TERMOS
Kalkık gür kaşlarını sudan bir bahaneyle de olsa birleştirip çatmaya
görsün, anında bütün aile fertleri O'nun ürkütücü hışmından fellik fellik
saklanacak yer ararlardı. Üst kısmı tel tel bıyıklarla kaplı, dolgun dudaklı
mübarek ağzını açtı mı, gözlerini saatler boyu yumardı. Ne zaman ve hangi
durumlarda bineceği belli olmayan kocaman küplerden de akrobatlar misali uzun
zaman inmez, birinden bir diğerine ustalıkla atlardı. Küpler üzerindeki uzun
soluklu seyr-i seferinde fıldır fıldır dönen gözlerine yerleşen iki ejderha ateş püskürmeye başlardı. Kırçıl saçları tıpkı
bıyıkları gibi tel tel olur, kaşları inişli çıkışlı hatlar çizerdi. Karısı Pelè
böylesi istenmeyen bir durumun oluşması halinde, suspus, "çıt"
sesinin bile gürültü sayıldığı bir ölü sessizliğe bürünürdü. Bütün bedeni
elektrik akımına kapılmışçasına bir titremeyle, gıkını dahi çıkarmadan mutfakta
soluğu alır ve ne kadar ağır eşya varsa korkudan kapının arkasına yığardı. Her
defasında kalbini göğsünü yarıp, çıkmaması için iki eliyle bastırırdı.
Hesko
karısı Pelè’ye her ne kadar sabun misali baloncuklar halinde köpürüp atarlansa da,
onca yıl sonra hala ilk günkü gibi sırıl sıklam aşıktı. Var olagelen ani
parlamalarının, hiddetinin ve kızgınlığının önüne bütün çabalamalarına ve
istemine rağmen geçemiyordu. Aslında kızgınlığı kalbinin derinlerinden
gelmiyordu. Anlık saman alevi parlamalardı. Kısa bir an için de olsa, bu
olumsuz dışa vurumlar, herkesin kalbini kırmaya ve ortamı berbat etmeye
yetiyordu. Ama Allah’ı var bugüne değin, bu şiddet ve celallenmeye rağmen;
fındık burun, kalem kaş, al yanak ve kara üzüm gözlerin sahibi Pelè’ye tek bir
fiske vurmadı. Varsın dövmesindi. Yine de kadın dediğin, öyle veya böyle
erinden korkmalıydı. Çocukları da öyle. Saygıda kusur edilmemeli ve akan sular;
mevzu bahis saygı olunca, çok güçlü bir fren sistemi ile olduğu yerde ve anında
durmalıydı. Hesko üç oğlan, üç kız ve bir de güzeller güzeli Pelè’den oluşan
güzel evinin sarsılmayan direğiydi. Katılırsınız veya bu konuda kendileri ile
hemfikir olmazsınız; Hesko’ya göre korkusuzluk saygısızlığı da beraberinde
getirirdi. Atalarından bugüne değin böyle görmüştü. Şüphe götürmeyen bu görüş
aynı zamanda “Haneyi Hesko’nun bekası” için de gerekliydi.
Her
köpürme anında ağzından ve burnundan körükler gibi hava çıkartıyor, gözleri bir
anda kan çanağına dönüyordu. Sinir küpü bir insan da olsa, hayat çizgisindeki
gidişat dilediğince seyrettiğinde, Hesko yumuşacık bir insan olup, kuş tüyüne
dönüşüyor ve ardından da pamuk şekeri olmasını biliyordu. Oğulları ve kızları
babalarının bu ters tarafından çok çekiniyorlardı. Günün birinde babalarının
birilerine ters düşüp başını belaya sokacağından da korkmuyor değillerdi.
Çocukları her ne kadar O’nu zorunlu olarak idare etme yoluna gitseler de,
başkası aynı yolu seçmekte zorlanabilirdi.
Hesko
da köylüleri gibi nafakasını çiftçilik ve hayvancılıktan çıkartıyordu.
Oğullarından ikisi ve bir kızı evlenip Ankara’ya yerleşince, iki kızı, bir oğlu
ve karısı Pelè ile birlikte yaşamaya başladı. On yedisinde bıyıkları yeni
terleyen oğlu Osman tarla işlerinde ve hayvancılıkta kendisine yardımcı
oluyordu. On beş yaşındaki kızı Yeter ve on dört yasındaki Sultan anneleri ile
birlikte ev işlerinde koşuşturuyorlardı.
