Altın Yele, dörtnala, olanca hızı ile birbirinden narin bin bir
çeşit kır çiçeǧi ile bezeli, yüksek tepeleri ve geniş ovaları kan
ter içinde, dur durak bilmeden, ardında yoǧun bir toz bulutu bırakarak
aşıyordu. Bu asil atın sırtında, gözleri çakmak çakmak olan genç, henüz on
dokuz yaşında, yaşamının baharında Alin adlı bir delikanlıydı.
Ardında kendisine sımsıkı sarılan, Çeribaşı Hıdır dayının kızı Poti’nin kömür
karası saçları uçuşarak, Alin’in yüzünü kapatıp, görmesini engellese de, O buna
dünden razıydı. Roman güzeli Poti’nin saçları mis gibi kokuyor, Alin kendisinden
geçiyor, yüreǧi Hüsmen aǧanın davulu gibi, göǧüs kafesini zorlayarak gümbürdüyordu. Duyduǧu mutluluktan, kavak yellerinin alabildiǧine estiǧi, bulutları aşan başı, yüzüne oturan geniş bir gülümseme ile dönüyor, dönüyordu.
Sarıya çalan ipeksi uzun yelesinden dolayı, Altın
Yele diye adlandırdıǧı atı ile O’nun arasına, Poti‘yi hariç tutarsa, kimseler
giremezdi. Poti’ye bütün varlıǧı ile delicesine aşık, atına ise ölesiye
vurgundu. Atının üzerinde kendisini, olduǧundan daha hür
ve doǧa ile iç içe hissediyordu. Altın Yele'ye dokunduğu, baktığı ve sırtına binip, dörtnala koşturduğu zaman, genç bedeninde özgürlüğü alabildiğine hissediyordu.
Ve Alin'in atı durup, dinlenmeksizin, rüzgar olup, koşuyordu. O, Altın Yele'yi durdurmak için gemini var gücü ile çekiştirse de, atı başını inatla yukarı doǧru kaldırıp, saǧlı sollu sallayarak, dört nala var gücü ile koşmaya devam ediyordu. Az ileride bulunan uçurumdan, canından çok sevdiǧi Poti ve Altın Yele ile birlikte aşaǧı uçması an meselesiydi. Panik içinde avazı çıktıǧı kadar, baǧırıyor, Poti korku ile kendisine daha çok sarılıp aǧlıyordu. Ansızın tökezleyip, kendisi ile birlikte büyük bir gürültü ile yere düşen atını durdurmak isterken baǧrışması ile hem kendisi hem de, Camili Köyünün harman yerine kurdukları çadırda bulunan babası Hıdır, Annesi Zarife, on altı yaşındaki kız kardeşi Güllü ve daha on ikisindeki kardeşi Mirza Can‘ı da derin uykularından uyandırdı. Annesi gelip, Alin'in baş ucunda telaşla ne olduǧuna bakarken, kabus gören oǧlunun kızıla çalan ince bıyıkları, al al olmuş yanakları, açık gri gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri ter içinde kalmıştı.
Art arda hızla nefes alıp, verirken, Altın Yele’nin adını derinden sayıklayıp durdu. Bütün ailesinin meraklı bakışlarının kendisine doǧrulduǧunu görünce, bunun bir rüya olduǧunu anladı. Küçük kardeşi Mirza Can‘ın yanaǧını sevgiyle okşayıp, ailesine merak edilecek bir şey olmadıǧını ima ederek, gülümsedi. Annesi, gözünün bebeǧi oǧlunun boncuk boncuk terlerini silerken, babası da bir hayli kabarık olan bıyıklarını kulaǧına doǧru keyifle, çekiştirerek burdu. Babası Hıdır, Alin’e karşı çok ceberut olsa da, iyi bir günündeyse, pamuk olup, yumuşadıǧı da oluyordu.
Ve Alin'in atı durup, dinlenmeksizin, rüzgar olup, koşuyordu. O, Altın Yele'yi durdurmak için gemini var gücü ile çekiştirse de, atı başını inatla yukarı doǧru kaldırıp, saǧlı sollu sallayarak, dört nala var gücü ile koşmaya devam ediyordu. Az ileride bulunan uçurumdan, canından çok sevdiǧi Poti ve Altın Yele ile birlikte aşaǧı uçması an meselesiydi. Panik içinde avazı çıktıǧı kadar, baǧırıyor, Poti korku ile kendisine daha çok sarılıp aǧlıyordu. Ansızın tökezleyip, kendisi ile birlikte büyük bir gürültü ile yere düşen atını durdurmak isterken baǧrışması ile hem kendisi hem de, Camili Köyünün harman yerine kurdukları çadırda bulunan babası Hıdır, Annesi Zarife, on altı yaşındaki kız kardeşi Güllü ve daha on ikisindeki kardeşi Mirza Can‘ı da derin uykularından uyandırdı. Annesi gelip, Alin'in baş ucunda telaşla ne olduǧuna bakarken, kabus gören oǧlunun kızıla çalan ince bıyıkları, al al olmuş yanakları, açık gri gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri ter içinde kalmıştı.
