8 Haziran 2015 Pazartesi

BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI




BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI
                                                                                                                   

Antonio Vivaldi 1725 yılında notalarını kaleme aldığı dört ayrı konçertonun her biri, bilindiği gibi mevsimlerden birini anlatır. Vivaldi eşsiz güzellikte bir coğrafyaya sahip olan ülkesi İtalya’ya ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimini müzik notaları ile o diyarlara gelişini kulaklarımız yolu ile beynimize ulaştırır. İtalya çizmesinin doğusundaki Adriya Denizi ve çevrili olduğu batıdaki Tirejen Denizi’nin kıyılarına, Sardinya, Sicilya, Elba, Akdeniz’deki irili ufaklı bir çok adacığa, Po vadisine, Alp Dağlarına, Montblanca Tepesine, Toscana, Umbria, Lazio ve Campina ovalarına, Po, Tiber ve Arno Irmakları Maggiore, Cano ve Garda Göllerinin kıyılarına bu dört mevsimin hangi güzellikler ile gelip, sihirli bir şekilde nasıl kondukları anlatılır.
İlk konçerto olan ilkbaharda keman uyuyan bir keçi çobanını anlatırken, viyola çok heyecanlı bir köpeğin havlamalarını dile getirir. Diğer konçertolarda da mevsime göre yaşananlar müzik notaları ile verilirken, dinleyenler kendi yorumları ve yarattıkları fantezileri ile hayatı gözlerinin önünde canlandırarak, derin bir hayal dünyasına dalıp giderler. 
Bu denemede ise; İç Anadolu’nun kalbinin derinliklerinde yer alan Camili Köyü ve çevresine, dört mevsimin İtalya’ya kıyasla, nasıl geldiği anlatım olarak aktarılırken, okuma esnasında arka fonda ölümsüz besteci Vivaldi’nin bu eserini bir yandan dinliyor olursanız, bu bütünlüğü yakalamanızda büyük ölçüde  yardımcı olacaktır .

İLKBAHAR,
Güneş, Camili Köyünden yola çıkıp, Pur yaylasına doğru giderken, üç kilometre sonra Efendi’nin çeşmesinin üst tarafında yer alan, Qolit Tepesinin üst kısımlarına sabah yansımasını, sarı ve kırmızı renklerini yatık bir konumda saldı. Tepenin ortalarında bir yerde, gizli bir çukura yuvasını yapan Kınalı Kekliğin kapalı gözleri ışınlardan rahatsız olup, kamaştı. Kınalı Keklik hızla üst üste gözlerini kırpıştırarak açıp, kapadı. Ardından kanatlarını çırpıp, altında gözü gibi baktığı yumurtalarına bir yandan göz atarken, biraz da havalandırdı. Mutlu bir halde gülümserken, yine güneşin ışınları ile gördüğü rüyaların etkisi ile mayışıp, uyanmasını biraz erteleyen Baybay Baykuş bulunduğu taşın üzerinde aniden uyandı. Uzun uzun guklayıp, az ileride bulunan Kınalı Kekliğin mutlu ve aynı zamanda mağrur ifadeli bakışlarına gözü ilişti. Guklamasını bıçakla kesilmiş gibi aniden yarıda bıraktı. Kınalı, inatla yumurtaların üzerinde oturmaya devam ediyor, güneş geçen zamanla birlikte ortalığı daha da ısıtıyordu. Baybay Baykuşun merakı büyüktü. Kınalı kaç yumurta yapmıştı, yavrular ne zaman kabuklarını kıracaklardı, isimleri ne olacaktı, kaçı erkek kaçı dişi olacaktı.
Baybay Baykuş treni çoktan kaçırmıştı. Gönül işleri şimdiye değin hiç yaver gitmedi. Bulduğu bir solucanı, küçük bir serçeyi veya lezzetli bir kurbağayı oturup, siyah noktalı sarı gözlerini, kur yaptığı, gönlünü kaptırdığı dişi bir baykuşa dikip, O’nunla paylaşamadı. Dünyayı birlikte omuzladığı bir sevdiği olmadığından, bir iki tane olsun tatlı söz söyleyemediği gibi, tek bir sözcük de işitmedi. Çok mutsuzdu. Yapayalnızdı.
Karıncalar çoktan uyanıp, iş başı yaptılar. Eşek arıları vızıltılarla kıçını haince ısıracakları eşeklerin arayışına çıktılar. Bok böcekleri kendilerinden büyük, top haline getirdikleri esrarengiz yüklerini belirledikleri bir istikamete doğru yuvarlamaya başladılar. İki tilki, kurtların akşam sefasından arta kalan bir leşin etrafında dans eder gibi dolanıyorlardı. Qolit Tepesinin eteklerindeki yoncalar, çimler, ayrık, semiz, ısırgan, kuzu kulağı otları, kengerler, deve dikenleri, çiğdemler, papatyalar, gelincikler ve diğer bitkiler üzerlerindeki kırağı damlacıklarından ürpertili sıçrayışlarla kurtulup, yüzlerini güneşe döndüler. Yeni güne daha bir gelişme ile çiçeğe durarak, boy atarak başladılar. Her bitki, kendince yeryüzünü anlatılması güç olan muhteşem bir güzelliğe bürünmesi için katkıda bulundular.
Mutaassıp bir diyar olan Camili Köyünde, bu ilkbahar sabahı, çoğu evin büyükleri güne abdest alıp, nasırlı, yumuşak, kadife, tombul, kıllı, yaşlı, ince ve küt parmaklı ellerini açılmış avuçlar halinde yukarı çevirip, sabah namazını kılarak başladılar.
Heyderi Hecike ve karısı Kör Zewe de aynı eylemle günü selamladılar. Güneş balkonu iyice ısıttı. Şöyle bir su döküp, el süpürgesi ile tozunu alıp, ortalığı böylelikle serinletmek iyi olacaktı. Bir gözü hiç görmeyen Kör Zewe, gören gözüne gelen güneşe karşı siper ettiği elini indirip, mutfaktan alıp geldiği su dolu kovanın alt kısmında tutarak, cıssssss sesleri ile balkonuna bir serinlik getirdi. Köyün içlerine doğru birileri uzaklarda başka birisine sesini duyurmaya çalışarak, uzun uzadıya hikaye anlatır gibi bağırdı. Karşı taraftan da kürtçe “Ere… ere…- Evet… evet…” sesleri geldi. Horozlar çoktan ürümelerini bir yana bırakarak, rengarenk tüylerini sallaya sallaya, günün ilk sevişmesi için, gözüne kestirdikleri tavukların peşinde koşuyorlardı.
Heyderi Hecike yakınlarındaki Kaman ilçesinin Çarşamba pazarından, karısı Kör Zewe’nın sıkı sıkıya tembihlediği kıska soğanları unutmamıştı. Zaten unutsaydı, hali haraptı. Kör Zewe kıska soğan torbasını alıp, bahçesinin yolunu tuttu. Buram buram toprak kokan bahçesinde küçük küçük eşelediği çukurlara, oturduğu yerde, her defasında sol ayağını ileri geri iteleyerek, baş parmağının altına aldığı kıska soğanını bahçesine gömdü. Aslında bunu yapmakta biraz geç kalmıştı. Az ilerideki komşusu Köy Muhtarı Mille’nin karısı Naze’nin bahçesine iki hafta önce ektiği soğanları çoktan çillenmiş ve belki de bir haftaya kalmaz yenir hale geleceklerdi. Geç olsun, güç olmasındı. Hiç yapmamaktan yeğdi.
Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırırken Kör Zewe artık iyice gölge alan balkonundaki sedirin üzerine yorgun düşüp, uzandı. Balkon demirine konan minik bir serçe etrafına bakınırken, Kör Zewe’nin ani horlamasından ürküp, bir kadının bu kadar yüksek sesle horlamasına hayretler ederek, köyün içlerine doğru kanat çırptı. Sıcaktan Kör Zewe'nin alnı iyice terledi. Serçe ürküp kaçsa da, sinekler hiç bir korkuya kapılmadan, derin uykudaki bu kadının alnına usta bir pilot inişi ile geniş ve artık kırışıklıkların gelip iz bıraktığı piste kondular. Kör Zewe bundan rahatsızlık duydu, elini alnına götürdü, gören gözünü elinin tersi ile oğuşturdu. Olduğu yerde zorlukla doğrulurken, bu Kürt köyüne uzaklardan imam olarak tayin edilen, Bitlis’li Kürt hocanın isteksizce okuduğu ezan, bütün sessizliği ortadan kaldırdı.
Güneş kızıllığa bürünüp, evlerin ardında kayboldu. Karşı mahallede Aber’in kuzuları, kırlarda otlamaktan gelen koyunlar kuzularına kavuştular. Karşılıklı yüksek sesle meleşip, “anneee… kuzummmm…” diye birbirlerine sarıldılar. Kör Zewe akşam yemeği için bir tepsiye koyduğu bulgurda taş olup olmadığını tek gözü ile seçerken, bulduğu küçük bir taşı beton zemine attı. Betondan küçük bir çınlama sesi yükseldi. Zewe’nin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

