13 Nisan 2013 Cumartesi

ESKİ RADYO



ESKİ RADYO    
         
         
       Bu ani esinti nereden geldi, bilemiyorum, ama balonlu bir cikletten çıkmadıǧına eminim. Aylardır bir eski radyo merakı bütün kolları ile sarmaş dolaş sarıp sarmaladı beni. Bu tutku rüyalarımı dahi gasp eder oldu. Oysa bilinen şarkılardan biri (hani şu balık etli ve de butlu bir şarkıcının seslendirdiǧi), bu merakımı gidermem konusunda yol gösterip, tüyo verse de, çok şükür, bende hasıl olan merakıma kapılmayı göze alıp, o daracık ve tehlikeli çatı katlarına tırmanacak kadar da azıtmadım daha. Ama aylardır gittiǧim her yerde, egoma mal olmuş; hayalimdeki transistörlü, sarı ışıklı ve güzel mobilyalı radyoyu bulma hevesimin, kaygımın ve isteǧimin önüne geçemiyorum. Gözlerim olur olmaz iliştikleri her alan ve ortamda, gönlümde taht kuran, eski radyoyu arayıp, duruyorlar. Belki de insan yaşlandıkça, eskiye raǧbet eder hale mi geliyor, diye de düşünmeden edemiyorum.
         Ne yazık ki, şimdiye deǧin gördüǧüm eski radyolar; ya istediǧim gibi deǧiller, ya da heves ettiǧim türe biraz yakın olsalar da, üzerlerine iliştirilen kırışık etiketlere yazılan kargacık-burgacık rakamlar, ederinin çok üzerinde. Bu demektir ki arz ve talep yüksek ve bu merak bir tek bana özgü deǧil. Şimdilik bir arayış içindeyim. Görünen o ki, daha beyhude olarak görmediǧim bu arayış, daha uzun süre devam edeceǧe de benziyor. Her tarafı kolaçan etmenin dışında yapılacak bir şey yok gibi.
         Merak saldıǧınız obje eski olunca, insan istemi dışında da olsa, geride bıraktıǧı uzun yıllara da her defasında dönüp, bakmadan edemiyor. On bir yaşından sonra, köyden “her bahtı karanın görmek istediǧi” büyük şehir – başkent Ankara’ya geldiǧımde, pilli radyolar yerlerini, elektrikli olanlara bırakmak zorunda kaldılar. Tam o yıl, devlet büyüklerimizin iyi tarafına gelmiş olacak ki, yaşlı babalarının ceplerindeki paraları döküp, saçarak köye hizmet babında elektrik konforunu sunmuşlardı. Hızla dönen devranla birlikte, gerilere dönüp, bu şimdilerin bir yandan antik olmaya yüz tutan, nostaljik radyolarına merak salacaǧımı tasavvur etmem, o zamanlar elbette zordu.
         Büyük şehrin getireceǧi sorunların küçük olacaǧı beklentisi haliyle yanılgıydı. Hele de ilkokula başladıǧın güne kadar bir kaç kelime Türkçe biliyor ve bu dili o yaştan sonra öǧrenip, bu büyük metropole geliyorsan, işin ta başından, yabancısı olduǧun bu hayata 2-0 yenik başlıyorsun demektir. Aǧır sayılabilecek bir Kürt aksanı ile yer alma uǧraşısında olduǧun toplum, hoş görünün istenen yakınlıǧında olmayınca, yaşam senin için daha da güçleştiǧi gibi, çoǧu zaman da alay konusu olmaktan kendini kurtaramıyorsun. Kürt kökenli bir çocuk olmak, söz konusu olan, o yıllarda dünyanın en onur kırıcı ve mahcup edici bir zaman birimi idi ki, bu günümüze deǧin de böyle süregeldi.
         Okul sıralarında teneffüs zili çalıp, kendini bahçeye attıǧı an, Kürt kökenli çocuk sınıf arkadaşlarının en büyük maskarasına dönüşürdü. Etrafını hemen onlarca öǧrenci sarar, merakla onların da müslüman olup, olmadıǧı, Kur’ana ve Hz. Muhammed’e inanıp inanmadıǧınızı soranlar olduǧu gibi, ardınızda pantolon içine sakladıǧınıza inandıkları kuyruǧunuzun uzunluǧunu merak edip, soracak kadar ileri gidenlerle karşılaşmamak da olası deǧildi. Onlar gibi konuşamamak çok üzüntü verirken, arkadaşlarının Türkçe konuşma esnasında, aǧızlarını ne kadar açtıklarına, dillerini nasıl oynatıp, ön dişlerine ne denli bastırdıklarına dikkat etsen de, nafile. Deǧişen pek bir şey olmaz. “Mişli geçmiş zamanı” en güzel Kürt çocukları kullanır. Onlar “Şimdiki, gelecek, geniş ve geçmişte devam eden” gibi karmaşık zamanlara yabancıdır. On yıl sonra yapılacak bir eylemi dahi, tek sermayeleri olan, meşhur  “mişli geçmiş zamanla” anlatılmaya çalışırlar. Bu aksan aǧırlıǧının getirdiǧi  ezikliǧi, o zaman için hissettiǧin utancı, aşaǧılanmayı ve ötekilenmeyi; son zamanlarda benim için bir tutku haline gelen eski bir radyo gibi, alıp bir taraflara veya olmadı, çatı katına kaldıramazsın. O aǧır aksan her daim bir gölge misali seninle birliktedir. Belki de diline Japon yapıştırıcıları ile yapıştırılmıştır, diye düşünmeden edemezsin. Neden söküp atamıyorum diye hayıflanıp durmanın bir getirisi olmaz. Yüreǧindeki kırıklıkları, ancak çocuk olarak seninle aynı konumda olan ve gayri insani küçümsemelere maruz kalan başka küçük bir insan anlayabilir. Başkaları tarafından kurulacak empati hissi biraz uzakçadır.  
         Her defasında dokunaklı yüreǧini hiçe sayıp, görmezlikten gelen, seni alaya almak isteyen arkadaşların, ne zaman ki etrafına üşüştüklerini gördüǧün zaman, hayalindeki “horozlu şeker” ansızın elinden kayıp, yerlere düşer gibi olur. Yerden almaya yeltensen de, o şeker artık, kuma, kire, utanca, ezikliǧe, mahcubiyete, ötekileştirilmeye ve aşaǧılanmaya bulanmıştır. Oysa şairin dediǧi gibi deǧil midir, insani yaşam:
"Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar

                                      Şerafettin Taş" 
           Yaş kemale erip, ellili yıların üstünü, acelesi varmış gibi hızla ve büyük bir kıvraklıkla tırmanırken, bütün Kürt çocuklarının yaşadıǧı duygular olan, bu nahoş hisleri ne denli eski bir radyo misali alıp, kendi nezdimde bir yerlere kaldırabildim bilemiyorum. Gönül ister ki; sadece Kürt çocuklarının deǧil, bütün gezegenimizin ve varsa diǧer gezegenlerdeki çocukların horozlu şekerleri utanç, eziklik, mahcubiyet, ötekileştirme ve aşaǧılamanın kumuna, kirine, pasına düşmesin ve buna göz yummayalım. Dünyanın en masum beşerleri olan çocuklar, bu altından kalkamayacakları, kişiliǧini kemiren ve hayata tutunmak adına var olması istenilen özgüvenlerini derinden sarsan, masum kalplerinde onulmaz yaralar açan travmalara maruz kalmamalarıdır. Buna hiç kimselerin hakkı olmasa gerek. Aǧır da olsa kene misali yapışan aksanımızı da artık, eski radyolar misali bir yerlere saklama uǧraşısı içine girmemizin de bir anlamı yok. Bulabilirsek güzelim nostaljik radyolarımızı alıp, evimizin baş köşesinde bir yer ayırıp, üzerine bir de baş tacımız annelerimizin, el işi göz nuru bir dantel örgüsünü kondurmaya ne dersiniz. Radyonuzun düǧmesini açtıysanız, şarkıyı duyuyor olmalısınız.
Çok geç kalmışız canım,
Vakit bu vakit deǧil.
Eski radyolar gibi,
Çatıya saklanmış aşk.”
 Biraz arabesk koksa da, güzel bir şarkı. Ardından bir jazz kanalına yönelip, işte bu deyip, hep yarım kalan horozlu şekerlerimizi yemeye devam ederek, o muhteşem melodilere kulak verelim.
Fugees’den “Killing me softly with his song” ve ardından Nina Simone: “I put a spell on you.” Radyonuz hayırlı olsun, güzel melodilerle yüzünüz hep gülsün, horozlu şekeriniz hiç düşmesin-bitmesin. İyi dinlemeler.

