17 Nisan 2020 Cuma

AMSTERDAM








AMSTERDAM 
  
Nahoş burukluğu ile bilinen ve "gurbet" olarak tabir edilen bu diyarda da var değilim artık. Bütün kapılar yüzüme kapandı, üst üste kitlendi ve ben artlarında biçare kalakaldım. Bütün varlığımla vursam, tekmelesem de kimseler duymuyor feryadımı. Her şey bir anda oldu. Sanki; Kızılderililere özgü tipik bir sessizlikte, hatta parmak uçlarında çıkagelen sinsi, hain ve çıyansı bir kasırgaya bir anda kapılı verdim. Yitip gittim ben. Savunmasız kalakaldım. Heyhat ki ne heyhat... "Ben ölem lo.” Yalnız yitip giden ben olaydım! Böylesine hepten kahrolmayaydım. Oysa beraberimde en kıymetlimi, en sevdiğimi, üzerine adeta tir tir titrediğimi ve günün yirmi dört saati bana ihtiyacı olanımı da alıp gittim. Yazık. Ne yazık! Şimdilerde birer ölüyüz biz, ben ve oğlum. Lal olduk, tutuldu dillerimiz, dövmez göğüslerimizi sevgi yüklü yüreklerimiz, görmez ışıltılı gözlerimiz, işitmez kulaklarımız ve sevgiliye dokunamaz, işmar edemez oldu heyecanlı ellerimiz. “Dost” deyi seslenmez artık yüreklerimiz. Oysa baba-oğul yaşanacak ne güzel günlerimiz vardı daha. Dünya şairi, Hayyam’ın da yüzlerce yıl öncesinde dediği gibidir aynen bizim hüzünlü ahvalimiz. 
 “Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; 
 Yüzlerce incimiz vardı delinmedik.” 
 İlerlemiş yaşımla benim belki yüzlerce, ama oğlumun binlerce incisi vardı daha. Apansız ardımızda bıraktık hepsini. Hayata doyamadı oğlum. Ben de doyamadım onun boynundan koklamaya. Doyamadık baba oğul birbirimize sıkı sıkı sarılmaya, gözlerimizin içine durmaya, atacağımız yankılı şen şakrak kahkahalara, ol güzelliklere, yaşamın getirisi mücadelelere, sevmeye, sevilmeye, dost gülücüklü daha çok güzel insanın arasında olmaya, arkadaş sohbetlerine, yârin yanağına, güllerin kokusuna ve bir anda en eksileni ile güzelim hayata. Müsaadeniz varsa, varıp gideyim derim. Bekler beni kıymetli oğlum! 
Hayatta bir ben ve bir de o kıymetlim var benim. Biz bizeydik hani. En kıymetlimdi o benim. Gözümün nuru, yüreğimin pır pır edişi, başımın üzerinde uçuşan narin kanatlı perim, ağzımın bal tadı, dilimdeki en güzel şiir ve mırıldandığım aşk şarkısıydı benim oğlum. Acıkmıştır, yemekler yapmalıyım. Kar beyazı masa örtüleri serip sofralar donatmalıyım. Üstünü başını giydirmeliyim. Mis amber kokular sürmeliyim. Göğsümü delercesine bağrıma basmalıyım. Hayır... Hayır. Belki de yüreğime saklamalıyım. Kimseler görmesin. Kimseler işitmesin ve alıp gitmesin. Şaştım kaldım. Evet… Evet… Oldu olacak, iyisi mi, bir güzel öpüp koklamalıyım onu. Çoktan kapımızın tıkırtısına kulak kabartmıştır. Engellidir oğlum benim. Tutmaz elleri, tutmaz ayakları. Varıp gideyim. En kıymetlimdir benim, biçare bekler beni! 
Bahar yeniden kopa geldi. Hem de bütün renkleri, sıcaklığı ve güzelliği ile birlikte. Lakin insanlar ben ve oğlum gibi olmaktan, düştüğümüz hale düşmekten tedirgin ve korku içindeler. Yalvarıyorum, bırakın beni. Gitmem gerek. Razıyım ben de kapanayım evime, hem de bir ömür boyu. Söz çıkmam, bir adım dahi atmam kapımızdan dışarı. Yapmayın, etmeyin. Bakın dışarda cıvıl cıvıl bir bahar. Kuşlar uçuyor maviliklerde. Kelebekler pür telaş kanat çırpıyor. Arılar vızıldıyor hep bir ağızdan. Komşu Maria hatun yeşil elmasından sağlıklı dişleri ile büyük bir ısırık alıyor, kırpıştırıyor zümrüt gözlerini. Hoş kadın doğrusu. Allah sahibine bağışlamakta gecikmemiş. Willem'dir adı. Boylu poslu, yakışıklı ve iyice bir adamdır kendileri. Oysa ben durmamalıyım, varıp gitmeliyim. Yolumu gözler en kıymetlim olan birileri! 
Akasyalar pembiş pembiş çiçeklere duruyorlar. Ayıptır, günahtır. Halden anlayın artık. Ocağınıza düştüm. Düşün yakamdan. Biliyor musunuz? Gitmesem güneş sönecek. Dünyayı kör bir karanlık kaplayacak. İnanın bana ne olur, yalvarırım inanın. Oğlumun kızıl gülleri kuruyacak. Pembe orkidesi patır patır çiçeklerini dökecek. Yatağında uzanmış en kıymetlim bekler beni! Bu ne çaresizliktir ey Tanrım? Merhamet nedir bilmeyen, bu kasırganın rüzgarına kapılıp gitmek zorunda mıyız? Hem de en kıymetlim ile beraber. Elini yüreğine götür, merhamet eyle bi yol. Varayım gideyim. Bekler, çok bekler en kıymetlim benim! 
Bağıra-çağıra, fısıltı ve içsesimle kendi kendime; “Yapma, etme tutun hayata tırnağın, dişin, elin, kolun, etin ve kemiğin ile...” diyorum. Ama nafile. Çekiliyor kanım, çıkmıyor nefesim, tutunamıyor… Tutunamıyorum. Var git oğlum var git. Gelme peşimden. Kal güzel şehrimizde. En kıymetlim. Beni bekleme oğlum! 
Bilesin ki; evimizde benim elime bakan en kıymetlim var. Onun yüzü suyu hürmetine, düş yakamdan, bırak beni, bırak gideyim diyorum. Lakin kulakları sağır, gözleri kör ve yüreği çakıl taşı dolu. Bildiğim bütün dillerde yalvar yakar oluyorum. Bırakmıyor yakamı. Ah keşke, kavranan yaka sadece benim olsa, gam yemeyeceğim elbet. Vız gelecekti bana. Hiç umurumda olmayacaktı ölüm. Varıp gitsem. Sıvışsam buralardan. Buruşturduğu yakamı kurtarsam uzun tırnaklı ellerinden. Varıp gidemeyecek miyim? En kıymetlim evimizde bekler de beni! 
Oğlumun doğup, büyüdüğü ve yirmili yaşları ardında bıraktığı, benimse ömrümün çoğunun geçtiği, abartısız dünyanın en güzel şehirlerinden birisinde kendimizce yaşadık hayatımızı. Öyle ki, yüzlerce kanal ve binlerce köprüsü, yegâne şehircilik planı ile taçlanmıştır şehrim benim. Dillere destan güzelliği, bir çivinin dahi çakılmasının hoş görülmediği, yüzlerce yıla dayanan tarihi dokusunun azami itina ile korunduğu bir yerleşim yeri. Tuhaf sayılabilecek cazibesi ile parlak bir inci, bir sevda şiiridir yaşadığımız Amsterdam, yani rüyalarımın şehri. İşte bu şehirde, bizim evimizde bekler en kıymetlim beni! 
Güneşin alnında kala kala sararmış binlerce güzelim insan pedal çevirir kanal boylarında. Laleler bütün renkleri ile boyun eğer. Nergisler göğe yükselirler. Aheste döner yel değirmenleri. Bir o yana, bir bu yana sandallar çırpınır kanallarda. Titrek gölgeleri sulara düşer dans eden tarihi, eğik evler. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca insan akın akın gelir ve her bir köşesini kolaçan ederler, güzelim şehrimin. Ama ben gitmeliyim, bekler en kıymetlim benim! 
           “ACILAR DENİZİ 
Ben acılar denizinde boğulmuşum 
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını 
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni 
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını 
  
Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime 
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını 
Bu ne karanlıkbu ne zindan gece böyle 
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını.” 
                                               Ümit Yaşar Oğuzcan 
 Biçare kaldık. Babadan oğula geçti virüsü ölümün. Tutunamadım güzelim hayata bir kerte daha. Ciğerlerimizi deldi, kevgire çevirdi lanet ve de illet “corona” adlı bir virüs. Bütün acımasızlığı ile inim inim inliyor dünya insanlığı. Ahh… Çıksa bir sesim, bağırabilsem avazım çıktığı kadar, duyurabilsem, desem ki; “Ben öleyim lo… Sen kal be oğul.” Ağıtlar yaksam. Dünyayı yıksam. Saçımı başımı yolsam. Yalvarıyorum dayan. Gelme… Gelme babanın ardından. Bu yol yol değil. Sen ki; yaralı, dalları bıçkılanmış gencecik taze bir fidansın. Tez elden, var git oğul var git, uzak dur ölüm diyarından. Yakışmaz ki, sana ölüm. Kalkıp geliyorum, bekle beni, en kıymetlim benim! 
Hasta yatağımda bir başıma uzanır beklerim kalleş ölümü. Nefessiz kalıyorum. Görüştürmüyorlar kimseleri. Diyarıma dahi uğratmıyorlar dostlarımı. Haber salamam ki, Allah’ın tek bir kuluna. Elim kolum bağlı benim. “Merhaba” diyeceklerime geçer diyorlar benden ölüm. Acep ne haldedir dersiniz, biricik oğlum benim? Kayıp gitse de yorgun ellerimden hayatın çürüyen ipi, binlerce kez sorarım; “yüreği atmaya devam eder mi, kıymetlimin?” Demem o ki; “Ben öleydim lo…” Yoksa benden mi sana geçti ölüm? Doktorlar, hemşireler bırakın ne olur beni. Varıp gideyim. Evimizin bir kıyıcığında, pembe orkidemizin yanı başında, yatağında bekler en kıymetlim beni! 
Övgülere boğduğum, yerlere göklere sığdıramadığım, aşığı olduğum, güzellikler şehri, yar dediğim, bağrıma bastığım Amsterdam, demek mezar oldun bize. Merhamet eylemedin bana ve kıymetlime. Yar olmaktan vazgeçti, çekti kaygan yosunlu ellerini şehrim benim. Kalmamalıyım sarmaş dolaş ak çarşafların arasında. Kopar bedenindeki bütün hortumları. Kalk be adam kalk yatmanın zamanı mı? Baharda yakışmaz ölüm oğluma. Bekler…. Bekler o beni. Varıp gitmeliyim biçare yavruma, biriciğime, hem de en kıymetlime! 
Bahar uçup gitti. Kanal boylarında çevrilen bisiklet pedalları kitlendi, kanalların suyu çekildi, sandallar parçalandı, köprüler yıkıldı, laleler soldu, kızıl güller kokusuz kaldı. Nergisler yerlerde sürünür, yel değirmenleri dönmez, şehre tek insan gelmez oldu. Eğri evler kuruyan kanallara gölgelerini salmıyorlar artık. Dansları durdu. Komşu Maria hatun evine kapandı hepten. Yeşil elma kurtlandı. Ama ne olursunuz, müsaade buyurun. Destur, el medet. Varıp gitsem derim. Kıymetlim, evimizde dört gözle, sabırsızlıkla bekler beni! 
  
Amsterdam, 17 Nisan 2020 

31 Mart 2020 Salı

SON DEM














 SON DEM

“Badem gözlüm beni unut.
Boynuma sarılma, gülüm,
benden sana geçer ölüm.
Badem gözlüm beni unut.”
                                                        N. Hikmet