Hesko
karısı Pelè’nin yaptığı peynir, tereyağı ve yoğurtları traktörünün römorkuna
her çarşamba günü yakınlarındaki Kaman ilçesinin pazarına götürüp satıyor,
aldığı para ile de ailesinin ihtiyaçlarını gideriyordu.
Bahar
mevsimi geniş İç Anadolu bozkırına gülücükler atarak çıkageldi. Koyunlar
kuzuladı. Bahar yağmurları art arda bol miktarda gelince; dağ, taş, dere ve
tepeler güzelim bir yeşilliğe, öbek öbek kır çiçeklerine bürüdü. Kaplumbağalar yuvalarından
kafalarını korkusuzca mobil yuvalarından çıkardılar. Kirpiler pamuk yavrular
doğurdular. Köstebekler toprağın altını üstüne getirdiler. Cırcır böcekleri
karanlık geceleri aydınlattılar. Tırtıllar kanatlanıp gökyüzünün maviliğiyle
buluştular. Bütün coğrafyayı onlarca çeşit kuşun cıvıltıları sardı. Yağmur
sonrası çıkan tatlı rüzgar esintileri, gönül rızası aldığı çiçeklerin mis amber
kokularını alıp, getirdi. Kelebekler ve arılar ayaklarında çiçek tozlarının
ağırlığıyla tabiatta uçuştular. Tozları kondukları çiçekten bir diğerine
taşıdılar. Çoğalmanın, üremenin, refah, bolluk ve bereketin önünü açtılar.
Bütün insanlar ve dünyada yaşayan canlılar bu nadide kokuları ciğerlerine
depoladılar. İnsanı sermest eden hoş kokuları alıp veren nefesler, İç Anadolu
bozkırındaki bütün insanları alabildiğine mutlu kıldı. Baharın o muhteşem
verimliliği ile hayli sıcak bir yaz mevsimine yumuşak geçiş yapıldı. Hesko ve
karısı Pelè de diğer köylüleri gibi koyunlarından beklemedikleri bir oranda süt
elde ettiler. Sağdıkları her damla sütü değerlendirip, tenekeler dolusu peynir
ve tereyağı elde ettiler.
Peynir
ve tereyağı tenekelerinin yüklenmesi esnasında Hesko yine hiddetlendi. Oğluna
ve Pelè’ye çatmamak için burnundan soluyarak, kendisini zar zor tutabildi. Kaman’a
bir kez daha gidiyor olması bağırıp çağırmasının önünü kesti. Hesko her Kaman’a
gelişinde kendisini büyülenmiş hissediyordu. Kilometrelerce öncesinden başlayan
o güzelim yeşil örtü ve boy boy ağaçlar gözlerine, yüreğine bir rahatlama
getiriyordu. Ciğerlerine doluşan temiz hava ile de bir kuş misali kanatlanıp,
tüy hafifliğine ulaşıyordu.
Havanın çok sıcak olduğu bu çarşamba gününde, pazarın sanayi sitesine
yakın kısmında, dört teneke peynir ve iki teneke de tereyağı ile pazardaki
yerine konuşlandı.
Sanayi sitesindeki bir tamir atölyesinden gelen
çekiç seslerini bastıran Neşet Ertaş'ın dillere destan, babasının
"Aydost" adlı türküsü, sabahın bu erken saatlerinde yürekleri
dağlıyordu.
Kaman’da Peynirci Kürt Hesko olarak nam salmıştı. Peynir ve tereyağı
ihtiyacı olanlar, Çarşamba sabahı erkenden Hesko’nun tezgahının önünde
sıralanıyorlardı. Bugün de Kaman’lı Rukiye hanım en ön sıradaydı. İki adım
atıp, Hesko’nun tezgahının başında dikeldi.
“Hesko ağam nasılsın? İyi misin? Karın ve çoluk çocuğun da iyiler mi?
Bak sana bizim Kaman'ın meşhur cevizlerinden getirdim. Kabuğu ince, kolay
kırılır. İçi çok lezzetlidir. Karına ve çocuklarına götürürsün, olmaz mı? Badem
de getiririm. Severlerse, bir dahaki sefere daha çok ceviz getiririm. Ne
diyeceğim, iki hafta önce senden peynir almıştım, biraz yağsızdı. Bu hafta
nasıl, yağ oranı ve tadı iyi mi acep?” deyip, izin almadan kopardığı bir parça
peyniri hafif uzunca olan burnunun hizasına götürüp, uzun uzadıya kokladı.