YAZ
Sıcaklar dayanılır gibi değildi. Sıcaklardan ortalığı adeta sarımtırak bir renk aldı. Camili’ler ellerine geçirdikleri her bezle özellikle alınlarında ve boyunlarındaki boncuk terleri siliyor, bükülmeyen sert ve yayvan olan her şeyi yelpaze gibi sallayıp, serinlemeye çalışıyorlardı. Aylardan Temmuzdu. Ekinler iyice sarardı, beklenen büyük gün hasat zamanı geldi kapıya dayandı. Köye her gün tekerlekler üzerinde bir fabrikayı andıran, sarı ve yeşil renklerde biçerdöverler geliyorlardı. Bütün umutlar, iyi bir mahsule bağlıydı. Köylüler telaşlı oldukları kadar aynı zamanda mutluydular.
Biçerdöverlerin köye geldiğini duyan Heyderi Hecike, karısı Kör Zewe’yide alıp, Ankara’dan köyüne geldi. Yol üzeri ilçeleri Bala’dan, yörede şehir ekmeği de denilen bir kaç somun ekmek ve ihtiyaç duydukları alış verişlerini yaptılar. Kesikköprü beldesine yaklaşırken, pantolonunun arka cebine koyduğu keten şapkasını çıkarıp, kafasına taktı. Nasıl ki yaşı ilerleyen bir kadının başının açık olması hoş karşılanmazken, yine şapkasız ileri yaşlardaki bir erkek de kabul görmüyordu yörede. Araba, “Ziyaret” olarak adlandırılan yokuşu zorlanarak çıktı. Karanlık daha bastırmamıştı. Güneşin etkisi hafif kırılmış olsa da, o boğucu hava hala hakimdi. Arabanın açık olan camlarından, içeri tatlı bir rüzgar doluşuyordu. Kör Zeve çözdüğü eşarbına tekrar düğüm attı. Hayderi Hecike zorlu rampayı geride bıraktı. Arabanın vitesini önce ikiye, sonrasında da üçe aldı. Hızla Küçük Camili Köyü’nü geçip, alaca karanlıkta Büyük Camili’ye doğru süzüldü. Köy mezarlılığının yanından geçerken okudukları fatiha süresinin ardından Heyderi Hecike sağ elini direksiyondan çekip, yüzünü sıvazladı. Kör Zewe’nin araba sürme gibi bir sorumluluğu olmadığından her iki eliyle yüzünü sıvazlarken, gören sağ gözünden akan yaş sağ avucunun içini ıslattı. O’nun anne ve babası da bu mezarlıktaydı. Daha pek çok yakını ve çok küçük yaşta ölen oğlu İsmail de burada yer alıyordu. Arabanın içinde duaları daha çabuk okuyan Kör Zewe’nin “amin” nidası daha önce yankılandı. Direksiyonun arkasında, köylülerine bir bir elini arabanın camından çıkarıp, sallayarak selamladı.
Camili’ler aralarında uğultu halinde ekinlerin verim oranlarını gölgeliklerde, cami avlusunda, duvar diplerinde, evlerin balkonlarında ve ekin tarlalarında, traktör römorklarının altında yemek ve yufka ekmeklerle avurtlarını doldurarak tahminlerde bulunuyorlardı. Giri Kullung olarak adlandırılan bölgedeki bir ekin tarlasında bulunan biçerdöverlerin gürültüsünü duyan tarla fareleri, tavşanlar, acele edebilirlerse kaplumbağalar ekinleri ezilmek korkusu ile terk ediyorlardı. Başaklardan arındırdığı sapları açılır kapanır bir kapaktan dışarı atan biçerdöverlerin ardından kargalar, tiz sesleri ile bağrışarak uçuştular. Biçerdöver sürücüsü dolan depoyu haber vermek için, ekin sahibini uzun uzun öten klakson sesleri ile uyardı. Ekin sahibi Heyderi Hecike çocuğunun kulağını büker gibi traktörün kontağını çevirdi. Traktörden patlamalı bir ses yükseldi, sağ büyük tekerleğin altındaki karınca yuvasında büyük bir katliam yaşandı. Karıncaların inlemeleri ve imdat çığırışları traktörün sesinin gölgesinde duyulmadı. Camili’liler İtalya’daki çiftçiler gibi, hasat sonrası dans etmediler, ama kirli sakallı yüzlerinde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken, Tanrının bugününe de şükür ediyorlardı.

