürüp, umutlandıracak? Bugün Nazim’in ölüm haberi, O’nun gibi ulu çınarlar yetiştiren, doğduğu bu bereketli topraklara, kızgın bir demir tabakaya, büyük bir damla su gibi düştü. Sevdalısı olduğu İstanbul’una, yanıp tutuştuğu saman sarısı saçlı Vera’sini getirip gezdiremedi. İki sevdasını bir araya getiremedi. Aşığı olduğu Türkiye insanının, Balaban, Yasar Kemal ve Orhan Kemal’lerin kulaklarında ölüm haberi çınladı, sevenleri biçare boyunlarını büktüler. Nazım öldü. Ama Camililer bundan haberdar değiller. Cami avlusunda yalnız başıma kimselere sezdirmeden, iki dakikalık saygı duruşunda bulundum. Bunu salt şaire olan büyük saygımdan ve kendi yüreğimin iç huzuru için yaptım. Büyük ozan huzur içinde yatsın.
Günün deyimi: “Ensesinde boza pişirmek.”
5 Haziran 1963 – Çarşamba
Sevgili Kum Kentliler,
Nazım’ın, yani şairin ölümü; yüreğimi dağlamaya devam ediyor. Bütün hücrelerimde derinden hissettiğim sızıyı, onun bildiğim şiirlerini kimseler duymayacak şekilde kendi kendime mırıldanıyorum. Şair sürgünde, Moskova’daki evinde her zaman olduğu gibi, yine memleket hasreti ile çok erkenden kalkmış. Saat 6.30 da ikinci kattaki evinin merdivenlerini inerek, memleketimden acep bir haber var mı kaygısı ile gazetesini almak istemiş. Fakat gazetesine uzanırken, hasreti ile yanıp kavrulduğu memleketinden tek haber okuyamadan, duygu ve güzellik dolu kalbi onu yarı yolda bırakıyor. Bu ölüm bana çok ağır geldi. Dünya fakirleşip, acınacak hale geldi, bana soracak olursanız. Ne yazık dünyaya, onun bir Nazım’ı yok artık.
Camili Köyü sessiz ve sakin. Çıt çıkmıyor. Yakında arpa tarlaları biçilecek. Camililer ceplerini çil paralarla dolduracaklar. Acaba çocuklarına üst baş ve oyuncaklar alırlar mı, bilemeyeceğim. Kim bilir içlerinden bunu düşünenler de olur belki. Haydi hayırlısı, bugünlük de bu kadar. Sevgi ve saygılarımla.
Günün deyimi: “Akıl akıl, gel çengele takıl.”
16 Haziran 1963 – Pazar
Sevgili Kum Kentliler,
Günlerden Pazar olmasına rağmen, eloğlu, hem de pek çoğunuzun sevmediği kızılı türünde olanı, tatil günü falan demeden; tasını, tarağını, cımbızını, aynasını ve kızıl rujunu alıp, uzaya çıktı. Bir Rus hanımı. Hem de dünyada bir ilki gerçekleştirdi, bayan Valentina Tershkova. Doğrusu ne diyeyim, Rusların kovaları ters de olsa, bizim “Düzkova” larımız ne yapıyorlar ki? Yiğidi ne öldürelim, ne de hakkını yiyelim derim. Doğru olan da bu kanımca. Anımsayacağınız gibi, daha bir kaç gün önce yazmıştım. Cune’nin yaptığı “tepikleri” de elbette kızıl Tershkova Hanım yapamaz. Eğri oturup, düz konuşmaya gereksinim duymadan, konumuz ile ilintili güzel bir Nazım Hikmet (gerçi O da kızıl ama ne yapacaksınız ortalık kızıl dolu. Gözlerim kamaşıyor. Yanılıyor muyum dersiniz? Galiba tüm güzellikleri de kızıllar yapıyorlar, diyeceğim ama... sümme haşa beni de kızıl sanacaksınız. Töbeee... Töbee...)
“Aya gidilecek
daha da ötelere,
teleskopların bile görmediği , yere.
Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç
kalmayacak,
korkmayacak kimse kimseden,
emretmeyecek kimse kimseye,
yermeyecek kimse kimseyi,
umudunu çalmayacak kimse kimsenin?
……………………………………………”
Nazım Hikmet Ran”
Günün özdeyişi: “Eğri düzü beğenmez, bu da bizi beğenmez.”
Saygılar...
Amsterdam, 16 Haziran 2011

1 Mayıs 2011 Pazar

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 3
         
         Biraz hayal kırıklığı yaşıyorum desem yeridir. Bu sizlere yazdığım üçüncü mektubum. Yazma şevkimde herhangi bir düşüş olduğu aklınıza gelmemeli. Ama şu da var ki, “gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” derlerdi de inanmazdım. Buraya geleli bunca zaman oldu. Evet gözden epeyce ırak olduk, ama gönülde peçeli meçeli de olsa, en azından İran olabilseydik. İran falan işin latifesi. Ama yazdıklarıma karşılık, sizlerden hiç yanıt alamayınca gönlümü bir buğu bulutu kaplamadı değil. Oysa ben de bir iki satırcık alabilseydim, ziyadesi ile mutlu olup, rahatlayacaktım. Bunu da hemen iki arada bir derede itiraf etmiş olayım.