Amsterdam, 13 Nisan 2013


7 Nisan 2013 Pazar

BİTLİ SEYYAH


 BİTLİ SEYYAH

Diyarbakır – Hançepek (Gavur Mahallesi)
         Mevsim bahardı, yani sevdiǧimdi. Güneş göz kamaştırıcı renkliliǧi ile insanlığın yağmur misali serpiştirildiği yeryüzünü, apaydınlık ve sıcacık ışınlarına boğuyordu. Ağaçlar doludizgin, hummalı bir yeşerme ve çiçeklenme yarışı içindeydiler. Her biri ayrı bir güzellikteki bin bir kuşun, telaşla kanat çırpıp konduğu aǧaç dalları, tüm haşmetiyle, sevgili güzelliğindeki mevsimler mevsimini, binlerce kolunu  arşa kadar derin bir özlemle açarak, huşu ile karşılıyordu.
         Bana gelince, kurbaǧa yeşili elbiseler içinde kaybolmuş, baharın ve sunduǧu onca güzelliǧin uzaǧında ve bahardan bihaber, acemi bir askerdim. Bu ince uzun, oldukça zahmetli ve sıkıntılı yolun henüz başlarındaydım. Akşamdan akşama yatmaya gittiğim, ranzalarla tıka basa dolu askeri koğuşu en az elli kişi ile paylaşıyordum. O gece de, geç saatlere kadar yoğun askeri faaliyetlerin ardından, yorgun argın, her yanıma şerbetli bir bal kovanına üşüşen arılar misali, bedenime olan saldırılarına dur durak vermeyen bitlerin, tüm vücudumda oluşturduǧu kaşıntıdan dolayı ellerimi, iki karpuzu sığdırma becerisine bir türlü erişemediğim, koltuk altlarıma ve pek de iri olmayan, mütevazi bedenimin dört bir yanına götürüyordum. Var gücümle sağlı sollu her yanımı, derimi adeta soyarcasına kaşımaya çalışıyordum. "Hart hurt" seslerinin birbirine karışarak kaşıdığım koltuk altlarım, tarifsiz bir şekilde daha çok kaşınıyor, ellerimi yelpaze gibi aşağı yukarı hareket ettirerek, bu önüne geçilmeyen ve süregelen alışkanlık ve vücudumdaki iǧrenç, istenmeyen misafirlerden dolayı, çiçek desenli ipek kumaşından ar perdemi de zaten yırtmıştım. Çekincesiz bütün vücudumu, acınacak şekilde büyük bir hışımla tırnaklıyordum. Elimi her defasında, bir yerlerime daldırışımda, içimi allak bullak eden bir tiksinti kaplıyor, kendimden, tüm bedenimden alabildiğine biçare bir şekilde iğreniyordum.
         Deǧil temizlik için, kana kana içilecek bir bardak içme suyunun dahi yokluğu hat safhadaydı. Ne kadar temiz ve titiz olursanız olun, en az elli insanın bütün  versiyonlarıyla  horlamalar ve yellenmeler eşliğinde uyuyup, bir nebze de olsa dinlenmeye çalıştığı koğuşlarda, söylentiye göre de; icra ettiğimiz askerlik branşında tank olarak, ironi ile adlandırılan bir bitin, Marco Polo’yu dahi sollayacak bir performansla , bir gecede kırk tane kıçı seyri sefer eylediği de göz önünde bulundurulduğunda, yapabileceğiniz hiç bir şeyin olmadığı, suratınıza bir şamar gibi çarpıyordu.
         O sabah oldukça erken uyandım. Pır pır eden yüreǧimi, göǧüs kafesime sıǧdırmakta hayli zorlanıyordum. Günlerdir bekleyedurduǧum an, en nihayetinde gelip çatmıştı. Bütün askerler, omuzları yıldız yüklü üstlerinden izin koparıp, hasretlik gidermek, özlem duyduklarına vefa borçlarını ödemek üzere; memleketlerine, yarine, yarenine, akrabalarına, kardeşlerine, anne ve babalarına gidiyorlardı. Geldiǧim diyarda, hiç kimsem yokmuş gibi, aldıǧım bir aylık izini, memleketin bu çok merak ettiǧım kesimini gezip, tanımak için kullanacaktım.
         Güzergahım, dünyaya açılan “Doğu, şen olduğu söylenen Mardin ve Yeni Kapılarla , onlarca türküye konu olan, namı diyar Diyaribekir’le başlayacaktı. Önce şehrin hamamına gidip, bir güzel yıkandım. Bitlerle dolu elbiselerimi yıkanması için kuru temizlemeye vererek,  izin sonrasında almak üzere yola koyuldum.
         Şehrin hemen girişindeki otobüs garajı tam anlamı ile ana baba günüydü. Yolcular pür telaş, itişme ve kakışma ile birbirlerine çarparak solluyor, ellerindeki valizleri, çuvalları yerlerde sürüklerken, önüne gelenin ayağına hiç istiflerini bozmadan vuruyor, bir kaç metre ileride bulunan gişeye ulaşmaya çalışıyorlardı. Yük olarak sadece küçük bir çantam vardı. Çantamı sırtıma vurup, bitlerimden arınmış olarak kaşıntısız bir halde, bilet almak üzere sıranın bana gelmesini bekliyordum. Uzunca bir zaman sonra, Petrol Turizm’in eski model otobüslerinden birinin arka koltuklarına kapağı atıp, ver elini sevgili Diyarbekir dedim. Her şey alabildiğine tuhaftı. Ben sivil elbiselerimle halkın içinde yer aldığım gibi, ne bir kaşıntı ne de bedenimde habire gezinen istenmeyen misafirlerim vardı. Dağları, tepeleri, ovaları ve güzel bir kadın boynuna asılan inci bir kolye gibi yılankavi bir kıvrımla durup dinlenmeden habire coşkuyla çağıldayan Dicle nehrini aşıp, büyük bir merakla bir an önce görmek istediğim Diyarbakır’a, devasa bir karpuz maketini gerilerde bırakarak geldik. Kendimi apansız haşmetli bir yükseklikte olan, tarihin abideleri olan Diyarbakır surlarının gölgesinde buldum. Surlar adeta karşılıklı olarak birbirlerine “eey tarih” diye bağrışıyorlardı.
         Etrafı bir güzel kolaçan ettikten sonra, o “kuçe” senin bu kuçe benim diyerek olabildiğince yeri kısa zamanda gezip, dolaşmaya çalıştım. Tarihe tanıklık eden surların gölgesinde yükselen beton yıǧını  yüksek binalar, yüzlerce yıllık sarp burçlara bakıp, yarattıkları görüntü kirliliǧinden hicap ediyorlardı. Dillere destan Diyarbakır surları ve kalesi. Ve Ahmet Arif:
“Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim 
loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...”
Yüreǧimde muhteşem  mısraların, lirik güzelliǧinin daha bir arttıǧı ve bir o kadar da anlam kazandıǧı dizelerin getirisi hoş duygular ile şehri adımlayadurdum. Gezip, görülecek çok yer vardı. Güzel görünümlü bir lokantaya dalıp, Diyarbakır’ın meşhur  “çakıl ekmeğini”  yemeǧe bandıra bandıra, tadını çıkararak yedim. Bir şey dokunmuş olacak ki, her beş dakikada bir tuvalete gidecek kadar ishal olunca, zamanımın büyük bir kısmını ne yazık ki, Diyarbakır tuvaletleri arasında mekik dokumakla geçirdim. Selahattin Eyyubi Pasajına henüz adımımı atmıştım ki, aceleyle tuvaletin yolunu tutmak zorunda kaldım. Derken üst üste dört beş kez ziyaret ettiğim tuvaletin, geniş holünün arka duvarına Yılmaz Güney’in büyükçe bir posterini gururla asmış olan gence:
“Keko bu böyle olmayacak, iyisi mi ben buradan bir kaç saatliğine çıkmayayım. Zaten gidip gelerek, tüm harçlığımı da bu yolda harcayacağım. Gel istersen seninle anlaşalım, her seferinde üç yüz bin lira vereceğime, gel bu işi götürü işi yapalım ve sana topluca bir para verip, hiç değilse bir saat kalayım.”
Ağıt filminden alınan posterinde boynu bükük olan Yılmaz Güney gibi, O da aynı yönde paralel bir şekilde boynunu bükünce, karşımda iki eǧik kafa görür oldum. Bu teklifimin ardından tuvalet görevlisi genç yerinden kalkıp, bükük boynunu düzelterek, tezgahından biraz daha öne çıkarak:
“Yok abey, biz o zaman zarar ederiz” deyince gülmekten kendimi alamadım. Gence ve postere sevgi ile bakıp, biraz önceki bükük boyunları göz önünde bulundurarak, kabul ettim. Uzun bir süre bu pasajda kaldıktan sonra, kendimi pek iyi hissetmesem de, en yakın tuvaletleri gözüme kestire kestire Diyarbakır’ın sokaklarına kona göçe tekrar daldım. Sur boyunca uzayıp giden kahvelere dalıp, gözlerimle habire meşhur Diyarbakır  “qırıxlarını” aradım. Ömürlerinin yarısı kahvehanelerde, yarısı da hücrelerde geçen, karakolu bir nevi kahvehaneleri, kelepçeyi ise kol saatleri olarak gören qırıxlar  Diyarbakır’ın vazgeçilmez bir parçasıydı. Bu kahvehaneleri dolduran qırıxlar, sivri burunlu yumurta topuklu ayakkabılarının topuklarına basarak, ceketlerini omuzlarına atmış bir şekilde, sandalyelere Nasrettin Hoca’nın eşeğe ters oturması gibi onlar da  ters oturup, büyükçe bir halka oluşturarak, yüksek kahkahalar eşliğinde, bir yandan da ellerindeki Erzurum oltu taşı, Galatasaray ve Diyarbakırspor renklerini içeren tespihlerini ustaca bir beceri ile yukarı doğru sallayıp:
“Ne belledin bıre min, hadi yürü, anca gidersin.”
“Yok ya, bize de mı lolo ula qeşmer, ula kevaşe”
“Bana bak, qılo pılo yapma. Tamam mi?”
         Daha sonra sıra sıra tarihi  Hüsrev Paşa, İskender Paşa, Lala Bey, Fatih Paşa ve on birinci yüzyıldan günümüze kadar ayakta kalmakta direnen Ulu Cami. Yer yer kimi harabeye dönüşen, Diyarbakır insanının hoş görüsünün sembolü olan; Mar PityanTiny ve şu an harebe olan Ermeni Kilisesi. Hançepek veya diǧer adıyla Gavur Mahallesi. Eyvanlı evleri, hanları ve hamamları, onlarca dilin bir zamanlar birbirine karıştığı kuçeleri, bağları ve bahçeleri ile ayaklar altına serilen tarih diyarı Diyarbakır. Binlerce insanın gelip oturup Diyarbakır’a özgü karpuz çekirdeklerinin üst üste büyük bir ustalıkla çitletilip yendiği, ailelerin bir araya gelip piknik yaptıkları koskoca Koşu Yolu Parkı. Tüm fakirliği ile eskiden Gavur Mahallesi’de denilen Ermenilerin bugün ne yazık ki terk  etmek zorunda kaldıkları ve yüzlerce yıl barış içinde yaşadıkları nami diyar büyükçe bir müzeyi andıran Hançepek.
         Diyarbakır’a vardığımda, buranın oldukça karmaşık bir hava içinde olduğunu gördüm. Telaşlı insanlar, fakirlik, seyyar satıcıların yoğunluğu, keşmekeş olan trafik insanda hemen bıtkınlık yaratıyordu. Biraz oyalandıktan sonra,  sırasıyla Batman, Kurtalan, Baykan, Adilcevaz, Ahlat, Bitlis, Gevaş, Van, Erciş, Patnos, Tutak, Hamur, Ağrı ve son nokta Doğubeyazıt. Bu inci gerdanlığının her tanesinde durup, bir veya iki gün kalarak, her yerin güzelliğini sindirerek, yüreǧimdeki yerlerini kalıcı hale getirdim. Ağrı dağının görkemine, güzelliğine, ulaşılmazlığına vurulup, kendini kaybetmemek elde değildi. Bu daǧda, anlaşılamayan, anlatılamayan bir müthişlik ve apayrı başkalık vardı. Zirvesinde barındırdıǧı karlarla, süt beyazı gelinliǧi ile nazlı, cilveli, işveli ve güzeller güzeli bir gelini andırıyordu. Lakin ortada damat yoktu ve bu güzelliǧe aday olabilecek kimsecikleri bulmak olanaksız gibiydi. Dağın yamacında genişçe bir ovaya kurulmuş olan, Doǧu Beyazit’ta  görülmeye oldukça değerdi. Kaldığım üç gün boyunca saatlerce Ağrı Dağı’nın o eşsiz ihtişamına dalıp, rahatladım ve suk büyük bir huzur duydum.
         Elbette Van, Bitlis ve inci gerdanlığın diğer parçaları da göz kamaştırıcıydı. Tüm bu diyarları ağaçlara kazınan, oklu kalpler, isimler gibi yüreğime kazıyarak dönüş yolculuğuna koyuldum. Seyahatim sona ermişti. Yola çıkarken aldığım küçük çantamı tekrar koluma takarak, kuru temizleme dükkanın yolunu tutup, bitlerden arındırılmış olan elbiselerimi alıp, tekrar askeri kışlanın yolunu tuttum. Yüreğimdeki burukluğu ve mutluluğu birbirleri ile barıştırmaya çalışarak, en az altı yedi yüz kişinin birden yemek yediği yemekhaneye daldım. Arkadaşlarımın bulunduğu masalardan birinde şaşkın bakışlar altında, yerimi aldım. Arkadaşlarımın hepsi tek tek gelerek, hal hatır soruyorlar, seyahatimi merak ediyorlardı. Kendimi çok iyi hissediyor ve de tek kelime ile “HARİKA” diyordum. Yolun uzunluğu ve yorucu olması ve yolda yemek molasının uzun süre verilmemesinden olsa gerek, çok acıktıǧımı hissettim. Sonuçta karavana gelip, bizim masaya da yemek dağıtmaya başladılar. Şansıma yemekler de oldukça güzel görünüyorlardı. Tabağımı önüme çekip, üst üste bir kaç kaşık alırken, bir taraftan da bir şeyler anlatan arkadaşımı, başım eğik dinliyordum. Tam da muzip bir şey anlatmaya başlamıştı ki, arkadaşıma doğru başımı kaldırıp, yüzüne bakmamla, gözlerimi anında büyük bir iǧrenti ile çevirmem bir oldu. Aman tanrım ne göreyim, gülerek anlatmaya devam eden arkadaşımın yanağından yukarılara doğru seyri sefer eyleyen ve emdiği kanla iyice semirip, kırmızımsı bir görünüm alan bir biti görünce, neye uǧradıǧımı şaşırdım. Midem allak bullak oldu. İstifra etmemek için kendimi zor tutup, arkadaşlarıma çaktırmadan, özür dileyerek, koǧuşların yakınındaki çay ocağının yolunu tuttum.
         Öyle ya, ben seyahatımı sona erdirip dönmüşken, seyahat sırası bu kez kıçtan başlayıp, kellede sona erdirecek olan bir bitteydi.