SONBAHAR
Sıcakların etkisi bir hayli geride kaldı. Günün ortasında apansız uğultular eşliğinde rüzgarlar esiyor. Camili’nin kırlarında artık tamamen kuruyup, köklerinden kurtulup, özgürlüğüne kavuşan çalı-çırpı rüzgara kapılıp, köyde evlerin arasında bir yandan diğer bir yana savruluyor. Ve evlerin camlarından rüzgar uğultu halinde boş bulduğu aralık ve çatlaklardan girmeye çalışıyor. Kapı ve pencerelerden biri açık unutulmuşsa cereyan yapıp, hızla çarpıyorlar. Rüzgar beraberinde evleri toz, toprak ve kum katmanları altında bırakırken, köydeki gelinlerin başlarından aşkın olan işleri daha da artarken, hain bakışlı kaynanalar, onları göz hapsine alıyorlar. Bu yetmezmiş gibi kirli sakallı, çürük dişli kayınbabalar da günün her saati çilekeş gelinlerin çay sunumlarını bekliyor, gecikme halinde serzenişlerde bulunuyorlar.
Kör Zewe bahçesindeki zerdali ağaçlarına bakıp, bu yıl da beklediği ürünü alamadığını, var olanı da kuşların yediğinden şikayetçi oluyor. Bu düşüncelere dalmışken, tohum ekmek için hazırlık yapan Heyderi Hecike mibzeri bağlamak için, eğildiği yerde ıhlayıp-puflarken bir yandan da çekiç ile traktörün dingiline hızla vuruyor. Uzaklardan çınlamalar halinde çekiç sesleri yükseliyor.
Art arda çıkan rüzgarlar Kızılırmağın yüzeyini dalgalandırırken, sazan balıkları su yüzüne çıkıp kısa süreli rakslarının ardında yeniden mavilikte kayboluyorlar. Çok ağaçlı bir bölge olmadığı için sonbahar ile birlikte sararıp, solan yaprak da fazla değil. Bu nedenle sonbahar kendisine özgü hüzün ağırlılığını insanlara çok hissettirmiyor.
Leylekler, turnalar, kırlangıçlar, yaban kazları, yaban ördekleri ve diğer göçmen kuşlar son hazırlıklarını yaptılar ve daha sıcak diyarlara gitmek üzere, Camili semalarında kafileler halinde uçarak, bahçesinde telaşla dolanan Kör Zewe’ye kanat çırpıp, veda ediyorlar.
Çok az cemaati de olsa Bitlis’li hocanın Kürt aksanı ile sesi bir kez daha ikindi namazı için gökyüzünde yükseliyor. “Ellahu ekber… Ellahu ekber…” Dini bütün bir kaç kişi köyün çeşitli yönlerinden tek noktaya, camiye doğru, tren kaçıracaklarmış gibi bir telaşla üst üste aradaki mesafeyi adımlıyorlar. Rüzgar istifini bozmadan camiye giden Heyderi Hecike’nin şapkasını savurdu. Heyderi Hecike şapkasının ardından koşturdu ve yakalayıp, sıkı sıkıya kafasına geçirip, tedbir olsun diye camiye kadar bir eliyle tuttu.
La Fonten’in Camili Köyündeki cırcır böceği, kış için hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunda saz çalmaya pek niyetli değil. Cırcır böceği bütün yaz solo konserler verip, berbat “gıy-gıy” sesleri ile insanların başını ağrıttı. Görünen o ki; zil çalan midesi ile karıncanın kapısını tıklatmasının zamanı, her geçen gün daha da yakınlaşıyor.

KIŞ
Binlerce iğnesi ile canlıların bedenini derinlemesine ısıran, dondurucu rüzgar durmaksızın esiyor. Özellikle insanlar “tirtir” titriyorlar. Evlerin çatılarından aşağılara doğru sarkıtlar halinde buzlar, her an kopup insanların başlarına düşme tehlikesi ile asılı kalıyorlar. Evlerin bacalarından, Aladdin’in lambasından çıkan dumanlar gibi dumanlar yükseliyor, ortada “dile benden ne dilersen” diyen cinler gözle görülmüyor.
Yerler buz tuttuğundan, Kör Zewe evinden az ilerideki tandır damına giderken, hiç dans bilmediği halde, bırakın dansı, Camili köyünde harika bir “Kuğu Gölü Balesi” icra ediyor. Ha düştü, ha düşecek dediği karısının imdadına, Heyder Hecike çok atik hareketlerle yetişti. Çok geçmeden, günlerin kısalması nedeni ile erkenden bastıran karanlık ile birlikte, ani baskın veren beklenmeyen misafirlere, Kör Zewe’nin demlediği, fokurdayan çayın buharları mutfağı kapladı. Başka ne yapabilirim derken, misafirlerine bir de mısır patlatayım dedi ve patlayan mısırlardan bazıları tencereden patırtılar ile zıplayıp, etrafa sıçradılar. Heyderi Hecike misafirlerine hal hatır sorarken, bir yandan da çayın neden geciktiğini merak ettiğinden, yüksek sesle karısı Kör Zewe’ye seslendi. Kör Zewe “geldim… geldim…” diye hemen karşılık verip, mis gibi kokan, dans eden buharların yükseldiği ince belli bardaklar ile misafirlerine tavşan kanı çaylar sundu. Sohbet odadakileri çok eskilere götürdü. Kör Zewe soba sönmesin diye, gürültü ile bir kaç kürek taş kömürünü harlanmış olan ateşin üzerine attı. Ateş çatırdayarak önce alevlendiyse de, sonradan söner gibi oldu, ama alttan yanmaya devam etti. Kör Zewe hem yorulmamak hem de sıcak kalması için iki eliyle tuttuğu çaydanlıkları getirip, sobanın üzerine koydu. Sobanın üzerine damlayan çay taneleri cosurtulu sesler çıkarırken, damlacıklar dans ederek, buharlaşıp yok oldular. Odanın içini çaydanlıklardan yükselen bir buhar kapladı. Camlar buğulandı ve misafirlerin on dört yaşındaki kızları Beriwan camlardan birine kocaman bir kalp çizdi. Beriwan’ın babası Hüsso, karısı Fate’ye bakıp, bu kız ne halt ediyor diye ters ters sorgulayan gözlerle baktı. Beriwan olup, biteni görünce buğulu cama çizdiği kalbi, içi acıyarak sildi. Heyderi Hecike olup biten hiç bir şeyi görmedi. Kör Zewe zaten telaşlıydı. İçilen çaylar ile birlikte, sunulan patlamış mısırlar avuç avuç, açılıp kapanan ağızlarda çıtırtılı sesler çıkartılarak yendi. Beriwan anne ve babasına küstüğü için, butün ısrarlara rağmen patlamış mısırdan bir tane dahi yemedi. Bütün akşam annesinin arkasına saklandı. Misafirleri sıkılmasın diye televizyon kanallarını “zaplayan” Heyderi Hecike ekranda güzel tabiat manzaralarını görünce, bu yayında durdu. Televizyondan yükselen müziğin yabancısı da olsa, melodiler kulağa oldukça hoş geliyordu. Hafif tozlu ekranın alt kısmında açıklama olarak, Heyderi Hecike’nin okumakta biraz zorlandığı “Vivaldi - Quattro Stragioni” vardı.

