28 Mart 2017 Salı

TERMOS







TERMOS

         Kalkık gür kaşlarını sudan bir bahaneyle de olsa birleştirip çatmaya görsün, anında bütün aile fertleri O'nun ürkütücü hışmından fellik fellik saklanacak yer ararlardı. Üst kısmı tel tel bıyıklarla kaplı, dolgun dudaklı mübarek ağzını açtı mı, gözlerini saatler boyu yumardı. Ne zaman ve hangi durumlarda bineceği belli olmayan kocaman küplerden de akrobatlar misali uzun zaman inmez, birinden bir diğerine ustalıkla atlardı. Küpler üzerindeki uzun soluklu seyr-i seferinde fıldır fıldır dönen gözlerine yerleşen iki ejderha ateş püskürmeye başlardı. Kırçıl saçları tıpkı bıyıkları gibi tel tel olur, kaşları inişli çıkışlı hatlar çizerdi. Karısı Pelè böylesi istenmeyen bir durumun oluşması halinde, suspus, "çıt" sesinin bile gürültü sayıldığı bir ölü sessizliğe bürünürdü. Bütün bedeni elektrik akımına kapılmışçasına bir titremeyle, gıkını dahi çıkarmadan mutfakta soluğu alır ve ne kadar ağır eşya varsa korkudan kapının arkasına yığardı. Her defasında kalbini göğsünü yarıp, çıkmaması için iki eliyle bastırırdı.
         Hesko karısı Pelè’ye her ne kadar sabun misali baloncuklar halinde köpürüp atarlansa da, onca yıl sonra hala ilk günkü gibi sırıl sıklam aşıktı. Var olagelen ani parlamalarının, hiddetinin ve kızgınlığının önüne bütün çabalamalarına ve istemine rağmen geçemiyordu. Aslında kızgınlığı kalbinin derinlerinden gelmiyordu. Anlık saman alevi parlamalardı. Kısa bir an için de olsa, bu olumsuz dışa vurumlar, herkesin kalbini kırmaya ve ortamı berbat etmeye yetiyordu. Ama Allah’ı var bugüne değin, bu şiddet ve celallenmeye rağmen; fındık burun, kalem kaş, al yanak ve kara üzüm gözlerin sahibi Pelè’ye tek bir fiske vurmadı. Varsın dövmesindi. Yine de kadın dediğin, öyle veya böyle erinden korkmalıydı. Çocukları da öyle. Saygıda kusur edilmemeli ve akan sular; mevzu bahis saygı olunca, çok güçlü bir fren sistemi ile olduğu yerde ve anında durmalıydı. Hesko üç oğlan, üç kız ve bir de güzeller güzeli Pelè’den oluşan güzel evinin sarsılmayan direğiydi. Katılırsınız veya bu konuda kendileri ile hemfikir olmazsınız; Hesko’ya göre korkusuzluk saygısızlığı da beraberinde getirirdi. Atalarından bugüne değin böyle görmüştü. Şüphe götürmeyen bu görüş aynı zamanda “Haneyi Hesko’nun bekası” için de gerekliydi.
         Her köpürme anında ağzından ve burnundan körükler gibi hava çıkartıyor, gözleri bir anda kan çanağına dönüyordu. Sinir küpü bir insan da olsa, hayat çizgisindeki gidişat dilediğince seyrettiğinde, Hesko yumuşacık bir insan olup, kuş tüyüne dönüşüyor ve ardından da pamuk şekeri olmasını biliyordu. Oğulları ve kızları babalarının bu ters tarafından çok çekiniyorlardı. Günün birinde babalarının birilerine ters düşüp başını belaya sokacağından da korkmuyor değillerdi. Çocukları her ne kadar O’nu zorunlu olarak idare etme yoluna gitseler de, başkası aynı yolu seçmekte zorlanabilirdi.
         Hesko da köylüleri gibi nafakasını çiftçilik ve hayvancılıktan çıkartıyordu. Oğullarından ikisi ve bir kızı evlenip Ankara’ya yerleşince, iki kızı, bir oğlu ve karısı Pelè ile birlikte yaşamaya başladı. On yedisinde bıyıkları yeni terleyen oğlu Osman tarla işlerinde ve hayvancılıkta kendisine yardımcı oluyordu. On beş yaşındaki kızı Yeter ve on dört yasındaki Sultan anneleri ile birlikte ev işlerinde koşuşturuyorlardı.
         Hesko karısı Pelè’nin yaptığı peynir, tereyağı ve yoğurtları traktörünün römorkuna her çarşamba günü yakınlarındaki Kaman ilçesinin pazarına götürüp satıyor, aldığı para ile de ailesinin ihtiyaçlarını gideriyordu.
