ŞEKER
Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere
rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği
masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu
parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı
bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen
kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun
sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın
dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte,
ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
Her
halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu
söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı
sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik
attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi,
aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
Yavaş
adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin
buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından
tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile
yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak
garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle
konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet
insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
Çok
geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve
şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli
ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
Ceketinin
cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca
iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla
karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen
elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak
çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki
kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü.
Laleler güzeldi.
Kız
kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular.
İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat
bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler
güzeldi.
Çorbasını
içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin
masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha
sonra garson kızı yanına çağırdı.
“Çok
güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen?
Teşekkür ederim.”
“Biz
teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
Dönüp
içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan
edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün
bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun
yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda
hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike
içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip
birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı
ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği
kıtlık diz boyuydu. Çocuklar ve yaşlı
hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty
ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına
yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale
soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir
kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
Çok
beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer
aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en
fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü.
Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın
geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ
başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın
getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar
değildi.
Büyük ve
onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net
olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin
önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve
gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden
gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları
çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız
arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım."
diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar
üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir
tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının
gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile
susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile
harikulade varlıklardı.
Fred Bey
elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan
sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir
yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu
mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne
söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan
teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru
kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
Eşi iki
yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu
bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere
düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki
yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi
Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi
babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor,
ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu.
Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar
sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle
boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da
derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık
düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama
imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.
Amsterdam, 17 Şubat 2018