Bilinen o ki, bugüne değin insana özgü pek çok iniş ve çıkışla, sevgili kocam ve benim eriştiğimiz ileri yaşımızla, artık son demlerimizi yaşadığımızdır. Dönüşü olmayan bu ömre dönüp baktığım zaman; yaşayamadığım, annesizlik, sefalet ve yoksulluk içindeki bir çocukluk devresinin ardından, göz açıp kapayıncaya dek çarçabuk, bir anını dahi tatmadığım genç kızlığıma adım attığımı içim burkularak görüyorum. Derken sırası ile beraberinde bin bir sıkıntıyı da yaşatan olgunluk, orta yaşlılık ve artık hiçbir baharı olmayan yaşlılık buyur etti. Bu ömre, maharetmiş gibi olabildiğince hastalığı sığdırmasını nasıl becerdim, ben de şaşıyorum. Biri gitti, beşi kaldı ve art arda yenileri istemediğim halde sökün etti. Yakama yapışıp kaldı illetler, tüm uğraşılarıma rağmen silkeleyemedim onları. Bütün hayatım boyunca ruhumu inletip durdu marazlar. Bedenimde kol kola girip zılgıtlar eşliğinde halaylar çektiler, yüreğimde ve beynimde ise bangır bangır bir müzik gürültüsü eşliğinde enerji küpü gençleri aratmadan, diskoteklerdeki gibi tepinip durdular. Savunmasız bedenimi bulmuşlardı, hayat onlara güzeldi.
Benimkisi sıkıntı yumağına dolanan bir ömür. Lakin benim üzüldüğüm, bu lanetlerin beni kocama muhtaç kılmaları, onun sürekli benimle ilgilenmesini gerektirmesiydi. Ağrılar hayatımın bir parçası oldu ve onlarla yaşamasını çoktan öğrendim artık. Velhasıl, şairin de dediği gibi: "Daracık ömrümüzde, geniş sıkıntılar."
Elli beş yılı aşkın bir süredir Ankara’da bir semtte kocam Hüseyin ile sürdürdüğümüz omuz omuza, mutlu bir birliktelik bizimkisi. Kocamın adını bir çırpıda söyledim, unutmadan kendi adımı da kulağınıza fısıldamadan geçmeyeyim. Yaşlılık bu ne olur ne olmaz. Sonrasında adımı alzheimer olmuşa çıkarırsınız. İnanın öyle değil. Çoğu zaman ela gözlerimi semaya kaldırıp “Kimim ben? Nereden gelip nereye gidiyorum?” benzeri soruları da kendi kendime sormuşluğum çok olmuştur. Cevap bulmuş muyum? Elbette ki “hayır.” Adım Melek. Tanıyanlar adım gibi gerçek bir melek olduğumu söylerler. Ama marazlı bir melek. Beni tanımıyorsunuz, bunu gereğinden fazla dile getirirsem biraz ayıp etmiş olurum. Varsın bunu, eğer bir zerre de haklılık payı varsa beni tanıyanlar dile getirsinler. Ben sadece onlardan ödünç aldığım bir cümlecikle onların yalancısıyım.
Hüseyin, hani insanların sık sık dile getirdikleri “iyi ve kötü gün” zamanlarında her daim yanı başımda ve elimi tutar oldu. Aramızda sen veya ben kavramı olmadı. Biz bunu hep biz eyledik. Çok romantik bir birliktelik değil bizimkisi. Doğrusu olmasını çok isterdim. Hüseyin, insanı buluttan buluta uçuran duyguları yaşatmasa da, dediğim gibi her an yanı başımda ve sevgisi daimdi. Desem ki, "Hüseyin, bana gökyüzündeki bütün yıldızları indir." O hemen bir merdiven arayışına girer. İşin aslı karşılıklı sevgimiz olsa da, bizim bizden başka da kimseciğimiz yoktu. 
En son anına kadar her canlının vazgeçemediği, teslim olmamakta alabildiğine direndiği, hayatta kalmak için sevgili misali sıkıca sarıldığıdır yaşam. Ot biçmeye gidecekmiş gibi elinde tırpanı ile insan biçmeye gelen, kapüşonlu ve uzun pelerinlinin peşine zamanı geldiğinde günümüze değin her canlı, bir bilinmezliğe doğru giden bu zombinin ardına tıpış tıpış düşmek zorunda kaldı. Kimsecikler “Gelen yakinimdir, şimdilik seninle gelmesin. Bir kıyak çek biz de seni görelim.” diye bir kartvizit yazamadı zat-ı âlilerine.
Çok uzun yıllar devlet dairelerinde memurluk yaptıktan sonra, yaklaşık altmış yaşımızda aynı sürede emekli olduk. Seksenlere merdiven dayadığımız bu aylarda, uzun bir zamandır bir taşı alıp bir yere koymuşluğumuz yok. Çok istememize rağmen çocuğumuz olmadı. Belki de böylesi daha iyi oldu diye de düşünmediğim olmadı değil. Yukarıdaki satırlarda da sizleri karamsarlık içine koyduğum bir dünyada; “Başka bir insanın bizim isteğimiz doğrultusunda, bu acımasız ve sıkıntılarla dolup taşan gezegenimizde yer almasına neden olmamış olduk.” diye de kendi kendime avuntu dâhilinde, bu zoraki duruşuma hak vermişliğim de çok oldu.
Pek çok olaya ve gelişmeye tanıklık ettik. İkinci Dünya Savaşı bulunduğumuz coğrafyanın dışında kaldığı halde, o zamanın çocukları olarak bu kıyımın ceremesini yokluk ve sefaletin dayatması ile bizler çektik. Hey hat ki, heyhat! Dünyayı, iki bin yirmi yılının başında kasıp kavuran büyük bir felaketi verilmiş iğrenç bir armağanı, son demimizde istemimiz dışında kabullenip yaşayacakmışız. Yanarım da buna yanarım.
Öyle bir afet ki, insanlığın zengini, fakiri, kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı, genci, kralı, kraliçesi, inananı, inanmayanı, beyazı, sarısı, siyahı, çekik gözlüsü ve her türlü ayrıksılığını gözetmeksizin canlıların üzerine çöreklenip korku salıyor. Son demimizde, giderayak seninle de tanıştık “corona” diyelim. Ne diyeyim, bu durumda tanışmaz olaydık daha yerinde bir söylem olsa gerek. Ama gelinen noktada nihayet hepimiz “aynı gemiye” binmek zorunda kaldık.
Yollarına güller dökmemiz gereken sağlık çalışanları, dünyanın dört bir tarafında canhıraş bir şekilde gece gündüz demeden, kendi canlarını da tehlikeye atarak kan ter içinde ön cephede, sipersiz savaşıyorlar. Düşman görünmez, sunturlu, tam bir Şam Şeytanı, sinsi ve hain. Sağlığa, eğitime ve bilime yatırım yapmanın ne denli önemli olduğu en nihayetinde bıngıldağı gelişmemişlerin kafasına dank eder. Hayata zarafeti gizemleme becerisinden bihaberler, uzun uzadıya tiratlarla ahkâm kesmekten el etek çekerler. Böylelikle bu coronanın nelere muktedir olduğunu görülür. Muktedirler bütün bu kıssadan hisselerden gerekli dersleri artık bundan sonrasında çıkarırlarsa, insanların kalplerine de bir nebze olsun su serperler.
İki oda bir salondan oluşan evimizde günlerdir bir başımızayız. Bir halk türküsünde söylendiği gibi; “Ne gelen var ne giden.” Kimliği bilinmezler olduk. Elbette gelmek veya bizim gitmek istediklerimiz yok değil. Lakin dünya büyük bir hapishaneye dönüştü. Sürekli telkin edilen; “EVDE KAL!”
Bahar geliyor. Düşünceleri rengârenk olan insanlar sevgili gibi bekliyor onu. Uzun sürdü kış. Kış boyunca ısınmak nedir bilmeyen kemiklerimiz güneşin o sihirli ışınlarına kavuşmak istiyor. Güneş şehrimin yüksek binalarının arasına daldırdığı bal yüzünü çıkarmaya görsün, eski günlerdeki gibi Hüseyin’imin kocaman avucuna avucumu sığdırsam mahalleyi bir turlasak, bir pastanede soluğu alıp, o kahvesini yudumlarken ben de soğuk limonatamla serinlesem diye hayal ediyorum. Yazık, insanların gülüşleri dökülmesin! O günler uzak mı dersiniz? Yok… Yok… Elbette değil.
Kuşlar cıvıldıyor. Kelebekler ve arılar bir çiçekten aldığı tozları bir diğerine kavuşturuyorlar. Çiçekler meyveye duruyor. Ağaç dalları zümrüt yaprakların ardında görünmeyecek hale geliyorlar. Yeni evli komşum Filiz Hanımın karnı burnunda. Baharla birlikte bir kız çocuğu ile şenlenecekler. Filiz Hanım çoktan filizlendi, çiçek açtı ve tez günde meyve verecek.

“Aralık’ta ölürsem mesele yok. Hiç yok...
Ama baharda ölürsem, haber salın kuşlara. Açılsın işte o vakit çeyiz sandığım. Uluorta... Adım mısralara kalsın, masalım kuşlara.
Aşk’ım O’na…!”
                                                                                Arzu Eşbah

İlerlemiş yaşımızla iki oda bir salondan oluşan evimizde haftalardır bir başımızayız. Gelen ve gidenin tam tersine gelip gitmemesi lazım ki, bizler bu lanet virüse yakalanmadan kısmetse bu felaketi atlatalım. Anne, baba, oğul, kız, gelin, torun, damat, amca, dayı, hala, teyze, dost, arkadaş ve hatta sevgili olmak yetmiyor. Evinde kıçını kırıp oturacaksın. “Herro veya merro” yok. Mesele “To be or not to be.” O kadar. Bir bardak suyunuzu dahi alamayacak durumdaysanız, ne yapıp edip kendiniz almak zorundasınız. Cam kırılganlığında bir yaşam. Dayanılmaz ağırlıkta içsel bir boşluk. Ve mevzu devletin derinliğinden de derin! Şimdilerde dilime pelesk olan bir şarkı:

"Sakin göllerin kuğusuyduk
Salınarak suyun yanağında
Yarılan ekmeğin buğusuyduk
Gözüm yaşarıyor
Yüreğim yanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle!" A. Kaya


 Amsterdam, 31 Mart 2020

23 Mart 2020 Pazartesi

TÜNEME GÜNLERİ













TÜNEME GÜNLERİ


“KARARTMA
Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.”
         