         Bahar mevsimi geniş İç Anadolu bozkırına gülücükler atarak çıkageldi. Koyunlar kuzuladı. Bahar yağmurları art arda bol miktarda gelince; dağ, taş, dere ve tepeler güzelim bir yeşilliğe, öbek öbek kır çiçeklerine bürüdü. Kaplumbağalar yuvalarından kafalarını korkusuzca mobil yuvalarından çıkardılar. Kirpiler pamuk yavrular doğurdular. Köstebekler toprağın altını üstüne getirdiler. Cırcır böcekleri karanlık geceleri aydınlattılar. Tırtıllar kanatlanıp gökyüzünün maviliğiyle buluştular. Bütün coğrafyayı onlarca çeşit kuşun cıvıltıları sardı. Yağmur sonrası çıkan tatlı rüzgar esintileri, gönül rızası aldığı çiçeklerin mis amber kokularını alıp, getirdi. Kelebekler ve arılar ayaklarında çiçek tozlarının ağırlığıyla tabiatta uçuştular. Tozları kondukları çiçekten bir diğerine taşıdılar. Çoğalmanın, üremenin, refah, bolluk ve bereketin önünü açtılar. Bütün insanlar ve dünyada yaşayan canlılar bu nadide kokuları ciğerlerine depoladılar. İnsanı sermest eden hoş kokuları alıp veren nefesler, İç Anadolu bozkırındaki bütün insanları alabildiğine mutlu kıldı. Baharın o muhteşem verimliliği ile hayli sıcak bir yaz mevsimine yumuşak geçiş yapıldı. Hesko ve karısı Pelè de diğer köylüleri gibi koyunlarından beklemedikleri bir oranda süt elde ettiler. Sağdıkları her damla sütü değerlendirip, tenekeler dolusu peynir ve tereyağı elde ettiler.
        Peynir ve tereyağı tenekelerinin yüklenmesi esnasında Hesko yine hiddetlendi. Oğluna ve Pelè’ye çatmamak için burnundan soluyarak, kendisini zar zor tutabildi. Kaman’a bir kez daha gidiyor olması bağırıp çağırmasının önünü kesti. Hesko her Kaman’a gelişinde kendisini büyülenmiş hissediyordu. Kilometrelerce öncesinden başlayan o güzelim yeşil örtü ve boy boy ağaçlar gözlerine, yüreğine bir rahatlama getiriyordu. Ciğerlerine doluşan temiz hava ile de bir kuş misali kanatlanıp, tüy hafifliğine ulaşıyordu.
         Havanın çok sıcak olduğu bu çarşamba gününde, pazarın sanayi sitesine yakın kısmında, dört teneke peynir ve iki teneke de tereyağı ile pazardaki yerine konuşlandı.
Sanayi sitesindeki bir tamir atölyesinden gelen çekiç seslerini bastıran Neşet Ertaş'ın dillere destan, babasının "Aydost" adlı türküsü, sabahın bu erken saatlerinde yürekleri dağlıyordu.
         Kaman’da Peynirci Kürt Hesko olarak nam salmıştı. Peynir ve tereyağı ihtiyacı olanlar, Çarşamba sabahı erkenden Hesko’nun tezgahının önünde sıralanıyorlardı. Bugün de Kaman’lı Rukiye hanım en ön sıradaydı. İki adım atıp, Hesko’nun tezgahının başında dikeldi.
         “Hesko ağam nasılsın? İyi misin? Karın ve çoluk çocuğun da iyiler mi? Bak sana bizim Kaman'ın meşhur cevizlerinden getirdim. Kabuğu ince, kolay kırılır. İçi çok lezzetlidir. Karına ve çocuklarına götürürsün, olmaz mı? Badem de getiririm. Severlerse, bir dahaki sefere daha çok ceviz getiririm. Ne diyeceğim, iki hafta önce senden peynir almıştım, biraz yağsızdı. Bu hafta nasıl, yağ oranı ve tadı iyi mi acep?” deyip, izin almadan kopardığı bir parça peyniri hafif uzunca olan burnunun hizasına götürüp, uzun uzadıya kokladı. Sonrasında da peynir parçasını ağzına attı. Dikkatle çiğnedi. Şarap test eder gibi kısık bakışlarla Hesko’nun gözlerinin derinine durdu. “İyi, fena değil” anlamında kafasını salladı. Daha sonra da üç kilo peynir istedi. Hesko’nun omuzlarına bir iki dokunmayla istediği indirimi de anında yaptırdı. Büyük bir gülümseme ve işveyle Hesko’nun tezgahından ayrılıp, yerini sıradaki müşteriye bıraktı.
         Müşterileri genelde kocaları Almanya’da çalışan, cüzdanları hatırı sayılır sayıda yeşil markla dolu kadınlardı. Hesko her kadının kocasının Almanya’nın hangi şehrinde işçi olduğunu, kaç yıldır ve nasıl bir işte çalıştığını biliyordu. Onları tanımadığı ve görmediği halde, isimleri sorulduğunda hemen söyleyebiliyordu. Kadın müşterileri alış verişlerinin ardından, uzun bir zaman Hesko’nun yanında yöresinde kalıyor, bazen de O’na yardım ediyorlardı. Sohbetlerinde Hesko’nun bugüne değin edindiği bütün bilgileri sohbetleri esnasında kendisine aktarıyorlardı.
         Yarı yarıya dul sayılabilecek bu Kaman’lı kadın müşterilerine karşı oldukça kibar, nazik, yumuşak ve güler yüzlüydü. Onlarla oturup sohbet etmek, birlikte bir şeyler yemek ve onların cilveleşmelerinden büyük zevk alıyordu. Bu müşteri potansiyelinin arasından her hangi bir dost edinemediyse de, istemesi halinde aday gibi görünen bir iki kadın da yok değildi. Lakin şimdi bunun sırası olmadığı halde, şeytan da kendisini ara sıra dürtmüyor değildi. Aslında güzellikte ve diğer yönlerden hiç birisi Pelé'nin pamuk ellerine su dökemezdi. Ama yine de "lanet kör şeytan" insanı rahat bırakmıyordu.