Amsterdam, 21Haziran 2006                                         



31 Mart 2013 Pazar

AT PAZARI




AT PAZARI

Bahar bulaştı ya hayata, ağaca, suya,
içimde öyle bir seyahat kımıldıyor ki, diren direnebilirsen.
Yüreğim bavulunu toplamış çoktan;
ruhum sırtlamış çantasını.
"Uzaklar" çekiyor...


 Can Dündar


               


Geniş ve yaygın kaşları, hafiften yassı burnu, aromalı-köpüklü bir kahve tonundaki kısık gözlerinin yer aldıǧı, çehresine baktıǧınız zaman, bu yüzün gayri ihtiyari ortaya çıkardıǧı, farklı sevimliliǧinin hissine, çok geçmeden hemen kapılırsınız. Yetmiş beşli yaşlarda İç Anadolu’lu tipik bir Kürt kadını olan bu insan, Kürtçede Zewe adıyla, dünyadaki yerini büyük bir  mütevazilikle alır. Sayısız hastalık örgütlenip, bu kadının kilolu bedeninde dayanılmaz rahatsızlıklar yaratıp, huzurunu yok etmek gayesi ile ellerinden geleni, acımasızca yapmaktan geri kalmıyorlar. En çok da dizlerindeki dayanılmaz aǧrılar, O’nu, per perişan etmeye yetip, artık yürüyemez hale getirdiler.
Aynı eylemlerini Heyderi Hecike‘nin uzun boylu, seksenli yaşlardaki ve hala filinta gibi bedeninde de, sürdüren hastalık denilen ne idüǧü belirsiz illet rahatsızlıklar, karşı tarafın savunma güçlerine, her defasında yenik düşüyorlar. Rakipleri Heyderi Hecike‘nin çatık kaşlarından, hala güçlü olan ellerinden, saǧlam bilincinden, beyninin aldıǧı yerinde, stratejik ve bir o kadar da mantıklı olan kararlarından, oldukça çekiniyorlar.  
Heyderi Hecike; 80'li yaşlarda kendince ulu bir çınar. Yıllar yılı, şeker hastalıǧından muzdarip. Yine de yaşama son derece baǧlı bir insan. Sofokles
"Yaşamayı bir yaşlı kadar kimse sevemez" der. O da hayatı seviyor ve olabildiǧince, dolu dolu yaşıyor. Bunu bedeninde yer alan pek çok mayınlı bölgeyi aşmak isteyen hastalık teröristlerine raǧmen başarıyor. Bu terörist gruplardan biri bütün direnmeye karşın, engelleri aşıp, Heyderi Hecike’nin bedenindeki sarp daǧlarda ve uçurumlar halindeki yar ve derelerde mevzilenip, yer edindiler. İşin garip olan tarafı da, bu grup terörist bölücünün kendisini “şeker“ olarak adlandırması. Bu ayrılıkçılar kendilerini böylesine tatlı, ballı, pekmezli ve kaymaklı adlandırsalar da, aslında zehir zıkkımdan gayri deǧiller. Asıl şeker gibi olan Heyderi Hecike desem, inanının bu ihtiyar delikanlıyı çok övmüş olmam, ki siz de görüp tanısanız, ne kadar mütevazı bir açıklama yaptıǧıma hemen hak verirsiniz.
Dört gözle diyeceǧim ama deǧil. Zewe, “katarakt“ adlı bir terörist grubun saldırısının ardından, bir gözü görme yetisini yitirdiǧinden, toplam üç gözle beklediler ve Hollanda’da yaşayan, canlarının yongası - hayırsız oǧullarının gelmeyeceklerini idrak edip, topladıkları kilolarca cephanelik ilacı siyah bir çantaya doldurdular. Gidecekleri yerde onca insan vardı. Onlara da “karınca kararınca” da olsa, biraz kuru yemiş almak gerekiyordu. Bu nedenle  Ankara Kalesi‘nin içindeki At Pazarı’nın yolunu tuttular.
Pazarda kıyasıya pazarlıklar yapılıyor, müşteriler kuru yemişlerin tazeliǧini kontrol etmek için, ellerini yan yana dizili, istiflemesine dolu torbalara daldırıp, aǧızlarına götürüyorlardı. Başkentin en yükseklerinde bulunan bu kale, iç  ve dış kale olarak iki kısımdan oluşuyordu. Hititler tarafından yapıldıǧı söylenen kale, beş köşeli kırk iki kule ile bir çok tarihi Ankara evini ve pazara gelen Heyderi Hecike ve Zewe’yi de kucaklıyordu. Heyderi Hecike’nin gözlerinin merakla süzdüǧü bir çok tarihi bina turistik, modern restauranta dönüştürülmüş ve her gece “Ankara’nın baǧları” adlı benzeri kıvrak müzikler eşliǧinde, ince belli dilberlerin ve etraflarında pervane gibi dönen, çıt kırıldım beylerin Ankara havalarını, oynandıǧı mekanlar haline gelmişlerdi. Heyderi Hecike ve Zewe defalarca bu diyara geldikleri halde bu tarihi kalenin geçmişi, kendileri için hiç bir zaman merak konusu olmamıştı. Onlar sadece burada satılan kuru yemişler ile ilgiliydiler.
Pazarda sürekli müşterisi oldukları Fatik Hanımı çok dolanmadan buldular. Fatik onları oldukça bir güler yüzle karşılayıp, buyur etti. Yanaǧı çifte benli, biçimli burnu, derin çifte gamzeleri, uzun dalgalı saçlarına bugüne deǧin kimselerin kızıl güller takmadıǧı - allı güllü fistanı ile tezgahının ardında salınan Fatik Hanım adeta yerinde duramıyordu. Tezgahının ardında dans eder gibiydi. Hiç bir terörist grubun saldırısına uǧramayan, kıvır kıvır hareket halıindeki bu kadının keyfine diyecek yoktu. Pazarcık'tan Ankara'ya göç etmişler, liseden sonra okumaya devam edemeyince de, genç yaşta evlenmişti.   
Fatik akşam marketten ve manavdan iyi bir alış veriş yaptı. Kendisini evine atar atmaz, önce beş yaşındaki maviş gözlü oǧlu Bora’yı ve sekiz yaşındaki lüle saçlı kızı  Berna’yı bir güzel öptü. Ardından da burma bıyıklı kocası Selim’i güzelce kucaklayıp, bir an için de olsa kucaklayıp, belini kırdırırcasına sıktırdı. Güzel burnunu sevdiǧinin boynuna dayayıp, kokusunu uzun uzadıya içine çekti. Yemek yapmak için mutfaǧın yolunu tuttu. Çarçabuk, yüreǧindeki bütün sevgiyi cömertçe yaptıǧı yemeklere katarak, sofrayı donattı. Yemek sonrasında çocuklarını yatırıp, kocasının burma bıyıklarını da bütün bedeninde bir seyri sefere de çıkartırsa, bu dünyada ondan daha iyisi olmayacaktı, ki düşlediǧini de gerçekleştirdi.  Lavanta kokulu, kar beyazı çarşafların içinde, dakikalarca kıvrandı. Lime lime olan bedeninin her milimlik karesinde, büyük bir rahatlık ve gevşeme hissetti. Gözleri dalgalı saçlarının daha da dalgalandıǧı, duyduǧu hazdan dönen başı ile birlikte, yanında soluk soluǧa kalan, gözleri tavana dikili kocasına doǧru kaydı. Teşekkür mahiyetinde; terlenen sağ elini, kocası Selim'in göğsündeki kılların arasında dolandırdı. Her ikisi de mutluydu. Pazar yerinde, açık havada yaşadıǧı olanca stresi ve elektriklenmeyi bir çırpıda sıfırlayıp, tatlı bir yorgunluǧun beraberinde üzerinden attı. Kendisini kanatlanmış gibi hissetti. Üzerinden büyük bir aǧırlık kalktı.
Fatik’in sıfırlanan elektriǧi, Hayderi Hecike’yi şanslı kılıp, cüzdanından daha az paranın çıkmasına ortam oluşturdu. Giriştikleri sıkı pazarlıkta, Fatik hiç direnmedi, umurunda bile deǧildi. Fiziksel olarak orada olsa da, O’nun aklı, hala kocası ile aǧız tadı ile geçirdiǧi güzelim gecedeydi. Dünya alabildiǧine toz pembe ve herkesin elinde birer cımbız ve ayna vardı. Heyderi Hecike pazarlık için onun elini sallarken, o bedeninde hala kocasının burma bıyıklarının dolaştıǧı hissine kapılıyor ve gıdıklanır gibi oluyordu.
“Ayy… Haydar Bey ne diyorsanız o olsun, sizi mi kıracaǧım.“ deyip, kilolarca kuru yemişi torbalara doldurdu. Zewe olup, bitene şaşkınlıkla bakarken, O da yapılan pazarlıktan memnun gözüküyordu.
Heyder ve Zewe "ha babam deyip", ilaç ve kuru yemiş bavullarını sırtladıkları gibi; soluǧu, kapısını tıklatarak, “soǧuk yüzlü, kapanmak nedir bilmeyen, el kapısı” Hollanda’da aldılar. Yıllardır içlerini kemiren özlem bir anda daǧıliverdi. Hasretliǧini çektikleri ile uzun uzun kucaklaşıp, doyasıya gözlerinin derinliklerine baktılar. Zaten kısa bir süreliǧine gelmişlerdi. Bu uzun olmayan zaman birimi de, nasıl olsa  göz açıp kapayıncaya dek geçecekti. Havalar soǧuk ta olsa, Zewe bindirildiǧi tekerlekli sandalyede, Heyderi Hecike giydiǧi kalın paltosu ile delikanlılar gibi dolaşıp, geldikleri ve bu şaşılacak derecede yabancısı oldukları diyarı gezdiler.
En güzeli de Amsterdam yakınlarındaki Vollendam adlı, bir balıkçı köyüydü. Burası Zewe’nin çok hoşuna gitti. Çarşıda kuytuluklara yerleştirdikleri bronz heykellere bayıldı. Vollendam’li balıkçı Kadınla resim çektirirken, aklından bulutlar halinde pek çok düşünce gelip, geçti. Onlarca yıl önce, birileri çıkıp:
“Zewe Hanım sen tekerlekli sandalye ile ve Heyder Bey siz hasta da olsanız, yine de maşallah dimdik ayakta, takım elbisenizle, seksen yaşlarında bir delikanlı olarak; gün gelecek ve sizler Hollanda’da bulunan, Vollendam adlı bir balıkçı köyüne gideceksiniz. Bu köyde adını, sanını, dilini, öyküsünü bilmediǧiniz tipik folklorik giysileri içindeki sarı bukleli bir köylü kadının, bronz heykelinin yanı başına oturup, resim karelerinde çocuklarınız ile buruk da olsa, gülümseyerek yer alacaksınız. " deselerdi, elbette inanmazlardı. 
Zewe düşüncelerini onaylamak gayesi ile oturduǧu tekerlekli sandalyede başını salladı.
 Elbette inanmazdım. Deǧil kırk yıl boyunca, hani yüz yıllık ömrüm de olsa ve düşünsem aklıma gelmezdi. Yüz yıllık ömür mü dedim. Evet ne yalan söyleyeyim o da fena olmazdı tabi.“
Zewe ve Heyderi Hecike,  güzel insanlar; bu adını-sanını-öyküsünü bilmedikleri, belki de balıǧa çıkan kocasını bekleyen Vollendam’li köylü kadının, hemen kıyıcıǧına çok eski bir dost gibi oturdular. Sanki kapı komşularıydı. Yıllarca birlikte çay içmişler, sıcak yaz günlerinde, birlikte gölgelik bir yerde, buzlu ayran ikram edip, dolaplarında yumurtaları kalmadıǧında birbirlerinden alıp, vermişlerdi. Sanki heykele  deǧil de, yıllardır görmedikleri akrabadan da ileri bir kapı komşuları ile hasretlik giderip, tepeden tırnaǧa inceleyip, dokundular.
Amsterdam’a dönme vaktiydi. Bir ara, Zewe cebinden bir şeyin düştüǧünü fark etti. Tekerlekli sandalyesinden eǧilip, el yordamı aradı. Cebinden düşen şeyi buldu ve kocası Heyderi Hecike’ye gösterdi.
“Ben de bir şey düşürdüǧümü sandım. Meǧerse cebimde kalan, senin Fatik’in fıstıklarından biriymiş.” der demez, Heyderi Hecike’nin yüzünü belli belirsiz, tatlı bir gülümseme kapladı. Ve bu gülümseme, tek gözü ile de görse, yüreǧi ile bakmasını çok iyi bilen Zewe’den kaçmadı.