          Bu tarifi mümkün olmayan yeri anlatmaya çalışarak, üstesinden zor geleceğim bir yükün altına girdim. Çünkü dünyada olduğum zamanlar, bendeniz de burada olup bitenleri çok merak ediyordum. Aklıma esti ve bir defa girişmiş oldum bu işe. Görüyorum ki kendimi iyice kaptırmışım, yazdıkça yazıyor, tüm bildiklerimi ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.  Şimdiye kadar bizim bu tarafa, yani dünyada bulunduğum esnada, öteki dünya diye adlandırdığımız bu gezegene milyarlarca insan göç etmek zorunda kaldı. Bu göçler tek tek olsa da, zaman zaman vahşice toplu katliamlar, gayri insani savaşlar, kimliği meçhul cinayetler ve daha sayamayacağım kadar nedenlerden dolayı olageldi. İnsanlar çıkarları için, gözlerini kırpmadan sinek öldürür gibi birbirlerinin kanına girdiler. Hayatı doyasıya yaşayamadan pek çok canı insafsızca bu tarafa yollandılar. İnsan görünümlüler bu yollama işini, bizim Azrail hazretlerinden daha çok benimsemiş durumdalar. Bildiğim kadarı ile Azrail önce hastalanmanı, uzun uzadıya hastanede, evde istirahat etmeni sağlıyor. Hatta bazen tedavini yapmak için uğraşan doktorunun kulağına;
    “Doktor, söyle ona veya yakınlarına, bu kadar zamanı kaldı. Onu gelip, bu tarihe yakin bir zamanda alıp, beraberimde götüreceğim.” Doktor da sanki kendisi biliyormuş gibi bir edayla (çoğu zaman da bunun karşı taraf üzerinde ne kadar büyük bir moral ve motivasyon bozukluğuna neden olacağını gözetmeden, işin empatisini ise hiç yaşamadan), baklayı ağzından çıkarır.
    “Efendim, yaptığımız tedaviler sonuç vermedi. Allah’tan umut kesilmez ama, en iyi koşullarda iki aylık, bilemediniz üç aylık bir zamanınız kaldı.” Azrail burada pazarlık payı bırakarak, durumun fazla vahim olması veya çok diretme söz konusu ise “bilemedin üç ay” olur, şeklinde açık bir kapı bırakır.
         Düşünüyorum da insanlar başkalarının köküne kibrit suyu dökmek için ne kadar makine, alet edevat veya diğer adıyla silah üretmişlerdi. Ben artık orada olmadığımdan böyle söylemek zorunda kalıyorum. Öyle ki bir düğmeye basılması halinde, milyonlarca insanı öldürebilecek kapasitede ve hangi akla hizmet ettiği bilinmeyen insan beyninin eseri sistemler ortaya konmuş. Tüm bunları düşününce, hele de yaban elde daha bir hayıflanıyorum. Ama yapılacak bir şey yok. Güç canavarların elinde.
         Bu sıralar postacılar daha hızlı çalışır oldular. Etraftaki komşuların çoğuna, o daha önce sözünü ettiğim mektuplardan getirdiler. Alttaki, hani şu birlikte Hayyam’ın şiir dinletisine gittiğim, Azeri komşuma da dün bu mektuptan geldi. Halbuki Azeri Samet buraya benden üç hafta sonra gelmişti. Bana henüz böyle bir şey gelmedi. Hadi hayırlısı. Gelen evrak mahkeme celbi gibi resmi bir belge. Komşu göz ucuyla bana da korka korka gösterdi. Belgenin altında adını sanını duymadığım onlarca meleğin imzası vardı. Samet’e bir ay sonrası için randevu vermişler. Yirmi adet vesikalık resim, harç pulu, Araf Mahalle Muhtarlı’ğindan ikamet belgesi, iş kontratı gibi pek çok şey istemişler. Muhtarlıkta bu işler için bir fotokopi makinesının ve bilgisayarın tahsis edildiğini, gerekirse bunlardan ücretsiz yararlanabileceğini de belirtmişler. Aman ne hizmet! Tabi ben bunları sonradan komşumdan duydum. Kendisi oldukça tedirgin ve telaşlıydı. Tüm bu verilere bakıp, komşunun cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceği belirlenecek sanıyorum. Zaten arşivlerdeki kalın defterlerde her şey olduğu gibi yazılıymış. Geçen gün üst üste bir kaç gün çok sıkı korunan bu arşivlerin bulunduğu devasa binaya bir kaç kişiyi girip, belgelerde değişiklik yapmak isterlerken yakalamışlar. Zaten zor olan durumlarını daha da güçleştirdiler. Anlayacağınız bizim Azeri Samet’in durumu pek “yahşi” değil. Burada torpil ve rüşvet verme durumları da yok. Kartvizit alıp, “gelen yakinimdir” diye arkasına yazdıramıyorsun. Allah bu güzel insanın yardımcısı olsun, ne diyebilirim ki. Kimileri de, her an genel bir af çıkacak diyorlar. Bu ne derece doğru bilemiyorum. Öyle ya dünya malı dünyada kalır denildiğine göre, hani çok çok ağır değilse, dünya günahı da aynen orada kalmalı derim, ama beni kim dinler. Bazılarına benzememek için sakal bırakamıyorum, bir karış sakalım da olsa, söylediklerimin bir hükmü olmayacaktır.
         Bu demektir ki; bugün yarın ben de böyle bir evrak alıp, soğuk terler dökebilirim. Pek çok belge isteniyor ve bu geldiğin ülkeye, bağlı bulunduğun inanışa, hangi milletten oluşuna ve daha pek çok özel durumlara bağlı olarak değişebiliyormuş. Ayıkla pirincin taşını. Bana göre işlediğim günahlar nelerdir? Ne bileyim kardeşim. Unuttum gitti. Herhangi bir günah işlemedim diyeceğim ama günah denilen kavramın kıstası ve ölçüleri nelerdir, bilemiyorum. Ben bunları söylemesem dahi, tüm bunların dokümanı kronolojik bir sıralama ile onlarda kayıtlıymış. Sizde kaydı varsa, ben garibandan ne diye tüm bunları istersiniz. Sonra yirmi adet resim. Benim bildiğim en fazla altı tane istenirdi. Bürokraside saçmalığın hattı hesabı yok.
         Gün boyu çalıştım. Kendimi çok yorgun hissetmeme rağmen yine de yazmaya devam etmek istiyorum. Yazıp, burada olup biteni dilim döndüğünce anlatmanın beni kaygılarımdan biraz olsun uzaklaştırıp, rahatlattığını hissettim. Aksi taktirde her şeyi içine atmanın da bir anlamı yok. Sonuçta bir yanardağ gibi lavlarını dışarı atıp, çevreme zarar vermek niyetinde değilim. Onun için her şeyde olduğu gibi (“yarin yanağı hariç”) paylaşım güzeldir, paylaşım rahatlatıyor.
