1 Haziran 2013 Cumartesi

GÖKYÜZÜ





GÖKYÜZÜ

         Ulaşılması zor, sarp, meşe aǧaçları ile kaplı daǧların ardından, suların sevgiliye koşar gibi hızla aktıǧı derelerden ve bin bir çeşit albenili-kırılgan kır çiçeǧi ile bezeli yeşil ovalardan; yıllardır kulaǧına gelen asker, silah, bomba, helikopter ve savaş uçaklarının nahoş sesleri oldu. Sonrasında her ne olduysa, tam da olanca umudunu yitirip ve bu devran böyle devam edecek kaygısına kapılmışken, bu berbat gürültüler apansız dindi. Dört bir yan sessizliǧe büründü. Sökün eden bahar ile birlikte; onlarca yıl sonra ilk defa kuş, arı, cır cır böcekleri, kelebek kanatlarının çırpmaları ve kır çiçeklerinin narin goncalarının çatlama seslerini duyar oldu. Can almanın işareti olup, öd koparan, başat çirkin gürültüler, yerlerini doǧanın yaydıǧı düşük frekanslı, yıllardır duymadıǧı tatlı, ferahlatıcı, ruh okşayıcı, hayata daha baǧlayıcı, umutlandırıcı ve dinlendirici seslere bıraktılar.
         Duyduǧu silah, bomba, helikopter patırtısı ve kurşun hızıyla gökyüzünde daǧlara doǧru uçan savaş uçaklarının inlemeleri, yüreǧinin her defasında aǧzına gelmesine neden oluyordu. Bilinmeyen bir daǧın yamacında yine birilerinin hayatına, genç yaşında son verilecekti. Hem de karşılarındakinin kim olduǧunu, hayallerini, rüyalarını, yeni doǧan kızına aldıǧı bebeǧi cebinde taşıdıǧını, umutlarını dahi bilmeden, tanımadan. Oysa birbirlerinin tavuklarına da "kış" dememişlerdi. Ama onlar, ne yazık ki; birbirlerini öldürme ve yok etme misyonunu üstlenmişlerdi. Bu arada doǧa  hunharca bir talanla yerle bir ediliyor, dünyanın ciğerleri olan ormanlardan, savaş uçaklarından atılan bombalardan dolayı, geriye sadece ağaç külleri kalıyordu. Ve hiç kimse bu gidişata dur demiyordu. Naze Ana tüm bu olup bitenlerin ardından hüzünlenip, başını kederle yere eǧerken, yaralı yüreǧinden gelen göz yaşları, gözlerinden boncuk boncuk akıyorlardı.
         İki oǧlunu yıllarca önce, peşe peşe, yükseltileri süt beyazı karlarla kaplı, amansız daǧlara kaptırmıştı, Naze Ana. Daǧlar ciǧerlerini söküp koparırken, canından aldıǧı iki canı gerisin geri vermedi. Neler olup bittiǧine akıl erdiremeyen, bu altmışlı yaşlardaki, açık maviye çalan buǧulu gözlü, yuvarlak çehreli, kısa boylu küçük kadının, büyük yüreǧi iki yerinden kor şişlerle, derinden daǧlanmış gibiydi. Evlat acısı ile adeta her an boǧulur gibi oluyordu. Kim olursa olsun, gencecik insanların ölmesi, annelerin aǧlaması, yuvaların daǧılması ve bu acıları yaşayanların,  yalnızca yoksullar olması (ne gariptir ki), O’nu daha da hüzünlendiriyordu. Yoksul gençlerin anneleri olarak, ellerinden gelen bir şey yok gibiydi. Karşılarında duran karanlık güçler, zalimlikte rakip tanımıyor, her geçen gün daha çok kan akıtıyorlardı.          
          Oysa Naze Ana’ya göre, hangi kutsallık adına olursa olsun, kimsecikler ölmemeliydi. Hiç bir kavram, insan canından daha deǧerli deǧildi. Fakir insanların gencecik oǧuları ve kızları bir hiç uǧruna, kum taneleri gibi avuçlarından kayıp, gitmemeliydi. Onlarca yıldır devam edegelen bu vahşet, tez elden sonlandırılmalıydı.
         Ölen iki tarafın da cenaze törenlerine baktıǧında, sahne sürekli kırsal kesimden, eşarplı kadınlar, şapkalı erkekler, yoksullukları yüzlerinden okunan biçarelerdi. Acı çekip, dövünen ve kaybettikleri deǧerlerin ardından aǧıtlar yakanlar arasında en küçük bir farklılık yoktu. Aynı manzara, hiç bir ayrıcalık göstermeksizin, onlarca yıldır devam ediyor, katledilen fakirlerin sayısı her geçen gün daha da artış göstererek on binleri buluyordu. Şiddet devam ettikçe de, kandan beslenenler, kene misali emdikçe kanlanırken, yaşamlarının hiç bir bedeli olmayan, bu iǧrenç oyunun kurbanı olan yoksul çocukları art arda ölmeye devam edeceklerdi.