         Satış sonrası çarşıya geldi. Elleri cebinde parasının üzerinde dükkanları dolandı. Tanıdık olduğu esnafın ikram ettiği çaylarını yudumladı. Ekmek, çay, şeker, Pelè’ye ve kızlarına birer elbise, kendisine ve oğluna iki gömlek aldı. Bütün alış verişini çantalara doldurdu. Gömlek aldığı mağaza sahibi ile de dost olmuşlardı. Mağaza sahibi Kaman’lı Halit, Hesko’ya dönüp;
         Hesko abim, birer de soğuk su içer miyiz?” diye sordu. Hesko içtiği çayların hararetini düşürmediğini fark etti.
         “Olur Halit Usta, bir bardak da suyunu alayım.” Halit büyükçe cam bir bardağa, Hesko’nun daha önce hiç görmediği kapalı bir sürahiye benzeyen kaptan su doldurdu. Cam bardağı alıp kalın alt ve üst dudağı ile birleştiren Hesko, suyun soğukluğuna şaşıp kaldı. Hesko’nun şaşkın bakışları Halit Usta’nın gözlerinden kaçmadı.
         “Hesko abim, buna 'termos' diyorlar. Bize de yeni geldi. Havalar sıcak gittiği için peynir ekmek gibi satılıyor. Termosun özelliği sıcağı sıcak ve soğuğu da saatlerce soğuk tutuyor. Anlayacağın bizim bildiğimiz toprak testi dönemi sona erdi. Arzu edersen bir tane de sana verelim. Yenge hanımı sevindirirsin.”
         “Olur, neden olmasın. Ver bakalım bir tane.”
         “Hangi renkten istersin Hesko abi?”
         “Kırmızı olsun. Bilirsin bizim Kürtler kırmızıyı pek bi severler. Ben de severim.” Halit Usta kırmızı bir termosu özenle bir gazete kağıdına sardı ve siyah bir poşet içinde Hesko’nun eline iliştirdi.
         Yarım saat kadar sonra Hesko traktörü ile Hirfanlı Köyünü dönüş yolunda ardında bıraktı. Uzaklarda tepelerin ardında güneş bütün kızıllığı ile batmak üzereydi. Kızılırmak’tan esen tatlı rüzgar ağaç dallarını bin bir nazla sallıyordu. Irmak maviş bir akışkanlık çabası içindeydi. En geç yarım saat kadar sonra da evinde olurdu. Termosun marifetlerine Pelè de çok şaşıracaktı. Traktörle, motor gürültüleri ve tozu dumana katarak evine geldi.
         Hesko’nun geldiğini gören Pelè ve çocukları askeri bir disiplinle sıraya girip, beklemeye koyuldular. Hesko aylardır gittiği gurbet elde nihayet sılasına dönüyormuş gibi bir karşılamayı görünce yüzü güldü. Traktörü ile büyük bir TIR aracını sürercesine direksiyona asılıp, kavisler çizdirerek durdu. Pelè kocasının çehresinde uzunca bir zamandır böylesi tatlı bir gülümseme görmemişti. Hesko’nun bu haline çok mutlu oldu. Yüreğine doğru sıcak-tatlı bir akıntı hissetti.
         Hesko çantayı kaptığı gibi çok atik bir hareketle traktöründen atladı. Soluğu hala büyük bir nizam ve intizam içinde bekleyen Pelè ve çocuklarının yanında aldı. Siyah poşetten çıkardığı termosu gözlerinde nadir görülen bir parıltı ile Pelè’ye uzattı.
         “Bak Pelè bunun adı termos. Buna sıcak su koyduğun zaman sıcak, soğuk su doldurduğun zaman da soğuk kalıyor. Anlayacağın artık tarlaya soğuk su için testi götürmeme gerek kalmadığı gibi, bu termosa çay da doldurup tarlaya götürebileceğim. Senden ve çocuklardan bu termosu gözünüz gibi korumanızı istiyorum. Kazayla da olsa kim ki, bu termosu kırarsa O’nun benden çekeceği var. Bilesiniz. Benden söylemesi, sonra vay ben görmedim, bilmiyorum veya duymadım yok.” Tembihleme esnasında yüzündeki o tatlı görünüm aniden kayboldu. Alışılagelen Hesko yine karşılarındaydı.
         Pelè ve hala nizami hizada bekleyen çocukları yutkunmalar eşliğinde kırmızı termosa baktılar. “Oldu. Emredersiniz. Baş üstüne” mahiyetinde kafalarını salladılar.
         Pelè ve çocuklarının işi zordu. Bu termos denilen icadın çok yukarılardan gelen emir ve komuta uyarınca çok iyi korunması gerekiyordu. Başına bir hallerin gelmemesi lazımdı.
         Ertesi gün Hesko traktörü ile yine tarlaya gitti. Neredeyse hasat zamanıydı. Tarlaların verimini merak ediyordu. O nedenle aksama kadar bütün ekin tarlalarını tek tek dolaşacaktı. Hesko’nun evde olmamasını fırsat bilen Pelè komşuları Esme ve Hatice’yi çaya davet etti. Pelè özenle demlediği çayın yanı sıra bol yeşil soğanlı kısır hazırladı. Komşularına mahcup olmak istemiyordu. Kırmızı termosuna da soğuk su doldurup, görücüye çıkarabilirdi. Ne kadar çok beğeneceklerini görür gibi oluyordu.