Art arda hızla nefes alıp, verirken, Altın Yele’nin adını derinden sayıklayıp durdu. Bütün ailesinin meraklı bakışlarının kendisine doǧrulduǧunu görünce, bunun bir rüya olduǧunu anladı. Küçük kardeşi Mirza Can‘ın yanaǧını sevgiyle okşayıp, ailesine merak edilecek bir şey olmadıǧını ima ederek, gülümsedi. Annesi, gözünün bebeǧi oǧlunun boncuk boncuk terlerini silerken, babası da bir hayli kabarık olan bıyıklarını kulaǧına doǧru keyifle, çekiştirerek burdu. Babası Hıdır, Alin’e karşı çok ceberut olsa da, iyi bir günündeyse, pamuk olup, yumuşadıǧı da oluyordu.
“Korkuttun bizi bea, deli kızanım. Artıkın sakinleş, ne olur.” deyip, O’nun kıvırcık kumral saçlarını şefkatle okşadı. Annesi allı güllü fistanını bir çırpıda toplayıp, telaşla;
“Ne oldu, ne gördün de rüyanda böyle çok korktun, be ya?”
“Yok bir şey anam, telaşlanma. Rüyamda Altın yele ile
bir uçurumdan az daha düşüyorduk, be ya. Ne yaptıysam, gem almadı Altın Yelem,
durmadı, sonra tökezledi ve yere düştük. Poti de ardımdaydı, hani en
çok da O’nun için korktum.”
“Alin’im, (h)adi be oǧul daha sabaha çok var.
(H)adi ayırlısı diyelim. O zaman tekrar yatalım. Çeribaşı Hakkı
dayın, Şuayip amcan, Ümmü teyzen ve Zürafiye yengen de
sesini duymuşlar, onlar da telaşla geldiler. Baban, dışarıda Çeribaşı Hakkı
dayının çadırının önünde O’nunla konuşuyor. Basur olasıca baban da gelir imdi.
Hadi uyu benim güzel oǧlum. Güllü, bi yol bak be ya. Ramazanda
geberesice. Sakil sakil (salak salak) bakınma etrafına. Maari, kırk yılın
başı gacılıǧını bi gösteriver. Yardım et de, Mirza Can da uyusun
bea.” Güllü cılız bir sesle;
“Tamam ana” deyip, Mirza’yı kolundan tutarak kendi yataǧına
çekti ve sıkıca kardeşine sarıldı. Alin sırt üstü yataǧına uzandı. Ellerini
kafasının altında birleştirdi. Gözlerini üst üste kırpıştırdı. Bakışları bir ara eğri büǧrü çadır direǧine asılı, şişesi
iyice isli gaz lambasında gidip gelen ışıǧa takılsa da, O’nun gözlerinin
önünde, içinde art arda güneşlerin patladıǧı, işveli roman güzeli, alımlı
Poti’sinin gözleri vardı.
Camili Köyü’nun harman yerinde Hıdır ve diǧer on ailenin
çadırlarının üzerine güneş ışık ipliklerini erken saldı. Her yer bir
anda aydınlandı. Irklar üstü bir kültürün bireyleri olan Adana yöresinden
gelen ve Cano aşiretine mensup romanlar da, Camili Köyü’nün
harman yerinde kurdukları çadırlarında vakitlice uyandılar. Roman elleri, uçsuz
bucaksız Dünya topraklarında; her daim göç halindeydiler. Onlar da, her roman gibi aynı zaman da gezgin birer
zanaatkardı. Anadolu'da, devlet onlara tarih boyunca, iş olarak sadece
cellatlıǧı reva görse de, kimselere dargın değillerdi. Oysa insanlıǧın ayrılmaz bir parçası oldukları halde,
buçuk millet olarak adlandırılıp, onurları "gacolar" tarafından
kırılan romanlar, devlet babadan hiç bir beklenti içinde olmadan, hayatlarını
idame etmek için neler yapmıyorlardı ki; elekçilik, sepetçilik, kalaycılık,
çalgıcılık, falcılık, hurdacılık, çöp toplama, köçeklik ve ayı oynatıcılıǧı
bilinegelen meslekleriydi.