         Son zamanlarda söylenildiǧine göre, insan yüreǧine hafiften su serpen belli adımlar atılıyordu. Olumlu gelişmelerden dolayı, köylüleri son zamanlarda haberleri daha bir can kulaǧı ile dinler olmuştu. Çok şükür, son zamanlarda  ölüm haberleri gelmiyordu. Barış adına, insanlık adına bazı girişimler söz konusuydu.Türkçesi iyi olmasa da, haberleri yine torunu ile izlemeyi yeǧledi. Dört yıl önce kocası Ali kalp krizinden ölmeseydi, O’nunla birlikte izleyecekti. Aslında Ali’ye biraz kırgındı. Kendisini bu daǧın başında, tam da birlikteliǧe daha çök ihtiyaç duyduǧu bir zamanda, hiç sorup sual etmeden çekip, gitmiş, kendisini elleri böğründe bırakmış, gözleri ise hep gökyüzüne dönük kalakalmıştı. Acelesi neydi? Oysa kavilleri böyle deǧildi. Anca beraber, kanca beraber deǧil miydi? Göz yaşlarını kendisi mi silecekti? Görmediǧi iyi günleri neyse de, hepten acı olan günlerinde bir başına mı kalacaktı. Ali yanı başında olmayacak mıydı. Başını O’nun goǧsüne gömerek teselli bulmayacak mıydı. Ali’den yana yüreǧi kırık ve buruktu.
         Oǧlu Misto’ya seslenmeden önce ortalarda kuyruǧunu sallayıp duran, evin köpeǧine baktı. İçinden Zoro’ya acıdı. Kuyruǧunu mütemadiyen sallamasından belliydi, hayvancaǧız aç olmalıydı. Gelini, üç torununun annesi Hediye’ye avazı çıktıǧı kadar baǧırdı.
         “Hediye.... Kızım, Zoro  aç herhalde. Geçmişlerinin hayrına bi doyuruver hayvancaǧızı. Hadi çabuk ol kızım.” Hediye, sadece evlerinde deǧil, bütün köyde de büyük saygı gören ve belli bir otorite olan Naze Ana’nın bu direktifini yerine getirmek için, cılız bedenini hızla harekete geçirip, tandır damına yöneldi. Naze Ana sonrasında samanlıǧın duvarına sırtını yaslayıp, güneşlenen, kırk yaşında olmasına raǧmen, hala saygı mahiyetinde, kendisinden gizli keyifle sigarasını tüttürüp, ne düşündüǧünü belli etmeyen, daǧlarin kendisinden alamadıǧı burma bıyıklı oǧlu Misto’ya seslendi.
         “Misto, hele Helin’i çaǧır gelsin. Haberler başlıyor. Haberleri izlemek istiyorum,“ Helin Mustafa’nın kızıydı, kürtçede kuş yuvası anlamına geliyordu. Bu yuva yeteri kadar daǧılmıştı ve daha fazla talan edilmemeliydi. Anaların yaptıkları “helinleri” korumak için, kanatlarını bu güzelliǧin üzerine germeleri gerekiyordu. Türk , Kürt, Laz veya Çerkez demeden barış için el ele verip, bu gayri insani gidişata dur demeleri gerekiyordu.
         Helin’in babaannesinin gözlerine benzeyen gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kasabada lise son sınıfta okuyor ve üniversiteye gidip, avukat olmak en büyük hayaliydi. Böylelikle çaresiz bırakılanların savunucusu, kolu-kanadı olacaǧını düşünüyordu. Naze Ana, haberleri Helin ile birlikte izlemeyi çok seviyordu. Çünkü Helin izledikleri her haberin ardından, kendi yorumunu da katarak, babaannesine aktarıyordu. Torunun beyaz, kadife gibi ellerini, yer yer çatlamış, nasırlı avuçlarının içine alıp, O’nun yorumunu ve açıklamasını göz göze gelerek bekliyordu. Torunu ile haberleri izlerken, yüreǧi O’nun yüreǧine çarpar gibi oluyordu. Helin'in son zamanlarda verdiǧi haberler ise, birer müjde gibiydi.
         “Babaanneciǧim, sen o güzelim gönlünü ferah tut. Bugün de sevinebiliriz, ölen kimse olmadı. Kimselerin ocaǧına, şükürler olsun, ateş düşmedi. Barış görüşmeleri sorunsuz devam ediyor. Herhangi bir komplo olmazsa ve her şey yolunda giderse, herkesin yüzüne dünyanın en güzel-geniş gülümsemesi gelip, yerleşecek. Daha önemlisi de, bundan sonra analar aǧlamayacak.” Helin barışla ilgili her haberin ardından, maviş gözlerini mutlulukla kırpıştırıp, muştular gibi yorumlarını ballandırarak gelişmelere katıp, babaannesine olup biteni, bütün maharetlerini sergileyerek, bir çırpıda anlatıyordu.
         “İnşallah benim güzel kızım, inşallah.” deyip, torununun örgülü saçlarını okşayan Naze Ana, ellerini gökyüzüne kaldırıp, uzun uzun bildiǧi bütün duaları peş peşe mırıldandı. Her şey iyi olacak ve sonunda kazanan elbette insanlık olacaktı. Bu coǧrafyada da, nihayet barış olanca maǧrurluǧu ile hüküm sürecekti. İnsanlık dolu günler uzak deǧildi.
         Naze Ana torunun elinden tutup, dışarı çıktı. O’nun saçlarını okşamaya devam edip, pembe yanaǧına öpücükler kondurup, gönlünü aldı. Hava iyice kararmıştı. Köydeki evlerden cılız ışıklar saçılıyor, açlık sorunu olmayan köpekler koro halinde havlarken, cır cır böceklerinin çıkardığı tiz sesler kulakları tırmalıyordu. Akşam'ın siyahında; gökyüzü her zaman olduǧu gibi, erişilmeyecek uzaklıklarda ve biri diǧerinden daha parlak yıldızlarla dopdoluydu. Dünya; anaların bir damla gözyaşı dökmediǧi, muhteşem barış güzelliǧindeydi.