         Misafirler yukarı kattaki balkonda gölgede oturuyorlardı. Pelè bir elinde çaydanlık ve diğer elinde kırmızı termosla merdivenleri çıkıyordu. Güneşin şavkı gelip, bir anda metal çaydanlık ile buluştu. Pelè’nin bir anda gözleri kamaştı. Dengesini hafiften yitirip, tökezleyince elindeki termos merdivenlerden aşağıya kadar yuvarlandı. Korktuğu başına gelmişti. Kırmızı termos kırılmıştı. Pelè’nin bir anda aklı başından gitti. Komşularını unuttu. Şimdi Hesko’ya ne diyecekti. O’nu nasıl sakinleştirip, termosun kırıldığına ikna edecekti. Kocasının hiddetinden termos gibi kırmızı bir renk alan yüzünü, dönüp duran gözlerini görür gibi oldu.
         Pelè uzun uzadıya düşündü ve aklına çalışmalarını aklına yatan plan üzerinde yoğunlaştırdı. Tarladan geç vakit dönen kocasına bol tereyağlı bir bulgur pilavı pişirdi. Bu arada artık yumurtlamayan “Kara Tavuğu” kümeste bir köşeye sıkıştırıp yakaladı ve oğlu Osman’a kestirdi. Tavuğu önce haşladı ve sonrasında da kırmızı toz biberli tereyağında kızartıp, bulgur pilavının üzerine yerleştirdi. Görünüm muhteşemdi. Yanına da güzelce bir salata ve ayran yaptı. Çok geçmeden tarladan yorgun argın dönen Hesko bulgur pilavı ve tavuk kokusunu içine çeke çeke gelip, yer sorasında bağdaş kurdu. Ziyafete diyecek yoktu. Bunu neye borçlu olduğunu anlayamadı.
         Zil çalan karnını tıka basa doyurdu. İçilen tavşan kanı çayların ardından, uyku saati geldi. Esnemeler dahilinde yatak odalarına çekildiler. Pelè çeyizinden kalma ceviz sandığından, öncesinden çıkardığı pembe geceliğini şuh hareketlerle giydi. Hesko olup bitene anlam vermekte hala zorlanıyordu. Akşam ziyafetinden sonra böylesi bir sunuma her ne kadar mutlu olsa da, bunun altından bir çapanoğlunun çıkacağından da adı gibi emindi. Varsın kimin oğlu çıkarsa çıksındı. Önemli olan anın tadını çıkarmaktı. Mutlu olduğunu çok da belli etmeme gayreti ile yorganı üzerine çekti.
         Pelè bildiği bütün kadınlık numaralarını bir hışımda döktürdü. Öyle bir hızla altlı üstlü oldular ki, bir anda nefes nefese kaldılar. Pelè’ye göre termosun kırıldığını söylemenin tam zamanıydı. Şu an söylerse belki de bütün korkuları geride kalabilirdi. Hesko’nun altında O’nun pazılı kollarına daha da sıkıca tutunmaya çalıştı. Omuzlarına üst üste öpücükler kondurdu. Usulca kulağına eğildi.
         “Heskooo… Termos ji keşt! – Heskooo… Termos kırıldı!” Hızını alamayan Hesko garip iniltiler dahilinde mırıldandı. Hesko kendisinden iyice geçti. Pelé çok kötü bir anda yakalamıştı.
         “Ma bişke. Ma bişke… - Kırılsın. Kırılsın…” deyince Pelè’yi bir rahatlamadır aldı. Bütün gücünü yeniden toparlayıp, bol merhametli kocasına daha çok sarıldı. Çok geçmeden Hesko kökünden baltalanan bir çam ağacı misali Pelè’nin yanına devrildi. Bir anda karısının biraz önce söyledikleri aklına geldi ve yattığı yerde doğrulup, karanlıkta Pelè’nin yüzünü seçmeye çalıştı. Pelè bu girişiminin de çözüm olmadığını hemen sezdi. Korkudan ne diyeceğini bilmeden, küçük dilini yuttu. Üzerine doğru harlı lavlar halinde gelecek olan Hesko’nun hışmı ile neler olacağını beklemeye koyuldu.
         Hesko önce nefesini toparlamaya çalıştı. Pelè’ye doğru iyice eğildi. Gecenin karanlığında çocukları tarafından duyulmalarını hiç hesaba katmadan, kör karanlıkta açtı ağzını yumdu gözünü.
         “Pele… Te got çi? Te got çi? Te got termos ji keşt! – Pelè… Ne dedin? Ne dedin? Termos kırıldı mı, dedin!” Karanlıkta Pelè’nin hiç beklemediği bir anda okkalı bir tokat gelip, sol al yanağının yanı başında patladı. Hesko gece yarısı yine küplerin üzerindeydi.
         Pelè hıçkırıklarla süklüm püklüm ağladı. Ağladı. Yanağının acısını dindirmek için eliyle iyice bastırdı. Yüreğindeki acı daha fazlaydı. Bir termos için otuz yıllık kocası olacak mendebur adam, bunu kendisine reva görmemeliydi. Sırtını Hesko’ya dönüp, kederli bir halde ağlamasını sürdürdü. Sabah şafak söktüğünde, Kara Tavuğun yokluğunu fark eden horozun sesi ve gözlerinde şişliklerle uyandı. Yorgun, bitkin, mutsuz ve oldukça kırgındı. Kara Tavuk Hesko’nun midesindeydi. Otuz yıllık bir evliliği geride bırakırlarken, Pelè’nin yüreğini derinden yaralayan bir tokat da gürültü ile al yanağında şahlanmıştı. Çocukları olup biteni sezinleseler de, duydukları korkudan gık diyemediler. Evin horozu geniş avluda dört bir yanda Kara Tavuğu aramaya devam etti. Hesko ortalarda gözükmüyordu. Süt dökmüş kedi olup, kahvaltı yapmadan traktörü ile evden uzaklaşmıştı.


