SOKAKLARIN ADAMI
Amsterdam
şehrinin batı kesiminde kenar mahallelerinden birinde yer alan bu
küçük meydanda bulunan dükkanlar; her sabah saat sekiz sularında kepenklerini gürültüyle açıyorlar. Bu meydanda, aynı yer ve noktada benim de günlük
rutin bir işim var. Büyük bir marketin hemen önünde her zamanki yerimi bir kez daha aldım. Çantama doldurduğum evsizlere ait dergilerden bir kaçını alıp, bir
Yunan heykeli misali dikeldim. Bu devasa gezegende üst üste yığılı milyarlarca konutun, dar da olsa bir odacığına dahi başını
sokamayan bir evsizim ben.
Oldukça
işlek bir market burası. Yüzlerce insan gün boyu bu kapıdan cepleri dolu, elleri
boş olarak giriyorlar. Çıktıkları zaman ise bunun tam tersi oluyor.
Bu defa cepleri boş, çantaları balık istifi tıka basa dolu
oluyor. Neler yok ki bu çantalarda; çikolatalar, bisküviler,
meyveler, etler, balıklar, şaraplar, likörler, çorbalar, çoraplar, diş macunları, aklınıza gelebilecek her
türlü yiyecekler ve insani gereksinimler. Çok geçmeden her yaştan insan satın alma
duygularını bastırmış olmanın mutluluğuyla sıcak yuvalarının
yolunu tutuyorlar.
Dergilerimi çıkarıp, bir sevgili misali kucağıma aldım. Kocaman
gülümsememi çantamdan veya cebimden almama gerek kalmadı. Çünkü
o her zamanki gibi hazır ve de nazır yerli yerine konuşlanmış
durumda. Bana kalırsa; şayet bugüne değin benim gülümsememi
görmediyseniz inanın çok şey kaçırdığınız anlamına gelir.
Yüreğinizin ısınmasından yoksun kaldığınızın göstergesidir
bu.
Güzeller
güzeli bir sevdiceğim var. Adı Shanti. Barış anlamına geliyor.
Adı gibi tam bir barış tanrıçası. Her şeyden önce ve en güzeli kendisiyle
barışık. Benim adım ise Orlando (Görüyorsunuz değil mi? Ne kadar da centilmenim. Her zaman olduğu gibi önce bayanlar.) Suriname dilinde parlayan güneş
demek. Pek parladığımı söyleyemem ama her daim bildiğim her
zaman ve her yerde durmaksızın gülümsediğimdir. Abartı gibi
gelecek ama Shanti'm benim uykumda dahi gülümsediğimi, rüyalarımda ağız dolusu kahkahalar attığımı söylüyor. Mutsuz olmam için bir neden göremiyorum.
Görenler kalın dudaklı büyük ağzımla gülümsememin gökyüzündeki duran ay gibi olduğunu söylerler. Shanti ile her ikimizin anne ve babaları Hollanda'nın eski sömürgelerinden Suriname'dan gelmişler. Bu arada hoş şimdi de ülkemizin bağımsız olduğu söylenemez. Bu da ayrı bir konu.
Görenler kalın dudaklı büyük ağzımla gülümsememin gökyüzündeki duran ay gibi olduğunu söylerler. Shanti ile her ikimizin anne ve babaları Hollanda'nın eski sömürgelerinden Suriname'dan gelmişler. Bu arada hoş şimdi de ülkemizin bağımsız olduğu söylenemez. Bu da ayrı bir konu.
Her
müşterinin markete giriş ve çıkışında başımı büyük bir
saygıyla eğer, majestelerine kalın dudaklı kocaman ağzımla daha
belirgin gülümserim. Kimisi ya alış verişlerinden arta kalan
bozuk paralarla dergi alır. Bazıları ise çantalarında
çıkardıkları bir veya iki elmayı, mandalinayı veya bir parça
çikolatayı elime tutuşturur. Anlayacağınız herhangi bir evim
yok. Yüreğimin ince sızısı, siyah lalem Shanti gibi. Bizim
evimiz dünya. Kışları Kızılhaç'a ait evsizler yurdunda
kalıyoruz. Havaların ısınmasıyla birlikte her köşe veya
kuytuluk bir kovuk bizim için çatısı olmayan, ama deniz mavisi
gökyüzünün altında yer alan yuvadır.
Ellerim
çok üşür benim. Olmayan evimize varır varmaz üşüyen ellerimi
Shanti'nin avuçlarımdan taşan kara diri memelerinde ısıtırım.
Güzel Shanti'm benim, ellerim O'nun başımı döndüren memelerindeyken nasıl da kikirdiyor.
Sonrasında ellerimi avuçlarını alır ve o büyüleyen nefesiyle,
avurtlarını şişire şişire hohlayıp ısıtır beni. Ben de
kendisine müteşekkir gülümsememe es vermeden kalın dudaklarımla
O'nun vurgunu olduğum bedeninde bir seyahate çıkarım.
Shanti, benim O üşüyen ellerimi fırından yeni çıkmış mis kokulu sıcak iki somun ekmeği gibi olan dolgun memelerinde ısıtırken ben de
gülümsememle insanların umutsuz ve mutsuz yüreklerini ısıtırım.
