AYNA
"Ayna benim en iyi
arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez."
Charlie
Chaplin
Sılo açık
kahverengi gözlerine sabah güneşinin keskin ışınları apansız düşmesin diye, sağ
elini gür kaşlarının hizasında siper etti. Aheste adımlarla evinin terasına
çıktı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, doğup büyüdüğü Heştiyar Köyü’nde
de günün berrak, göğün alabildiğine mavi olduğu bir yaz ortasıydı. Keyfi
yerindeydi. Halep kumaşı pırıl pırıl siyah takım elbisesi ile onu görenler,
elli yaşında olduğuna inanmakta hayli zorlanırlardı. Giyiminin düzgün olması
çok önemliydi. İstanbul Kız Kulesi kabartmalı, uzun köstekli-gümüş saatini
sekiz düğmeli yeleğinin yan cebine özenle yerleştirdi. Bıyıklarını keyifle
çekiştirip boncuk mavisi göğe doğru burdu. Evin tek ağacının terasa doğru
sarkan gümüş yapraklı dallarından, haşmetli burnuna buram buram iğde kokusu doluştu.
Ağacın üst dallarından birine konan ürkek bir serçe iki kez öttü ve ardından da
hızla kanat çırpmaları ile belirsizliğe yöneldi.
Varlıklıydı.
Babadan kalma arazilerine çevre köylerde herkes imrenirdi. Bu yıl da
ekinlerinden beklediğinin üzerinde bir verimlilikte mahsul elde etti. Tanrının
bu gününe şükürler olsundu. Bir dediğini iki etmiyordu. Oturduğu iki katlı,
altı odalı geniş konak çevredeki köylerde parmakla gösterilirdi. Dört bir yanı
insanda büyük saygı uyandıran, işinin erbabı Ermeni ustalar tarafından yapılan,
el emeği göz nuru ahşap oymalarla bezeliydi. Konağın her kapısı, penceresi,
pervazları ve dolapları görülmeye değer birer sanat harikasıydı.
Diğer
yandan bugün onun için oldukça önemli bir gündü. Hayatının yeni bir dönüm
noktasıydı. Bu muştulu güne verdiği ehemmiyetten aynanın karşısında uzunca
vakit geçirdi. Saçlarına briyantin sürdü, yanaklarına, boynuna avuç dolusu
lavanta dökündü. Üç çocuğunun annesi, karısı Makbule yaklaşık bir yıl önce,
yakalandığı amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Geçen bunca zaman boyunca
yeniden evlenmek maksadı ile kafasını aylarca yordu. Üç çocukla yalnız
yapamıyordu. Bu yaştan sonra bir erkek için bir başınalık da katlanılır
değildi. Akrabaları ve komşuları sonunda imdadına yetiştiler. Yapılan uzun araştırmaların
ardından talihli gelin adayı komşu köy Bektaşlı’da bulundu.
Edul henüz
on beşindeydi. Köylülere göre ise evlenme yaşı çoktan gelip geçiyordu. Sılo’nun
akrabaları Edul’ün babasının ‘ağzından girip burnundan çıkarak’ zoraki rızasını
aldılar. Her hâlükârda kızları varlıklı bir eve gelin gidecek, ‘bir eli yağda
ve bir eli balda’ rahat edecekti. Daha ne isterlerdi ki? Edul’ün gönlünün olup
olmadığını sormak akıllarına dahi gelmedi. O, öyle veya böyle, müstakbel kocası
ellili yaşlarda da olsa, çocuk yaşında bu evliliği onaylamak zorundaydı.
Evlenecek olan kızların fikirlerinin sorulması görülmemiş ve adetten de
değildi. Abesti.
Konak
avlusunun orta yerinde paçalı iki ak güvercin yarışırcasına takla atmaya
başladılar. Yere konmaları ile birlikte öpüşür gibi gagalarını tokuşturuyor ve
tekrar havalanıyorlar. Evin köpeği Kocabaş olup biteni ağzı açık ilgiyle
izliyor. Sılo’nun gözleri de bir anda gösteri yapan bu kuşlara ilişti.