Amsterdam, 29 Mart 2017

18 Mart 2017 Cumartesi

RÜYA


                                                                            Foto: Kesikköprü Dostluklar Diyarı

RÜYA
          
         Belde halkı el birliği ile irili ufaklı kiremit çatılı evleri Kızılırmak’ın hemen yanı başına boylu boyunca serpiştirdiler. Aradan geçen uzun zamanla birlikte, Kesikköprü beldesi İç Anadolu’da Heciban aşiretine bağlı Kürt köylerinin Roma’sı oluverdı. Bütün maviliği ve güzelliği ile kırmızı toprakla sıvalı belde evlerine paralel süzülüp geçen Kızılırmak, bu yerleşim diyarına apayrı bir güzellik ve ihtişam kat. Çevredeki diğer Kürt köylerine kıyasla, Kesikköprülü her bireyin gözünde o dillere destan güzide beldeleri, insanına gurur verir. Çok gelişmişliği ve ihtişamı ile zaten ayrıcalıklıdır. Gün gelir, yolunuz düşer de diğer Kürt köyleri olan Tepe, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Dalkıranlar ve Kuyular’a da gelmişken uzanayım derseniz güzergahınız hatırı sayılır bir yükseltiyi kıvrımlı bir yolu aşmakla başlar. “Ziyaret” olarak adlandırılan tepeye çıktığınız vakit, Kesikköprü muhteşem güzelliği ile artık ayaklarınızın altındadır. Evler taştan örme büyük avlular ile çevrilidir. Kızılırmak'tan esen tatlı rüzgar bu geniş avlulardaki zerdali, elma, erik, dut, iğde, badem ve kiraz ağadallarını, taşıdığı ağır meyvelerle gücünün el verdiğince sallar. Onlarca çeşit kuşun cıvıltıları dört bir yanı harmoni halinde bir anda alabildiğine kaplar. Uçsuz bucaksız buğday-arpa-mısır-ayçiçeği tarlaları, güzelim kavun-karpuz bostanlarının gözünüzün alabildiğine görebileceği devasa bir alana yayıldığını şaşkınlıkla görürsünüz.  
         Ziyaret Tepesi' nden elinizi uzatmanız halinde adeta yılan kıvrımları ile süzülen Kızılırmak'ın coşkulu mavi sularını parmağınızın bir hareketi ile dalgalandırabilir, ağaç dallarını çırpabilir, tarlasında herk yapan Süleyman'ın zorlanan traktörüne bir el atabilir,  belki de evlerin kiremit çatılarını usulca okşayabilirsınız. Sokakta top oynayan çocukların kaçan topunu el yordamı ile alıp, verebilirsiniz. Göz hakkı deyip kan kırmızısı bir karpuzu bağdaş kurup, Kesikköprü manzaralı iştahla yiyebilirsiniz. Tandır damında yufka ekmek yapan Döne'nin sönmek üzere olan çalı çırpı ateşini, bütün nefesinizi toplayıp, avurtlarınızı iyice şişirmenin ardından bir üfleme ile yeniden harlandırma işi de payınıza düşebilir.         
         Yeşillik, sıralı boy boy marketler, ırmak, su, baraj, kulüp, postane, gelişmişliğin diğer belirgin göstergeleri bir arada yer alınca, yerleşim yerlerinin ihtişamı Kesikkörülüyü konum gereği diğer köylere göre, haliyle biraz daha mağrur kılar.  Belde insanı güzellikler diyarının bir mensubu olmasının getirisi ile kendisini oldukça ayrıcalıklı hisseder. Örneğin O’nun çişinin üstüne, haşa başka bir çiş yapılamaz. Yapılacaksa da bunun sadece başka bir Kesikköprülü tarafından icra edilmesi gerekir. En büyük Kesikköprü’dür ve başka büyük asla yoktur!
         Her köyde olduğu gibi Kesikköprü’de de belirgin, saygın şahsiyetler mevcuttur. Bu kişiliklerden biri de, zamanın medreselerinde eğitim görmüş İç Anadolu’nun filozoflarından, tartışma götürmeyen bilge kişiliği, bilgisi ve donanımı ile Heseni Qıleri’dir. Kendileri oldukça mağrur bir kişiliktir. O’nun bu gururunun sebebi, Kesikköprü’nün Kızılırmak’ın yanı başında yer alması, zümrüt yeşilliği, marketlerinin  veya postanesinin olmasından dolayı değildir. Bunlar olması gereken ufak teferruatlardır. Heseni Qıleri’nin gözünde, insanların cehaleti, bilgi ve donanım fukaralılığına karşın, kendisinde var olagelen birikimi, ilim ve irfan; O’nun mağrur olması için yeterli bir nedendir.
         Kimseyi beğenmediği gibi, aynı zamanda herkes ile de kavgalıdır. En büyük kavgaları Kesikköprü’ye imam olarak atanan hocalarladır. Hocaların dini bilgileri, Heseni Qıleri’nin nezdinde yok denecek seviyededir. Kur’anı bırakın yorumlamaları, okumaları dahi sorundur. Duaları yanlış okurlar ve anlamlarından bihaberdirler. Hutbeye çıkıp vermeye çalıştıkları vaazın içeriği bir fındık kabuğunu doldurmaz. Devletten ve cemaatten yok yere para alırlar. Devlete ve millete hiçbir getirileri yoktur.
         En çok da Ali Hoca adlı bir hocaya kafayı takmış durumdadır. Hoca ile her konuda alabildiğine ters düşer. Hocadan biti kadar haz etmez. Elinden gelse bir kaşık suda, olmadı Kızılırmak’ın boncuk maviliğindeki sularında bir çırpıda boğar. Ölüsüne de dönüp bakma gereği duymaz.
         Ali Hoca da Heseni Qıleri’ye hasımdır. O da oturduğu her cemaatte kendisini neden sevmediğinden yakınır. Kimi zaman hatırı sayılır insanları Heseni Qıleri’ye aracı olarak gönderir. Aradaki husumetin kalkmasını, kendisine saygısı olduğunu, oturduğu her yerde kendisini karalamasının yakışık almadığını aracıları vasıtası ile iletir. Ancak Heseni Qıleri huzuruna varan aracının saygınlığı ne denli büyük olursa olsun, bildiğinden şaşmazç Bir dirhemlik olsun ödün vermez. Var olan husumetini inatla sonuna kadar sürdürür. Mağrurluğunu insanın gözüne soka soka bir şova dönüştürür. Kendisi dahil olmak üzere, herkes ile kavgalı olmaya devam eder.
         Ali Hoca bunaltıcı bir yaz günü, çevre köylerde yine saygınlığı su götürmeyen bir dostunu elçi olarak Heseni Qıleri’ye gönderdi. Heseni Qıleri gelen ara bulucuya misafirperverlikte kusur etmedi. Allah ne verdiyse ikramlarda bulundu. Fakat Heseni Qıleri, aracı vasıtası ile kendisine iletilen defne dalını elinin tersi ile itti. Dalgalanan barış bayraklarına dönüp bakmadı. Tez elden ziyaretçiyi gönderdi. Hayvan sevgisi çok olmasına karşın, ak güvercinleri sapan taşı yağmuruna tuttu.