Sonrasında da peynir parçasını ağzına attı. Dikkatle çiğnedi. Şarap test eder
gibi kısık bakışlarla Hesko’nun gözlerinin derinine durdu. “İyi, fena değil”
anlamında kafasını salladı. Daha sonra da üç kilo peynir istedi. Hesko’nun
omuzlarına bir iki dokunmayla istediği indirimi de anında yaptırdı. Büyük bir
gülümseme ve işveyle Hesko’nun tezgahından ayrılıp, yerini sıradaki müşteriye
bıraktı.
Müşterileri genelde kocaları Almanya’da çalışan, cüzdanları hatırı
sayılır sayıda yeşil markla dolu kadınlardı. Hesko her kadının kocasının
Almanya’nın hangi şehrinde işçi olduğunu, kaç yıldır ve nasıl bir işte
çalıştığını biliyordu. Onları tanımadığı ve görmediği halde, isimleri
sorulduğunda hemen söyleyebiliyordu. Kadın müşterileri alış verişlerinin
ardından, uzun bir zaman Hesko’nun yanında yöresinde kalıyor, bazen de O’na
yardım ediyorlardı. Sohbetlerinde Hesko’nun bugüne değin edindiği bütün
bilgileri sohbetleri esnasında kendisine aktarıyorlardı.
Yarı
yarıya dul sayılabilecek bu Kaman’lı kadın müşterilerine karşı oldukça kibar,
nazik, yumuşak ve güler yüzlüydü. Onlarla oturup sohbet etmek, birlikte bir
şeyler yemek ve onların cilveleşmelerinden büyük zevk alıyordu. Bu müşteri
potansiyelinin arasından her hangi bir dost edinemediyse de, istemesi halinde
aday gibi görünen bir iki kadın da yok değildi. Lakin şimdi bunun sırası
olmadığı halde, şeytan da kendisini ara sıra dürtmüyor değildi. Aslında
güzellikte ve diğer yönlerden hiç birisi Pelé'nin pamuk ellerine su dökemezdi.
Ama yine de "lanet kör şeytan" insanı rahat bırakmıyordu.
Satış
sonrası çarşıya geldi. Elleri cebinde parasının üzerinde dükkanları dolandı.
Tanıdık olduğu esnafın ikram ettiği çaylarını yudumladı. Ekmek, çay, şeker,
Pelè’ye ve kızlarına birer elbise, kendisine ve oğluna iki gömlek aldı. Bütün
alış verişini çantalara doldurdu. Gömlek aldığı mağaza sahibi ile de dost
olmuşlardı. Mağaza sahibi Kaman’lı Halit, Hesko’ya dönüp;
Hesko
abim, birer de soğuk su içer miyiz?” diye sordu. Hesko içtiği çayların
hararetini düşürmediğini fark etti.
“Olur Halit Usta, bir bardak da suyunu
alayım.” Halit büyükçe cam bir bardağa, Hesko’nun daha önce hiç görmediği
kapalı bir sürahiye benzeyen kaptan su doldurdu. Cam bardağı alıp kalın alt ve
üst dudağı ile birleştiren Hesko, suyun soğukluğuna şaşıp kaldı. Hesko’nun
şaşkın bakışları Halit Usta’nın gözlerinden kaçmadı.
“Hesko abim, buna 'termos' diyorlar. Bize de yeni geldi. Havalar sıcak
gittiği için peynir ekmek gibi satılıyor. Termosun özelliği sıcağı sıcak ve
soğuğu da saatlerce soğuk tutuyor. Anlayacağın bizim bildiğimiz toprak testi
dönemi sona erdi. Arzu edersen bir tane de sana verelim. Yenge hanımı
sevindirirsin.”
“Olur, neden olmasın. Ver bakalım bir tane.”
“Hangi renkten istersin Hesko abi?”
“Kırmızı olsun. Bilirsin bizim Kürtler kırmızıyı pek bi severler. Ben de
severim.” Halit Usta kırmızı bir termosu özenle bir gazete kağıdına sardı ve
siyah bir poşet içinde Hesko’nun eline iliştirdi.
Yarım
saat kadar sonra Hesko traktörü ile Hirfanlı Köyünü dönüş yolunda ardında
bıraktı. Uzaklarda tepelerin ardında güneş bütün kızıllığı ile batmak üzereydi.
Kızılırmak’tan esen tatlı rüzgar ağaç dallarını bin bir nazla sallıyordu. Irmak
maviş bir akışkanlık çabası içindeydi. En geç yarım saat kadar sonra da evinde
olurdu. Termosun marifetlerine Pelè de çok şaşıracaktı. Traktörle, motor
gürültüleri ve tozu dumana katarak evine geldi.