         Cennete veya cehenneme gönderilsen, burada yaşam sonsuz olduğu için insanlara ne çocuk, ne de yaşlı denmemesi için ortalama bir yaş düşünülmüş. Herkes yaklaşık otuz beş yaş görünümünde. Çocuklar da büyüdükleri zaman gelip bu yaşta kalacaklar. Bundan sonra ölümsüzleşecekler ve daha fazla yaşlanma da olmayacak. Ben minyon tipli olduğum için otuz beş yaşına indirildiğim halde, daha genç gösteriyorum. Aslına bakarsanız buradaki teknoloji bazı alanlarda uygulanması halinde dünyadaki nano teknolojilerine taş çıkartacak cinsten. Şöyle anlatayım; ilk gelişte bir kapıdan geçiyorsunuz. Size yansıtılan bir ışın ile doksan yaşında veya iki bin yıl önce doğmuş olsanız da, hemen otuz beş yaşına geliyorsunuz. Çok biçimli bir ağız, burun ve gözler yüzünüzde hemen kendiliğinden oluşuyor. Çok daha farklı bir insan oluyorsunuz. Yeni görünümüne alışman elbette uzunca bir zamanını alıyor. Cüceler dahi yaklaşık bir seksen, bir doksana boyuna getiriliyor. Akla gelmeyecek yerlerinden yağlar aldırmana, boks ringinden yeni inmişsin gibi mor ve bantlı burunla haftalarca dolaşmana gerek yok. Bazı cüceler kendileri ile oldukça barışık olduklarından, oldukları gibi kalmak isteseler de, nafile. Hiç bir operasyona gerek kalmadan, neşter kullanılmadan, bir saniyede çok yakışıklı veya oldukça güzelleştiriliyorsunuz. Dişler incileşirken, dökülen saçlar sırmalaşıyor, isteğe göre kömür karası, saman sarısı veya kumrallaştırılıyor. Bayanların örtünme, peçe, turban veya eşarp bağlamalarına gerek yok. Tüm bayanların başları açık. Abartılı olmasa da hepsi hafif makyajlı ve güzel parfümlü kokular saçıyorlar. İnsanlığı radikal değişiklikler bekliyor. Bu neden ile tüm bunlara hazırlıklı olmak lazım.
         Belli bir geçiş dönemi olduğu için olsa gerek; insanlarda cinsellik içgüdüsü de sıfırlanmış durumda. İçki günde iki kadehi geçmeyecek şekilde ayarlanmış. Sadece şarap ve bira mevcut. Bıkıp usanmadan her defasında rakı sorduğum halde, bunun olmadığını, gelip gelmeyeceğini de bilmediklerini söylüyorlar. Oysa bir kadeh buzlu rakı, yanında da bir dilim kavun ve beyaz peynir ne kadar da iyi olurdu.
         Polis, jandarma veya herhangi bir güvenlik gücü mevcut değil. Zaten herkes sindirilmiş durumda. Alabildiğine tedirgin ve kafalar “belkilerle” dolu. Bütün insanlar apart türü evlerde yaşıyorlar. Bir oda, salon, açık bir mutfak ve diğer bölümeler. Karı koca da olsan, insanlar birbirlerinden bi haberler. Sorup soruşturmak gerekiyor ki, zaten çoğu kadın ve erkek dünyada birbirlerinden bıktıkları için, arayıp sormak akıllarına dahi gelmiyor.
         Müslüman, hiristyan, musevi, budist ve ger türlü inançtan insan bir arada yaşıyor. Ortak dil Arafgi denilen bir lisan ve çok çabukça özel yöntemlerle öğretiliyor.
         Her tarafta sürekli klasik müzik çalıyor. Günün yirmi dört saati diyeceğim ama değil (burada günler otuz altı saatten oluşuyor), tüm gün boyunca klasik müziğin tüm dönemlerinden kesitler sunuluyor. Sırayla rönesans, barok, klasik, romantik ve modern döneme ait dünyadan bildiğimiz melodiler art arda tüm sokaklarda yankılanıyor. Özlemlerimden büyük olanlardan biri de, bize özgü o güzelim melodiler. Günlerden bir gün şöyle Neşet Ertaş’tan “Bağa gel bostana gel” türküsü apansız kulaklarımda çınlasa ne kadar mutlu olacağım, ama kim bilir bir gün o da olur! Çıkmış canın da umudu başka oluyor, sanırım.
         Kaldığımız Arafgrad şehrinde çok büyük bir çarşı var. Çarşıda her türlü mağaza, kafe, restaurant ve benzeri dükkanlar mevcut.  Para ile alış veriş olmadığından dolayı, bize verilen karneler ile istihkakımız olan her şeyi alabiliyoruz. Kafelerde istediğin kadar çay ve kahve içebiliyorsun. Alkollü içki olarak, sadece şarap ve bira mevcut. İki bardaktan daha fazla içme hakkın maalesef yok. Bu veriler karnene günlük olarak işlendiğinden, başka bir yerde üçüncü bir kadeh daha içemiyorsun.
         Diğer önemli bir konu da ibadet yapmana gerek yok. Zaten daha önce yaptıkların sayılıyor ve bundan sonra yapacaklarının bir kıymeti harbiyesi olmadığı düşünüldüğünden, böylesi bir uygulamaya gidilmiş. On iki yaşından küçük tüm çocuklara herhangi bir sorgu ve sual  yapılmadan hemen cennete gönderilecekleri söyleniyor.
         Milyarlarca insan günümüze değin ketumluğunu korudu. Buraya ait tek bir noktayı dışarı yansıtmadı. Şimdilik benden de bu kadar bilgi yeterli olsa gerek. Umarım bunca sitemden sonra, sizler de bana yazar ve beni bir başıma bırakmazsınız. İkinci mektubumda adresimi sizlere iletmiştim. Şimdiden zahmetleriniz işin çok teşekkürler. Gönlümü bu garip yerde, sizler hiç değilse yazacağınız bir iki satırla hoş tutun, lütfen.