Amsterdam, 31 mart 2013
  

24 Mart 2013 Pazar

HAMİDO



 HAMİDO
           

            Diǧer yıllar gibi çokça gün, hafta ve aydan oluşan 1983; ellerimi ve kollarımı baǧlayıp, sürgün-asker olarak, süklüm püklüm uzak diyarlara götüren yıldır. Aman Tanrım ne kadar da sıkıntılı, anlatılamayacak zorluklarla, yüreǧimin cayır cayır yandıǧı, üzerine kalın çizgilerle kahırlanarak kalem çektiǧim, yaşanmamış uzun mu uzun, meşum bir zaman dilimiydi. Aǧalar, beyler ve de tosun paşacıklar; bu süre yaşanmamış olacak dediler, biz de o genç ve çiçeǧi burnunda, bir saniyesini dahi geri getiremeyeceǧimiz zamanı hayıflanarak yaşayamadık. Anlatacaklarıma, nostalji babında, köy odalarında yapılan klasik askeri anılar temalı sohbetlerin bir versiyonu denemez. Yani “ortada çok iyi bir subay olan Çankırı’lı bir yüzbaşı yok. Sizden iyi olmasın elbette. Elin subayı kim, siz kim. Mukayese bile edilemez. Ama, evet subaydı ama iyi bir insandı da demeyeceǧim. Beni de çok sever miydi, sevmez miydi, işte orasını bilemiyorum” türünden anlatımlar olmayacak naçizane aktarımım. Ocak“ olarak da adlandırılan bu mekanda edindiǧim, hiç unutamadıǧım bir dostluǧa, Mardin’li Hamit ile olan arkadaşlıǧıma deǧineceǧim.
            Ben kendisine Hamido diyordum. Malum boyumun kısalıǧını dillerine pelesenk eden arkadaşlarım; hassasiyetim üzerinde büyük bir etki ve aşaǧılık kompleksinin oluşmasına neden olmuş olacaklar ki, askerliǧim boyunca Hamido ile olan (büyük haz aldıǧım), güzel dostluǧum; bana büyük bir moral ve özgüven duygusu verirdi. Öyle ya benim de, bu insan hayatının mücadele etmekle geçtiǧi dünyada, kendisine kuş bakışı olmazsa da, birazcık olsun tepeden baktıǧım birileri vardı, kıyıcıǧımda.
            Hamido’nun benden dahi kısa ve çelimsiz görünümüne bakmayın. Pike dalışlı, birbirine yakın çatık kaşlarının arasından, tüylü çaǧla yeşiline çalan gözlerinden süzülen kartal bakışları ile Hamido, aynı zamanda çok iyi bir “dengbej”di. Nasırlı küçük ellerini nöbetleşerek saǧlı ve sollu olarak kulaklarına götürmeye görsün. Yürek yakan tiz sesi ile sizi aldıǧı gibi, başı her dem bulutlarda şeref misafirliǧinde olan ulaşılmaz, karlı-sarp daǧlarda, geniş ovalarda, ters laleler diyarı da olan, zümrüt yeşili bin bir çeşit bitki ile bezeli, nazlı bir çaǧıldamanın eşliǧinde, yılan kıvrımlı dere boylarında akan billur sularda, kınalı kekliklerin yuva yaptıkları kuytuluklarda, silah zoruyla terk ettirilmiş, yakılmış, viran, boynu bükük ıssız-kimsesiz mezralarda saatler boyu dolaştırır sizleri. Sonrasında bu yürekleri daǧlayan ses, elinizden inatla sımsıkı tutmaya devam eder. Göz açıp kapayıncaya dek, kendinizi  uzaklara ışınlanmış bulursunuz. Metropollerin varoşlarına, zorla göç ettirilenlerin gariplik diyarlarına gidersiniz. Yani utanç veren yoksulluǧa, tek odada onlarca insanın kaldıǧı gecekondulara misafir olursunuz. Yalın ayak, yırtık elbiseli, Türkçe ve Kürtçe lisanları arasında gel gitler yaşayan, gözleri ışıldayan çocuklar ile el ele tutuşmuş bulursunuz kendinizi. Özlerinde olmadıǧı halde, koşulların acımasız dayatması ile her an, suçlu insan olmaya aday insanlara  tanık olur, bir şeyler yapamamanın çaresizliǧinin nahoş, acımtırak tadını tadarsınız. Isınmak nedir bilmeyen, masum çocukların kor alevli yüreklerine dokunur, yanık ellerinizin ürpertisi ile kendinize gelsenizde, başınız dönmeye devam eder. Buǧulanmaya yüz tutan gözlerinizin önünden hızla akıp giden, yoksulluǧun, kimsesizliǧin, horlanmışlıǧın, öteki ve Anadolu‘nun zencisi olmanın film kareleri, duygu yüklü yüreǧinizde kızgın demirler gibi izler bırakır. “Sıtranlarında - türkülerinde” anlatılanlar sizi, kanatlandırır, alıp götürür. Güçlükle yarı baygın kendinize geldiǧinizde, gözleriniz yaşlı, dinlediǧiniz sıtrandan anladıǧınız kadarı ile, olup bitenden dolayı, büyük bir mahcubiyetle, bir beşer olarak suçluluk duygusuna kapılmış, insanlıǧınızdan oldukça utanıyor bulursunuz kendinizi. Akabinde yaşadıǧınız gezegen için, insanlık adına bir şeyler yapmak isteyen bir uǧraşıya, hiç vakit kaybetmeksizin, hemen o anda atlamak ister, bunu yapmak için ne denli geç kaldıǧınızı fark edersiniz.
            Hamido’ya her konuda güvenebilirsiniz. Kendisi, ben misali küçükçe bir adam olsa da; insanlık, duygu, paylaşım ve güzellik dolu yüreǧi devasa büyüklükteydi.  Dengbejlikte görsellik için kullandıǧı kısa parmaklı nasırlı elleri, etrafındaki bütün insanların en hafif bir tökezlemesinde Hızır A.S.’ın uzattıǧı ellerdi. Zor anınızda, kim olursanız olun, O ne yapar eder, bir kuş misali çırpınır, çözümsüzlüǧünüze çare oluncaya dek, rahat etmezdi. Aǧzına götürdüǧü son lokmasını, gözleri size iliştiǧinde, anında size uzatırdı. Saygıda kusur etmez, dünyaya gülen zümrüt gözlerle bakardı. Anlatacak bir hikayesi her zaman vardı. Bu insani güzelliǧi, doǧallıǧından mıydı, acaba. Okuma ve yazması dahi yoktu. Ama dünyaya baktıǧı pencere oldukça genişti. Mardin ve belki de askerlik yaptıǧı Siirt şehrinden başka bir yeri görmemişti. Ne iki harfi yan yana getirip, okuyabilmiş, ne de yazabilmişti. Şehre indiǧi zaman , yakın bir akrabasının evini bulmak için sokak adlarını okuyamıyordu. Karşı cinsten birinin, çift kurnalı pınar sularının aktıǧı köy çeşmesinin başında, deǧil elini tuttuǧu, gözlerinin içine bir saniyelik de olsa bakamamıştı. Gönlüne söz geçiremeyip, duygu yüklü yüreǧini birilerine kaptırmış mıydı? Bütün ısrarlarına raǧmen, yalvar yakar olsan da hiç bir şey anlatmaz, bütün ketumluǧu ile bu gibi konularda hicap ederdi. Aǧanın kızı olmazsa da, belki köyde komşuları Osso’nun kızına, anne ve babası boyunlarını büküp, talip olabilirlerdi. Sonuç ne olurdu bilinmez. Sülün boylu, bir Kürt Alain Delon‘u olduǧu söylenemezdi. Lakin, varsın olsundu. Kim bilir O’nun da pamuk yüreǧini fark eden birileri de çıkabilirdi. Hamido’nun paha biçilmez insanlıǧı da, bir sırma saçlının gözünde para edebilirdi.
            Günümüzde var olan dostlukları uzun süreli, karşılıklı olarak hissedilen bu muhteşem güven duygusunu aynı güzellikte korumak için büyük özveri ve efor gerekiyor. Yaşadığımız dünyada dostlukların kolay kazanılmadıǧı bilinen bir gerçektir. Bu güç edinilen kazanımın, bir de yıllar yılı izini bulup da, kaybetmeye gör, aradan yüz yıl da geçse, insan bir yanının buruk eksikliǧini sık sık hisseder oluyor. Hissedilen eksiklik durmaksızın dürtüp, rahatsızlık vermeye devam ediyor. Güzel insanların yitip gitmesi, insanın yüreǧini alabildiǧine burkuyor.
             Hamido’yu, sesinin güzelliǧini, saf ve temiz yüreǧini, şefkat dolu çaǧla yeşili bakışlarını, nasırlı ellerini özenle kulaklarına götürüşünü ve zaman zaman yardım için o el uzatışını özlüyorum. Hamido’yu gördünüz mü? Kendisini gören, bilen, tanıyan var mı? Acaba Hamido şimdi nerelerdedir, ne yapıyor, kimlerledir, iyi midir, mutlumudur, sihhati yerinde midir bilemiyorum. Umarım saǧ ve salimdir. Kendi doǧallıǧında mutlu ve umutludur. Kuşlardan buruk yüreğimin rıcası; Hamido’ya olan bin selamımı kanatlarına yükleyip, götürmeleridir. Hamido'ya selam olsun!