Hesko’nun geldiğini gören Pelè ve çocukları askeri bir disiplinle sıraya
girip, beklemeye koyuldular. Hesko aylardır gittiği gurbet elde nihayet
sılasına dönüyormuş gibi bir karşılamayı görünce yüzü güldü. Traktörü ile büyük
bir TIR aracını sürercesine direksiyona asılıp, kavisler çizdirerek durdu. Pelè
kocasının çehresinde uzunca bir zamandır böylesi tatlı bir gülümseme görmemişti.
Hesko’nun bu haline çok mutlu oldu. Yüreğine doğru sıcak-tatlı bir akıntı
hissetti.
Hesko
çantayı kaptığı gibi çok atik bir hareketle traktöründen atladı. Soluğu hala
büyük bir nizam ve intizam içinde bekleyen Pelè ve çocuklarının yanında aldı.
Siyah poşetten çıkardığı termosu gözlerinde nadir görülen bir parıltı ile
Pelè’ye uzattı.
“Bak
Pelè bunun adı termos. Buna sıcak su koyduğun zaman sıcak, soğuk su doldurduğun
zaman da soğuk kalıyor. Anlayacağın artık tarlaya soğuk su için testi götürmeme
gerek kalmadığı gibi, bu termosa çay da doldurup tarlaya götürebileceğim.
Senden ve çocuklardan bu termosu gözünüz gibi korumanızı istiyorum. Kazayla da
olsa kim ki, bu termosu kırarsa O’nun benden çekeceği var. Bilesiniz. Benden
söylemesi, sonra vay ben görmedim, bilmiyorum veya duymadım yok.” Tembihleme
esnasında yüzündeki o tatlı görünüm aniden kayboldu. Alışılagelen Hesko yine
karşılarındaydı.
Pelè
ve hala nizami hizada bekleyen çocukları yutkunmalar eşliğinde kırmızı termosa
baktılar. “Oldu. Emredersiniz. Baş üstüne” mahiyetinde kafalarını salladılar.
Pelè
ve çocuklarının işi zordu. Bu termos denilen icadın çok yukarılardan gelen emir
ve komuta uyarınca çok iyi korunması gerekiyordu. Başına bir hallerin gelmemesi
lazımdı.
Ertesi gün Hesko traktörü ile yine tarlaya gitti. Neredeyse hasat
zamanıydı. Tarlaların verimini merak ediyordu. O nedenle aksama kadar bütün
ekin tarlalarını tek tek dolaşacaktı. Hesko’nun evde olmamasını fırsat bilen
Pelè komşuları Esme ve Hatice’yi çaya davet etti. Pelè özenle demlediği çayın
yanı sıra bol yeşil soğanlı kısır hazırladı. Komşularına mahcup olmak
istemiyordu. Kırmızı termosuna da soğuk su doldurup, görücüye çıkarabilirdi. Ne
kadar çok beğeneceklerini görür gibi oluyordu.
Misafirler yukarı kattaki balkonda gölgede oturuyorlardı. Pelè bir
elinde çaydanlık ve diğer elinde kırmızı termosla merdivenleri çıkıyordu.
Güneşin şavkı gelip, bir anda metal çaydanlık ile buluştu. Pelè’nin bir anda
gözleri kamaştı. Dengesini hafiften yitirip, tökezleyince elindeki termos
merdivenlerden aşağıya kadar yuvarlandı. Korktuğu başına gelmişti. Kırmızı
termos kırılmıştı. Pelè’nin bir anda aklı başından gitti. Komşularını unuttu.
Şimdi Hesko’ya ne diyecekti. O’nu nasıl sakinleştirip, termosun kırıldığına
ikna edecekti. Kocasının hiddetinden termos gibi kırmızı bir renk alan yüzünü,
dönüp duran gözlerini görür gibi oldu.
Pelè
uzun uzadıya düşündü ve aklına çalışmalarını aklına yatan plan üzerinde
yoğunlaştırdı. Tarladan geç vakit dönen kocasına bol tereyağlı bir bulgur
pilavı pişirdi. Bu arada artık yumurtlamayan “Kara Tavuğu” kümeste bir köşeye
sıkıştırıp yakaladı ve oğlu Osman’a kestirdi. Tavuğu önce haşladı ve sonrasında
da kırmızı toz biberli tereyağında kızartıp, bulgur pilavının üzerine
yerleştirdi. Görünüm muhteşemdi. Yanına da güzelce bir salata ve ayran yaptı.