Amsterdam, 8 Haziran 2015








23 Mayıs 2015 Cumartesi

MADALYON




MADALYON

Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda), bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken, önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile, bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden, boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı. Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş, kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken, benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler, arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı. Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında, çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında, kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği” vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile, tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp, kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini, bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre  hayata tutunacağı belli değildi. Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu. 

Amsterdam, 23 Mayıs 2015 



14 Mayıs 2015 Perşembe

GÜL YÜZLÜM



GÜL YÜZLÜM



"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin olsun sadece sen.”

Victor Hugo



Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim, meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden. Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı, hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü, inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır, çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O. Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını, sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma, yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını, kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.) gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını, insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim. Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler, nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık. Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık. Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp, birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.



Amsterdam, 14 Mayıs 2015





   

1 Mayıs 2015 Cuma

KASRI ŞİRİN


 KASRI ŞİRİN

Sıcak mı sıcak bir yuvası vardı, bizim Camili Köyünden, bir zamanların Deno amcasının.
"Kendi gitti, ama adı pek de yadigar kalmadı." 
Oysa var olmaya devam ediyor evi, dökük-virane de olsa, hem de Camili köyünün en ihtişamlı tepesinde.
Kök salıyor çınar misali oldukça Kebir Camisi olan köyün bozkır toprağında.
Nasıl da dimdik ayakta kalmaya, inadına direniyor, yedi tepeli Camili Köyü tepelerinin en tepesinde.
Hani iki oda ve bir salondan ibaret olsa da Deno amcanın sırça köşkü.
Karısı ile uyurdu huzur içinde odaların birinde.
Kızları kalırdı mutlu, şen şakrak odaların diğerinde.
Şimdilerde verdiği acıdır insan yüreğine, adeta konuşuyor, bağırıyor, ağlıyor yetim, boynu bükük, virane ve dökük Deno amcanın evi.
Örme taştan, kale gibi bir ev.
Yıkılsa da bacası, uçsa da killi topraktan damı, şimdi bir yalnızlık abidesi, alabildiğine ıssız bir ev.
Bir muammadır nüfus dairesindeki hene numarası, ayakta kalmakta direnen evin.
Bir buruk hüzün kasrıdır Deno amcanın tepedeki evi.
Artık kuşlar konmuyor, kervanlar konaklamıyor,
çocuklar içinde saklambaç oynamıyor, camlarını kıramıyorlar bu viranenin.
Mis kokular yayan tencere fokur fokur kaynamıyor, tavşan kanı çaylar sunulmuyor, Allah ne verdiyse deyip, oturulmuyor yer sofrasına, misafirler baş tacı edilmiyor artık bu viran evde.
Kimseler uyumuyor, renkli rüyalar görmüyor bu odaların birinde, kahkaha atmıyor, sevinmiyor, gözyaşı dökmüyor, üzüntü duyulmuyor, Dallas ve diğer Amerikan dizileri izlenmiyor artık bu hanede.
Titreyen ürkek bir mum ışığında oturulmadı, fenerler asılıp kimselerin doğum günü kutlanmadı, kremalı pastalar, çikolatalı kekler yenmedi, bir buket kır çiçeği kokladıkları sonra bir vazoya konup-baş şedeki yerini almadı, kızları için partiler verilmedi, bir kadeh şarap hiç içilmedi ve şimdi bir damla su dahi içilmiyor bu evde.
Yine de bir nevi Harput kalesidir Camili'nin, yüksek burçlu olmasa da evi rahmetlinin.
Onlarca yıl oldu öleli, Deno amcası Camili'nin.
Meraktır hani, acep Araf’ta mı bekler hala kendileri?
Ne gördü ne yaşadı sanki bu yalan dünyada, kopmaz ki kıyamet cennetin yolunu gösterse, Tanrının onca kanatlı meleğinden birileri.
Dimdik ayakta hala bu taş örme evi.
Diz boyu idi yoksullukları, eyleyemediler kurban, olmayan kınalı koçlarını.
Geçirdiler mi kurbansız kıldan ince Sırat köprüsünden Zatı Alilerini.
Kaç Huri düşer kendisine dersiniz, geçerse bu zorlu köprüleri?
Fakir fukara kısmından olur da, maalesef kendileri.
Buralarda da alavere dalavereye olur mu dersiniz, evleri yıkık, kendileri yıkık Allahın garibanları.
Neyler, nasıl başa çıkar hile hurda olmaz da, olur ya verilirse Deno amcaya kırk küsur tane bir içim su Hurilerini.
Çok uzun olmasa da, harcadığı kadarına yaşam denirse ömrünün, Deno amca yaşadı bu örgü taşlı evde.
Doğdu yoksulluk içinde.
Öldü yoksulluk içinde.
Çocukluğunu yaşamadan, genç-delikanlılığa adım attı Deno amca.
Kıvır kıvır sakalları, bıyıkları çıktı önce.
Küfürler edilerek, dayaklar atılarak, hakaretlere maruz kalarak, tüfek astı yükseklerde olmayan omuzunda aşağı, süngü taktı dört bir yanda yer alan zalim düşmana karşı, kar-kış-kıyamet saatler boyu nöbetler tutu, bekçiliğini yaptı, o da namusun. 
Öğrendiği üç beş Türkçe kelime oldu tek karı bu işten.
Ödedi son kuruşuna kadar, tek kuruş borçlu olmadığı vatana borcunu.
Evlendi, acıdı bedeni elbet dişine takınca canını.
Yoksuldu, kaldırıp, kazıdı kan-ter içinde, tırnakları ile toprağı ve taşları.
Yedi tepeli Camili köyünün en tepesine, bir kale yaptı Deno amca.
Görmeliydiler köyünün dört bir yanından O’nun kartal yuvasını.
Görüldü de yedi tepeli Camili Köyünün Vahşi Batısındaki evi.
Lakin olmadı, bir gün olsun gün görmedi bu kalenin mazbut, taçsız, kılıçsız-kalkansız-tahtsız kumandanı.
Herkesler gibi O da evlendi, görücü denilen usulle, yedi tepeli köyü Camili’de.
Bu evde yaşadı karısı ile elverdiğince ömrü.
Lakin çok zaman oldu, ardında hiç bir iz bırakmadan, bir daha da gelmemek üzere göçüp gitti.
İki kızı oldu, ama komuta ondaydı alimallah bu Kasrı Ganco’da.
Mutlu mu yaşadı acep, Kasrı Şirin’ininde?
Demem o ki; ne çabuk unuttular ve anmaz oldular Deno amcalarını ahalisi Camili’nin.
Oysa boylu boyunca yatarken Deno amcaları musalla taşında; üç kez ağız dolusu haykırdılar, O’nu iyi bildiklerini ve  helal eylemişlerdi “sağolsunlar” kıt kanaat olan haklarını.
Nice karlar, kışlar, seller, doğal afetler, depremler gördü, yıkılmadı, “adamı güzel eyleyen ceketlerin” kaldığı “Hasan Kalası” Camilili Deno amcanın evi.
Şirince bir evdi bu Kasrı Şirin, yedi tepeli Camili Köyünün en heybetli tepesinde.
Nasıl da zamana inat, dimdik ayakta kaldı, Deno amcanın yalnızlık abidesi taş örme evi.
Lakin çoktan göçüp gitti, kalenin taçsız, tahtsız, kalkansız, kılıçsız, unutulan yoksul kumandanı.
Ve boynu bükük kaldı Deno amcanın kalesi, örme taş evi.