         Elçinin çıkması ile Heseni Qıleri de evinden hızlı adımlarla ayrıldı. Meydanda bulunan Demokrasi Parkının yanında yer alan ve siyah taş duvarları ile daha çok bir hapishaneyi andıran camiye doğru acele adımlarla seğirtti. Aklında Ali Hoca ile karşılaşmak vardı. Ellerini kendisine bol gelen kahve rengi kadife pantolonun örttüğü kıçının üst kısmında kenetleyip, cami ile park arasında volta atmaya koyuldu. Ali Hoca çok geçmeden cemaatten Veli ve Qımis ile birlikte karşıdan sökün etti. İki kişinin daha olması da Heseni Qıleri için arayıp da bulamadığı bir ortamdı.
         Ali Hoca karşıdan hasmının kendisine doğru gülümseyerek geldiğini görünce, yüreğine tatlı bir ürperti yayıldı. Yüzünü mutluluk kapladı. Ara bulucu olarak gönderdiği dostu, nihayet kendisini ikna etmişti demek. Aradaki buzlar eriyecek ve kendisi hiçbir muhalifi olmadan bu güzel belde de sorunsuz-gül gibi geçinip gidecekti. Bu kez olmuştu. Artık barış çubuğunu tüttürebilirlerdi. Yanında yer alan Veli ve Qımis ile birlikte hızlı adımlarla hasmına doğru yürüdü.
         Heseni Qıleri kıçının üst tarafında sıkıca kenetlediği ellerini çözdü. Önce selam verdi. Veli ve Qımis’e dönüp hal hatır sordu. Aynı soru kendisine yönelince Ali Hocanın sesi çatallaştı. Şaşırdı. Kulaklarına inanamadı.
         “Allah razı olsun, şükür iyiyim. Siz de iyi misiniz Hasan ağabey?”
         “İyiyim… Sağ ol.” demekle yetindi. Sağ elinin ayası ile Ali Hocanın omuzuna dokundu.
         “Yahu Ali Hoca, ne diyeceğim. İnanmazsın dün gece rüyamda seni gördüm.” Ali Hocanın gözleri parladı. Yüzüne yayılan mutluluk pembeliğini arkadaşlarına göstermek istercesine dönüp onlara baktı.
         “Hayırdır Hasan ağabey. İnşallah iyi bir rüyadır.”
         “Hayırdır… Hayır. Güzel bir rüya. Rüyamda seninle çok sıkı fıkı arkadaş olmuşuz. Aramızdan su dahi sızmıyor.”
         “Ne güzel Hasan ağabey. Neden olmasın ki. Size karşı olan saygımın ne denli büyük olduğunu biliyorsunuzdur herhalde. Bilginiz, ilim ve irfanınıza diyecek yok maşallah. Peki daha sonra ne oldu?” Ali Hoca’nın yanında bulunan Veli ve Qımis de ilginç bir rüya olacak diye, hayli şaşkınlığın ardından Heseni Qıleri’ye doğru kulak kabarttılar.
         “Ne diyordum? Evet çok iyi iki arkadaşız. Gece karanlığında birlikte güle oynaya bir yere gidiyoruz. Sohbetimizin ise tadına diyecek yok. Biraz daha yol aldık ve karanlıkta her ikimiz de yan yana kazılmış iki ayrı kuyuya düşüyoruz. Hayli telaşlanıyoruz. İlk paniklemenin ardından kendimize geliyoruz. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Tabi birbirimizi de merak etmiyor değiliz. Çok geçmeden sen bulunduğun kuyudan bana bağırıyorsun. Tıpkı şimdi dediğin gibi: Hasan ağabey… Ben bir bal kuyusuna düştüm. Lakin benim halım hal değil. Nasıl söylesem bilemiyorum. Utancımdan sana söylemeye dilim varmıyor. Ali Hoca ben de bir bok kuyusuna düştüm diyemiyorum.” Bu sırada Heseni Qıleri heyecanlı anlatımına biraz ara verip soluklandı. Ali Hoca ve yanındakilerin yüzlerinde yer alacak olan ifadeyi çok merak ediyordu.
         Ali Hoca’nın yüzündeki gülümseme iyice büyüdü. Gözlerinin derinlerine doluşan mutluluk al bir mendil alıp, halaya durdu. Kendi kendisine duyulmayacak şekilde söylendi.
         “Gördün mü? Etme bulma dünyası. Sen misin bana bu kadar kötülük yapan. Allah’ın sopası yok ya. İşte seni böyle alır, bok kuyusuna atar. Oh olsun.” Bütün bu mırıldanmaları duymayan, ama O’nun neler düşündüğünü anlamakta zorluk çekmeyen Heseni Qıleri rüyasını kaldığı yerden yeniden anlatmaya koyuldu.
         “Bulunduğumuz kuyulardan her ikimiz de çıkmak için uzun süre çabalayıp durduk. Uğraşılarımız sonuç verdi ve kuyulardan en nihayetinde, dışarı çıkmayı her ikimiz de başardık. İşin şaşılası tarafı; çıkar çıkmaz sen gelip, benim üstümü başımı yalamaya başladın, ben de senin. Hayırlara vesile olsun ama dün gece böyle bir rüya gördüm.” Heseni Qileri sözünü bitirmek üzereydi ki, Ali Hoca olayın nereye vardığını hemen anladı. Yüzünün ifadesi tamamen değişti, allak bullak oldu. Çehresine mutluluktan yayılan allığın yerini kömür karalığı aldı. Hiddetlendi, ama kendisine bir hoca olarak hakim olması gerektiğinden güçlükle sakin olmaya çalıştı. Veli ve Qımis ellerini çırpa çırpa gülmekten kendilerini alamadılar. Bu sırada neredeyse günün yirmi dört saati çalışmaktan yılmayan Ömeri Hemo da, yeni aldığı nar kırmızısı Massey Ferguson marka traktörü ile motor gürültüleri eşliğinde tarladan geliyordu. Ortada ilginç bir şeylerin olduğunu sezmekte gecikmedi. Selam verip traktörü onlara yakın durdurdu. Merakla gelip, Qımis ve Veli’ye neden güldüklerini sordu. Heseni Qıleri hiç bir şey olmamış gibi istifini bozmadan, mağrur başını iyice gökyüzüne dikti. Gözlerini cami minaresinin zirvesi ile buluşturdu. Ellerini bu kez biraz daha kıçının yakınında koruma altına alırcasına sıkıca kenetledi. Ömeri Hemo’ya selam verip, evine doğru aheste aheste yürüdü. Yine 2-0 öndeydi.
         Görünen o ki; Demokrasi Parkına sahip bu güzel beldenin yer aldığı ülkeye gerçek demokrasinin gelmesi, Ali Hocanın da yüreğine; kendisini daha huzurlu hissedeceği bir mutluluğun konuşlanması, oldukça uzun bir zaman alacağa benziyordu.
         Demokrasi Parkında banklarda oturan Kesikköprülüler eli kulağında olan hasat zamanını, tarlalarından ne kadar ürün alacaklarını, gübre ve mazot fiyatlarının dur demeyi bilmemesini ve evlendirme çağına gelen çocuklarına yapacakları düğünleri konuşuyorlardı. Dar boğazdaki ekonominin getirisi gırtlaklarına kadar olan borçlarını düşündüklerinden, düştükleri girdaptan başlarını kaldıramıyorlardı. Heciban köylerinin Roma’sı Kesikköprü’de ne yazık ki, o şen şakrak “Mediterrane” coşkusu yoktu. Pizza, pasta, lamburusco şarapları ve espresso kahveleri Hecibanların Roma’sında tüketilmiyordu.