Çok geçmeden tarladan yorgun argın dönen Hesko bulgur pilavı ve tavuk kokusunu
içine çeke çeke gelip, yer sorasında bağdaş kurdu. Ziyafete diyecek yoktu. Bunu
neye borçlu olduğunu anlayamadı.
Zil
çalan karnını tıka basa doyurdu. İçilen tavşan kanı çayların ardından, uyku
saati geldi. Esnemeler dahilinde yatak odalarına çekildiler. Pelè çeyizinden
kalma ceviz sandığından, öncesinden çıkardığı pembe geceliğini şuh hareketlerle
giydi. Hesko olup bitene anlam vermekte hala zorlanıyordu. Akşam ziyafetinden
sonra böylesi bir sunuma her ne kadar mutlu olsa da, bunun altından bir
çapanoğlunun çıkacağından da adı gibi emindi. Varsın kimin oğlu çıkarsa
çıksındı. Önemli olan anın tadını çıkarmaktı. Mutlu olduğunu çok da belli
etmeme gayreti ile yorganı üzerine çekti.
Pelè bildiği bütün kadınlık numaralarını bir
hışımda döktürdü. Öyle bir hızla altlı üstlü oldular ki, bir anda nefes nefese
kaldılar. Pelè’ye göre termosun kırıldığını söylemenin tam zamanıydı. Şu an
söylerse belki de bütün korkuları geride kalabilirdi. Hesko’nun altında O’nun
pazılı kollarına daha da sıkıca tutunmaya çalıştı. Omuzlarına üst üste
öpücükler kondurdu. Usulca kulağına eğildi.
“Heskooo… Termos ji keşt! – Heskooo… Termos kırıldı!” Hızını alamayan
Hesko garip iniltiler dahilinde mırıldandı. Hesko kendisinden iyice geçti. Pelé
çok kötü bir anda yakalamıştı.
“Ma
bişke. Ma bişke… - Kırılsın. Kırılsın…” deyince Pelè’yi bir rahatlamadır aldı.
Bütün gücünü yeniden toparlayıp, bol merhametli kocasına daha çok sarıldı. Çok
geçmeden Hesko kökünden baltalanan bir çam ağacı misali Pelè’nin yanına
devrildi. Bir anda karısının biraz önce söyledikleri aklına geldi ve yattığı
yerde doğrulup, karanlıkta Pelè’nin yüzünü seçmeye çalıştı. Pelè bu girişiminin
de çözüm olmadığını hemen sezdi. Korkudan ne diyeceğini bilmeden, küçük dilini
yuttu. Üzerine doğru harlı lavlar halinde gelecek olan Hesko’nun hışmı ile
neler olacağını beklemeye koyuldu.
Hesko
önce nefesini toparlamaya çalıştı. Pelè’ye doğru iyice eğildi. Gecenin
karanlığında çocukları tarafından duyulmalarını hiç hesaba katmadan, kör
karanlıkta açtı ağzını yumdu gözünü.
“Pele… Te got çi? Te got çi? Te got termos ji keşt! – Pelè… Ne dedin? Ne
dedin? Termos kırıldı mı, dedin!” Karanlıkta Pelè’nin hiç beklemediği bir anda
okkalı bir tokat gelip, sol al yanağının yanı başında patladı. Hesko gece
yarısı yine küplerin üzerindeydi.
Pelè
hıçkırıklarla süklüm püklüm ağladı. Ağladı. Yanağının acısını dindirmek için
eliyle iyice bastırdı. Yüreğindeki acı daha fazlaydı. Bir termos için otuz
yıllık kocası olacak mendebur adam, bunu kendisine reva görmemeliydi. Sırtını
Hesko’ya dönüp, kederli bir halde ağlamasını sürdürdü. Sabah şafak söktüğünde,
Kara Tavuğun yokluğunu fark eden horozun sesi ve gözlerinde şişliklerle uyandı.
Yorgun, bitkin, mutsuz ve oldukça kırgındı. Kara Tavuk Hesko’nun midesindeydi.
Otuz yıllık bir evliliği geride bırakırlarken, Pelè’nin yüreğini derinden
yaralayan bir tokat da gürültü ile al yanağında şahlanmıştı. Çocukları olup
biteni sezinleseler de, duydukları korkudan gık diyemediler. Evin horozu geniş
avluda dört bir yanda Kara Tavuğu aramaya devam etti. Hesko ortalarda
gözükmüyordu. Süt dökmüş kedi olup, kahvaltı yapmadan traktörü ile evden
uzaklaşmıştı.
Amsterdam, 29 Mart 2017