Amsterdam, 1 Mayıs 2015



29 Nisan 2015 Çarşamba

KARA ÜZÜM HABBESİ




KARA ÜZÜM HABBESİ

"ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı."  
Murathan Mungan


Merdiven altındaki dar kilerde, rafta yer alan cam kavanozdaki siyah kuru üzümden bir kaç tane alıp, ada mutfağına yöneldi. Üzüm tanelerini mutfak tezgahındaki sarı pirinç havana koydu. Açık pencereden karşı sokakta bulunan heybetli kilisenin çan sesleri mutfakta yankılanıyordu. Var olduğu günden beri hep şikayetçi olduğu kısa boyu ile bedenini alttan yukarı doğru ittiren hareketler eşliğinde ayaklarının ucunda yükselerek, “ıhlayıp-puflayıp” siyah üzüm tanelerini olabildiğince ezdi. Ezdiği çekirdeksiz üzüm tanelerini cam bir çay tabağına alıp, yatak odasındaki aynanın önündeki pufa ilişti. Sağ elinin kalın baş ve işaret parmaklarının yardımı ile kaytan bıyıklarının ince uzun kısımlarına sağlı ve sollu sürüp, yukarılara doğru Osmanlı’daki yeniçeri askerlerinin bıyıklarına andıracak biçimde şekillendirdi. Aynı uygulamayı gür kaşlarına da uyguladı ve kısık gözlerinin üzerindeki bu kılları dikleştirerek asi bir görünüm verdirdi. Kuru üzümlerin bu ezilmiş hali, bıyıklarını ve kaşlarını istediği görünümde olmasını ve uzun süre kalıcı kılan bulunmaz bir kurtarıcı idi.
Yıllar önce, şimdilerde altmış yaşında olduğuna göre elli beş yıl öncesine gidip, sevgili anacığının altın varaklı büyük aynanın önündeki o hali gözlerinin önüne geldi. İlk defa annesinin kaşlarını bu üzüm şırası ile düzeltirken görmüş ve kendisi de annesine özenip, arta kalan üzüm ezmesi ile kaşlarını, ileriki yaşlarda da boğumlu burnunun altında aniden türeyen, gökyüzüne doğru kalkık asi bıyıklarını şekillendirmeye başladı.
Bu asi bıyıkların sökün etmesinin öncesindeki yıllarda, on yaşlarında annesinden kulaklarını deldirip, tıpkı O’nun gibi küpe takmak istediğini söylediğinde, bu dünyalar kadar sevdiği insanı nasıl da şaşırtıp telaşlanmasına neden olduğunu gördü. Annesi sinir krizleri geçirdi, günlerce gizli gizli ağladı ve babasına “kadın gibi küpe takmak istediğini” söylemekle tehdit etti. Oğlunun diğer erkek çocuklar gibi olmadığını, bir kaç kez makyaj malzemelerini kullandığını, kız çocuklarının oyuncakları ile oynadığını, tesadüfen görünce çok zamandır var olan bu yöndeki kuşkuları arttı.
Gözlerinizin önünde bir akarsu misali akıp gittiğine inandığım bu satırların sonrasında, benim öykümü en iyi ben anlatırım diye düşündüm. Nasıl ki kolu kırılan birinin acısını en iyi kolu kırılan bir başkası anlıyorsa, burada da aynısı söz konusu olsa gerek. Acılarla dolu kısa hayat hikayemi başlangıçta kaleme almaya çalışan kişinin kısa anlatımından, eşcinsel olduğumu anlamışsınızdır. Yaklaşık yirmi beş yıl önce memleketim Elazığ’ı kimselere haber vermeden terk edip, Almanya’ya geldim. Bir daha da geldiğim yere hiç dönmedim. Oysa bir kez olsun gitmeyi ne çok isterdim. Sorup yaramı deşmeyin ne olur. Kimleri bırakmadım ki ardımda, canımdan canlarımı, annemi, babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı ve arkadaşlarımı.
Anacığımın Elazığ gibi tutucu bir yerde, O'na yaşattığım onca şoka artık daha fazla karşı koyacak gücü kalmamıştı. Babam da bana dair bir şeyler sezinliyor ama yanıldığını sanıp, bana toz kondurmuyordu. Evlenecek yaşa geldiğim zaman annem bulunduğu içinde, benim için hummalı bir çaba ile gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta annemin dayatması ve deyimi ile "el iyisi değil, bizim iyimiz" olsun deyip, Kemal dayımın en büyük kızı Hüsniye’de karar kılındı ve kısa bir süre sonra baskılara daha fazla dayanamayıp evlendim. Her düğünde olduğu gibi bizim için de, mutluluklar saçan bir düğün davetiyesi bastırıldı. Kartta “Hüsniye ile Murat’ın bu en mutlu günlerinde, siz dostlarımızı aramızda görmekten büyük bir onur duyacağız” yazılıydı. Ben mutlumuydum, değilmiydim, bu durumda bana soran olmamıştı. Benim kara günüm olacak bu günde, düğün davetiyesinde benim en mutlu günüm olduğu söyleniyordu. Oysa bu böylemiydi acaba. Ben Kemal dayımın büyük kızı Hüsniye’ye değil, oğlu Hüseyin’e platonik bir aşkla ölesiye bağlıydım. Hüseyin hiç bir şeyin farkında değildi ve ben kendi kendime hayali olarak yaşadığım her anımda O’nunla el ele, kol kola, başım omuzunda, ellerim kısacık saçlarında, gözlerim gözlerinde, kalbi kalbimde ve her halimle aşkımı yaşıyordum. Hüseyin ne yazık ki benim gibi eşcinsel değildi. O sabahtan akşama kadar, benden bihaber kızların peşinde koştururken, söz geçiremediğim yüreğimin üzerinde ki baskı her geçen gün artıp, daha çok eziliyordu.