“Aklım mı?
O yüzsüz bir misafir
Hep sende
 kalıyor”  diyordu, Cemal Süreya. Benim aklım da sizlerde kalıyor. Dünyanın tüm insanlarını fark gözetmeksizin çok seviyorum. Bir Cahit Sıtkı şiiri ile sizlere veda etmek istiyorum. Hepinize kucak dolusu taze ekmek sıcaklığında selamlar. Sevgi ve saygılarımla.


DALGIN ÖLÜ
"Dün güzel bir kadın geçti
Kabrimin yakınından
Doya doya seyrettim
Gün hazinesi bacaklarını
Gecemi altüst eden
Söylesem inanmazsınız
Kalkıp verecek oldum
Düşürünce mendilini
Öldüğümü unutmuşum "


Mevta Mevtaoğlu
Arafgrad, 29 Nisan 2011 

26 Nisan 2011 Salı

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR – 2








MEVTADAN MEKTUPLAR – 2 
         Canım çok sıkkın. Hani ne yapacağımı kestirebilsem, belki biraz olsun rahatlarım. Durum böyle olmasına rağmen, daha önceki mektubumda, sizlere ilk fırsatta yeniden yazacağıma dair söz verdiğimden, iş başa düştü. Bu nedenle bunalım ve buhran hallerimi bir tarafa bırakıp, sizlere yeniden yazmalıyım, diye düşündüm. Günlerdir her tarafta kaynayan kazanlar, burnuma gelen o iğrenç ve yapış yapış katran kokuları, inşa halindeki ne idüğü belirsiz asma köprüler ve diğer hazırlıklar; zaten darmadağın olan beynime, çok olmazsa olmazımmış gibi bin türlü olumsuzluğu getirip, çöreklendiriyorlar. Derken insanda zırnık kadar akıl ve moral kalmıyor. Sanki Allah’ın "ittir ettiği" bu yere gelmek için bizzat kendim davetiye çıkarttırmışım da, bundan benim haberim yok. Bunalmamak elde değil. Fakat yapılacak bir şey de yok elbet. Beklemek ve sabretmek paslı bir tepside sunulan tek seçenek. Umarım uzun uzadıya yazmaya çalıştıklarımla sizleri sıkmıyorumdur. Sürç-i lisan ediyorsam af ola. Bu satırları insanlık adına sizlere tüm iyi niyetimle yazdığımı bilmenizi isterim. 
         Bir önceki mektubumda, adresim belli olursa bunu da ileteceğimi belirtmiştim. Övünmek gibi olmasın ama gerek dünyada, gerekse burada sözümün arkasında hep durdum ve bu nerede olursa olsun, iki elim kanda veya biri yağda biri balda da olsa, bu böyle devam edecek. Ben de öyle hile hurda olmaz. Bu satırları okurken hafiften dudaklarınızın tebessüm etmek için gerildiğini görür gibi oluyorum. Duyduğunuz güvenden dolayı sizlere müteşekkirim. Beni bu nahoş ortamda, bir yudum da olsa hoş kılıyorsunuz. 
         Bu diyarda yavaş yavaş kıdemli oluyorum. İnsanoğlu, her şeyin çaresi olan zamanın (hızla olmasa da), kabullenilmesi olanaksızmış gibi görünen tüm güçlükleri,  sonuçta özüne buyur etmek zorunda kalıyor ve akabinde de bunlara kanıksıyor. Size peşinen söyleyeyim. Allah ömrünüzü uzun kılsın. Her beşerin yolculuğu er veya geç buraya olacaktır ki, bu şimdiye değin hep böyle olageldi. Dediğim gibi geldiğinizde, beni bulursanız kısıtlı da olsa tüm olanaklarımı size seferber edeceğime dair de sizleri temin ediyorum. O yaşam aşkıyla pır pır eden yüreğiniz rahat etsin. 
         Bu güzergaha doğru, dönüşü olmadığı söylenen yolculuğun konforu da yine maddi durumunuza bağlı. Zenginin işi her zaman olduğu gibi, Almanya’dan daha iyi. Onların gelişi son derece lüks uçakların kendilerine tahsis edilen VIP kısımlarında oluyor. Fakir ve garibanlar da her an devrilecekmiş gibi yalpalayan, eski püskü otobüsler ve diğer vasıtalar ile aylarca süren bir yolculuk sonrasında bin bir zahmet ve sıkıntı ile ulaşıyorlar. Aslına bakarsanız çarçabuk ulaşmanın bir anlamı da yok. Zenginler onları nelerin beklediğini bilmedikleri ve keyiflerine olan düşkünlüklerinden dolayı bu işi olabildiğince aceleye getiriyorlar. Koştura koştura gelinen yer, bu zahmete hiç de değmiyor. Reklam olmasın ama ben Mercedes marka bir araba ile geldim. Yolculuk oldukça rahattı. Yolda piknik falan yaptık, konakladık ve kendimizi fazla yormadık. Ben bu zorunlu yolculuğa, gece ve gündüz gidilecek, ince ve uzun olarak tarif edilen yola bir tanıdık ile birlikte çıktım. Gerçi fazla samimiyetimiz yoktu ama aynı mahallede oturuyorduk. Yol arkadaşımın kendisinden pek de hoşlanmazdım. Bunu mahallede her ne kadar belli etmemeye çalışsam da vücut dilim ele verirdi. Kendisi oldukça varlıklı sayılırdı. Dünya görüşünün bana ters olması, ister istemez aramızda belli bir mesafenin oluşmasına neden oluyordu. Ama yine de sağ olsun, rica minnet sonrasında beni arabasına aldı. 