                                             Paul ELUARD


Gözlerime inanmıyorum. Levent Bey işe gitmedi. Semra Hanım işe biraz daha geç gidiyor, nedense o da uyanmadı. Kanımca her ikisi de uyuyakaldılar. Onları uyandırsam mı acaba? Ben zaten evdeyim. Kafesimden çıktığım, başımı dahi çıkarttığım yok. Benim gibi zavallı bir saka kuşu ne yapabilir ki? Amsterdam’da birlikte yaşadığımız evde, benim hayatım boyunca bir kafesin içinde metal bir çubuğa pençelerimi sıkıca geçirip tünemekten başka seçeneğim yok. Levent Bey ve Semra Hanım hayvan sevgilerinden mi, yoksa yalnızlıklarını biraz olsun gidermek için mi, beni yaklaşık altı ay önce bir evcil hayvan dükkânından aldılar. Kaç para verdiklerini doğrusu bilmiyorum. Yaptıkları çok da güzel bir şey değil tabi. Ama onlar almasalar da başkaları alacaktı. Doğada özgürce uçuyor olsaydım, diğer yandan kurtlar sofrasını aratmayan bir ortamda hayatımı ne kadar sürdüreceğim de başka bir muamma. En nihayetinde daha büyük bir kuşun bir öğünlük yemi olacaktım. Yine de şikâyetçi değilim. Sağ olsunlar iyi insanlar ve onlardan bir hayli memnunum. Bilgili, kültürlü, çağdaş ve çok hoş görülüler.
Evet, dediğim gibi sahiplerim bugün işlerine gitmediler. Dışarıda soğuk bir hava hâkim. Mart ayının üçüncü haftası. Mevsim bahara gebe. Ha bugün ha yarın kapıyı tıklar. Ağaçlar tomurcuklanmaya yüz tutan dallarını dört bir yanlarına savurdular. Güneş bulutların arasından çıkmayı başarırsa, hoş bir sıcaklık yayılıyor. Nedendir bilinmez, sokaklarda şaşırtan bir ıssızlık hâkim. Sanki herkes valizlerini topladığı gibi başka ülkelere tatile gitmiş. Camdan baktığım zaman meydanların çiğdem ve mağrur nergis çiçeklerine bezendiğini görüyorum. Ben kafeste olsam da dışarıda kuş cıvıltıları koro halinde evimizin penceresinden içeri doğru doluşuyor. Leylekler ve diğer göçmen kuşların döndüğü söyleniyor.
Son günlerde bütün dünyada insanlık arasında hızla yayılan bir virüs konuşuluyor. Sanırım ev sahiplerim de Hollanda’da alınan önlemlerden dolayı işlerine gidemediler. Evden çok zaruri olmadıkça çıkmamaları gerektiği gibi, herhangi bir ziyaretçi de kabul etmemeleri gerekiyor. Çocuklarını, torunlarını, akraba ve arkadaşları ile de bir araya gelmemeleri lazım. Hem Levent Bey, hem de Semra Hanım altmış yaş üstü oldukları için risk grubuna giriyorlar. İnsanlar öylesine bir bela ile karşı karşıyalar ki, birbirlerinden öbek öbek kaçıyorlar. Anneler çocuklarından uzaklaşıyorlar. Kimse kimseyi bağrına basamıyor. Tokalaşmak hepten unutuldu.
Kırılganlaşan hayatları ile insanlık örseleniyor ve kumdan kaleler gibi yıkılıyor. Evlerinde hapse mahkûm oldular. Ben bütün hayatım boyunca kafesimde tünemeye alışığım. Oysa sahiplerim öyle değil. Her gün işlerine giden, çocukları, torunları, akrabaları ve dostları ile çok sıkı görüştükleri sosyal bir yaşantıları var.
          Yaşananlar bir kâbus filmini aratmıyor. Lakin bu bir film değil. Kâbus bizzat hayatın kendisi. Yaşanan bu kâbusu durdurmanın bir aç kapa düğmesi yok. Bu kapama düğmesi bütün aramalara rağmen bulunamıyor. Zehirli bir sarmaşık dünyayı her geçen gün daha çok sarıyor. Bilim adamları bu konuda gece gündüz çalışıyorlar. Tek çözüm bilim.
Uyandıklarında yüzlerinin hüzünlü olduğunu gördüm. Levent Beyin elinden televizyon kumandası düşmüyor. Borsadaki iniş ve çıkışları takip eder gibi, uyanır uyanmaz bir Türkiye haberlerine, bir de Hollanda haberlerine bakıyor. Büyük bir üzüntü içinde. Kaç kişinin bu amansız hastalığa yakalandığını ve hayata veda ettiğini durmaksızın takip ediyor. Semra Hanım da aynı şekilde, aynı kaygılarla evin içinde huzursuzlukla dört dönüyor. Onların yüzleri böylesine hüzünlüyken, yüreğim alabildiğine daraldı.
Benim yapabileceğim bir şey yok. Hoş onların da yapabilecekleri bir şey yok. Benim kadar onlar da biçareler. Görünen o ki; hayatta kalmak için bu duvarların dışına çıkmamaları gerekiyor. Onlar da benimle aynı kaderi paylaşır oldular. Umarım uzun süreli olmaz. Böylesine zor bir dönemde yapabileceğim tek şey onları sıkmadan, eskisinden daha çok şarkı söylemek. Semra Hanım beni özenle kafesimden çıkarıp, o güzelim ellerine aldığı zaman, bir yandan beni “Ah benim güzel kızım, benim güzeller güzeli Zillim.” diye renk cümbüşü tüylerimi sevedururken, ben de onun her on günde bir üzüm karasına boyadığı saçlarında kayboluyorum. Saçları öyle güzel kokuyor ki, anlatılır gibi değil.
Adım Zilli. Başlarda adımı çok yadırgamıştım. Artık hepten alıştım. Kulağıma çok hoş geliyor. Bu ismi vermekte haksız da değil. Aslına bakarsanız ben de az buz zilli değilim. Gerçi zilli olsam da, bu dört duvarın arasında söz konusu zilliliği ne kadar yapabilirim ki.
Her yeni güne dünyanın dört bir yanında yeni ölümlerle uyanıyoruz. İnsanlık illet virüs ile uyanıyor ve aynı şekilde de yarım yamalak uykuya varıyorlar. İçim parçalanıyor. Minnacık kalbim sanki daha da küçülüyor. Üzüntüm öylesine büyük ki!
Bugün çok ilginç bir olaya tanık olduk. Tam karşımızdaki binada Semra Hanım ve Levent Bey gibi yaşlı bir bayan oturuyor. Onun doğum günüymüş. Kızları ve damadı kiraladıkları bir ev taşıma aracı vincinin kasasına beş yaşlarındaki kızlarının elinden tutup bindiler. Vinç üçüncü kata kadar yükseldi. Evin büyükçe olan penceresinin karşısında durdu. Beraberlerinde getirdikleri büyükçe bir buket çiçekle uzaktan annelerinin doğum gününü kutladılar. Yaşlı kadının torunu küçük kız uzaktan uzağa durmaksızın el salladı, elini onlarca defa dudaklarına götürüp anneannesini öpücük yağmuruna tuttu. Görülmeye değer müthiş insani bir manzaraydı. Bendeniz “Zilli” çok ama çok duygulandım. Kim bilir yaşlı kadın nasıl duygulanmış ve torunu neler hissetmişti.
Haberlerde ben de izledim. Hollanda başbakanı yapılan stoklamalar üzerine bir marketi denetledi. Müşterilerden bir bayan başbakana aynen şöyle seslendi.
“Tuvalet kâğıdı bulamıyoruz. Ne olacak böyle?” Başbakan hiç istifini bozmadan ve kendisinden emin bir sesle cevap verdi.
“Efendim hiç kaygılanmanıza gerek yok. Hollanda’da on yıl yetecek kadar tuvalet kâğıdı mevcut. Yani on yıl hiç sorunsuz sı..biliriz.” Söylemeye ben bile utanıyorum. Ama o kadar açık ve net konuşması şok etmedi değil. Bu Levent Bey ve Semra Hanımın geldiği ülkede bir politikacı tarafından söylenmiş olsa, sanırım yer yerinden oynardı. Sanırım kültürel farklılıklar bazı söylemlerin dile getirilmesi özgürlüğünü de beraberinde getiriyor. Doğru olan da bu olsa gerek. Öyle her şeyi ince eleyip sık dokuduktan sonra dolaylı dile getirmek de ikiyüzlülükten çok da farklılık göstermiyor, bu tavır garibime gidiyor. Bir saka kuşuna kulak verilirse, bu da benim naçizane fikrim. 
Balkonlara çıkan insanlar müzik aletleri eşliğinde moral bulmak adına yüksek sesle şarkılar söylüyorlar, canhıraş bir şekilde çalışan sağlık personeli dakikalarca alkışlanıyor.
Levent Bey ve arkadaşları duygu yüklü çatallaşan sesleri ile yaptıkları konuşmalarda, insanlar için bilimin ne kadar önemli olduğunu vurguluyorlar. Minnacık aklımdan çıkmayan başka bir konuşmasına daha kulak misafiri olmuştum. Levent Bey aynen şöyle diyordu.
“Halil’ciğim nedir bu, sanki tabiat ana insanlığın kendisine yaptıklarının hesabını soruyor gibi bir hal var. Doğayı insanlık gerçekten de çıkarları uğruna çok hoyratça kullandı. Onların isterikli hallerinin ve dipsiz egolarının önüne bir türlü geçilemedi. Canavarlar misali doymak nedir bilmediler. Adeta talan ettiler. Umarım bu gidişle yaşanmamış ömürlerimiz heba olmaz.” Çok üzücü konuşmalar birbirini takip ediyor, endişe ve kahredici belirsizlik her geçen gün kartopu gibi büyüyor.
Levent Bey daha önceleri Recep Aktuğ’dan “Ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” adlı şarkıyı dinler ve el hareketleri ile sahne alır gibi Semra Hanım’a şarkısı ile hitap ederdi. Günlerdir o güzelim sesi kesildi, söylemiyor artık. O bu şarkıyı söylediğinde ben de kafesimde zapt edilemez oradan oraya konar ve mest olurdum. Şarkı biter bitmez de ötme sırası bana gelir, üst üste büyük bir coşku içinde şakıyıp dururdum. Levent Bey ise hemen karısına dönerdi.
“Bak, gördün mü Semra? Zilli de çok beğendi. Bir alkışlamadığı kaldı. Tezahüratını duyuyor musun? Bir de bu şarkıyı dinleyip söylediğimde her defasında baharla birlikte gelen can eriklerinin tadını alıyorum. Nasıl desem, ruhumun adeta kamaştığını hissediyorum. Bilmem beni anlıyor musun canım?”
Anlamaz olur muyum? Aynı duyguyu bana da yaşatıyorsun. Ya bizim Zilli?  Duymaz olur muyum onu? O ne zillidir. Boşuna mı onun adını Zilli koydum? Alkışlarsa da doğrusu hiç şaşmam. Adı üstünde Zilli işte. Anlamadığı, bilmediği yok.” Ben de utancımdan yüzüm kızarıyor mu kızarmıyor mu bilemeyeceğim ama anında usulca sırtımı dönerdim. Semra Hanım bütün sevgisi ile bana laf sokuşturuyor edasında övgüler yağdırırdı.
Benim gibi kuşların seyircisi olduğu insanlık elbette bunun da üstesinden gelecek. Bilim bu felaketi de alt edecek. İnsanlar sol memelerinin altındaki cevheri ve onların deyimi ile enseyi mümkün olduğu kadar karartmamaları kanımca önemli.
Bendeniz Zilli’nin tek dileği odur ki; Levent Bey yeniden “ah benim sevdalı başım, ah benim şair telaşım...” şarkısını söyleyebilmeli. Ben de tünediğim yerden Semra Hanım tarafından çıkarılıp onun güzel kokulu saçlarının arasında kaybolayım. Vinç ile üçüncü kadar yükselen kız torun da anneannesinin evinde onun kollarına atılmalı. Tünemek bizim kaderimiz. Ama aynı kader insanların olmasın. İnsanlığı alt üst eden bu dayanılmaz küresel krizde en kısa zamanda sona gelinsin. Tuvalet kâğıtları bitmesin! 