Evet evlendim. “Dünya evi” denilen karanlık haneye ben de girdim. Gerdek gecesi ve devresi günler olması gerekeni, her defasında Hüsniye’ye çeşitli bahaneler uydurup, erteliyordum. Günlerce bir icraatın olmamasına daha fazla dayanamayan Hüsniye durumu aileme anlatınca gitmedik doktor veya hoca bırakmadık. Bütün gizli yerlerden bir muska çıkıyordu. Üzerimdeki baskı her geçen gün daha da artıyordu. Dayanacak gücüm kalmadı. Mutsuzluğumu biraz olsun unutmak maksadı ile bir gün kafayı iyice çektim. Hayatımda bu kadar sarhoş olduğumu hiç hatırlamıyorum. Ayakta duracak halim olmadığı gibi, ayaklarım birbirine dolanır halde zar zor eve geldim. Sarhoş olmama rağmen Hüseyin’i unutamamış, aklımda fikrimde hep o vardı. Hüsniye dırdır ederek yatağı hazırlarken, o an Hüsniye gözümde Hüsniye olmaktan çıktı ve sihirli bir çubuk değdirilmiş gibi Hüseyin’e dönüştü. Ezik yüreğimin büyük aşkı karşımdaydı, hayalimdeki Hüseyin ile sabaha kadar deliler gibi seviştim. Ertesi gün Hüsniye’nin hüsnü cemalinin çok mutlu olduğunu, serçeler gibi cıvıldadığını, martılar gibi maviliklerde süzüldüğünü, geyikler gibi sektiğini, maymunlar gibi daldan dala atladığını, ağzı kulaklarında ve dünyanın en mutlu kadını olduğunu gördüm. O’nu anlamıyor ve hak vermiyor değildim. Ama ne yazık ki elimden bir şey gelmiyordu. Kendimi değiştirmemin imkanı yoktu. Bu anlık veya geçici bir heves değildi. Kader olarak kabullenecek olursak, bu benim hiç şikayet etmediğim yazgımdı. O gün kendimden tiksindim. Sanki ruhum ve bedenim kirlenmişti. Hüsniye’yi bu mutlu gününde olsun, mutsuz etmemek için, tuvalete gidip, gizlice kustum. Bunda Hüsniye’nin hiçbir suçu yoktu. Hüsniye’ye kendimi, duygularımı ve dünyamı anlatmayı, beni anlamasını ne çok isterdim. Karım aslında özünde çok iyi bir insandı. Ne de olsa Hüseyin’in kız kardeşi idi. Ama beni anlayamazdı. Benim dünyaya bakışım, duygularım ve kendimce duruşum ne kadar da farklıydı. Bana kalırsa duygularım zengindi, çünkü gizli dünyamda hem kadınlık ve hem de erkeklik vardı. Yani dünyaya iki pencereden daha zengin bir ruh hali ile bakıyor ve gözlemlerimi de çok yönlü yapıyordum. Toplumda dilediğince yaşama cesaretini onca kötü koşul, düşünce ve dayatmalara rağmen kendisinde bulanların durumu, ülkemde, doğup büyüdüğüm topraklarda içler acısı idi. Kimselerin din, ahlak, sağlık ve her türlü anlayışları, benim ve benim gibilerin dilediğimiz gibi özgürce, yüreğimizin işaret ettiği yönde yaşama istemimizin önüne geçme hakları olmamalıydı. İnsan ömrü bir gelincik misali, bugün var olduğu halde, yarın çıkacak bir rüzgarla ortadan kalkabilirdi. Bu kısacık dünyada, ciğerlerime doldurduğum nefesimi istemediğim kollarda tüketmemeliydim. Her günüm bir azap ve tiksinti idi. Bu evliliğe beş yıl dayanabildim. Beş yıl boyunca üç kez sarhoş olup, başka hayaller ile birlikte olduğum Hüsniye’den iki oğlum ve bir kızım oldu. Kimselere haber vermeden, pasaportumu alıp, gizlice Almanya’ya geldim. Yaklaşık yirmi beş yıldır el kapılarındayım. İltica edip, başka bir isim aldım. Yeni kimliğimle bana ulaşmak isteyenler, bütün aramalarına rağmen bana bugüne değin ulaşamadılar. Tek merakım onca yıldır ardımdan, hakkımda söylenenler. Özlemiyor değilim, hem de dünyalar kadar. Çocuklarım büyümüşler, iş güç ve makam sahibi olmuşlar. Onlar bana ulaşamasalar da, sosyal medya üzerinden onları her an takipteyim. Kızım Fadime iki yıl önce, oğlum Hasan da bir yıl önce evlendi. Kızımdan bir torunum var, adı Pınar. Kocaman gözlü, kömür karası saçları sıhhatli yanaklarında derin gamzeleri var. Küçük oğlum Zafer kendi işini kurdu, henüz evlenmedi. Ama O’nun da Hale adında güzel bir kız arkadaşı var. Resimlerinde çok mutlu gözüküyorlar. Bütün bunlar, beni uzaktan uzağa oldukça mutlu ediyor. Onlara dokunma lüksüm yok, sadece sanal alemde gözlemleyebiliyorum.
Bu arada önce annem ve ardından da babam öldü. Çocuklarım yine sosyal medyadan bana duyurmak istermiş gibi her ikisinin de üç yıl ara ile olan ölümlerini yayımladılar. Acımı yüreğime gömdüm, yalnızlığıma bir anne gibi ağladım. Günlerce bir başıma hıçkırıklarla katıla katıla, bir boğa misali böğürerek göz yaşlarımın yağmur olup, dökülmesinin önüne geçemedim.
Yüreğim alev alev yanıyor, bu yaşantı için davetiye çıkarmadım. Bedenim, yaratılışım, ruhum, duygularım bilinen ve onay gören bir kadın erkek ilişkisini kabullenmedi. Uzun zamandır yaşantıma ve tercihime nefretle bakan gözlerin uzağındayım. İlişkilerim sadece Almanlar ve beni ben olarak kabul eden bir kaç Türkiyeli ile sınırlı. Almanya’da özgür ve mutluyum.
Eski adıyla Murat yeni adı ile Murti’nin akşama misafiri vardı. Kırmızı uzun bir mumu özenle masanın tam ortasına koydu. Işıkları hafif kıstı, her tarafa oda parfümleri sıkıp, küçük vazolu bir kaç çiçeği evin uygun köşelerine yerleştirdi. Her şey hazırdı. Yemekleri soğumasın diye ısıtıcıların üzerine yerleştirdi. Buzdolabından pembe şarabını açıp, iki kristal bardağı ile birlikte tabakların yanı başına bıraktı. Soğuktan dışı buğulanan şarap şişesinden odaya mis gibi bir buket yayıldı.
Son kez aynaya baktı, vaziyet berkemal sayılırdı, karizmada gözle görülür bir çizik yoktu. Sadece daha yeni boyadığı, artık kırlaşan bıyıklarının sağ tarafı aşağılara sarkık duruyordu. “Kara üzüm habbelerinden” öğle üzeri sarı pirinç havanda dövdüğü ezmenin şırasına parmaklarını bulayıp, kaytan bıyıklarına yeniden sürdü. Sol kulağına taktığı pırlanta küpenin ışıldayıp ışıldamadığına baktı.Tam bu sırada kapı zilinin sesi antrede yankılandı. Yirmi yıldır ilişkileri olmasına rağmen, tanışmalarının ilk günkü heyecanı ile yüreği ağzında kapıyı açtı. Gür bir ses yükseldi.
“Guden abend meine lieben Murti – İyi akşamlar benim sevgili Murtim.” Kapıdaki iri yarı heybetli adam, elinde rengarenk kocaman bir buketle, kızıl kaytan bıyıklı, biricik aşkı Günter’di. Daha dün görüştükleri halde, asırlardır ayrı kalmışlarcasına, kapıda bedenlerini sıkı sıkıya birbirine dolayan da, nefret dolu gözlerden uzak, ölümsüz sevgileri idi.