         Bulunduğumuz yeri biraz tarif edecek olursam. Burası yüksek tepelerden oluşan, engebeli bir yer. Öyle fazla bir yeşillik, park, bağ ve bahçe yok. Bir kaç tane nehir geçiyor. Fakat bunlar nereden doğarlar ve nereye dökülürler, henüz bu coğrafi bilgileri edinemedim. Gereksiz bir bilgi olduğu için acelesi de yok. Dünyayı karış karış belledik de ne oldu sanki. İşte sonumuz bu. Bu deve öyle veya böyle güdülecek. Çünkü bu diyardan ayrılmak yok. Bulunduğumuz yer oldukça geniş bir alan. Çok ilerilerde göğe kadar kara perdeler yükseliyor. Bu perdelerin arkasını göremiyoruz. Söylenen o ki; perdenin bir tarafı cennet, diğer tarafı ise cehennemmiş. Ben de buradakilerin yalancısıyım. Kendi gözlerimle henüz göremedim. 
           Size,  bana yazmanız için, daha yeni edindiğim adres bilgilerimi vereceğim. Buraya Araf Mahallesi diyorlar. Henüz posta kodu uygulamasına geçilmemiş. Ama Pazar günleri de dahil postacıyı her gün görüyorum. Kapı kapı dolaşıp, duruyor. Ben daha herhangi bir mektup almadım. Anlayamadığım; siyah üniformalı posta görevlisi, kime mektup verse, sanki celpname vermiş gibi, alıcıya hemen elindeki kirlenmiş buruşuk defteri imzalatıyor. İşin tuhaf yani da, her imza atanın yüzü kızarıyor ve soğuk terler döktüğünü gözleminizden kaçırmıyorsunuz. Gördüğüm bu, sanırım pek hayra yorulacak haberler yer almıyor. O nedenle böylesi bir mektubun gecikmesi veya hiç gelmemesi daha iyi olacağı kanaatindeyim. Size vermek için adresim tam belli oldu, ama kartvizit bastırma olanağım henüz olmadı. Yoksa bu mektup ile birlikte bir de kartımı eklerdim. Hamiline falan yazmama da gerek kalmazdı. Her hâlükârda yakınım sayılırsınız. Mekânımın ve gönlümün kapılarının her zaman içe doğru açık olduklarını bilmenizi isterim. 
         Yukarıda da yazdığım gibi buraya geldiğinizde hiç değilse, size biraz olsun yol gösterir ve rehberlik ederim. Karınca kararınca da olsa bir nebze yardımımın dokunması halinde kendimi ziyadesi ile mutlu hissedeceğim. Unutmadan adresimi aynen yazıyorum.  
Rahmetli Mevtaoğlu 
Araf Mahallesi 
Sırat Köprüsü Bulvarı 
Kazancılar Sokak No: 2. Katran Sitesi 
                   Arafgrad/ Mevtanistan 
         Arafgrad şehri çok yüksek tepelerin üzerine inşa edilmiş. Manzara fena değil. Söylentiye göre; buraya getirilen bizler, cennet veya cehenneme gönderilmeden önce burada bekletiliyormuşuz. Herkes yüreği ağzında ne ile karışılacağını bekliyor. Görünen o ki, daha çok bekleyecek gibiyiz. Aramızda şöyle sakallı cinsinden olan bazıları kendilerinden pek emin görünüyorlar. Onlara göre cennetin zümrüt taşlı altın anahtarı kendilerine her an takdim edilebilir. Volta atıp, ellerini kıçlarının üstünde birleştirip, “benim yerim kesin cennet” diyorlar. Ama yine de kimin ne olacağı belli olmaz. Ben nereye gideceğimi pek kestiremiyorum.
         Doğrusu o kadar da kötü bir insan da değildim. Aynada kendime bakıp, aynayı taşlamamın gereği yok. Hiç bir Allah’ın kuluna zararım olmadı. Evet, yeri geldi, eğlendim, içtim, gezdim tozdum. Bildiğim kadarı ile hiç bir insana iğne ucu kadar zararım olmadı. Bu konuda değil aynada kendimi taşlamak, sevsem abartmamış olurum. Kendimden eminim ve zaten bu tüm çıplaklığı ile dosyamda da yazılmış olması gerekir. Yine de zamanı geldiğinde hangi tombala taşını çekeceğiz, bilemiyorum. 
         Size sözünü ettiğim perdelerin ardının bir tarafının cennet, bir tarafının da cehennem olduğunu söylüyorlar. Kulağıma gelen anlatımlara göre; cennet kat kat yükseliyormuş. Her yükseltinin malikleri, kişilerin amellerinin iyilik oranına göre belirlenecekmiş. Yani en iyiler, en üst katlarda ikamet edeceklermiş. Cehennem ise uçsuz bucaksız bir uçurum. Keşke size daha güzel şeylerden söz edebilsem ama yok. Gidişat içimi burkup, kıyım kıyım ediyor. Sizin de moralinizi allak bullak ediyorumdur. Yükü duygudan ibaret yüreklerinize korku salmak değil amacım. Zaten korkulacak bir şey de yok. Hâkim olan salt bir belirsizlik. O kadar. Aklınıza sakın kötü şeyler getirmeyin. İyi birer insan olmaya çalışmışsanız burada cennete girmek için değildir elbette. İyi olmak içinizde vardı. Aksi takdirde bir nevi alış veriş ve sahtecilik olurdu ki, bu da sizi ziyadesiyle mutsuz kılardı.
Bu karanlık konuları daha fazla deşmemin anlamı olmasa gerek. Vereceklerini söyledikleri kırk tane Huri veya Nuri de hiç ilgimi çekmiyor. Hangi dünyada olursa olsun, dünyalar kadar sevdiğim eşim ile bir birliktelik bana yeter. 
         İçimizde bir umut ile yaşıyoruz. Bulunduğumuz çizgi belki de güzelliklerin sonu, kötülüklerin başı değildir diye. Kaldığımız bu tampon bölgenin özelliği bu. 