Amsterdam, 2 Haziran 2013




13 Mayıs 2013 Pazartesi

DENEME - KÜFELİK



KÜFELİK

“Baharın İlk
 Sabahları
Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.

Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: `Sıkıntılar duradursun!`
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.”
 
                                       O. Veli Kanık

         Dünyanın hangi noktasında yer edinirsek edinelim, bulunduǧumuz yere mahsus etrafımızı sarıp sarmalayan pek çok sorun her daim olacaktır. Hayata gözlerimizi açtıǧımız güzelim toprakların uzaǧında, sürgün hayatı yaşayan bizlerin de, kendimize ve yer aldıǧımız coǧrafyaya özgü, belirli güçlüklerimiz yok deǧildir. Bu zorlukların başında, elbette geldiǧimiz yere ve orada bulunan sevdiklerimize karşı ince bir sızı halinde, yüreǧimizin bir kıyıcıǧında eksik etmediǧimiz özlemimizdir. Bunu sırasıyla üstesinden gelinmesi zor olan, diǧer güçlükler takip ederler ki, onların olmadıǧı bir hayat zaten tasavvur bile edilemez.
         Fakat var olagelen bu güçlükleri ciddiye almak, bunlar üzerinde sürekli kara kara düşünmek ve çözüm aramak durumları da kişiden kişiye deǧişiyor. Kimi insan sorunların içine gark olsa dahi, hiç istifini bozmaz, en ciddi problemlere doǧru yönelip, bana mısın demez. Biz “pinpirikliler” kişiliǧimizde olmayan bu rahatlıǧa ve vurdum duymazlıǧa kimi zaman içten içe imreniriz. Biraz olsun, gamsız olabilmeyi çok da arzuladıǧımız olur. Ama bu yapıda bir karakterimiz yoksa, nafile. Bu yönde göstereceǧimiz her çaba, hiç bir deǧişikliǧi getirmez. Gösterdiǧiniz bütün uǧraş yanınıza kar kalır ki, aslında olduǧunuz gibi kalmanız, çok daha iyidir. İnsanı çileden çıkaran aymazlıǧa, o denli özenmenize pek de gerek duymamamız, kişiliǧimiz için daha vaz geçilmezdir.
         Oysa ara sıra da olsa; kırışık uniformalı, badem bıyıklı postacımızın getirdiǧi mektubu zahmet edip açmamak, gelen araba cezasını, çok kazanıyormuşuz gibi vergi borcunu, elektrik faturasını veya kirayı ödememek, bir süreliǧine de olsa her şeyi saman altına çekmek, bütün girişimler zamanında yapılacak diye, sıkıntı içine girememek, strese meydan vermemek, ne kadar da anlık rahatlıklar getirecektir. Böyle bir lüksümüz olmadı ve olmayacaktır. Ne olur ki, verilen randevuya, bir defaya mahsus, görüşmemiz beş yaşında bir çocukla da olsa, yarım saat geç kalsak veya unutup hiç gitmesek, yer yerinden mi oynar, yoksa dünyanın sonu mu gelir? Yok efendim yok, asla olmaz, biz buna gelemeyiz. Başkalarını bekletemeyiz, bir diǧerini hafif de olsa incitemeyiz, gelecek bütün zararın ihalesini, yorgun savunmamıza paşa paşa yükleriz. Sen kurallara, randevuma, başkalarına karşı saygıda kusur etmeyeceǧim, ödememi zamanında yapacaǧım diye kendi kendine hayıflanarak içten içe özünü tüketirken, ara sıra da olsa imrendiǧimiz gamsızlar; en işlek caddenin ortasına arabalarını park ederler, çok önemli de olsa sözleştiǧi yere gitmez, gelen haciz ve mahkeme  tebligatlarını zahmet edip, zarfını dahi açmazlar. Efsunlu mudurlar nedir bilinmez, parmaklarını dahi kıpırdatmadıkları halde, bu kişilikler hiç bir hasara uğramazlar. Kapısı açık arabasına kimse dokunmaz, günlerce illegal bir şekilde park ettiǧi veya kırmızıda geçtiǧi, trafikte, çok asosyal bir kabalıkta ve başkalarının hayatını riske atacak halde yer almalarına karşın, “zatı-alileri” her nedense, polisin gözlerinden ırak olurlar. Kimileri bunu şans olarak adlandırsa da, çoǧu insan, nereden sökün ettiǧi bilinmeyen, bahşedilen bu ayrıcalıǧın zerresine sahip olamazlar.
         Acaba, aylarca dünyada ne olup, bittiǧini merak etmemek, bulunduǧun gezegenin herhangi bir yerindeki, hiç tanımadıǧın, görmediǧin insanların acısını yüreǧinde hissedememek, açlıktan kıvranan çocukları düşünmemek, kurban seçilip,  sebepsiz yere sırtından kurşunlanan ile sendelememek, derisinin renginden dolayı bir kafeye dahi alınmayan birinin her şeye ve herkese kahredişini duymamak, Sunay Akın’ın bir şiirinde yer aldıǧı gibi; bıçakla parçaladıǧın bir elmadan çıkan kurtcuǧun öz yurduna yaptıǧın saldırıyı görememek, müslümanlıkta söylene geldiǧi gibi; komşusu aç iken deǧil tok, tıka basa tıkınıp, zıbardıǧı halde  ömrü boyunca islamı savunmak, zümrütler saçan aǧacın, inen baltalarla iniltisini duymamak, dengesi altüst olan dünyaya, hızla deǧişen iklim koşullarına seyirci kalmak, kanadı kırık yerde yatan minik serçeyi incitmeden alıp, minik gagasına öpücük verip, kanadını sarmamak nasıl bir hissiyattır.
         Başını alıp, yitip gitmeli, sıkıntılara dur demeli, yakayı silkelemeli, gayrık yeter mi demeli? Peki bütün bunların bir yararı olur mu, bilemiyeceǧim. Gamsızlık; yine de ne yazık ki demeyeceǧim, iyi ki de pek çoǧumuza oldukça dar gelen bir gömlek. Yoksa nice olurdu dünyanın “pek de iyiye gitmeyen” acınacak hali. Her ne kadar imrensek de, bizlerin bildiǧimiz yoldan milimlik bir sapma göstereceǧimizi hiç sanmıyorum. En hafif bir çıkışta da, yanı başımızdaki derin şarampole yuvarlanıp, kafamızı kolumuzu kırmaktan başka bir seçeneǧimiz olmayacaktır. Ama bazen hayatın bizleri ne denli yorduǧunu, bazı kısır döngüler ve usandırıcı rutin uǧraşılarla, inanılmayacak kadar gına getirdiǧi de hepimizin malumudur.
         Bilinen bazı şarkılara da konu olmuştur. “Öyle bir sarhoş olsam ki, dertlerimi unutsam“  gibilerinden, bu hafif dalgalı sulara açılmak insanın içinden geçmiyor deǧil. Belki bir an için de olsa, girdiǧimiz debdebenin dışında kalır, beynimizi, yüreǧimizi ve bedenimizi resetlemiş oluruz. Oturduǧum yerde, böylesi bir özentinin akabinde, hayalimde ayakta dahi duramayacak kadar sarhoşmuşum gibi olur, tökezleyerek düşe kalka yürür, salyalar akar, gözlerim sonuna kadar açılır, baǧıra çaǧıra içimden geçenleri avazım çıktıǧı kadar baǧırırım. Dünyayı parmaǧımın ucuyla yerinden oynatır, süper güçlere dahi kafa tutar ve herkesi buyruǧum altında bulurum.
         Bulunduǧum ülkede, pazarlardan zengin hanımlarının aldıklarını taşıyan küfeli hamallar yok. Ülkemde de artık bu yük taşıyan insanlara rastlamak mümkün olmasa gerek. Yukarıda gözlerimin önünde beliren hayalde, zomluk derecesindeki sarhoşluǧun ardından, kendimi hep plastik kokan poşetlere doldurulmuş kilolarca domates, salatalık, elma, portakal yıǧını gibi görür, bir hamalın küfesine konulmuş şekilde, evin kapısında yere atılmak üzere yol alırken bulurum. Bu hülya aralanıp, kendime geldiǧimde, göbeǧime ve aǧırlıǧıma bakar, gördüǧüm ütopik rüyamdan dolayı, bu kilolarla bir insana kendimi taşıtmış olduğumu göz önünde bulundurur ve yine de bu denli sarhoş kılıp, taşıyamamış olmanın getirisi olan durumdan, kendimden utanırım.
         Bu dünyadan bir günlük de olsa, her türlü sıkıntıyı takmayacak kadar küfelik olamadan, günü geldiǧinde tıpış tıpış çekip, gideceǧiz. Zaten küfecilik mesleǧi de yer yüzünden silindiǧine göre, bu hayale gülümseyerek el sallamak zorunluluǧu ile karşı karşıyayız.
         Güzelliklere özenmeyi yeǧlerken, temennimiz; her türlü sıkıntı ve zorluk bize ulaşılmayacak uzaklıklarda bulunsun. Aǧzımızda “baharın ilk sabahlarının“ hazzı, yüreǧimiz insani coşkularla dopdolu ve daha iyi nefes alıp, verdiǧimiz bir ferahlık olsun. 