Amsterdam, 29 Nisan 2015
    

  

22 Nisan 2015 Çarşamba

BOZKIRIN FIRÇASI



BOZKIRIN FIRÇASI

"Bugün dünyayı istediğin bir renge boya
Rengârenk batan günü al karşına
Bir renk de kendinden kat
Çocuklar gibi saf, temiz ve berrak
Kapat gözlerini bir hikâye yarat
Vazgeçme hissedilir biraz da sıcaklığını kat
Kalbindeki elleri bırakma sıkıca tut
Çünkü varlıktır sevgiye en güzel kanıt
……………………………………………”
Can Yücel 

Tanrı; doğup büyüdüğüm ve hala yaşamakta olduğum o uçsuz bucaksız İç Anadolu bozkırını, nedendir bilinmez sadece bir kaç renge boyamakla yetinmiş. Alaycı bir edayla, hem de dudak bükerek: “buyurun size iki, olmadı üç renk yeter de artar” der gibi olan hali hep gözlerimin önündedir. Oysa realite, dünyada var olan onca renkten tek bir tanesinden vazgeçmenin, hayattan biraz daha kopmakla eş anlamlı olduğudur.
Beyaz rengin hayatımızda yokluğu saf ve temizliği, aynı şekilde siyah güç, tutku ve matemi, mavi sonsuzluğun ve özgürlüğün, kırmızı aşkın, canlılığın ve dinamizmin, mor asaletin, lüksün ve itibarın, yeşil doğanın ve huzurun, gri mütevaziliğin ve dengenin, pembenin olmayışı da neşenin yaşamımızda yer almaması gibidir.
Renklerin yelpazesini andıran yerleşim yerlerinden birinden hızla gelip, bozkırdaki bu renk yoksulluğunda gözlerinizi kırpıştırarak açtığınız zaman, insanın içini burkan, şaşılası bir ürküntü ile kendinize gelirsiniz.
Hayata gözlerimi açtığım bozkır dizayn edilirken, Tanrının paletinde sadece alabildiğine düzlükler halinde yer alan toprağı boyamak için bir yığın kahve rengi, Sivas ilinden başlayıp, İç Anadolu’yu bir yılan kıvrımı ile Kızılırmak’ın dolanmasına yetecek kadar bir mavi ve çok az miktarda, orada burada kazara yer alan ağacı resmetmek için soluk bir yeşil boya vardı.
Ülkemizin en güzel renklerinden saygın biri olmayı başarıp, ölümsüzleşen şair Can Yücel’in de dediği gibi, ben de kendi dünyamı hep istediğim renge boyamak isteğini, sımsıcak yüreğimi hiç bir zaman terk etmesini arzulamadığım, hizmetinde kusur eylemediğim bir misafir olarak gördüm.
Dünyaya geldiğim bir İç Anadolu köyü olan Küçük Camili İlkokulunda daha yedi-sekiz yaşlarında olduğum sıralarda dahi renklerin tarifi mumkün olmayan albenisinin arayışı içindeydim. Baharın gelmesi ile birlikte, öğretmenimiz bütün sınıfı alıp, kırlara götürür ve bulunduğumuz yerin resmini yapmamızı isterdi. Gözlerimizin önünde uzayıp giden manzara ne yazık ki, çok az renge sahipti. O nedenle çoğu zaman çocukluğumun hayallerini kurarak, zümrüt yeşili ağaçlar serpiştirirken resimlerimi hercai menekşeler, laleler, sümbüller, papatyalar, güller, coşku ile çağlayan akarsular ve benzeri doğa yansımaları ile süslerdim.
Daha sonraları ortaokul ve lise yıllarımda da resim yaparken sloganım yine, “dünyayı hep istediğim renge boyamak” oldu. Bu sıralarda yaptığım pek çok resim okul panolarında yerlerini alırken, benim duyduğum mutluluk da en güzel haliyle gelip, kendisini çocuksu yüzümde ve gözlerimde sergileniyordu.
Aynı şekilde matematik dersinde de, mütevaziliğimi ikircikliğe kapılmanın önüne geçemeden, bir tarafa bırakmaya çalışarak, çok başarılı olduğumu söyleyebilirim. Benim gözümde matematik ikinci bir Tanrı gücündeydi. Yürümemiz, konuşmamız, yememiz, içmemiz, dinlediğimiz müziğin, söylediğimiz yürek titreten aşk şarkılarının, telefonun, televizyonun, radyonun, iki bardak dolusu un-yarım kilo şeker-bir litre sütün karışımı ile yapılan kek, uzay ve akla gelebilecek her şeyin dayanağı matematikti.
Uzun uzadıya sürdürdüğüm çalışma hayatımın sonrasında, şimdilerde tadını çıkarmaya çalıştığım emekliliğimi sürdürdüğüm bugünde dahi, içimde bir ukde olarak kalmayı başaran matematik veya resim öğretmeni olma arzusundan uzaklaşamadım. Demem o ki, bazan dalıp gitmelerime, hafif de olsa hüzünlenmelerime şahit olunuyorsa, sevdiğim bu iki dersin öğretmenliğini yapamadığım için bir yerde hala içimde koruduğum keşkelerin dayatması, o an bu ukdenin yüreğimi yine acımasızca yoklaması ile karşı karşıya olduğum bir an yaşadığımdandır.
Resim yapma arzumdan dolayı, her ne kadar güzel sanatlar fakültesinde okumak istedimse de, o yıllar üniversitelerde bu bölüm sadece İstanbul’da olduğundan dolayı, koşulların yetersiz oluşundan, Ankara’da Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulunda (şimdiki Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi) eğitimimi tamamlamak zorunda kaldım. Daha sonraları Maliye Bakanlığında çeşitli görevlerde bulundum.