Ak
güvercinlerden biri kendisi, diğeri ise yeni karısı Edul oluverdi. Hayal
âlemine derinlemesine daldı. Bu manzaradan kendisini koparıp alması kolay
olmadı. Evet, güzel ve mutlu günler onu bekliyordu. Özlemle beklediği an her
geçen dakika daha da yakınlaşıyordu. Gülümsedi. Gözleri parladı. Tütün
tabakasından bir sigara aldı. Muhtar çakmağından sızan gaz ve tütün kokuları
birbirine karıştı. Boca ettiği sigara dumanını ciğerlerinin derinlerine doğru
çekti. Sonrasında arkaya doğru taralı parıltılı düz saçlarının üzerinde, bir
bacayı andıran burnundan gri bulutlar uçuştu. Nikotin hoşlukla genzini yaktı.
Konakta 'İn cin top oynuyordu.' Kimsecikler kalmadı. Bir bardak çay olsun
verecek tek insan yoktu. Üç gün ve gece süren curcunalı düğün kalabalığının
ardından bir başına kalakaldı. Adetler gereği damadın evde beklemesi
gerekiyordu. Öyle de yaptı.
Kadınlı
erkekli düğün alayı zılgıtlar, türküler, davullar ve zurnalar eşliğinde Edul
gelini almak üzere çok da uzak olmayan Bektaşlı Köyü’nün yolunu tuttular. Akşam
karanlığına kalmaz, alıp gelirlerdi onu. Sılo krallara layık bir düğünle ikinci
defa dünya evine giriyordu. Düğünün çevre köylerdeki yankısı bir hayli ses
getirdi. Şanına şan kattı. Gıpta ettiler. Böylelikle onu kahretmeye devam eden
yalnızlığı da son bulacaktı. Kamanlı abdal ustalar tarafından çifte davul
olanca güçleri ile dövüldü. Çifte erik zurna kafalar gökyüzüne kaldırılıp
öttürüldü. Boy boy halaylar çekildi. Yüreklerindeki kıpırtılarla genç kızlar ve
erkekler terli ellerini yeni halaylar için heyecanla birleştirdiler. Karun
sofralarını aratmayan yer sofralarında ziyafetler verildi. Koçlar ve danalar
kurban edildi. Çevre köylerden yüzlerce davetli düğüne katılımları ile
şenlendirdiler. Heştiyar Köyü’nün semaları kadın davetlilerin attığı
zılgıtlarla art arda yankılandı. Davul sesi çölü andıran bozkıra yayılan
uzaktaki köylerde kulağa hoş geliyordu.
Sılo’nun en
büyük oğlu Mustafa yeni eşi Edul ile aynı yaştaydı. Diğer oğlu Selim on üç ve
Arif ise on bir yaşındaydı. Gelin evinin örme taşlı geniş avlusunda onlarca
metre uzunluğunda halaylar “Ki zawa? Ki zawa? – Kim damat? Kim damat?”
bağrışmaları içinde döndü. Allı, yeşilli, pullu ipek mendiller sallandı. Havaya
kurşunlar sıkıldı. Konağın tavan direğine takılan al bayrak nazlı nazlı
sallandırıldı.
Gelin
alayı Edul’u Bektaşlı Köyü'ndeki baba evinden zılgıtlar eşliğinde alıp, Sılo’nun
konağına doğru yola çıktılar. Damat evinin önünde çekilen son halayların
ardından, damat Sılo arkadaşları tarafından sırtına vurulan onlarca yumruktan
sonra gerdeğe girdi. Edul odanın bir köşesinde yatağın kenarına korku içinde
ilişmişti. Kocasının içeri girdiğini görünce usulca ayağa kalktı.
Başını masumiyetle önüne eğdi. Buğulu ürkek bakışlarla beklemeye koyuldu.
Sılo karısının duvağını usulca kaldırdı. Yüz görümlüğü hazırdı. Cebinden
çıkardığı ve kırmızı bir kurdeleye dizili beş tane reşat altını karısının
boynuna taktı. Sıkıca bağladı. Anlından öptü. Edul titrek elleri ile boynuna
takılan altınlara dokundu. Çok da umurunda değildi. Ellerinin titremesi devam
ediyor, yüreği hızla çarpıyordu.
Genç gelin
Edul’un bu evlilikten bir kızı dünyaya geldi. Çocukluğunu bir dem olsun
yaşayamadan çocuk anne oldu. Annelik nasıl bir şeydi, nasıl yapılırdı?
Bilemiyordu. Anne olması, benliğinden çocuksu duygularını alıp götürmeye
yetmedi. Yaşayamadığı acı veren bu evreyi yüreğinden söküp atması mümkün
değildi. Bu duygu kalbinin derinliklerinde yatıyordu.