Amsterdam, 13 Mayıs 2013 

9 Mayıs 2013 Perşembe

UMUDA YOLCULUK










UMUDA YOLCULUK

Yıldızların ülkesi var mıdır Edip
Dicle aktığı toprakları seçer mi?
Kasrik boğazı'ndan esen kanlı zemheri
Yalnız Kasrik'te mi üşütür insanı?
Herkes türküsünü elbet kendi sesiyle söyler
İnsanın dili boynuna kement olur mu?
Öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar
Eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?
Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde
"Önce Vatan" yazısı bir hüzün değil midir?
Bunca kanın helalini kim kime nasıl öder
Mezar taşlarıyla barış olur mu?
Gecesi buz anısı kül ışığı kırbaç
Hangi gurbet bir sürgünün yüreğini doldurur
"Kim istemez şad olmayı cihanda" Edip
Viranede baykuş sesi zafer midir?..
                                               Şükrü Erbaş

          Önce 68 ve ardından 78 kuşaǧı, şimdilerde çiçeǧi burnunda yeni jenerasyon, küçüǧü, yaşlısı ve genci ile ülkemizin bütün insanlarının güzelliklere, yeryüzünde olması gereken cennete, gül bahçesine, barışa, (çok görülmesin ama) kim bilir evresinde demokrasiye tanıklık edecek olmaları umudunu, ikircikli de olsa taşımaya başlamaları, ne güzel. Dünyanın alabildiǧine güzelleşecek olması, ne güzel. Musolini’den miras kalmaması gereken; arkaik, faşist bir anayasanın, onlarca yıldır miadını doldurması lazımken, bundan sonra lağv edilecek olmasının cılız ihtimali, ne ala. Kan kusan silahların, bir daha çıkarılmayacak şekilde toprağa gömülecek olmaları (Ne diyelim, oh olsun, tekerlerinin önüne taş gelsin, oǧmasınlar, paslansınlar, çürüsünler, koksunlar, yuvaları başlarına yıkılsın, toprak başlarına olsun) ne muhteşem
          İnsani güzelliklerden yana atan yürekler her daim hoş kılınacaklar, her iki tarafta yer alan salt yoksullar “vatan-millet-sakarya” teranesi ile ömürlerinin baharında, yok yere ölmeyecekler. Onlar da sevgililerinin ellerini sımsıcak tutma olanaǧını yakalayabilecekler. Umut dolu yarınlara, kalplerinin bütünü ile gülümseyebilecekler. Dar gelirli anne ve babalar; gencecik fidanları olan oǧullarının-kızlarının ölümlerinin ardından, kendi çocuklarının kılına dahi zarar gelmemesini garanti altına alan, varsılların-egemenlerin verecekleri maden parçası madalyalarla kandırılmayacaklar. Ve herşey insan için şiarının çok daha öne çıkması, ne güzel. Bayrakların; fakir ailelerin kırık dökük pencerelerinden sarkmayacak olması da, bir o kadar güzel.
          İlk iki kuşaktan günümüze deǧin, hep kavga-dövüş, akan kanın yerde kalmayacaǧı, ölenlerin dövüşerek öldüǧü, yurdumuza dolan faşistlerin, kardaşlar tarafından vurulması, karşı cephede; Allahu ekber, vatan bölünmez, şehitler ölmez ve benzeri sloganlar, mottolar. Yeni jenerasyon ve devre uzatmalarını yakalama şansını yakalamış olan 68 ve 78 kuşaǧından olanlar için  de artık, ne şanslılar, onlar da bu güzel günleri görecekler diye düşünecek olmamızın-ihtimalinin ortaya çıkması, ne muhteşem. İnsanların ölmesini bundan sonra şiar edinmemek, ölenin, ölümün ve öldürücüleri savunmuyor olmak, ne güzel. Omuzlara; canlara ölüm kusan makinalar yerine,  beyaz güvercinleri kondurmak, yoksul çocukların, varsılların hamudu ile götürdükleri vatanın; önce komünizmin geleceǧi, yok bölüneceǧi yalanlarına heba edilmeyecek olması, ne güzel. Yerde duran kana saygı duyarak, o yere artık karanfiller koymakla yetinmek, ne harikulade. Anaların gencecik evlatlarının ardından aǧıtlar yakıp, gözyaşı dökmeyecek olmaları, ne güzel. Onlarca yıldır çekilen acıların, sıkıntıların, göçün, talanın, işkencenin, kör zindanın, “ “masum resimlerimize, zulaların gerekmemesi,“ ötelileştirmenin, en üst  düzeydeki ırkçılıǧın ve ayrımcılıǧın, bir nebze de olsa gerilemesi, daha insani normlara doǧru, hani kaplumbağa hızıyla da olsa bir devinim içinde olması, yüreklerimizin ne denli büyük bir mutluluǧa ev sahipliǧi yapacaǧının muştusunun, kulaklarımızda çınlaması, ne harika. 
          Ülkemizde çeşitliliǧi zenginliǧimiz olan insanlarımız, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Süryani, Arap, Yahudi ve diǧer azınlıkları ile umut dolu barışı; yüreklerini, kollarını ve gönül kapılarını sonuna kadar açarak gözlemesi; kan, kin, nefret, intikam, ölüm kelimelerinin yerini, anlam olarak en insani kelime “barışın“ aǧız dolusu, muhteşem bir tatla telaffuz edilmesi, ne muhteşem. İnsan olma çabası içinde olmak, bu sinerjide bir araya gelmek, ne güzel. Deǧil bir çakıl taşının, bütün dünya için de olsa, tek damla insan kanının akmamasını idrak edilecek olmasının ihtimali, artık bu şuura sahip olmak ve “önce insan” diyebilmek, ne hoş. Mutlu olmak için Türk olmaya gerek olmadıǧını, oysa salt insan olmanın yeterliliǧini düşünmek, ne güzel. Hala “vur de vuralım, öl de ölelim” demek de bir o kadar, ne büyük çirkinlik. Bu insani tarafta olamamanın, gayri insaniliǧin ayyuka çıkmasının da, en bariz belirtisi deǧil midir. Bu ve benzeri çizgide olanlardan başka türlü olmalarını beklemek, siz deyin "ahmaklık," ben diyeyim "yanılgı." “Faşinismus” hastalıǧından, beyinlerin, biraz da olsa arınıyor olması, ne güzel.
          Gelinen nokta o ki; hortlatılan, ihtimali olmayan, kış mevsiminde dahi gelemeyen öcülerin artık gelmeyeceǧinin, idrak edilmesidir. Antalya, Alanya, Çeşme, İstanbul ve İzmir’de yaşayan, buralarda bütün benlikleriyle tutunan Kürdün, saǧladıǧı refahı ve korkusuz konumunu elinin tersi ile itip, “kuş uçmaz kervan geçmez” Kürt daǧlarına gidip, ülkeyi bölmeyeceǧi de büyük bir gerçeklik. Yapılan sayımlarda; üç milyondan fazla Türk-Kürt evliliǧinin olduǧu ve bu birlikteliklerden doǧan çocuklar göz önüne getirildiǧinde de, akraba olan bu iki halkın birlikte, barış içinde yaşamaktan başka çıkar yollarının olmadıǧı, daha da iyi görülür. Gün olur; ellerinde renkli mendillerle Türkler ve Kürtler bir halaya girerler, ne Türkler başta, ne de Kürtler bu şölenin sonunda yer alırlar. İçselleştirilen gerçek bir barış ortamının getirisi olan; insani yaşamın çıtası oldukça yüksek ve muhteşem olacaktır. 
          İnsanımız çaǧdaş olamamanın, barışı yakalayamamanın, eşit koşullarda kardeşçe yaşayamamanın, adil olamamanın ve yüreǧinde insani deǧerleri taşıyamamanın; bir hayli yorgunu. Ama günlerin getirdiǧi; baskı, zulüm ve kan asla olmasın. Hedefin umuda doǧru olduǧu yolculukta, yelkenler fora olsun. Güzel mi güzel olalım - “enseyi karartmayalım.“