Alin genç yaşına raǧmen kalaycılıkta ve klarnet çalmakta
roman aşiretleri arasında nam salmıştı. Bazı zamanlar kalay yaparken,
kazan büyükse içine girip, dans eder gibi hareketlerle, erittiǧi kalayı iyice
sıvarken, bir yandan da klarnetini öttürüyordu.
"Ooo... mastika, mastika, sigarası marlbora...
………………………………...................
Ayılana gazoz, bayılana limon…
…………………………………………...
Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara…."
Saçları darmadaǧın, altları çıplak, çükleri açıkta çocuklar
etrafına birikip, O’nu ilgiyle izliyorlardı. Alin klarnet
çalmaya görsündü, yer yerinden oynar, roman ölülerinin ruhları dahi
gelip, raks ederlerdi. Bir kaç ay önce, mart ortalarında “humbara” ve
mayıs ayında kutladıkları “kakava bayramlarında” kuzeni Tacettin darbuka
vurmuş, Alin ise avurtlarını balon gibi şişirip klarneti ile herkesi öyle çılgınca
eǧlendirmişti.
Alin kabus sonrası daldıǧı derin uykudan, daha süt emen
bir bebek misali gerinerek uyandı. Dışarı çıktıǧında, annesinin Camili köyünden
bir yıǧın kalaylık bakır tencere, tava ve tepsiyi çadırlarının dışına
koyduǧunu gördü. İş başa düşmüştü. Sigara altı bir şeyler atıştırdıktan sonra,
kalay işine koyuldu. Bir taraftan da gözleri Poti’yi aradı. Poti de
annesi ile geçen hafta yaptıkları elekleri satmak üzere köye gitmişlerdi.
Haberi Poti’nin on yaşındaki kardeşi Dino’dan aldı. Poti burada
olmadıǧına göre, kalay yaparken sabahın bu vaktinde klarnet öttürmenin de bir
anlamı yoktu. Acele ile işine koyuldu, özenle kalaylık kapları ısıtıp, pamukla
her tarafa sıvadı. Her roman gibi, O da dünyanın hiç bir sorununu
kendisine dert etmiyordu. Gün elbette bugündü. Yarına Allah kerimdi. Yüzlerce
yıldır, Hint diyarından dünyanın dört bir tarafına göç etmiş olmalarına
raǧmen, "carpe diem - anı yaşa" olarak
adlandırıla bilinecek felsefelerindeki çizgi aynıydı. Kısaca ; "varsa
bayram, yoksa ramazandı."
Poti annesinin ardından, yorgun argın gelip, çadırlarının
önündeki mindere oturdu. Yan gözle komşu çadırına bakınca, Alin’in kendisini
uzaktan süzdüǧünü fark etti. Alin çadırına gidip, annesinin vazosundaki plastik
güllerden birini aldı ve Poti’nin yanına geldi. Plastik gül çiçeǧini Poti’nin
saçlarına taktı. Sevdiǧinin beline sarılıp, etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan,
bir güzel öptü. Yüzlerce metre ileriden bakanların, bu mutlu ciftin düşüncelerinin dahi güldüğünü görüyorlardı. Uzaklarda Camili Köyü’nün eşekleri ile harman
yerinde otlamakta olan Altın Yele, kocaman gözlerinin yer aldıǧı alımlı
kafasını gökyüzüne kaldırıp, keyifle kuyruǧunu sallayıp, uzun uzun kişnedi.
Romanlar bir ellerinde ayna bir ellerinde cımbız dünyanın dört bir yanında,
aynı ruh hali ile mutlu, barış içinde cennet eyledikleri yeryüzünde, kırtıpil bir hayatı sürdürmektense, gökyüzünü kucaklarcasına kollarını
açıp, renge renk elbiseleri ile klarnet ve darbuka eşliǧinde,
“şapii şapii - rina rinaaa” diye baǧırıp, dans ediyorlardı. Gökte
eǧlence var deseler, merdiven dayayıp, çıkan romanlardan, kulaklarımıza çalınan
güzel bir roman şarkısını duyar gibi oldunuz mu?
“Ayata ep aykiri ep aykiri gideriz.
Çünkü biz Edirne çingenesiyiz.
Şarabı çeker, yerimizde duramaz ep eyleniriz.
Atarız göbecikleri, yatarız yan gelip,
Akşama para bulursak beya,
Vururuz rakinin dibine
Yanında da balık.
Eyy babalık çal ordan 8-9 bir
roman avası,
Bulalim kendi avamızı.”
Bir roman sms'i ile bitirelim öykümüzü: "Astayım
mevlüde gelemem ama, akşama düǧüne gelirim."
Gacılar ve (h)ayat güzel mi güzel, bea… Sizce de
deǧil mi?
Amsterdam,
1 temmuz 2013