Bebeğini
doyuruyor ve ev işlerini yapmasının hemen ardından sevinçle dışarı fırlıyordu.
Baba evinde yaşayamadığı çocukluğunu, kocasının evinde Sılo’nun oğulları ile
oynadığı oyunlar ile gideriyordu. Neler oynamıyorlardı ki; saklambaç, ip
atlamaca, seksek, çelik çomak ve en çok da evlerinin önündeki büyük taşın
üzerinden atlıyorlardı. Böylesi anlarda Edul kendisini unutuyor, avuntu ile
dünyanın kendisi için de var olduğunu hissediyordu. Çok gecikmeli de olsa, biraz
olsun çocukluğuna adım atması çiçeği burnunda anneye iyi geldi.
Onu mutlu kıldı. Kendi yaşındaki üvey çocukları da Edul’u çok sevdiler.
Çünkü o kendileri için bir üvey anneden çok, en iyi arkadaşlarıydı. Onun vakit
bulup kendileri ile oynaması için can atıyorlardı. Üvey annelerini, aynı
zamanda arkadaşları olan bu çocuk kadını üzmemek ve yüreğini hoş tutmak için
adeta yarış halinde oldular.
Edul kızı
Sultan’dan ve Sılo’nun oğulları ile oynamaktan arta kalan zamanının büyük bir
kısmını odasında duvara asılı altın varaklı aynanın karşısında geçirmeyi çok
seviyordu. Onun derinliklerinde uzun uzadıya çehresine bakıyor, gülümsüyor,
uzun siyah saçlarını tarıyor ve çoğu zaman kimselerin duymayacağı bir sesle
konuşuyordu. Kimseler onun ne konuştuğunu duymadı, anlayamadı. Bu onların
arasındaki bir sırdı. Ayna da en az Edul kadar ketumdu. ‘Ser verirler, sır
vermezlerdi.’
Aynayı
kendisine sırdaş edindi. Bu can dostu aracılığı ile Tanrıya yönelik adeta
biteviye bir haykırış halindeydi. Karşısında bir insan varmışçasına derdini
anlatadurdu. Yüreğindeki ol kanamalı yaraları bir bir açtı ve onunla paylaştı.
Belki de daha çok yaşamadığı çocukluğunu, kardeşlerine olan özlemi, yanlış bir
karar veren anne ve babasını anlattı. Akarsuya bırakılan rüyalar misali
sıkıntılarını aktardı. Kendisini bir tek o anladı. Ona uzun uzun gülümsedi.
Görünmeyen iki kol uzandı ve Edul’u bağrına sıkı sıkı bastı. Edul’un kara
gözlerinden süzülen masumiyet gözyaşlarını kuruladı, teselli etti. Edul için bu
büyülü bir aynaydı. En büyük avuntusu, en yakın arkadaşı ve dostuydu. Bütün
hayatını onunla paylaştı. Döktüğü her gözyaşının ardından, aynasının da
birlikte ağladığına inanıp ak bezlerle güzelce sildi. Parlattı. Öpücükler
kondurdu. Belki de baktığı içinin aynasıydı. Uçsuz bucaksız parlak derinlikte
aradığı kendisi ve çocukluğuydu.
Duvara
asılı kalmaya mahkûm edilen dostuna, dünyadaki en güzelin Edul olup olmadığını
sormayı, kendisi Pamuk Prenses olmadığından gerek görmedi. Bu tür sıkıcı
sorularla sırdaşının canını sıkmadı. En güzel o olsaydı ne olacaktı ki? Elbette
fark etmeyecekti. Ama aynası güzel ve parlaktı. Şavkı parıltılarla bütün
odasına yansıyordu. Onunla aralarında kimselerin göremeyeceği ve
hissedemeyeceği çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardı. Bunu kimselerin bilmesine
de gerek yoktu.