Amsterdam, 8 Mayıs 2013


4 Mayıs 2013 Cumartesi

BUGÜN 24 NİSAN, NEŞE DOLMUYOR İNSAN


  

BUGÜN 24 NİSAN, NEŞE DOLMUYOR İNSAN
         
Daǧlar piri Ararat'ın nazlı eteklerine bahar; var olan  bütün renklerin yelpazesi, cümbüşü ve tonlarıyla, pır pır eden minik bir serçe misali gelip, kor dudaklı genç bir kız güzelliǧindeki muhteşem yükseltiyi, incitmeden, yumuşacık kondu. Öyle ki birbirini kıskandıracak albenideki bin bir çeşit çiçek, kol kola girip, binlerce yıldır pek çok bu medeniyetler yorgunu toprakları, büyük bir direnç sergileyerek patır patır çatlatıp, soluǧu yeryüzünde aldılar. Dört bir yanı narin kelebekler ve her türlü börtü böcek sardı. Yazları dahi serin olan bu diyara,  bahar mevsimi; nisan ayının son günleri  olmasına raǧmen, daha bir acele ile gelince, “tabiat ana” milyonlarca yıl süregeldiǧi gibi, olanca maharetini gösterip,  o şaşkınlıkla, bu güzelim- maǧrur coǧrafyada yer alan yeryüzüne cömertçe bahşedilen bütün bitkileri, binlerce elin yordamı ile serpiştirerek, en usta ressamın dahi çizemeyeceǧi tablolarını bir çırpıda çizip, en nadide- mis amber kokularını da ekleyip, kutsal Aǧrı Daǧının eteklerinde sergiledi. Kuşlar, durmaksızın bir aǧaç dalından, diǧerine konarlarken, en güzel şarkılarını civildiyorlardı. Oldukça yukarılardaki başının, bir türlü kurtulamadıǧı duman ve çarşaf beyazı karı; nasırlı elleri ile hafif aralayan bu büyüleyici tabiat yükseltisi, göz kırpıp, gülümseyerek baharın bu güzelim sunumundan  olan, memnuniyetini belirtiyordu.
Yukarıda okuduğunuz bahar betimlemesi, benim anlatımımla, söylediklerimi bu satırlardan sonra kaleme alan kişiye ait. Bundan sonrası benim yüreǧimin olanca ezikliǧi ile aktaracaklarımın,  yazıya dönüşmesi olacak. Kesin bir yıl vermekte zorlanacaǧım ama, Aǧrı Daǧı’nın eteklerindeki yaklaşık yüz haneli köyümüzde, yüzlerce yıldır birlikte huzur ve barış ortamı içinde yaşadığımız Ermeni komşularımızın hunharca canlarına kıyıldıǧı yıl ben yaklaşık altmış yaşındaydım. Şimdilerde kullanılan yeni takvimi pek bilemiyorum. Doǧum tarihim, tevellüdüm bin iki yüz yetmişe tekabül ediyor. Bana bu Aǧrı Daǧı eteklerinde Seyfo Dayı derler. Kalem ve de kaǧıdını alıp, söyleyeceklerimi yazan  genç adam; senin de gördüǧün gibi iyice yaşlandım artık. Seksenli yaşları devirdiysem de, elden ayaktan düşmedim henüz. Saçlarım bütünü ile kar beyazı olsalar da, şuurum yerinde. Lakin yıllardır, beni yiyip bitiren, altından kalkılmaz bir utançla kıvranır dururum. Bu biçareliǧin utancı, bir şey yapamamış olmanın, içimi gün be gün kemirmesinin hicabı. Birilerine dilim döndüǧünce anlatıp, yazılı haliyle, daha sonraki kuşaklara, kör olası gözlerimin şahit oldukları, benim biçaresizliǧim aktarılabilse, bu arlanmanın getirmiş olduǧu yükten bir nebze de olsa kurtulurum, diye düşünüyorum.
Bahar mevsimi tam da yukarıda anlatıldıǧı gibiydi. Köyümüzde hiç tanımadıǧım adamlar dolaşıyor, evlere girip, çıkıyorlar , gizlice müslüman olanlarla konuşuyor ve sık sık Ermeni kardeşlerimizin evlerini işaret ediyorlardı. Komşu köylerde de çevrede bulunan gayri müslümlere saldırıların olduǧunu, pek çok insanın katledildiǧi söyleniyordu. Bizim köyümüzde böyle bir şey elbette olamazdı. Ama bu adamlar neler anlatıyorlardı, sakın aynı tezgahı burada da kurmaya çalışmasınlar. Kuşkularım iyice arttı. Oǧlum Mısto ile de hararetle konuştuklarını gördüm. Komşularımız Hasan, Kazım, Memo, Hüseyin, İbo, Mehmet Ali ve Sülo de telaşlı bir şekilde koşturuyorlardı. Ermeni komşularımız Bızdık* Nerses, tombulca ve neşe dolu, sürekli kıkır kıkır gülen karısı Tatuş, çocukları dünyalar güzeli Gumaç ve Jivan, pos bıyıklı Alek ve sarı bukleli karısı Rime, demirci ustası Nubar ve karısı Sosi, Zangoç Kevork, Deli Gabi ve diǧer hiristiyan köylülerimiz, adeta ölüm sessizliǧi ile  evlerine kapanmışlardı. Hepsinin kapılarını, tek tek hızla çalıp, hal ve hatırlarını sorup, neler olup bittiğini öǧrenmek istedim. Ama sahiplerinin coşkulu bir sevecenlik ve gülümsemeyle açtıǧı kapılar, yüzüme kapalı kaldı. Bütün yalvarmalarım ve ısrarlarım kar etmedi. Komşularımdan bir ses çıkmadı. Kirvem Tevos kapının ardından beni kovarken, karısı Mari, O’na;