Amsterdam, 13 Şubat 2013

16 Mart 2013 Cumartesi

DELİLİK




DELİLİK
Diyorum ki;
Hani günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Dolanayım dört bir yanını.
Ve yalazlasın güneş her yanımı.
Öyle ya...
Bir günün deliliği, delilik!
Her ne kadar,
Yok deseler de kıymeti harbiyesi hiçbir şeyin.
Ama ışıldasın boncuk-boncuk alın terim.
Yürüyeyim güneşte,
Olsa da ol bedenimde,
Yokluluğunun illet soğuğu,
Ve ısınıversin yüreğim.
Kırpık-kırpık kamaşsın buğulu gözlerim.
Güneşle doluversin avuçlarım, kalbim ve ceplerim.
Günün birinde,
Eyleyeyim bir delilik.
Titrek-ahşap merdivenimi,
Kondurayım yanı başına dev alazlı güneşin,
Öyle ya...
Bir günün deliliği, zırdelilik!

Amsterdam, 16 Mart 2013

19 Şubat 2013 Salı

RESET DÜĞMESİ


RESET DÜĞMESİ
          
         Harikulade bir organizma olduǧu, sürekli vurgulanan vücudumuzda yer alan iki yüz altı adet deǧişik şekil ve kıvrımdaki kemik veya balenleri diyebileceǧimiz sertlikler; kimi insanı otaǧ, kimisini göçebe çadırı, kimilerini de fethedilemeyen yüksek burçlu bir kale gibi dimdik ayakta tutar. Asıl inanılması güç gelen de (yine insan bedeni ile ilintili olarak); yeni doǧan bir bebeǧin yüzde doksan oranında sudan oluşmasıdır. Anne rahminde, en sevdiǧinin-kendisine can veren varlıǧın karnını art arda tekmeleyen, dünyaya gelmesinin ardından ayak direten, gözlerini açan, avazı çıktıǧı kadar cıyak cıyak aǧlayan, acıkan, çok zaman geçmeden içgüdüsel debelenmelerle kendisini doǧuran koruyucu meleǧinin memelerine kenetlenen, çişini yapan, diǧer yandan bizi bizden alan, oǧlumuz-kızımız, canımızın yongası, ciǧerimizin parçası dediǧimiz, olanca sevgimizle baǧrımıza bastırıp rahatlık duyduǧumuz, paha biçilemeyen-dünyalar deǧerindeki yegane varlıklarımız, kimi zaman kirpi gibi olsalar dahi; “pamuk yavrum” diye okşadıǧımız, sevimli-afacan küçük insanlarımız aslında bir su kütlesidirler.
         Teşekkür ve minnettarlık mahiyetinde “Su gibi aziz ol” söylemi ile taltif eden büyüklerimiz, karşısındakini bu vesile ile onore de etmek isterler. Su misali  aziz olmasını istediǧine, hitab cümlesinin arasına “gibi” kelimesine usturuplu bir yer ayırma yoluyla benzetmeye çalıştıǧı kişi de, zaten suyun bizahiti kendisidir. Bunun çaǧrışımı aynen; “su gibi aziz ol su” dur ki, “gibi” benzetme terimi, fazlalık olarak kalır. Diǧer yandan engin tecrübe sahiplerinin “su hayattır” demelerinde de, bu gereçekliǧin de payı vardır. Canlının yaşı ilerledikçe, bu ıslaklık oranı da diyebileceǧimiz su seviyesi, durmak nedir bilmeyen zaman mefhumu ile birlikte, aşaǧılara iner ve bir anlamda kuruluk artar.Tam anlamı ile önüne geçilemeyen bir kuraklık baş gösterir. İnsan bedeni bütünü itibariyle çoraklaşıp, çölleşir. Yaşlı bir insanda, bebekliǧinde var olan yüzde doksanlık su oranı,  bilindiǧi gibi yüzde ellilere kadar düşer. Gelinen bu negatif aşamanın getirileri, pek iç açıcı deǧildir. Yüzde ellilik su oranı, pek çok sıkıntı ve handikapı da beraberinde getirir. Saǧlıklı yaşamanın, hareket halinde olmanın, önündeki en büyük engelin, insan vücudunda suyunun çekilmesi olduǧu ortaya çıkar.
                Küçük, rengarenk çakıl taşlarının, rekabet içindeki selvi ve kavak aǧaçlarının gölgelerinin dibinden, çıt kırıldım yosunların arasından çaǧıldayıp, bir gelin edası ile süzülüp gelen sularla sevgili misali kucak kucaǧa buluşan, hasretlik gideren topraklar, ne kadar da verimli ve üretkendirler. Hani “insan eksen, insan biter” denilen alanlardır bunlar. Ama, ne zaman ki ana vana kapatılıp,  toprak suya hasret kalırsa, “sadık yarin” de hiç bir işlevi kalmaz. Tesadüfen de olsa, şefkatli kollarının arasına düşen en küçük bitki tohumunu hışımla ortasından çatlatıp, filizlendiremez. Bu güzelliǧin yumuş yumuş minik ellerinden tutup, yeryüzüne çıkararak, güneşin gözlerimizi kamaştıran, o bin bir rengi ve her derde deva olan sıcaklıǧı ile buluşturamaz. Toprak derinden biçare düşüp, marazlı oluverir. Canlıların da, aynen toprakta olduǧu gibi, su yoksunluǧunun baş göstermesi halinde, bu olumsuzluklara maruz kalmaları kaçınılmazdır. Bedenden suların çekilmesi ile tende bin bir tane yaşanmışlıǧın göstergesi olan kırışıklıklar, hatıra bırakmak üzere sökün ederler. Tendeki hasar aynı şekilde tinde de görülür. Dünya güzelliklerini gören cıvıl cıvıl gözler göremez, bin bir türlü melodiyi- sevdiǧinin yıllardır bülbül şakıması olarak duyduǧu sesini, neredeyse duyamaz, lavantalı kokusunu ciǧerlerinin derinliklerine çekemez, yeşilçam filmlerinde olduǧu  gibi, deǧil sahil boylarında, düz yolda dahi ömrünü birlikte tükettiǧi hayat arkadaşını kovalayamaz, kontrolsüz-titeyen ellerle dokunur ki, bu ten artık ütülü bir ipek kumaş olmaktan çıkıp, buruşuk bir bez parçasına dönüşmüştür. Sevginin göstergesi dokunmak olsa da, bundan ne kendisi, ne de sevdiǧi haz alır. Çünkü her iki bedende de sular artık çekilmiştir. Barajda su seviyesi bir hayli aşaǧılara inmiş, her türlü üretim durmuştur.