Evliliklerinin
üzerinden çarçabuk dört yıl kadar bir zaman geçti. Hiçbir belirti göstermediği
halde, oldukça sağlıklı görünen kocası Sılo ani bir hastalığa yakalandı. Kapısı
tıklatılmayan doktor kalmadı. Hastane hastane dolaşıldı. Her türlü tedavi için
gidilmedik yer kalmadı. Ancak hastalığına çare bulunamadı. Dört ay gibi bir
zaman geçmeden de hayata gözerini kapadı. Ardında karısı Edul’u dul, üç oğlunu
ve küçük kızları Sultan’ı babasız bıraktı. Edul sonradan da olsa Sılo’yu
'kaderim' deyip kabullenmiş ve sevmeye de başlamıştı. Onun için kocası bir
yerde koruyucu ve baba şefkati veren birisiydi. O nedenle üzüntüsü büyüktü.
Kızı Sultana ve oyun arkadaşları ve aynı zamanda üvey çocukları Mustafa, Selim
ve Arif’e sarılıp yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı.
Dul kalan
Edul daha çok gençti. Sılo’nun kardeşleri bir araya gelip abilerinin dul eşinin
istemesi halinde baba evine gitmesinde karar kıldılar. Sılo’nun çocukları buna
karşı direndilerse de Edul’un da gitme yanlısı olduğunu görünce kabullenmek
zorunda kaldılar. Sultan’a da kimsenin bakamayacağı düşünüldüğünden, Edul
kızını da beraberinde alabilecekti.
Ayrılık
günü gelip çattı. Bunu öncesinde Sılo’nun kardeşleri Edul ile konuştular. Mal
varlıklarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu, kendisine istediği kadar para
veya ne arzu ediyorsa verebileceklerini, buna hakkı olduğunu, ağabeylerinin ve
çocuklarının üzerinde çok hakkı olduğunu söylediler. Dolayısıyla bunu hak
ediyordu. Ancak Edul hiçbir şey istemediğini söyleyince, çok zorlamalarına
rağmen kabul ettiremediler.
O oyun
arkadaşları üvey oğulları ile ayrılacağından dolayı çok üzülüyordu. Onları
beter özleyecekti. Tek tek kucaklaşmalarla, hüzünle vedalaştı. Sevgi ile
sırtlarını sıvazladı. Kendisini unutmamalarını ve mümkünse sıkça ziyaretine
gelmelerini sıkıca tembihledi. İleride güzel kızlarla evlenmelerini, çok mutlu
olmalarını ve babalarının mezarına gitmeyi ihmal etmemelerini söyledi.
Rüzgâr
uğultulu bir solukla esiyor. Bir sonbahar sabahıydı. Boynu bükük Edul sağ eli
ile sıkıca kızının elini tuttu. Sol kolunun altına sıkıştırdığı altı varaklı ayna
ile ağlamaklı, buruk duygularla Sılo’nun evinden, içinde ezilmiş bir gülün
hüznü ile ayrıldı. Onu görenler kıymeti harbiyesi olmayan bir aynayı yanında
götürmesine anlam veremediler. Ama bu ayna belki de onun tek umuduydu. Onu da
beraberinde götürmek istemişti. Rüzgârın etkisi ile hafiften sallanan ayna
etrafına güneşten aldığı ışıkları yansıttı. Bu genç dul kadını uğurlayanların
gözleri kamaştı. Rüzgâr apansız dindi. Kocasının atı Bozo ahırda sesini
yükselterek hüzünlü kişnedi. Kocabaş kuyruğunu sallayadurdu. "Gitme, ne
olur." dercesine kırpıştırdığı parlak gözleri ile baktı. Olduğu yere
çöktü. Bu sırada Edul’un kulaklarının dibinde bir fısıltı duyuldu.
“Ağlama
Edul ağlama! Yazık günah sana. Harap ettin kendini. Kazara beni de elinden düşüreceksin.
Şuracıkta paramparça olacağım. Yeter. Senin için çok üzülüyorum. Ama
yalvarıyorum ağlama artık!”
Gözyaşlarını
sular seller akıtan Edul çok ilerlemeden hüznün de verdiği dalgınlıkla, köyünün
yolunda aynasını elinden düşürdü. Paramparça olan ayna ile birlikte hayalleri
de onu terk etti. Yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabileceği, acısını ve
dertlerini paylaşacağı kimsesi kalmamıştı. Kırılan aynanın her parçasına ağlayan
anne ve kızın oldukça hüzünlü onlarca çehresi yansıdı. Boncuk boncuk akaduran
yaşlarla cam kırıkları ıslandı. Kim bilir, bu belki de yaşanan acıya daha fazla
dayanamayan, beraberinde götürdüğü dert ortağının intiharı idi.
Amsterdam, 5 Şubat 2019