Amsterdam, 23 Mart 2020







13 Mart 2020 Cuma

KİM O?




        



KİM O?

Hafifçe kıstığı kestane rengi gözleri ile dışarıya doğru baktı. Kırmızı tonların hâkim olduğu mobilyalar ile kaplı oturma salonundan yüzünü hangi yöne çevirdiyse bütün pencerelerin insanın içini kasvetli kılan demir parmaklıklarla kaplı olduğunu bir kez daha gördü. Sadece kendi evi değil, Anadolu'nun en ücra köylerinde dahi alt katlarda yer alan evler aynı durumdaydı. Öyle ki, bu konutlar bu denli korunaklı görünümleri ile adeta birer cezaevini andırıyorlardı. İnsanların içine işleyen korkunun büyüklüğü ve zerre kadar güvenin olmayışı içler acısıydı. Güvensizlik beraberinde mutsuzluğu getiriyordu.
         Sormayın! Halime Hanımın yaşı başını aldı yürüdü. Kocası İbrahim Bey de öyle.  Seksen yaşını geride bıraktılar. Yaşanmışlıklarla dopdolu yan yan iki güzel ömür. Gözlerinin feri kaçmış gibi olsa da, cıvıltısında pek de eksilme yok. Zaman yıl yıl yüzünde silinemeyen derin birer çizgi olup kazındı. Her çizgide yüzlerce yaşanmışlık, acı ve tatlı anı olanca sırrı ile saklıydı. Kimi zamanlar aynada çehresini uzun uzadıya inceler ve her çizgiyi barındırdığı hatıraları ile yâd eder, gözleri buğulanır ve bir duygu seline kapılıp hızla sular seller halinde bir yerlere akardı. Kocası, çocukları ve torunları ile iyi bir aile oluşturmuşlar ve çok da mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. Zorluklar olmadı değil. Ama elbirliği ile her türlü badireyi bertaraf edip üstesinden gelmişlerdi.
         Kadın da olsa, Diyarbakırlı olmasının getirisi olacak, o sözünü hiç kimselerden esirgemez, hak ediyorsa karşısındakine ağız dolusu küfürler savurmaktan zerre kadar çekinmezdi. Boşuna dememişlerdi: "Diyarbakırlı ayakkabısının bağı ile bile kavga eder." Halime Hanım ağzını açmaya görsün, onu tanıyanlar ve özellikle apartmandaki kadınlar hemen kızarıp bozaran yüzlerini, ne yapacaklarını şaşırmış bir halde utançlarından önlerine indirirlerdi. O ise gayet normal bir halde sansürsüz küfürlerini büyük bir zevk ve rahatlama ile bağıra çağıra savurmaya devam etmekten geri kalmazdı. Bu Kürt Hemşire Halime Hanımdı ve ne yapsa yeriydi. O kadar!
Zaman ne kadar da çabuk geçmişti. Sayısız sayıda anıyı, güzelliği, mutluluğu, üzüntüyü ve kahkahayı nasıl da bu çarçabuk geçen bir ömre sığdırmışlardı. İyi ki onunla evlenmişti. Ne kadar da büyük bir güzelliğe birlikte imza atmışlardı. Abartısız birbirlerini bir güne bir gün üzmediler. Sonsuz bir sevgi ve kusursuz bir saygı birlikteliklerinde her daim oldu. İbrahim Bey sadece ara sıra karısının küfürlerinden dolayı kızarıp bozarıyor, ama ardından da " İyi ettin Halime, o deyyus bunu hak etti. Ağzına sağlık," diyerek onaylamaktan da kendini alıkoyamıyordu. Bütün ömürleri boyunca bir başlarına birbirlerine dayanarak ayakta kalmaya çalıştılar. Zerdali çiçekleri güzelliğindeki nice baharı geride bıraktılar. Bundan sonrasında da hiçbir baharın gelmeyeceğini biliyorlardı elbette. Önemli olan son güne kadar kendi ayaklarının üzerinde güçlükle de olsa durabilmek ve hiç kimseye muhtaç olmadan geriye kalan yaşamlarını sürdürmekti.
Bir zamanlar kömür karası olan lüle saçları şimdilerde kar yüklüydü. Yine de bugüne de şükürdü. Hem kendisinin hem de kocasının aklı ve bilinci yerindeydi. Sevgileri daimdi. Tabiat ana kucağını onlara yeteri kadar açmıştı. Her türlü olanaktan yararlanmasını ve dünyada olup biteni yakından takip edip yüreklerini insani güzelliklerle doldurmasını ne de güzel bilmişlerdi. Arkadaşları ve dostları arasındaki yerleri ise saygın bir yerdeydi.
Halime Hanım ve İbrahim Bey yaklaşık elli yıl kadar önce memleketleri Diyarbakır’dan Ankara’ya göç ettiler. Karı koca aynı muayenede doktor ve hemşire olarak birlikte çalıştılar. Ankara’ya yerleşip çok mutlu bir evliliğin yanı sıra muayenelerinde yıllarca mesai arkadaşlığı yaptılar. Emekliliklerinin keyfini sürdürmeye çalışıyorlar ve bundan sonrasında Doktor İbrahim Bey’in alnındaki teri silmeye, kendisine makas veya neşter uzatmasına gerek kalmıyordu.
Güzeller güzeli bir kızları ve oğlan sahibi oldular. Onların da evlenmelerinin ardından kızları Safiye’den bir kız ile erkek ve oğulları Vedat’tan da yine aynı şekilde bir kız ve oğlan torunları oldu. Yaşamlarının bundan sonrasını torunlarına adadılar, onları büyüttüler, sevdiler, bağırlarına bastırdılar ve onların da dünya insanlığına faydalı birer insan olmaları yönünde olabildiğince çaba harcadılar.
Alt katlarda yer alan bu evlere uçan kuşun dahi kazara girmemesi için bütün tedbirler alınmıştı. Kuşlar giremezse de kapı zillerinde saka veya bülbül kuşu sesleri olarak evlerin içine sızıyor, kapı dışında yer alan düğmeye birilerinin dokunması halinde, kapılarında bir ziyaretçinin olduğunun haberini bu sistem veriyordu. Pencereler olabildiğince kalın demir parmaklıkları, dışa açılan ve kalınlıkları, çelik katmanları ile kapılar da istenmeyen durumlara karşı büyük engeller oluşturuyor.
Halime Hanıma bir misafiri, torunları veya çocukları gelmeye görsün, boyundan daha da yükseklerde olan kapı dürbününe ayak parmaklarının üzerinde yükselip, vaziyetin berkemal olduğundan emin olmasının ardından dört ayrı kilidi art arda gürültülerle açmak zorundaydı. Daha da emin olmak için, olmadı;