Amsterdam, 18 Mart 2017

27 Şubat 2017 Pazartesi

ATMA AĞAM



ATMA AĞAM

Kırlar şehri Kırşehir’e göç eyledi, bizim Kürt elleri. Salih çocuk on bir yaşında Kuyular Köyü İlkokulu’nu büyük bir başarı ile bitirdi. Köyde ortaokul olmadığı için, oğlunun eğitimini oldukça ciddiye alan babası Şiho bu çocoğun geleceği parlak deyip, tası tarağı topladı. En yakınlarındaki il olan Kırşehir’e yerleşmekte karar kıldı. Salih, kız kardeşi Saliha, annesi Fatma, babası Şiho ve komşuları el birliği ile çok da fazla olmayan eşyalarını bir araya topladılar. Aile dostları Kaman’lı Tüpçü Musa’nın sevgiyle "Kızıl Kızım" dediği kamyonetine yüklediler. Salih, Tüpçü Musa ile birlikte kamyonetle, Şiho, Fatma ve kızları Saliha da arabaları ile önden Kırşehir’e gitmek üzere yola koyulmaya hazır oldular. Kuyular Köyü'ndeki hazin vedalaşmaya bütün komşuları, hısım ve akrabaları da geldiler. Ailecek herkese ayrı ayrı sarılıp, helalleştiler. Sağ olsunlar Kuyular Köyünde sevenleri çoktu. Şiho'nun ailesinin ardından kovalar dolusu sular döküldü. Islak toprağın o anlatılamaz mis kokusu, bir anda uzaklaşan Kızıl Kızın ardında bıraktığı gri toza karıştı.
Şiho Kırşehir’de Ahi Evran Mahallesi'ni boydan boya ikiye bölen Kuyubaşı Caddesi’nde üç oda ve bir salon bir ev kiraladı.
Kuyular Köyünden yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra karısı Fatma ve kızları Saliha ile birlikte yeni evlerine geldiler. Usta bir şoför olan Tüpçü Musa ve beraberindeki Salih de çok geçmeden kamyonetle gelip, evin önünde durdular. Tüpçü Musa, Şiho’nun Kırşehir iline bağlı Kaman ilçesinden iyi bir arkadaşı, yılların kadim dostuydu. Aralarından kelimenin tam anlamı ile su sızmıyordu. İyi, kötü ve dar günlerinde birbirlerinin yanında olabildikleri kadar dimdik duruyorlardı.
Musa bebekliğinden beri oğlu gibi gördüğü Salih’i çok severdi. O’na yol boyunca geçtikleri yerleri tanıması, ufkunun genişlemesi için tek tek anlattı. Hirfanlı Köyü’ne gelmeden baraj gölünün en tepesinde durdu. Uçsuz bucaksız mavilikte biriken Kızılırmağın suları alabildiğine devasa bir göl halindeydi. Mavi sular Salih'in köyünde çok rastlanmayan göz kamaştıran yeşilliğin her tonunu koluna takmıştı. Kürt köylerindeki ağaç ve yeşillik fukaralığı olduğu halde, bu Türk köylerinde tam tersine bir zenginliğe dönüşüyordu. Kızılırmak, bir çölü andıran bozkırın bedeninde gök mavisi ile safir taşlardan oluşan uzun bir gerdanlığı, yanı sıra dört bir yanda öbek öbek yer alan ağaçlar, göz alıcı, parıltılı birer zümrüt broş, küpe veya benzeri paha biçilmez birer, alımlı takı görünümündeydiler. Toprak doğanın yeşilliği ve mavilikle adeta kucaklaşmıştı.
Salih’in akıllı ve iyi bir aile terbiyesi aldığı her halinden belli oluyordu. Babası ve annesi özveride bulunup, iyi bir yatırım yapıyorlardı. Bu genç insan bunu hak ediyordu. Musa, arkadaşı ile ne kadar gurur duysa azdı. Salih’in çok başarılı ve aldığı eğitimle de, vatana millete faydalı olacağı O'nun ışıldayan, kara-üzüm gözlerinden belliydi.
Hirfanlı Barajı’nın bu yöreye ne zaman kazandırıldığını, baraja adını veren köyün sakinlerinin de Salih gibi Kürt olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bölgedeki Kürt köylerinin kendisinin en iyi müşterileri olduğunu, onlardan şimdiye değin hiç bir zarar görmediğini, karşılıklı olarak birbirlerinden çok hoşnut olduklarının altını da çizmeyi unutmadı.
Tüpçü Musa yolları Hacı Bektaş kasabasından geçerken, kamyonetinin fren pedalına bir kez daha asıldı. Araç içindeki yükle hafif sarsıldı. Salih oturduğu yerde ileri doğru gidip geldi ve ne oldu diye merakta kaldı. Tüpçü Musa bu kasabada türbesi bulunan Hacı Bektaşı Veli’yi, O’nun dünyasını, insanlık ve doğa sevgisini, engin hoşgörüsünü, ne denli derin insani bir güzelliğe sahip olduğunu anlatıp, hararetle devam etti.
“Ah be oğul. Biliyorsun seni kendi çocuklarımdan ayırt etmem. Keşke vaktimiz olsaydı da, seni Hacı Bektaşı Veli’nin türbesine de götürüp, gezdirebilseydim. Oradaki havayı sen de güzelce solusaydın. Bu saygın insanı seninle ziyaret etmiş olmanın iç huzurunu, gönüllerimizin derinliklerinde kalıcı misafir eyleseydik. Söz sana bunu bütün ailen ile birlikte en yakın zamanda gerçekleştireceğiz. Ben de senin baban sayılırım. Biliyorsun amca baba yarısıdır.” Salih, Tüpçü Musa’yı can kulağı ile dinledi. Başını kaldırıp, teşekkür mahiyetinde uzun uzadıya gülümsedi. Tüpçü Musa'nın sevgiyle elinden tutu, Kızıl Kıza doğru yürüdüler. Kamyonet Salih ve ailesinin acı ve tatlı yaşanmışlıklarının belirgin izlerini taşıyan eşyaları ile hızla kalkış yaptı. Hacı Bektaş kasabası bütün mistikliği ve hoşgörüsü ile geride kaldı.
Yeni evlerine yerleşmeleri çok zamanlarını almadı. Tüpçü Musa’nın da yardımı ile eşyaları taşıdılar. Şiho araç ve mazot parası  olarak koltuk altları terli beyaz gömleğinin cebinden çıkardığı iki yüz lirayı Musa’nın pantolon cebine koydu. Musa almamakta direndiyse de Şiho'nun ısrarı daha baskın geldi. Musa parayı çıkartıp, elli lirasını sevgi ile gözlerinin içine bakan Salih’e başını okşayıp, harçlık olarak verdi. Ailecek bir kez daha Musa’nın dostluğuna şahit oldular.
Şiho zamanla Kızılırmak ve Delice ırmaklarının vadileri arasında yer alan Kırşehir’i çok sevdi. Ozanlar diyarıydı, bu şehir. Kimler yoktu ki; Dadaloğlu, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Şemsi Yastıman, Aşık Said, Aşık Dursun Kaya, Aşık Musa, Ekrem Celebi ve diğer değerler. Şiho, Neşet Ertaş’ın sesine ve müziğine bayılıyordu. Balkona küçük bir masa atıyor, teybe koyduğu Neşet Ertaş kasetinden en sevdiği nağmeler yayılıyordu. Yudumladığı rakı ve müziğin etkisi ile olduğu yerde sızıp, kalıyordu. Karısı Fatma ve çocukları kolundan tutup, zorlanarak O'nu içeri alıyorlardı.