Resim yapmaya lise eğitimim sonrasında ara verdim. Uzun zaman resim yapma arzum olan o bukleli saçlı, al yanaklı, çakır gözlü sevgilim ile buluşamadım, yumuş ellerinden tutamadım. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda Maliye Bakanlığını temsilen Kültür Bakanlığındaki görevim sırasında, Kültür Bakanlığında, saygın insan, tanınmış bir yazar olan, dostluğunu kazandığım bir müsteşar bana bir ricada bulundu. Bir sahil kasabasında Kültür Bakanlığındaki müdürlere bir haftalık maliye konusunda seminer vermek istediklerini ve bunu benim yapıp yapamayacağımı sordu. Bu çok değerli müsteşarın ricasını yoğun olmama rağmen kabul ettim. Seminer sonrası, akşam üzeri bu güzelim kasabada gezintiye çıktım. Etrafı ilgi ile izlerken, yoğun miktarda bulunan turistlerin çeşitli dillerdeki uğultuları da kulaklarımdaydı. Bir ara, başında buruşuk siyah bir bere, ağzında piposu ve çok da uzun olmayan kır sakallı bir ressamın muhteşem güzellikte genç bir turist kızın portresini yapıyor görünce durdum ve pür dikkat izlemeye başladım.
Her şey iyi güzeldi de ressam bu güzel turist kızın kulağını bütün uğraşısına rağmen çizemiyor, çizdikleri de portrede çok eğreti duruyordu. Daha fazla dayanamadım ve portresi yapılan turistin de Türkçe anlamadığından emin olduğumdan, ressama kulağı dediğim şekilde çizmesi halinde sorunun ortadan kalkacağını söyledim. Bunu söylememle birlikte ressam küplere bindi.
“Sen ne demeye benim işime karışıyorsun? Bilip bilmeden bana akıl verme, aklını kendine sakla. Git buradan, rahat bırak beni.” diye bağırıp beni kovsa da, ben gitmemekte direndim ve söylediklerimi tekrarlamaya devam ettim. Daha sonra dayanamadım ve gönlünü almak için “öğretmen olmadığım halde”, resim öğretmeni olduğumu söyleyip, bu sinir küpü adamı yumuşattım. Ardından dediğim tekniği kullanınca resimdeki büyük kusur da ortadan kalkmış oldu. Güzel turist kızın yüzüne büyük bir gülümseme geldi ve daha da güzelleşti. Böylelikle ben de kendi çapımda turizm sektörüne küçük bir katkıda bulunmuş oldum.
Seminerin ardından tekrar Ankara’da iş başı yaptım. İş ve beraberinde tatil imkanı bende taze kan görevi gördü. Kendimi daha dinç ve enerjik hissediyordum. Hayranı olduğum renkler yıllar sonra tekrar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Tekniğini çok bilmesem de, o zamanlar beş yaşındaki kızım Duygu ve yedi yaşındaki kızım Çağıl’ın kuru pastel boyalar ile portrelerini yaparak, yukarıda sözünü uzun uzadıya ettiğim sevgilim (resim yapma arzum) ile barışıp, ellerini yeniden avuçlarımın içinde buldum. Bu kavuşmaya sözünü ettiğim değerli müsteşar dostum vesile olmuştu. O nedenle bütün yüreğimle kendisine teşekkür ettim. Bundan sonrasında dur durak bilmeden paletime koyduğum bütün renkleri tuvalimle üst üste fırça darbeleri ile buluşturdum. Bir yıl sonra bir sergi açacak kadar resim çalışmam oldu ve ben hayli mutluydum.
Kısa bir süre sonra çalışmalarımı gören, Hollanda’da organizatörlük yapan bir akrabam Hollanda’da sergi açmamı teklif edince, önce Hollanda’da Nijmegen ve Utrecht şehirlerinde iki ayrı sergim oldu. Akabinde Belçika’nın Gent, Ankara’da beş ve Kıbrıs’ta da iki sergi açtım.
Güzel sanatlarda bu işin okulunu okuyamamış, öğretmenliğini yapamamıştım ama zamanla deneme yanılma yöntemi ile dünyayı kendi renklerime boyayıp, yüreğimin yükünü hafiflettim.
Renkler kol kola girip dans ederlerken, yaşadığım bozkırı yaşanır hale getiriyor. Dünya tarifsiz güzel. Ve şairin dediği gibi “hayat her şeye rağmen güzel.” Diyeceğim o ki; Dünyanızı her zaman renkli kılmanız, samur fırçanızı elinizden düşürmemeniz ve üzerinde yaşamınızı sürdürdüğünüz gezegeni, bozkır da olsa, daha da mutlu olmak için elinizden geldiğince ve olabildiğince çok renge boyamanız dileği ile…

Amsterdam, 22 Nisan 2015

Not; Küçük Camili Köyünden çok değerli-sevgili ağabeyim Hatip Konukçu uzun bir zaman önce profesyonel ressamlığa doğru giden ince uzun yolunun öyküsünü anlatmıştı. Ben de bir şeyler yazmak için konu arayışı içindeyken, çok zamandır işlemek istediğim bu tatlı sohbeti, Hatip ağabeyimden müsaade alarak yazmaya çalıştım. Yaşar Kemal Neşet Ertaş’ı “Bozkırın Tezenesi” olarak adlandırıyordu. Biz İç Anadolu’ların gözünde ise Hatip Ağabey de “Bozkırın Fırçası” gibidir. Dolayısı ile Hatip ağabeyin dilinden, benim kırık uçlu kalemimden, bir Küçük Camili öyküsü. Sürçü lisan ettiysem af ola!


  

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...