“Kim ooo?” diye kapının dışına seslenmek zorundaydı. Gelenin “kilimci” olmama ihtimalinin yüksek olmasından dolayı, bu ölümcül sorunun tekrar tekrar sorulması ve limanın güvenliği açısından, somut bir yanıtın alınması zorunluydu. Bütün bu önlemlerin yanı sıra her ev aynı zamanda alarm sistemleri ile kale gibi korunmak zorundaydı. Halime Hanım ve İbrahim Bey de aynı önlemi yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğu söylenen bir ülkede alanlar arasındaydı. Alarmın yatmadan önce mutlaka devreye konulması gerekiyordu ki, bu görev değişmeksizin İbrahim Beye aitti.
Binaların daha yukarılara doğru olan pencerelerde bu demir parmaklıklara gerek yoktu. Lakin onların da çatıdan gelen ve balkonlara yakın olan yağmur oluklarının olduğu kısımlar jiletli teller ve sivri demir kazıklarla çevrili olması gereklidir. Herkes düşmandır. Bu yüksek burçlu kalelere kimselerin asla girmemesi gerekir. Buna yeltenenlerin elleri ve bedenleri bu jilet tellerle kesilmelidir. Bu da yeterli gelmese sivri demir kazıklara oturma tehlikesi ile karşı karşıya gelmeliler. Her ev adeta Suriye, Irak, İran veya Yunanistan sınırları misali tamamıyla korunaklı olmalıdır.
Halime Hanımların yan dairedeki komşuları Çorumlu Sema Hanım ve Hakkârili Mehmet Beydi. Bütün alınan önlemlerin yanı sıra Sema Hanımın çok daha farklı bir önlem alması gerekiyordu. Hakkârili kocası Mehmet Bey doğduğu coğrafyanın hassasiyetinden dolayı ne yazık ki, potansiyel bir tehlike oluşturuyordu. Oysa kendisi için her yer Paris’ti. Çünkü Çorumlu olmak ayrıcalıktı, avantajlıydı. Lakin kocası için durum yanlış algılardan dolayı farklıydı. Bir yerde o konumu gereği bu ülkenin zencisiydi. Kocasının dünyalar güzeli yüreğini ve hümanist bir insan olarak çıtasının yüksekliğini kimselere kanıtlayamazdı. Bu tehlikenin de savuşturulması için Sema hanımın balkonunda bir de ay yıldızlı al bir bayrak sallandırması gerekiyordu. Bu adeta uçaksavar görevi görüyor ve yaşadıkları ortamı, biraz olsun her ihtimalde baş gösterecek olan tehlikeyi veya önyargıyı savuşturuyor, sütliman kılıyordu.
Sema Hanımın ellili yaşlardaki ve hala ilk tanıdığı gün gibi âşık olduğu, sevdiği ve “onsuz asla olamam” dediği kocası Mehmet Bey de (diğer adıyla Memo) dünyaya gelecek başka bir yer bulamamış da, Allah’ın usulca okşadığı, dağları karlı Hakkâri’de doğmuştu. Sanki başka bir yerde doğmasının köküne kıran girmişti.
Halime Hanım ve İbrahim Bey komşuları Mehmet Bey ile aynı konumda oldukları halde, onlar ilerlemiş olan yaşları ile böylesi bir tehlike konusunda kafa yormuyorlardı. Bu yaştan sonra kendileri konusunda ne gibi bir önyargı veya algı olabilirdi ki? Olsa da umurunda değildi. Hele Halime Hanım için "vız gelir tırıs giderdi," Böyle düşünenin de varsın canı cehennemde olsundu.
Üst katlarda yer alan komşuları Kayseri, Antalya, Sivas ve Trabzon’dan geldiklerinden onların herhangi bir bayrak asmalarına gerek yoktu, ama onların da dört kilitli, dürbünlü çelik kapılar ve alarm sistemleri yine de olmak zorundaydı.
Yaşam, her geçen gün istenmeyen misafirlerden birisi ile sürpriz yaparcasına çelik kapılara dayanıyordu. Bunun için hangi katta oturduğunuz önemli değildi. Fakir veya zenginliğiniz, Hakkârili veya İstanbul doğumlu olmanız da kar etmiyordu. Hastalık olarak adlandırılan, er veya geç mutlak surette ziyarete gelen bu istenmeyen misafirler, her geçen gün yeni isimler ve değişimlerle kapılarda zombi çehreleri ile beliriyorlardı.
Günlerden Pazar olmasına rağmen halime Hanım her zaman olduğu gibi güne göz kamaştıran ışıl ışıl ışıkların düşmesi ile uyandı. Kocası ile içtikleri sade kahvelerin ardından kahvaltı yaptılar. Kahvaltı bitmiş ve koltuğuna yerleşip okumak üzere yeni aldığı kitabına uzandı. Güzel bir gündü. İbrahim Beyin bir makalesi tıp araştırmaları yapan bir dergide yayınlanmıştı. Onu dergideki bu makaleyi kahvaltı sonrası keyifle okuyor görünce, o da mutlu oldu. Saka kuşu ötüşü ile apansız, kapı zili çaldı. Sabah sabah gelen de kim diye kendi kendisine söylendi. Ayağında terliklerini zemine sürüye sürüye ile kapıya yöneldi. Ayak parmaklarının üzerinde her daim yaptığı gibi kapı dürbününe doğru yükseldi. Kapının ardında kimseleri göremedi. Yüksek bir ses ve telaşla;
“Kim ooo?...” diye bağırdı. Kapının ardından hinlikle dolu ince, tiz bir ses yükseldi.
“Korona.” Halime Hanım bunun da şakası olur mu diye şaşkınlıkla, açtı ağzını yumdu gözünü.
“Hassiktir lannn… Bas arabanı. Başka kapıya dahi demiyorum. Keşmeroğlu keşmer. Benamus. Defol git. İşim gücüm var benim.” diye kalayı bastı ve çelik kapının dört kilidini açmadan, gelip tekrar yerine oturdu. Çok geçmeden kitabının sayfaları arasında kayboldu. Diğer bir sayfayı çeviriyordu ki, kocasının sevgi ve şefkatle elini tuttuğunu hisseti. Kitabi yan tarafa koyduktan sonra başını kocasının göğsüne gömdü. Demir parmaklıklarla kapalı hapishanenin dışında lapa lapa kar yağıyordu.                                                                                                       