Televizyon kanallarının arasında gezinedururken, Neşet Ertaş ile ilgili bir röportajın yayımlayacaklarını duydu. Bu habere çok sevindi. Hemen bir video kaseti ayarlayıp, o gün programı kayıt etti. Daha sonraları bu kaseti defalarca izledi. Neşet kendisine özgü o doğal aksanı ile babasına ait anılarını, O'na karşı olan büyük saygısını ve kendilerinin mütevazi yaşantılarını olabildiğince doğal ve içten bir anlatımla tatlı tatlı aktarıyordu. Sürekli var olagelen diz boyu yoksulluk yetmiyormuş gibi, büyük ozan bir de onurunu alabildiğine kıran, hisli yüreğini burkan, insanından küstüren, o kahreden horlanmayı her daim ensesinde hissediyordu.
“Unesco” tarafından “yaşayan efsane” olarak kabul gören bir değere, ülkesi ve kendi insanı tarafından reva görülen elbette bu olmamalıydı. Bu ülkede ne yazık ki aynı akıbeti yaşayan bir birinden daha değerli sayısız insan vardı. Her biri bu uğurda çok büyük bedeller ödeyerek, bu fani denilen diyardan buruk ayrıldılar.
Kayıt ettiği videoda Neşet Ertaş’in söyledikleri Şiho’nun diline adeta pelesenk oldu. Aklına düştükçe mırıldandı.
“Çicekdağı ilçesinin, eski adıyla Abdallar, şimdiki ismi ile Gırtıllar Köyünde dünyaya geldim. Bubam Kırşehir’den çıkmış. Keskin’e gelmiş. Anamınan evlenmiş. Babam saz çalardı. Bana da kemanı verdi. Düğün çalardık. Geçimimiz verilen bahşişlerden olurdu. On dört yaşımda aldım sazımı, İstanbul’a gittim. Aç kaldım, Karın tokluğuna iş bulamadım.
Daha sonraları Ankara’da gazinoda çalışırken Leyla isimli bir kızla tanıştım. Hemen evlendim. İki kız ve bir oğlumuz oldu. Mutlu olamadık. Askerden sonra da boşandık."
Haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Salih ortaokulu bitirdi ve liseye başladı. Anne ve babası Salih ile gurur duyuyorlardı. Ama yılların yorgunluğu olsa gerek, geçen zaman karı koca arasında pek gurur duyulacak bir ortam bırakmadı. Sevgi ve saygıyı alıp götürdü. Şiho karısını sürekli dövüyordu. Salih ve kız kardeşi bu duruma çok üzülüyorlardı. Her gün annelerinin bir tarafı yara bere içindeydi. Babalarına tavır koyup, günlerce küs kalmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Saliha babasının yegane eseri olan yara ve şişlikleri, anneannelerinin hatırası, kar beyazı, etrafı renga renk boncuklarla işlemeli tülbendini sıcak sulara batırıp, pansuman yapıyordu.
Güzel bir bahar sabahı Salih ve Saliha okula gitmişlerdi. O günün sabahında da, pek çok defa olduğu gibi tersinden kalkıp, güne başlayan Şiho, kahvaltıda yumurtasının istediği gibi pişmediğini bahane edip, küplere bindi. Tekme tokat Fatma’ya girişti. Fatma can havli ile kendisini balkona attı. Dayak faslı bütün hızı ile balkonda da, komşularının aralanan perdelerinin ardındaki gizli bakışlarına aldırmaksızın devam etti. Ortada büyük bir utanç vardı. Ama bu Şiho'nun umurunda değildi. Kendisini kaybetmişti. Rastgele tekmeliyordu.
O sırada bir düğünden dönen ve yalnızlığı içine artık tak eden bir Abdal,balkonun altından geçip evine doğru yol alıyordu. Balkondaki patırtı ve gürültüyü duyan Abdal başını balkondan yana kaldırıp, sağ elini gözüne siper edip baktı. Şiho pat küt dövmeye devam ediyor, bir yandan da tehditler savuruyordu.
“Atayım mı seni aşağıya? Söyle atayım mı? Vallahi de billahi de atacağım seni. Ölümün benim elimden olacak.” Durumun ciddiyetini gören Abdal bütün cesaretini toplayıp, yukarı doğru yalvarırcasına haykırdı.
“Ağam atma ne olur? Yalvarıyorum, atma O’nu bana ver. Sana lazım değilse, bana lazım. Ne olur atma, bana ver.” Şiho kulaklarına inanamadı. Ayağından çıkardığı terliği Abdalın kafasını nişan alıp hızla fırlattı. Neye uğradığını bir anda kavrayamayan Abdal, kafasına gelen terliğin verdiği acı ile olduğu yerde kıvrandı. Başından rahmetli Muharrem Ertaş’ın hatırası, eskimeye yüz tutmuş, sekiz köşeli şapkası yere düştü. O an kafasındaki acıyı unutup, şapkayı büyük bir saygı ile yerden alıp, sızlayan kafasına tekrar geçirdi. Kendi kendisine söylendi. Ardına bakmadan  sızlayan başını bastırıp uzaklaştı.
"Ağam ne dedim ki? Senin işine yaramıyorsa, atma bana ver dedim. Atma yazık olur. Bana ver. O kadar. Bunda kızacak ne var ki?”
Hiddetinden kendisini tutamayan Şiho komşularının gözünde bir kez daha küçüldü.
O günden sonra kısadan hissesini çıkaran Şiho, ellerini saklı tutup, bir daha karısına ilişmedi. Elinden geldiğince O’nun gönlünü hoş tutmaya çalıştı. Evliliklerinin ilk yıllarındaki güzel mutluluğu tekrar yakaladılar. Fatma’yı balkondan aşağı atmadı. Zamanla Fatma da büyüklük gösterip, O'nu affetti. Ne de olsa kocasıydı.
Salih ve Saliha da başarı merdivenlerini istikrarlı bir şekilde birer birer çıktılar. Tüpçü Musa’nın da kulağına gelen, arkadaşının yaptıklarına dair tatsızlıklar, yerini iyi gelişmelere bıraktı. Hal böyle olunca, Musa sık sık ailecek Şiho ve Fatma’nın ziyaretine geldi. Karşılıklı oturup, Şiho ile kadeh tokuşturdular. Artık yakışıklı, kocaman bir delikanlı olan Salih’in başını okşayıp, harçlığını vermeyi de ihmal etmedi. Ailecek iki kez birlikte Hacı Bektaş Veli'nin türbesine gittiler. Salih iyi bir eğitim aldığından dolayı çok mutluydu. Kırlar şehri Kırşehir, Kuyular köyünden mutluluğu büyük bir yıkıma ramak kala, zor bela yeniden yakalayan Salih ve ailesinin yeni yurdu oldu. Salih'in ağzı kulaklarındaydı.

Amsterdam, 27 Şubat 2017

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...