         İnsan denilen organizma müthiş mükemmelliǧinin yanı sıra, bir o kadar da,  karmaşıktır. Komplike bir yapıda olan pek çok alet, biz canlıların yaşamını kolaylaştırmak adına, günlük hayatımızda yerlerini vazgeçilmez bir şekilde alırlar. Bu aletlerin de insanlarda olduǧu gibi suyu çekilmez ama, miatlarının dolması ile arızalanıp, işlevlerini yerine getiremez hale gelirler. Bu da o aletin ölümü anlamına gelir. Bazen de tamamen bozulmadıkları halde, herhangi bir teknik arızadan dolayı, devre dışı kalırlar. Aparatların büyük bir kısmında, insanlarda olmayan bir özellik var ki, söz konusu ekstra teknik ayrıcalık, aletin yeniden çalışmasını saǧlar. Sözünü ettiǧimiz minik farklılık, çoǧu zaman aletin arka zemininde yer alan, küçücük bir düǧmedir. Bilindiǧi gibi bunun adı “reset” düǧmesidir ki, artık günümüzde bu kelimeden bir fiil dahi türetilmiştir, buna da “resetlemek” denir.
         Her devre dışı kalan aleti günlük yaşamımızda resetleyip, tekrar çalıştırmaya başladıǧımda, böylesi bir lüksün insanlarda neden olmadıǧına hayıflanır dururum. Hani affınıza sıǧınarak, biz insanların da, örneǧin şöyle kıçlarının bir yerlerinde, üstü kırmızıya boyalı bir reset düǧmemiz olsaydı, hiç te fena olmazdı. Her moralimiz bozulduǧunda, bir şeylere üzüldüǧümüzde, birilerine  kahırlandıǧımızda, ne bileyim başımız aǧrıdıǧında, ayaǧımız ansızın tökezlediǧinde, acılar içinde kıvrandıǧımz anlarda; sivri bir uçla reset düǧmemize bastırıp, istediǧimiz verimliliǧi tekrar saǧlayabilseydik, her halukarda çok şey istememiş oluruz kanaatindeyim. Hayata, hiç bir olumsuzluǧa maruz kalmamış gibi, kaldıǧımız yerden sil baştan başlasaydık. Kafalarımızı allak bullak edip, unutulması gerektiǧi halde bir türlü unutamadıklarımızı, böylesi bir butonla sıfırlasaydık. Sıkıntılar, dertler, sorun oluşturan negatif gelişmeler olarak görülen, kapı dışarı etmeye çalıştıǧımız, istenmeyen misafirlikler olarak da adlandırabileceǧimiz kara bulutlu düşünceler, geldikleri gibi çarçabuk çekip, gitselerdi, elbette hiç te fena olmazdı.
         İnsanların en fazla kendi kendisinden yorulduǧu bilinen bir gerçektir. Küçücük bir düǧme, bütün yorgunluklarımızı da alıp, götürürdü. İnsanoǧlu böylesi bir düǧmeye sahip olsaydı, dünyada bunu en fazla kullananların bizim insanlarımız olacaǧını tahmin etmek çok zor olmasa gerek. Bir yandan suyumuz çekilirken, bir yandan da o denli gel-gitler yaşıyoruz ki, bize reset düǧmeleri de yeterli gelmeyebilir. Olsa da küçücük bir “butonumuz” hemencecik bozulurdu. Bazı rahat  veya relax diyebileceǧimiz insanlarda muhtemelen gizli bir reset düǧmesi olsa gerek. “Yanan dünyanın içinde dahi yorganları olmayan” bu insanların böylesi kaygıları yoktur. Onlarda mucizevi bir şekilde “med-cezirler”  yaşanmaz. Kimileri için de, reset düǧmeleri, her kahırlanmanın-sıkıntının veya kıyıcıǧında-köşeciǧinde “kimsenin tavuǧuna kış demediǧi” halde gelip, kendisini bulan acıyı başından savmak için alkole, sigaraya veya başka baǧımlılıklara başvurmak gelir ki, bu alışkanlıklar su seviyesinin daha çabuk aşaǧılara çekilmesinden, kendi kendine zarar vermekten başka işe yaramaz. Bu yönteme hiç başvurulmaması gerekse de, böylesi bir yaşamı tarz haline getirip, dünyayı kendilerine cehennem haline getirenlerin sayısı da, ne yazıktır ki az deǧildir.
         Olmayan reset düǧmemizi, taktırmak, olanaksız gibi gözükse de, yine de insan denilen ve büyük oranda sudan oluşan organizma, dudak uçuklatacak kadar şaşılası mükemmellikte bir makinadır. Yeter ki toprak ana gibi, suyu çekilmesin, çölleşmesin. Bilgi, ilim, dünya nimetleri ve insana has diǧer güzelliklerden yoksun kalınmasın. Ceviz içi görünümdeki idare merkezlerimiz, beyinlerimiz donanım fukarası olmasınlar. Sularımız daha uzun bir dönem çekilmesin. Baǧrımızda zümrüt yeşili alanlarımız, baǧımız bahçemiz, çiçeǧimiz, börtü böceǧimiz alabildiǧine büyük bir alanda ve her daim olsun. Göz zevkimiz bozulmasın. Gönül ister ki çölleşme denilen fakirliǧin olabildiǧince uzaǧında olalım. Kalplerimize mutluluk ve huzur ılık su damlaları halinde damlayarak aksın, bizleri mest eylesin. Çoraklaşan, yaşlılıǧımızda elden ayaktan düşen, pörsümüş bedenler olunmasın.
         Bilim adamlarının yeni çalışmaları, herhalukarda insan bedeninde bir reset düǧmesi uygulanmasına yönelik olmalıdır. Sizi bilmem ama, ben böylesi bir buluşun yapılması halinde; en kısa zamanda bir reset düǧmesi edinmek isterim. Daha her ne kadar (malum olan yerimin), saǧ veya sol tarafına mı taktıracaǧıma dair bir karar veremediysem de, dört nala koşan atlılar misali, barbarca üstümüze akın edegelen, sıkıntılara daha kısa süreler halinde katlanarak, bol sulu bir şekilde, hayata daha iyi tutunabiliriz. Ve bedenlerimizden istemimiz dışında çekilen sulara, Nazım’ın bir şiirinin mısralarında, baş kaldırıyı dile getirdiǧi gibi “gayrık yeter” demek gerekliliǧinin, artık dayattıǧını göz ardı etmemeliyiz. Evet, ben kararımı verdim. Reset düǧmem sol tarafımda olsun, peki ya sizin?