“Seyfo Dayının ne suçu var?”  diye sertçe çıkıştı. Kızları Peruz, oǧulları Suren ve Ohan’ın kapının ardından aǧlama sesleri geliyordu. Benimle konuşmak istemedi.
“Artık ne akraba, ne de kirveyiz. İyi günler geride kaldı. Bir daha da kapımıza gelme.” diye, çok üzgün bir sesle baǧırdı. Boynu bükük Tevos’un kapısının önünde yıǧıldım kaldım.  Çocukların aǧlama sesleri hala geliyordu. Tevos onları yatıştırmaya çalışıyordu. Güneş bütün öǧle sıcaklıǧı ile üzerimdeydi. Evin etrafında kömür karası kargalar, çirkin sesleri ile gaklayıp, kah evin avlu duvarına, kah çatıya konuyorlardı. Onları kovmak için ellerimi sessizce havaya kaldırıp, salladım. Ama kargalar hiç oralı olmadılar. Bahçedeki elma ağacının bütün çiçeklerini yere döktüler. Büyük bir felaketin adımlarını duyuyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Tevos ve Mari gözlerimin önüne geldi. Birbirlerini ne çok seviyorlardı. Onların aşkı bütün Aǧrı Daǧı eteklerinde bir efsane gibi anlatılırdı. Köy içinde zaman zaman el ele tutuşup, dolaşırlardı ki, bu bizim yöremizde pek uygun karşılanmazsa da, insanlar zamanla aşıklara gülümseyerek bakacak kadar, hoşgörülü hale geldiler. Bu tevazunun oluşması için az çabalamadım. Derken art arda bir birbirinden güzel üç tane çocukları oldu. Tevos’a ricada bulunup, torunum İsmet’in sünnetinde kirvemiz olmalarını istedim. Köyde büyük bir sünnet düǧünü yaptık. Tevos ve Mari düǧünden iki  gün önce Doǧu Beyazıt’a gidip, kocaman bir altın almışlar. At arabasını da pek çok yiyecek ile istifleme doldurup geldiler. Ailecek çok mahcup olmuştuk. Tevos;
“Seyfo Dayı, sen bizi kirveniz, akrabanız olma şerefi ile onurlandırdın. Benim yaptıǧımın lafı mı olur, bu bahşettiǧin şerefin karşısında." deyip, eǧilip hürmetle elimi öptü. Ardından şipşirin allı güllü elbisesi ile gelin kızım Mari salınarak gelip, saygıyla elimi öptü. Tevos’u iki defa öpmek yetmemişti.
“Gel Tevos, içimden geldi seni bir daha öpeyim.” diyerek çıkık elmacık kemiklerinin yer aldıǧı yüzünü şefkatle  avuçlarımın arasına alıp, iki defa daha öptüm. Mari eǧilip, gözlerimin içine bakarak;
“Barev** Seyfo Dayı. Hani Mari kirveni öpmek yok mu?“ diye sitem etti. Kirvemiz Mari geline de kollarımı açıp, sevgiyle sarıldım. Mari hemen Misto’nun karısı ile evde büyük bir temizliǧe girişti. Her tarafı kısa zamanda tertemiz yaptılar. Tevos hazırlıklar için koşturup, durdu. Evimizin avlusunda büyük bir şenlik oldu. Halayın başından Tevos ve Mari eksik olmadılar. Halaya ara verdiklerinde de, gelen misafirlere hizmet etmek üzere koşturup durdular. Mari büyük tepsilere  dizdiǧi nar kırmızısı şerbetleri, büyük bir gülümseme ile gelen misafirlere ikram ediyordu. Tencereler dolusu meşhur Ermeni yemeǧi “aylazan” hazırladı. Aman Allahım tadı hala damaǧımda. Ne kadar da çok yemiştim. Beǧendigimi görünce, düǧün sonrası, kapılarının önünde oturduǧum bugün, bir hafta öncesine kadar, aylazan yemeǧini yaptıǧında, benim payımı büyükçe kalayı ayna gibi parlayan bakır bir kapta getirip, hanımım Ayşe’ye verdi.
Komşularımız Tatuş, Nerses, Rime, Tigris ve diǧerleri de, hepsi el pençe karşımda durup, bir yardımlarının olup, olamayacaǧını soruyorlardı. Bütün komşularımız ile bir aile gibiydik. Onların bayramları bizim, bizim bayramlarımız da onlarındı. Yasımızda da, şenliǧimizde de ayrı gayrımız hiç yoktu. Bir hayli güzel, insanlık dolu yıllardı. Görünen o ki, insanlık hayatımızdan el etek çekeceǧe benziyordu. Ansızın ortaya çıkan bu garabeti anlamak mümkün deǧildi. Şaşılacak derecede beceri sahibi insanlardı. Hepsi birer zanaatkardı. Ellerinden gelmeyecek iş yoktu. Tahtayı ustalıkla oyar, demiri tam tavında döver, insanda hayranlık bırakarak, bütün nesnelere adeta can verip, anlam katarlardı. Bizim konuştuǧumuz Kürtçeyi ve aynı zamanda Türkçeyi çok güzel konuştukları halde, ne garip ki; bizler onlarca  yıldır birlikte yaşadıǧımız bu güzelim insanlardan, neden tek kelime Ermenice öğrenememiştik?     