         Oldum olası şiire meraklıyımdır. Bizim binanın alt kısmında İranlı bir Azeri kalıyor. Geçenlerde Ömer Hayyam’ın şiir akşamı düzenlediğini söyledi.  Büyük bir coşku ile kalktık gittik. Organizasyon çok muhteşemdi. Doğrusu büyük keyif aldım. Hayyam o ölümsüz rubailerini ince uzun sakallarını sıvazlayıp okurken, komşum da elini ağzına siper ederek, bana Azeri Türkçesi ile aktarıyordu. Fakat okuduğu tüm rubailer bildiğimiz rubailerdi. Adamcağız yüzlerce yıldır burada olduğu halde yazdıklarına tek satır eklememişti.  Şaşkınlığımı üzerimden atamadıysam da, yine de çok güzeldi. 
         Antepli Abdullah Dayımı, Zeki Müren ve Ayhan Işık'ı hala arıyorum. Sanırım yakında izlerine rastlarım. Bu konu da yeni yeni edinmeye başladığım ahbaplarım da bana yardımcı olacaklar. Bakalım onlar ne durumdalar. Bu konuda sizleri de elimden geldiğince bilgilendirmeye çalışırım. Aslına bakarsanız gidip, görülmesi gereken o kadar çok insan var ki, hangi birisini gidip göreceksiniz. Zaten haftada bir gün iznimiz var. Burada on güne bir hafta diyorlar. Bir ay kırk günden, bir yıl ise on sekiz aydan oluşuyor. Saçmalıkların bini bir para. Diyeceğim dokuz gün karın tokluğuna her gün on beş saat çalışıp, ancak bir gün tüm yorgunluğunun üzerine gelip çullandığı gün dinlenme günümüz oluyor. 
         Memleketim, eşim çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım ve dostlarım burnumda tütüyor. Aklıma geldikçe yüreğim daralıyor, adeta nefes alamaz hale geliyorum. Kendi kendime konuşuyor, bağırıyor, çağırıyorum. Ancak sesimi kime duyurabilirim ki? Kim bilir ardımdan ne büyük bir yas tutmuşlardır. Sağ olsunlar, ailemin yanı sıra sevenim çoktu. İnanmayacaksınız ama bir kaç kez de ben kendim için ağladım, saatlerce gözyaşı döktüm. 
         Sizlere yazmaya devam edeceğim. Yeni gelişmeler ile bu çok merak ettiğiniz diyardan haberdar etmeye çalışacağım. Bu sır perdesini kimselere sezdirmeden aralayıp, bir ilki gerçekleştireceğim. Bendeniz de Neşet Ağamın dediği gibi: “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım.” Dünyadaki tüm insanların büyüklerinin ellerinden, küçüklerinin gözlerinden; dil, ırk, din ve mezhep gibi yapay kavramları gözetmeksizin öperim. Mutlu kalın. Sağlıcakla kalın! 
Amsterdam, 25 Nisan 2011  
  
 
 

14 Nisan 2011 Perşembe

BİR MEVTADAN MEKTUPLAR - 1


MEVTADAN MEKTUPLAR - 1
        Hayat mı? İstemim dışında var olan keyfime zoraki değmeselerdi, elbette tarifsiz güzeldi. Hani sıkıntılar girdabı, marazlı, hasta, sakat, kör, topal, yatalak da olsan, aksırsan tıksırsan da ve bir ekmeği beş nüfusa yetiremesen de dünyada yaşamanın güzelliği anlatılır gibi değildi. Hayatımın, yani sayılı günlerimin kıymetini iyi bildim sayılır. Yaşamın var olan bütün dallarını kıskıvrak elime geçirdim ve onlara olabildiğince sıkı sıkı tutundum. Tam anlamıyla keyfini çıkarıyordum, ta ki şu an içinde bulunduğum bu derin çukura birileri düşürene kadar. Anlayacağınız, kaçınılmaz son beni de gelip, buldu ve her şey olanca güzelliği ile geride kaldı.
        Kısa bir süre önce; uzun, kapüşonlu, entariye benzer elbisesi ve elinde büyük bir tırpan ile birileri gözüme ilişti. Gözüm pek tutmadı kendisini. Kötü şeyler olacaktı. Çok geçmeden tahminimde yanılmadığımı anladım. O her şeyi pervasızca alt üst etti, yaktı, yıktı, kül etti. İstemediğim halde beni alıp, bilmediğim bu yere getirdi. Benimle randevu yapmakta ısrar ediyordu. “Git başımdan kardeşim. Başka işin, gücün yok mu senin?” falan dedimse de, bir türlü başımdan savamadım. Dediklerime hiç kulak asmadı bile. Kardeşi falan da değilmişim. Ben de biliyorum kardeş olmadığımızı elbet, tanrı yazdıysa bozsun. Demem o ki, ben de lafın gelişi öyle söyleyip, başımdan savarım sandım. Lakin olmadı. Nuh dedi, peygamber demedi. İnadında sonuna kadar direndi. Yalvarmam ve yakarmam da, yanıma kâr kaldı.
        Zorla suçlu gibi getirildiğim bu yerde, işler tahmin edemeyeceğiniz kadar karışık ve yoğun. Kimin ne zaman ne olacağı belli değil. Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, her işe bizi koşuyorlar. Öyle yevmiye falan da yok. Kölelik devrinden çok daha kötü. Bu arada zaman kazanıp, randevu yaptığımız kişinin adını hatırlamaya çalışıyorum. Dedim ya öyle çok yapılacak şey var ki, başta akıl namına bir şey kalmadı. O nedenle her şeyi unutur olduk. Yanılmıyorsam adı “Azrail” olsa gerek. Doğru değilse siz düzeltiniz lütfen. Tanıştığımızda, ekselansları sanırım böyle bir isim söylemişti. Hatta kendisinin melek olduğunu falan da söylemişti. Her ne kadar “yaşamak direnmektir” dense de, en azından bu şiar buralarda tutmadı. Ben direnince, zaptı rapla ve bir sürü silahlı ve külahlı adamıyla gelip, beni de öteki dünya da denilen buraya yaka paça, hırpalayarak getirdiler.