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 16 Şubat 2013



26 Ocak 2013 Cumartesi

AŞK-I SANAT

Komitas Verdapet
 AŞK-I SANAT        

          Sanat kavramı, her ne zaman usuma cemre gibi düşüp, dimaǧımın o küçük, mavimtırak-dingin, sıǧ göletinde, art arda daireler oluşturduǧunda, ellili yaş erişiminin sonrasında, görme yetisi optimallikten mesafe alan gözlerimin önünde, hep yüzlerce çeşit meyve veren tek bir aǧaç belirir. Şaşılacak kadar, envai çeşit meyve veren, bu ulu çınarın tarifi olası deǧildir. Müzik, tiyatro, sinema, edebiyat, resim, dans, heykeltıraşlık, her türlü gösteri ve diǧerleri. Sanat aǧacının kökleri taşa, topraǧa ve devasa kayalara tutunup, derinlikleri sarıp- sarmalayıp, kucakladıǧından, her daim dimdik ayakta kalır. Fırtınalar, kar, boran, tipi, tusinami, deprem ve akla gelebilecek bütün doǧal felaketlerin gücü, bu aǧacı milim etkilemez.
          Sözünü ettiǧimiz sanat aǧacı, öylesine bal-şeker hercai meyveler verir ki; meyvesi olan ürünler tadıldıkça, duyulan haz; insanın ömrüne ömür  katar, bütün hücrelerine işler, mest eder, stresin - negatif elektriklenmenin diyarına uǧratmaz, görüş açınızı üç yüz altmış derecelik bir alana yayarken, ufkunuz en güzel görünümüne bürünür, güzelliǧin, hayat tatlarının bini bir para olur. Bilinen o ki; insanlar için sanat güneştir, solunan hava, su veya damarlarımızda dolaşan al kandır, hayattır.              
          Dokunun, hissedin, dinleyin, görün, okuyun, kaleminizi hareket ettirin, boyayın, çizin, çamurlara ve taşlara can verin, film karelerinde  ve sahnelerde yer alın. Elleriniz sanatın herhangi bir dalına deǧmeye görsün, artık size rahat yoktur. Büyülenirsiniz, sanatın o çok güçlü manyetik alanına, durmaksızın dönen çarkına bütün bedeninizi, ruhunuzu kaptırır, baǧımlı hale gelirsiniz. Yapılan her bestenin, dillendirilen her melodinin, çizilen tablonun, yontulan her heykelin, yazılan şiirin, öykünün, romanın, köşe yazının ve diǧer sanat dallarından her hangi birisine gönül vermeye görün, derin bir kaygı yüreǧinize, beyninize çöreklenir. Ortaya çıkan her eserin ardından, peki şimdi ne yapacaǧım diye çırpınır, amansız bir arayış içine girer, malzeme toplar, gecenizi gündüzünüze katarsınız. Üretiminiz olan eser, önce sizin beǧeninizi hak ettikten sonra rahat bir nefes alırsınız. Ardından zamanınız, yeniden yeni eserlere gebe kalır. Artık kirlenmeye yüz tutan, daha çok çıkar saǧlamak için, iklimi ve ekolojik dengesi ile oynadıǧımız gezegenimize öyle dehalar gelir ki, kimi Beethoven gibi saǧır, kimi Mozart gibi daha üç yaşındadır, ama dünyanın en önemli müzik eserlerinin altına, altın imzalarını atarlar. Bu ölümsüz melodiler, daha bugün bestelenmiş gibi yüzlerce yıl, dünyanın en nezih ve şık salonlarında çalınır, geçen zaman onları şarap misali yıllandıkça daha büyük bir öneme haiz kılar, takdire şayan olup en büyük alkışları alırlar. Dinleyicilerini alıp, başka diyarlarda, kırlarda, daǧ başlarında, mavi göllerin ve denizlerin kıyılarında, ırmak boylarında dolandırır, ruhunu dinlendirir, rahat bir nefes aldırır, hayata yeniden başlamış gibi bir his verir, içmeden sarhoş eder, rüyalar alemine daldırır, yaşamın kaçınılmaz getirisi olan sıkıntılardan bir an olsun arındırır.
          Ardından delilik derecesinde Van Gogh gibi bir "deha" çıkagelir. Dünyanın en harikulade tablolarının altına, milyonlarca fırça darbesinin akabinde ve kendisine özgü sarı rengini de kullanarak, iddiasız - mütevazi imzasını atar. Ancak bütün yaşamı boyunca anlaşılmaz, hayatını sürdürebilmek için de olsa, dünyanın bu en deǧerli tablolarını kimselere satamaz. Aşık olur, kulaklarını çok seven sevgilisine, başka vereceǧi bir şeyi olmadıǧından, kesip, paketleyip, fiyonklar- sarar ve armağan eder. Ölümünün ardından, yani iş işten geçtikten sonra anlaşılır ve insanlıǧa parmak ısırtır ve her tablosu dünyanın en büyük servetleri arasındaki haklı yerini gelip, alır.
          İspanyol asıllı bir ressam olan babası tarafından, resme yönlendirilen ve arkadaşı Georges Braque ile birlikte “kübizm”in temellerini atan Pablo Picasso; savaş koşullarında, dünya insanlıǧına, barbarlıǧın korkunç yüzünü “Guernica” adlı eseri ile teşhir eder, kan emici parazitlere tablolarını ayna gibi tutup, ne denli iǧrenç olduklarını haykırır .
          Şili’li yoksul bir çiftçi ailesinin oǧlu olarak dünyaya gelen Victor Jara; annesinden öǧrendiǧi gitarı ile Picasso’nun yaptıǧının başka bir versiyonunu müzik sanatı ile icra eder. Pinochet’in subayları tarafından yapılan işkencede, gitar çalmaması için önce elleri kırılır, beyni dipçiklerle parçalanırken, o dudaklarında şarkısını mırıldanmaya devam eder. Öldürüldükten sonra da, ibret olması için kolları kesilerek, işkence gördüǧü stadyumun kapısına asılır. Efsane şarkıcı Victor Jara direnişini ve sanatını icra etme tutkusunu son nefesine kadar sürdürür.
          Bertolt Brecht’in Almanya’sında da yaşananlar hiç de iç açıcı değildir. Dünya insanlıǧının hafızalarından asla silinmeyecek olan vahşetlerin yaşanması ile Brecht de soluǧu geçici olarak Danimarka’da alır. En kısa zamanda çok sevdiǧi anavatanına döneceǧini umar. Bu nedenle; orada kalmamak adına, hiç bir girişimde bulunmaz. “Ceketini asmak için duvara çivi çakmadıǧı gibi, yanı başında saksıdaki boynu bükük çiçeǧe de su vermez.” Yarın dönecektir nasıl olsa, ama bu “yarın” sekiz yıllık bir sürgün olur kendisi için. Ve Brecht savaş karşıtı, mücadele ve aşk şiirlerinin, tiyatro oyunlarının en güzellerini kaleme alır.
          Pablo Neruda da, Bertolt Brecht ile aynı kaderi paylaşanlardandır. Dünyada buna benzer binlerce sanatçı, yazar ve çizer yaşadı, ölümsüz eserler verdi.
          Ülkemizde de, her ne kadar cikletten çıkar gibi, sanat yaptıǧını sanan  çokça adam, piyasada görüntü kirliliǧi yaratsa da; yüzümüzü aǧartan pek çok sanatçı, yazar ve çizer yok deǧil elbette. Kimler yok ki; Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Osman Hamdi, Orhan Kemal, Kemal Sunal, Adile Naşit, Yılmaz Güney, Tatyos Efendi, Bimen Şen, Tatyos Ekserciyan, Komitas Vardapet ve daha niceleri.
          Ermeni kökenli Komitas Vardapet, 8 Ekim 1869' da Kütahya’da dünyaya gelir. Bir yaşına geldiǧinde annesini ve on yaşında da babasını kaybeder. Asıl adı Soǧomon Kevork Soǧomonyan olan Komitas (Gomitas) babaannesinin yanında büyür. Ermeni Kilisesi ruhban okulunu okur ve oradan papaz olarak mezun olur. Müzik hayatına girmiştir, onunla içli dışlıdır. Daha sonraları müzik eğitimi almak üzere, Berlin’de Kaiser Friederik Wilhelm Üniversitesi’nde müzik eǧitimi alır. Eǧitiminin ardından, bulunduǧu bölgenin bütün kırsal kesimini dolaşarak üç binden fazla Ermeni halk şarkısını derleyip, notaya döktü. Türkçe, Kürtçe ve Farsça derlemelerde de bulundu. Komitas Anadolu topraklarının Beethoven’u, Mozart’ı veya Bach’ıdır. Ancak 24 Nisan 1915 Tehcir Kanunu gereǧince tutuklandı. Pek çok tanınmış İstanbul’lu Ermeni ile birlikte Çankırı’ya sürgün edildi. Halide Edip Adıvar, bir kaç aydın ve yabancı diplomat, kendisini kurtarmak için girişimlerde bulundular. Ne yazık ki, özgür kaldıǧı zaman, Komitas sürgünde aklını yitirmiştir. Hayatının son yirmi yılını Paris'teki bir sanatoryumda geçirdi ve dünyaya, şarkılarına, derlemelerine, halkına ve sevenlerine orada veda etti. Hayatının son on sekiz yılında, bu eşsiz müzisyen ne şarkı söyleyebildi, ne de o sihirli parmaklarını bir piyanonun siyah-beyaz tuşlarında gezdirdi. Bu topraklar; bizim Beethoven, Mozart veya Bach‘ımızı kendi elleri ile yok etti.
          Nazım Türkiyelilerin dillerinde pelesenk olan, aşk ve şevkle okunan yüzlerce şiiri ile gönüllerdeki tahtına oturdu. O muhteşem bir titizlikle, yan yana getirdiǧi bal tadındaki kelimelerden oluşturduǧu aşk, sevgi ve kavga şiirlerinden birinde, yüreǧini parçalayan hasretini aşaǧıdaki dizelerde olduǧu gibi dile getirdi.
“Bir vapur geçer Varna önünden,
uy Karadeniz'in gümüş telleri,
bir vapur geçer Bogaz'a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri..”
          Yüzümüzde birer gülümseme olarak yer alan bütün sanatçıların, yazarların ve çizerlerin eserlerinin yer aldıǧı sanat aǧacına çekinmeden ellerimizi uzatalım, dunya ekseninin dışına adımlar atmak için, Nazım misali, usulcacık ulu sanat aǧacının meyvelerini okşayalım. Ellerimiz yanmaz, ama yüreǧimiz anlatılmaz duygularla sarhoş olur, belki de daha bir insan oluruz.


Amsterdam, 26 Ocak 2013   

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...