Kargalar gaklamaları ile akşam karanlıǧını getirdi. Yarım saat daha bekledim. Karnım acıkmaya başlamıştı. Gitsem iyi olacaktı, Ansızın uzaktan garip seslerin geldiǧini duydum. Bütün köylü bir araya gelmişti. Ellerindeki meşalelerin aydınlıǧında tüfek namluları, satırlar, kazma ve baltalar ışıldıyordu. Guruplar halinde başlarında köyümüzde dolaşan o garip yabancılar vardı. “Allahu ekber” sesleri birbirine karışıyordu. “Kafirlere ölüm”diye  avazları çıktıǧı kadar baǧırıyorlardı. Ne yapacaǧımı şaşırdım. Oǧlum Mısto da aralarındaydı. Mısto’nun yer aldığı grup, Tevos’un evine doǧru hızla geldiler. Tevos’un çocuklarının aǧlama sesleri tekrar gelmeye başladı. Mari korku ile çıǧlıklar atıyordu. Pencereden meşaleleri görmüş olmalıydılar. Beklenen utanç anı gelmişti. Tevos’un kapısına geldim. Ellerimi açıp, kendimi siper etmeye çalıştım. Oǧlum olacak o deyyus beni görünce baǧırdı.
“Baba çekil oradan. Git o kafirlerin evinin önünden. Sakın bize engel olma.” diye baǧırıyordu. Başlarındaki yabancı da;
“Hucum... Ümmeti müslimin. Kafirlere ölüm. İslamiyet adına ileri. Kafirlere ölümmm. Allahu ekber... Allahu ekber...” diyerek gırtlaǧını yırtarcasına haykırıyordu. Engel olmak için ileri çıktım. Yalvardım yakardım. Mari’nin bahçesinde ektiǧi maydanoz, yeşil soǧan, domates fideleri, menekşe ve kasımpatı çiçeklerini ayakları ile çiǧnediler. Merdiven kenarında dizili tenekeler içindeki küpe, aǧlayan gelin, Arap sümbülü, cam güzeli, açelya ve aslanaǧzı çiçeklerini tek tek kökünden koparıp, bahçe dışına fırlattılar.
“Yapmayın, etmeyin, onlar bizim köylülerimiz, akrabalarımız, kirvelerimiz, hısımlarımız. Allah aşkına yaptıǧınız doğru deǧil. Bu insanlıǧa sıǧmaz. Bizim inancımıza saygı duyuyorlar. Bizler de onların inancına saygı duymalıyız. Bugüne deǧin bizlere iğne ucu kadar olsun, bir zararları olmadı. Yalvarırım yapmayın” diye yakarırken, beni tekme tokat yara bere içinde kenara attılar. Ardından Tevos’un o maharetli elleri ile oyarak işlediǧi tahta kapıyı kırdılar. İçeri daldılar. Kısa aralıklarla inlemeler halinde, önce Mari’nin, ardından, Tevos ve çocuklarının çıǧlıkları yüreǧime saplandı. Evden çıkan boyu devrilesi, olmaz olasıca, oǧlum demeye hicap duyduǧum Mısto en önce çıktı. Elindeki baltadan kanlar damlarken göz göze geldik. Kendimi toparlayıp, kalkamıyordum. Var gücümle kendisine doǧru, büyük bir tiksinti ile tükürdüm. Diǧer evlere doǧru acele ile gittiler. Sürünerek açık olan kapıdan girdim. Kirvelerim, akrabalarım, dostlarım, kardeşlerim kanlar içinde yatıyorlardı. Sürünmeye devam ederek, Tevos´a ulaştımKızıla çalan bıyıkları kana bulanmıştı. Az ileride Mari ve çocukları da kanlar içinde yatıyorlardı. Tevos’un cansız bedenine sarılıp, hıçkıra hıçkıra aǧladım, aǧladım. Ciǧerim alevlenip, yanmıştı. Bu nasıl bir vahşetti. İnanılır gibi deǧildi.
Onlara engel olamamıştım. Kirvemiz, akrabamız olmayı onur olarak gören, Tevos’un katledilmesinin önüne geçememiştim. Bu insanlık dışı katliamın önüne geçerek insanlarımızı, Kirvem, oǧlum, akrabam Tevos’un duyduǧu onura erdirememiştim. İnsanlarımız soysuzluǧa dört nala, koşar adım gitmişlerdi.
O vahşette altmış yaşlarındaydım. Cennetin cehenneme çevrildiǧi o günü aktarmaya çalıştıǧım şimdilerde seksenli yaşlardayım. O günden sonra hanımım Ayşe’yi alıp, ardıma bakmadan Doǧu Beyazıt’a taşındım. Kör olası, oǧmayası Mısto deyyusunun, katliamın ardından Tevos’un evine taşındıǧını duydum. O gün bugündür, kendisini ne gördüm, ne de tek kelime konuştum. Kendisine haber saldım. Ha bugün, ha yarın hakkın rahmetine kavuşurum. Mezarıma kesinlikle gelmesin. Gelirse, yattıǧım tabuttan kalkar, dirilir ve O’nu kendi ellerimle boǧarım. O’nu boǧamayan ellerimin yerine, babalık hakkım zehir-zıkkım, haram olup, boǧsun o deyyusu.
İkamet ettiǧim Doǧu Beyazıt’ta her 23 nisanda, çocukların şiirler ezberlediǧini, coşkuyla neşe ile dolduklarını heyecanla haykırdıklarını duyuyorum. Oysa ben deǧil 24 nisan, altında ezildiğim bu utançla geçen hiç bir günde neşe ile dolamıyorum.  Tabiatta yer edinen bütün canlıları sevmeme raǧmen, kargalara da artık sıcak bakamıyorum. Ah… İçim kan aǧlıyor. Gözlerimden fışkıran yaşam sevincimi; yüreǧimden, bedenimden, beynimden ve benliǧimden, o kahrolası günde söküp aldılar. Kalbimi acıtan bu ar duygusuyla, neşe dolamıyorum!