        Biraz önce, beni alıp getireni çok merak ettiğim için, internet odasındaki görevliden rica minnet müsaade alıp, internete girdim. Aman allahım, ne kadar yavaş. Sayfanın açılması için yarım saat beklemek zorunda kaldım. Dünyadaki bağlantı buradakinden milyon defa daha hızlı. Ama neye mal olursa olsun öğrenmeliydim. Yoksa zaten tavşan uykusunu aratmayan yarım yamalak olan uykumuz da kaçacaktı. Öyle ya burada zaman kavramı yok, ona göre de kimsenin acelesi yok.
        Bu nedenle bağlantı ne kadar uzun sürerse sürsün. Sanırım teknoloji de dünyadakinden çok daha gerilerde. Alt yapı falan zaten hak getire, ara ki bulasın. İki lafın belini kıracağın kimsecikler yok. Ben de dahil, gördüğüm herkes düşünceli, dalgın ve tedirgin. İnsanı çıldırtan bir belirsizlik var. Bazen tanıdığım simalara rastladığım da oluyor. Kısa bir süre önce Liz Taylor’u gördüğüm de çok şaşırmıştım. Ben O’na o kadar hayran öldüğüm halde, hanım efendileri selamımızı bile almadı. Oysa ben peşinden koşup, imzalı bir resmini soracaktım. Bizim Ayhan Işık’ın yirmi kilometre ileride kaldığını söylediler. Zeki Müren de yakınlarda bir yerdeymiş. Memleketimin insanı. En azından gider onları görürüm ilk fırsatta. Hiç değilse oturur, varsa birlikte bir çay içer, memleketten bahsederiz. Memleket dedim de, buraya hiç haber ulaşmıyor. Çok zaman olmadı. Sanmıyorum ama Avrupa Birliği yolunda ilerleme var mı? Ergenekon davası ne oldu? Mısır ve diğer arap ülkelerinde herhangi bir değişiklik oldu mu? Saymakla bitmez, merak ettiğim o kadar çok şey var ki. Yakın zaman da memleketten tanıdık birileri gelse diyeceğim ama, olmayan düşmanım da gelmesin. Kalsın olduğu yerde. Gelirse biraz olsun merak ettiğim şeyleri öğrenirim. Tabi gelen kişi dünyadan bihaber değilse. Her şeyi ve herkesi öyle çok özledim ki, boynu bükük kalan çocuklarımı, bir güne bir gün beni incitmeyen dünyalar tatlısı karımı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi. Siz de işiniz gücünüz yokmuş gibi, şimdi benim cennette mi yoksa cehennemde mi olduğumu da merak ediyorsunuzdur. Bırakın o da benim özelim olsun. Ben hiç bir şeyi ağzımdan kaçırmadım, tabi siz de duymadınız. Etraf tele kulak kaynıyor. Aslına bakarsanız şu mübarek ağzımda ıslanacak bakla falan da yok. Ama ne bileyim, bu diyarda daha çok yeniyim. Herhangi bir duyum almadım ama neme lazım; belki buraların da “ergenekonu, jitemi, her türlü kontrası ve derinlikler için hizmet veren bilumum vatan-millet-Sakarya hizmetinde kuruluşları vardır. Nerede kalmıştık. Evet, güç bela Azrail’in adını araştırmıştım, onu anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘Google’a “Azrail’in diğer adı nedir?” diye girdiğiniz zaman, bir yerlerde “melek’ül mevt – ölüm meleği” yazsa da, asıl ilginç olan satırlar aynen şöyleydi. Azrailin diğer adı ‘Antep Canavarı Antep’li Abdullah Dayı” dır. Doğrusu şaştım da kaldım. Adamın ünü ta buralara kadar gelmiş. Biraz daha araştırdığımda, Antep’linin 1991 Haziranında benim gibi mevta olduğunu açıklıyordu. Anlaşılan Abdullah Dayı da buralarda olsa gerek. Sakın bir de o benimle randevu yapmaya kalkmasın. Bu kadarı yeter ama değil mi?
          İnsan bir defa ölür, on kez değil ya! Abdullah Dayı’nın hikayesi oldukça garip ve de tüyler ürpertici. Adam kendi çapında, yukarıda adını saymaya çalıştığım el pençe “vatan-millet ve Sakarya” hizmetlileri gibi bir kişiymiş. Gerçi onun öyle el pençe hizmet gibi bir kaygısı olmamış. İnanmayacaksınız ama Abdullah Dayı tam 43 kişiyi bu tarafa göndermiş. 38 ayrı cezaevinde 48 yıl hapis yatmış. 1991 Haziranında çıktıktan sonra da 48 gün yaşayamadan, bizim tarafa postaladıklarının ardından kendisi de, soluğu burada almış. Dayımın kitabını dahi kaleme almışlar. Dayıma ait bazı bilgileri not ettim. Aslında bilgisayarda çıktısını alacaktım ama yazıcı (printer) olmadığı için yapamadım. Ben de oradaki bir tükenmez kalemle hohlaya hohlaya kalemi ısıtıp bir kağıda bir şeyler karaladım. Oysa burası öyle sıcak ki, (dünyadan kalma alışkanlık işte, kalemi hohlamanın ne alemi var ) dışarıda yüzlerce kazan fokur fokur kaynıyor. Hayatımda hiç bu kadar çok çirkin kadını bir arada görmemiştim.