Amsterdam, 13 Mart 2020


28 Şubat 2020 Cuma

CİNGÖZ BAYKUŞ






CİNGÖZ BAYKUŞ


“Ölümün bir kulağı var biliyorum,
yaşamın ağzına dayalı.
kirası bu ay geçikmiş bir oda da
kirası daha hiç aksatılmamış acılar uyuyor içimde.”
                     Mem Jan   

Bahçedeki birkaç ağaçtan biri olan dut ağacına tüneyen baykuşun çok da yüksek olmayan sesini gece yarısına doğru, Kesikköprü Köyü'nün Ankara yolu tarafındaki mahallesinden gelen bir köpeğin uzun uzadıya bir uluma sesi böldü. Baykuş bile bu raharsız edici gereksiz feryada şaşakaldı. Bu saatte canhıraş bir halde uluyup milleti ayaklandırmanın ne âlemi vardı. Olmaz olsundu, bu yine Mısto’nun uyuz köpeği Şano’nun iğrenç sesiydi.
Dışarıda hafiften bir rüzgârın ara sıra estiği bir yaz sıcağı hâkimdi. Gökte kalayı yenilenmiş bir tepsi misali parlayan ayın ışıkları Cingöz Baykuş’un kırpıştırdığı altın sarısı gözlerine doluştu. Gökyüzünün çok da uzak görünmeyen diğer yakasında yıldızlar sözbirliği ile bulundukları yerden, aynı anda yeryüzüne düşeceklermiş gibi bir his veriyordu. Baykuş bu uyuz köpeği, biti olmamasına rağmen, olmayan biti kadar da olsa sevmiyordu. O nedenle havlamasını daha da yakından duyacağından dolayı Mısto’nun ne bahçesindeki ağaçlarına, ne de çatısına tünememeyi kendisine ilke edinmişti. Lanet olsundu. Uyuz Şano’ya da, sahibi kart Mısto’ya da.
Cingöz Baykuş uyuz köpeği kadar Mısto’dan da haz etmiyordu. Karısının ölümünden sonra tamamen yalnız kalan sahibi Mısto’ya güya yaranıp onun bir başına olmadığını, kendisi gibi sadık bir dostunun her daim yanında yer aldığını demeye getiriyor, hazretleri kendince sevgi gösterisinde bulunuyordu. Varsın önce uyuzluğuna çare bulsundu. Belki de sabah vereceği kahvaltılık yalı biraz daha koyu bir kıvamda tutturması için kuyruk sallamaları ile yaranma uğraşısı içindeydi, Uyuz Şano. Günün aydınlanması ile bunu görecek miydi, o da Mısto’nun o günkü moraline ve olmayan vicdanına kalmıştı.
Kızılırmak’ın aheste aheste akan mavi sularının hemen yanı başında yer alan ve bahçedeki dut ağacına Cingöz Baykuş’un tünediği Kel Sülo’nun dışı kırmızı bir çamura sıvalı, iki oda ve bir salondan oluşan eviydi. Uyuz Şano’nun sesine Kel Sülo da uyandı ama bunu önemsemeden karısının boynuna orman kıllı kolunu yeniden doladı.
Karısını seviyordu. Mutlu bir evlilikleri vardı. Bir güne bir gün köylünün dilinde pelesenk olan kel kafası hakkında o kem bir laf etmemişti. Onun ağzından çıkan her kelimeyi, adeta bir emir gibi addediyordu. Gülen gözlerle kendisine bakıyor ve onu daha fazla mutlu kılmak için kendince çırpınıyordu. Daha ne olsundu. Şam’daki kayısı dahi bundan daha iyi olamazdı. Sorun çıkarmaya yeltenmeden, kırılası kıçının üzerine bir kez daha oturması gerektiğini, bu saatte kendisini de uyandıran Uyuz Şano bile hatırlatmış oldu. Çok geçmeden horlamasının sesi karısı Fato’nun geniş burun deliklerinden ve ince dudaklarla çevreli ağzından püfür püfür esen soğan kokulu soluğuna karıştı.
Mısto gece yarısı sol eli ile kareli ceketinin cebinde arkası horozlu bir aynayı sıkıca tutuyor, sağ elinde de Oltu taşı tesbihini arada bir sallayıp, aklına geldikçe keyifle ince uzun bıyıklarını önce buruyor ve sonrasında da hafifçe çekiştiriyordu. Mutluydu.
Kafasındaki müthiş planla gecenin bu saatinde kimselere görünmeden çakıl taşlarla kaplı sokakları sessizce Kel Sülo’nun evi yönünde adımlıyordu. El mi yaman bey mi yaman, o kabak kafalı Kel Sülo ve şişko karısı Fato'ya gösterecekti. Kapılarını onlarca defa yalvar yakar aşındırmasına rağmen her defasında o bacadan girmeye çalışırken, kapıdan kovulmanın ezikliğini yüreğinin derinliklerinde kavun acısı gibi sürekli hissediyordu.
Bunca aşağılanma yetmişti artık. Gün bugündü. Planını tıkır tıkır işletecekti. Yok, Mısto kızları Meryem’e göre çok yaşlıymış da, yok arada en az otuz beş yaş varmış ve kızları daha on üç yaşında bir çocukmuş. Daha neler, küçülsün de cebime girsindi bari. Boylu poslu yetişkin kızdı. Daha fazla bekletip turşusunu mu kuracaklardı? Yoksa kendisinden daha iyi bir talip mi bulacaklardı? Bahanelere gerek yoktu. Bu ipe sapa gelmeyen lakırdılar geçerli birer neden olamazdı. Bu düşüncelerle yürüyedururken elini cebinden çıkardığını gördü. Yeniden telaşla elini cebindeki ayna ile buluşturdu ve sıkıca tutmaya devam etti. O yıllarda her erkeğin cebinde küçük yuvarlak bir aynaö tarak ve katlanmış temiz bir mendil bulunurdu. Böylesi aynalar çok revaçtaydı.
Hedefine yaklaşmak üzereydi. Elli adım sonra kimselere görünmeden müstakbel kayınbabası Kel Sülo’nun evinin bahçesinin yanında olacaktı. Eve yaklaştıkça etrafını daha dikkatli kolaçan etmeye başladı. Buralarda gezindiğini kimseler görmemeliydi. Hesaba Cingöz Baykuş’u katmadı. Ay ışığında eve yaklaşan Mısto’yu gören Cingöz Baykuş inanası gelmediği gözlerini art arda daha çok kırpıştırdı. Onu tanımakta gecikmedi. Gecenin kırkında buralarda ne arıyordu bu adam? Yine bir hinlik peşinde olduğu bellitdi.
Mısto bahçeye doğru geldi ve elinde tuttuğu aynayı bir anda bahçeden içeri attı. Aynaya yansıyan ay ışığı dut ağacında meraktan yüreği pır pır eden Cingöz Baykuş’un gözlerini kamaştırdı. Ayna parlamaya devam ederken Mısto hızla evine doğru seğirtti. Baykuş tünediği dut dalından bir başkasına kondu ve gıcık olduğu bu adamın ardından olup biteni anlamadan bakakaldı. 
Mısto keyifli bir sabah kahvaltısından sonra, ilk iş olarak Uyuz Şano’ya bol unlu bir yal sunumunda bulundu. Gece evden çıkarken onun o sevecen bakışları gözünden kaçmamıştı. Doğrusu Şano ballı lokmaların en ballısını hak ediyordu.