Bu ömür törpüleyen olumsuzluklarla yüreklerini tıka basa
doldurmamayı yeğlemelerini sağlık veririm. Küçük şeylerden
büyük mutluluklar çıkarmalarını tavsiye ederim.
Dergi
satışım esnasında bir yandan da bildiğim, beni benden alıp
götüren jazz parçalarından mırıldanırım. Favorilerim arasında
Luois Armstrong ve Ella Fitsgerald var. En sevdiğim şarkı ise,
Armstrong'un “What a wonderful word.” Bugüne değin eminim
yüzlerce kez dinlediğiniz olmuştur. Zamanınızı alacağım. Bu
defaya mahsus bir de benden dinleyin, lütfen! Kabul ettiğiniz
için teşekkürler. Çok naziksiniz. Beni kırmadınız. Ama pişman
da olmayacaksınız. Koyun şöyle alış verişinizi bir kenara.
Gelin şöyle yanı başıma, uzak durmayın. Şimdi can kulağınızla beni dinlemeye koyulun. Sizin de kulağınıza mırıldanayım, pası
silinsin. Umarım beğenirsiniz.
“Yeşil ağaçları görüyorum, kızıl gülleri de
Sen ve ben için açtıklarını,
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Mavi gökleri görüyorum ve beyaz bulutları,
Işıkla kutsanmış gün, karanlık kutsal gece
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.
Gökkuşağının renkleri ne güzeller gökyüzünde
Ve
bir de geçip giden insanların yüzlerinde
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar.
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum.
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye
Nasılsın diyerek el sıkışan dostları görüyorum.
Gerçekten seni seviyorum diyorlar.
Ağlayan bebekleri duyuyorum, büyümelerini izliyorum.
Hiç bilmeyeceğim kadar çok şey öğrenecekler
Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye
Evet
düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye.”
Hollanda'lılar jazz ve blues müziklerinin kendileri sayesinde ortaya çıktığını söylerler. Onlara göre eğer köle ticareti nedeniyle Afrika'lıları gemilerle silah zoruyla doldurup Amerika'ya götürmeselerdi, biz kara derililer de böylesi hüzün müziklerini yapmayacaktık. Belki de haklılar. Bu konuda bir şey diyemeyeceğim. Ama müzik harika.
Umarım
sıkmamışımdır sizi. Müzik başlı başına müthiş bir
güzellik demektir. Madem ki bir güzellik var. O halde onu çoğaltmak
için paylaşılmalı derim.
İnsanlar
beni sıradan bir sokak adamı olarak gördüklerinden beni herhangi
bir yere konduramıyorlar. Yerim belli. Ancak sürekli yineleyip
durduğum doğal gülümsememi gördüklerinde yanıma yanaşıp bir
iki kelime konuşma ihtiyacı duyuyorlar. Övünmek gibi olmasın
belki maddi bir yatırımım yok. Ama kendime yaptığım yatırım
azımsanacak türden değil. Sohbetlerimizde bir iki kelime derken,
yanımdan yarım saat geçtiği halde ayrılmayanlar var. Bu uzun
uzadıya yapılan sohbetlerin ardından bu sokak adamının
derinliğini görüyorlar. Ayrılırlarken “woow” deyip açık
gözlerle uzaklaşıyorlar. Bir sonraki market ziyaretlerinde
yanlarında bulunanlara parmakla gösterip, benimle ilgili
konuşuyorlar. Derken namım şehrin bu dış mahallesinde aldı
yürüdü.
Söylemekte
sakınca görmüyorum. Gösterdiğimiz iradeyle gurur
duyuyoruz. Yaklaşık üç yıl önce Shanti ile ikimiz de uyuşturucu
bağımlısıydık. Bu beladan kurtulmamız gerektiğine karar verdik
ve yılmadan birbirimize olan sevgimiz sayesinde başa çıkılması
oldukça zor olan bu canavardan yakamızı kurtarmayı başardık.
Oldukça zor oldu elbet. Fakat gelinen noktada bedenlerimizi bu
illetten tamamen arındırıp, pürü ak eyledik. Uyuşturucu
ahtapotunun kollarının bizi bağlamasına izin vermiyoruz artık.
Kollarımızla birbirimize sevgi ve ihtimamla sarılıyoruz.
Akşam
oldu. Soğuk iyice bastırdı. Belki birazdan lapa lapa karlar yağar.
Bastıran karanlığı beyaz rengiyle loş kılar. Kalın
dudaklarımın arasında yeni bir jazz şarkısı dökülüyor.
Çantamı topladım. Marketin hasılatı kadar olmasa da hatırı
sayılır sayıda dergi sattım. Müşterilerden sevimli bir yaşlı
teyzenin avuçlarıma bıraktığı narı Shanti'ye götüreceğim.
Ellerim ayaklarım iyice üşüdü. Müsaadenizle ben Shanti'me
gidiyorum. Isınmam lazım. Sevdiceğimin cenger yeşili gözlerinin
içine durmamın vakti geldi. Kalın sağlıcakla.
Shantiii... Sevgilim ben geldim.
Shantiii... Sevgilim ben geldim.
Amsterdam,
6 Ocak 2018