        Etrafta katran kokusuna benzer bir koku da var sanki. Her yüzlerce litrelik kazanın başında büyük kepçeleri ile birer çirkin kadın görevlendirmişler. Çirkin kadının yapacağı yemek de, olsa olsa kendisi gibi olur. Şahsen ben olsam; böyle binlerce insanımla bir yere yemeğe davet edilsem ve yemeğin bu kadar çirkin yaratık tarafından yapıldığını görsem, bunu kendime yapılmış bir hakaret sayarım. O yemeğe kaşığımın ucunu dahi daldırmadan çeker giderim. Bu kadar büyük kazanlarda kime yemek yapıp, kimi ağırlayacaklar bilemiyorum. Savaştan dönen bir ordu mu ağırlanacak acaba, dedim ya ben daha yeniyim bilemiyorum. Burnumu da her şeye sokmasam aslında iyi ederim. Sorması ayıp, bu kadar kazanı nereden buldular. Be mübarekler yüzlerce gereksiz kazanı alacağınıza, üç beş kuruş verip, şuraya bir yazcı alsanız daha iyi olmaz mıydı? Derdini kime anlatacaksın ki, Allah bilir burada Marko Paşa da yoktur. Ama olağan üstü bir hazırlık olduğu bes belli. Çünkü herhangi bir tören havası falan yok. Hadi hayırlısı bakalım ama, içim de pek rahat değil doğrusu. Bir tedirginliktir sardı, bütün bedenimi. Pek iyi şeyler olacağa benzemiyor. Az ileride de uzunca bir köprüyü andıran bir şeyler yapılıyor. Ben köprü diyorum ama, şimdilik sadece çok ince ve uzun bir ipi bir uçtan diğer uca gerdirmişler. Köprünün olduğu yer oldukça derin bir uçurum. Fakat müteahhit işi iyice ağırdan alıyor. Sanki köprü yapılmayacak da, bu ipte cambazları yarıştırıp, gösteri yapacaklar. Aklım epey eksik geldi, bunu da anlayamadım. Doğrusu dayımı oldukça çok sevdim. Nazım’in aynı cezaevinde olduğunu duyunca, onu da koğuşlarına almak için cezaevi müdürü ile görüşmüş. Nazım koğuşlarına verilirse bir daha adam öldürmeyeceğine dair, Bursa savcısına da yemin billah namus sözü vermiş. Hatta bunun için rüşvetini de eksik etmemiş. Çok geçmeden Nazım’ı aynı koğuşa vermişler. Burada dayımın kitabından biraz alıntı yapayım. Turhan Temuçin adlı tanımadığım bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ne diyeyim eline, yüreğine sağlık, ama dayımda anlatım o biçim. ‘Savcının yanından çıkınca koğuşa gittim. Baktım ki eşyalar yeni koğuşa taşınmaya başlamış.Yeni koğuşa taşındığımızda, Nazım baba da biraz sonra eşyalarıyla geldi. Zaten bir eşyası da yoktu. Kalktım elini öpmek istedim vermedi, boynuma sarılıp beni öptü.
          "Abi" dedim, "senin suçun ne? Niye yatarsın burada?
          "Benim suçum kalemimdir. Şiirlerimdir. İnsanları sevmemdir. Memleketimi de çok severim."
          Peki abi, biz yazmasını bilmeyiz ama, bizde insanları severiz. İnsanlara kötülük gelmesin diye işler yaptık. Haksızlığa tahammül etmeyiz, haksızlığa uğrayanın yanında oluruz.
          Benim atalarım da bu memleket için savaşmıştır. cenk etmiştir. O zaman bizim bunlardan da suçumuzun olması mı gerekir?"
          "Yok, sizin bunlardan suçunuz olmaz. Size bunlardan bir şey demezler, bize derler. Bu yüzdende bana ceza verirler."
          "Neden?"
          "Çünkü bana komünist diyorlar."
          "Komünist ne demek ağam?"
          "İşte bu anlattıklarım, yazdıklarım, düşüncelerim komünistlik oluyor."
          Ben bu "komünist" sözünü yeni duyuyordum.
          Güldüm:
          "O zaman demek ki, ben de komünistim de haberim yokmuş."
          Bu kez de o dev gibi adam güldü:
          "Yok olmaz öyle şey. Çünkü sen haksızlıkların üzerine silahla gidiyorsun. İnsan sevgisini, haksızlık yapanı öldürerek göstermek istiyorsun. Ben bu işi kalemimle yapıyorum. Kalemimle anlatıyorum.Senin silahın patladığı yerde kalır, benim kalemimse bu haksızlıkları anlatarak, bir gün bu düzeni patlatır, anladın mı?"
          Hiç bir şey anlamamıştım, ama bu dev gibi yiğit adamı çok sevmiştim. Nazım daha sonra Ankara’dan gelen bir emirle başka bir yere nakledilince, Abdullah Dayı; “Savcı ile olan kavlimiz bozuldu” deyip, icraatlarına kaldığı yerden devam etmiş. Peki ben ne yapayım. İyisi mi sorup soruşturayım. Abdullah Dayıyı bulayım. Görünen o ki, burada her şey zorlaşacağa benziyor. Köprüler, kazanlar falan yüreğimi daralttı. İyisi mi dayımın adamı olayım, kendisi ile güzelce muhabbetimi artırayım. Koluna gireyim, dost olayım, aramızdan su sızmasın. Hatta olmadı naramızı atıp, bize yan bakan kimsenin olup, olmadığını öğrenelim. Etrafı kolaçan edelim. Bari onun sayesinde; burada iyice ıslanıp, erimeye yüz tutan tuzumuzu biraz olsun kuruturuz, diye düşünüyorum. Dedim ya hayat güzel, nerede olursa olsun. Madem bundan sonra bu mekandayız, o halde bunu iyi kılmanın yollarını araştırmak gerekiyor. “Ya Allah, ya bismillah.” Kolları sıvayıp Abdullah Dayıyı bulayım. O’nu bir güzel kucaklayayım, o mübarek ellerinden öpeyim. Saygıda kusur etmeyeyim. Ağzından çıkan her kelimeyi bir emir olarak göreyim. Hemşehri sayılırız, hatta akraba dahi olabiliriz diyeyim. “Abdullah Dayı nerelerdesin? Bekle beni geliyorum. Bekle ne olursun!” Mutlu olun. Beni kafanıza takıp, düşünmeyin. Hayatın tadını çıkarıp, diyarınızı peşin yaşanan cennet eyleyin. Ömrünüz bereketli olsun. Bir daha ki mektubumda adresim belli olursa yazarım. Kim bilir belki sizlerden de bana yazanlar olur.
          Kalın sağlıcakla. Selam ve sevgilerimle…

Adı – sanı mühim olmayan bir Mevta
Amsterdam, 10 Nisan 2011

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...