Neşesi yerindeyken komşusu Hikmet’e gitti. Hikmet’in karısı Topal Asiye yaylana yaylana sabahın köründe kim olduğu merakı ile kapının ardında bitti. Karşısında Mısto’yu görünce şaşırmadı. Mutlaka bu akşam Kel Sülo’dan kızı Meryem’i istemeye gitmelerini isteyecekti. Bu adamın yüzsüzlüğü de diz boyunu aşmıştı. Ama hem kocasının akrabası, hem de komşuları olduğu için “hayır” diyemiyorlardı. Mısto hemen konuya girdi. Bu akşam Meryem’i istemeye gideceklerini söyledi. Hikmet ağzına götürdüğü zeytini şaşkınlıkla çekirdeği ile birlikte yuttu. Üzerine de höpürtü ile büyükçe bir yudum nar kırmızısı çaydan aldı.
“Hayır… Hayır. Gidemeyiz Mısto. Bir kez daha rezil olamayız. Kel Sülo bizi on kez evinden kovdu. Adamın yüzüne bir daha bakamam. Olan hatırımızı hepten tükettik. Bitti!”
“Bu defa başka Hikmet. Bu defa gerçekten başka. Bize hayır diyemeyecekler. Bundan emin olun.” diye yalvar yakar olunca, Hikmet bir kez daha gitmeleri için yelkenleri suya indirdi.
Mısto bir kez daha köy bakkalından iki kilo güllü lokum aldı. Akşam olmasını sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Hikmet’in oğlu Kamil’a verdiği delikli bir para ile de gönlünü aldı. Kel Sülo’ya akşam hayırlı bir iş için geleceklerini bir kez daha cep harçlığı verdiği elçisi ile haberdar etti.
Karanlık henüz bastırmıştı. Hikmet, karısı Topal Asiye ve Mısto hayırlı işleri için Kel Sülo’nun kapısını yüzlerinde büyük bir mahcubiyetle tıklattılar. Mısto ise kendisinden oldukça emin tavırlar içindeydi. Tuzu çatır çatır kuru gözüküyordu. Kapıyı asık suratları ile Kel Sülo ve karısı Fato birlikte açtı. Defalarca da olsa bir kez daha hayırlı bir iş için geldiklerinden istenmeyen misafirlerini “ya sabır” deyip karı koca birlikte karşılamak istediler. Mısto akrabaları Hikmet’i ve karısı Topal Asiye’yi de bu kötü emeline her defasında alet ediyordu. Bir kez daha “HAYIR” diyeceklerdi nasıl olsa. Kendilerinden emindiler. Kızlarının günahına asla girmeyecekler ve kararlarının arkasında duracaklardı. Topal Asiye elindeki lokum paketini daha önceleri de yaptığı gibi bir çırpıda Fato’ya teslim etti. Çekingen bakışları ile benden bu kadar der gibiydi.
Kahvelerin sunumunu kızları Meryem’in yerine Fato yaptı. İçilen kahvelerin ardından Hikmet söze başlayabilir miyim diye, bakışlarını Mısto’nun gözleri ile buluşturdu. Mısto’dan desturu aldı. Önce boğazını tıkayan kahve peltesini bir yudum su ile giderdi ve ardından ürperti ile söze girdi.
“Süleyman komşu, akrabam Mısto bugün yine hayırlı bir iş için benden ricada bulundu. Akrabamdır, sizin gibi onu da sever ve sayarım. Daha önce de aynı istekle kapınızı çalmış ve olumsuz cevap almıştık. Lakin Mısto bu işin olması için bıkıp usanmadan diretiyor. Kızınıza gönlünü kaptırmış. Hali vakti de bildiğiniz üzere çok şükür iyice. Kızınızın bir eli yağda ve bir eli de balda olacak. Allah bilir ya bunda da bir hayır olsa gerek. Uzun lafın kısası biz bir kez daha sizden rica ediyoruz. Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızınız Meryem’i rızanız olursa, akrabamız Mısto’ya istiyoruz.” Kel Sülo’nun çehresi daha da asık bir hal aldı. Köpürdü. Hiddetlendi. Kendisinden geçti.
“Yahu siz ne laftan anlamaz insanlarsınız. En az on kez bu iş olmaz demedim mi size. Kızım daha çocuk yaşta. Mısto onun babası yaşında. Olacak şey mı bu. Ayıp ediyorsunuz. Bizim de bir sabrımız var.” Bunun üzerine Mısto ayağa kalktı ve yüksek sesle Kel Sülo’ya seslendi.
“Sülo, yok diyorsun ama sen bunu hiç kızına sordun mu? Kızının da bende gönlü var bilesin. İnanmazsanız gidip şimdi Meryem’in ceplerine bakın. Kendisine daha bu sabah çeşmenin başında arkası horozlu bir ayna verdim. Çok sevindi ve sizden kendisini istememizi yalvar yakar söyledi. Biz de bunun üzerine geldik.” Bütün bu olup bitene ve duyduklarına inanamayan Fato çok ani bir telaşa kapıldı. Hızla kızı Meryem’in odasına daldı ve elbisesinin ceplerine baktı. Mısto’nun daha dün gece cebinde sıkıca sakladığı allı yeşilli çil bir horozun boy gösterdiği ayna Meryem’in cebindeydi. Fato kızına büyük bir kızgınlıkla dönüp;
“Söyle bu aynayı kimden aldın. Mısto mu verdi sana? Utanmıyor musun şerefimizi ve namusumuzu beş paralık etmeye? Babanın başının başının yere eğilmesine sebep oluyorsun. Bu yaşlı başlı adamın nesine bu çocuk yaşınla gönlün düştü. Bu horozlu aynaya mı kandın? Sütüm haram olsun.”
“Annem… Annem. Vallahi de, billahi de yemin ediyorum. Bu aynayı bizim bahçede buldum. Kimseden almadım.” diye ağlamaklı yalvarsa da nafileydi. Fato'nun gözünde namusları beş paralık olmuştu.
Fato aynayı getirip kocası Kel Sülo’nun eline tutuşturdu. Kel Sülo durumun vahametini anında anladı. Hiç de hoş gelmeyen misafirlerine kendilerine yarın bir cevap vereceklerini söyledi. Yüzünde büyük bir mutlulukla Mısto, ardından Hikmet ve en son Topal Asiye soluğu dışarıda aldılar.
Bir hafta gibi kısa sürenin ardından Mısto ve Meryem büyük bir düğünle evlendiler. Dut ağacının altında bulunan horozlu bir ayna böylesi bir cinayetin işlenmesine vesile oldu. Buna Cingöz Baykuş dahi engel olamadı. Tanrı da Cingöz Baykuş’un dile gelip olaya tanıklık yapması konusunda kılını oynatmadı.
Onlar (her hâlükârda Meryem) muradlarına eremediler. Erişilemeyen bu muradın kerevetine çıkmak zahmetinde de kimseler bulunmadı. Meryem'in yüreği boğunç içinde kaldı. İçi kurumuş bir Hindistan cevizinden farksızdı, duygusuzdu. Yaşayan bir ölüydü. Cingöz Baykuş o günden sonra gelip Kel Sülo’nun bahçesindeki dut ağacına tünemedi. Uyuz Şano ise her gün bol unun karıştırıldığı yaldan afiyetle karnını doyurur oldu ve her geçen gün daha bir semirdi. Havlaması ve uluması iyice gürleşti.


Amsterdam, 28 Şubat 2020

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...