 Amsterdam, 24 Nisan 2012

*Ermenicede kısa boylu, bodur anlamanda.
 **Ermenicede merhaba anlamında.






13 Nisan 2013 Cumartesi

ESKİ RADYO



ESKİ RADYO    
         
         
       Bu ani esinti nereden geldi, bilemiyorum, ama balonlu bir cikletten çıkmadıǧına eminim. Aylardır bir eski radyo merakı bütün kolları ile sarmaş dolaş sarıp sarmaladı beni. Bu tutku rüyalarımı dahi gasp eder oldu. Oysa bilinen şarkılardan biri (hani şu balık etli ve de butlu bir şarkıcının seslendirdiǧi), bu merakımı gidermem konusunda yol gösterip, tüyo verse de, çok şükür, bende hasıl olan merakıma kapılmayı göze alıp, o daracık ve tehlikeli çatı katlarına tırmanacak kadar da azıtmadım daha. Ama aylardır gittiǧim her yerde, egoma mal olmuş; hayalimdeki transistörlü, sarı ışıklı ve güzel mobilyalı radyoyu bulma hevesimin, kaygımın ve isteǧimin önüne geçemiyorum. Gözlerim olur olmaz iliştikleri her alan ve ortamda, gönlümde taht kuran, eski radyoyu arayıp, duruyorlar. Belki de insan yaşlandıkça, eskiye raǧbet eder hale mi geliyor, diye de düşünmeden edemiyorum.
         Ne yazık ki, şimdiye deǧin gördüǧüm eski radyolar; ya istediǧim gibi deǧiller, ya da heves ettiǧim türe biraz yakın olsalar da, üzerlerine iliştirilen kırışık etiketlere yazılan kargacık-burgacık rakamlar, ederinin çok üzerinde. Bu demektir ki arz ve talep yüksek ve bu merak bir tek bana özgü deǧil. Şimdilik bir arayış içindeyim. Görünen o ki, daha beyhude olarak görmediǧim bu arayış, daha uzun süre devam edeceǧe de benziyor. Her tarafı kolaçan etmenin dışında yapılacak bir şey yok gibi.
         Merak saldıǧınız obje eski olunca, insan istemi dışında da olsa, geride bıraktıǧı uzun yıllara da her defasında dönüp, bakmadan edemiyor. On bir yaşından sonra, köyden “her bahtı karanın görmek istediǧi” büyük şehir – başkent Ankara’ya geldiǧımde, pilli radyolar yerlerini, elektrikli olanlara bırakmak zorunda kaldılar. Tam o yıl, devlet büyüklerimizin iyi tarafına gelmiş olacak ki, yaşlı babalarının ceplerindeki paraları döküp, saçarak köye hizmet babında elektrik konforunu sunmuşlardı. Hızla dönen devranla birlikte, gerilere dönüp, bu şimdilerin bir yandan antik olmaya yüz tutan, nostaljik radyolarına merak salacaǧımı tasavvur etmem, o zamanlar elbette zordu.
         Büyük şehrin getireceǧi sorunların küçük olacaǧı beklentisi haliyle yanılgıydı. Hele de ilkokula başladıǧın güne kadar bir kaç kelime Türkçe biliyor ve bu dili o yaştan sonra öǧrenip, bu büyük metropole geliyorsan, işin ta başından, yabancısı olduǧun bu hayata 2-0 yenik başlıyorsun demektir. Aǧır sayılabilecek bir Kürt aksanı ile yer alma uǧraşısında olduǧun toplum, hoş görünün istenen yakınlıǧında olmayınca, yaşam senin için daha da güçleştiǧi gibi, çoǧu zaman da alay konusu olmaktan kendini kurtaramıyorsun. Kürt kökenli bir çocuk olmak, söz konusu olan, o yıllarda dünyanın en onur kırıcı ve mahcup edici bir zaman birimi idi ki, bu günümüze deǧin de böyle süregeldi.
         Okul sıralarında teneffüs zili çalıp, kendini bahçeye attıǧı an, Kürt kökenli çocuk sınıf arkadaşlarının en büyük maskarasına dönüşürdü. Etrafını hemen onlarca öǧrenci sarar, merakla onların da müslüman olup, olmadıǧı, Kur’ana ve Hz. Muhammed’e inanıp inanmadıǧınızı soranlar olduǧu gibi, ardınızda pantolon içine sakladıǧınıza inandıkları kuyruǧunuzun uzunluǧunu merak edip, soracak kadar ileri gidenlerle karşılaşmamak da olası deǧildi. Onlar gibi konuşamamak çok üzüntü verirken, arkadaşlarının Türkçe konuşma esnasında, aǧızlarını ne kadar açtıklarına, dillerini nasıl oynatıp, ön dişlerine ne denli bastırdıklarına dikkat etsen de, nafile. Deǧişen pek bir şey olmaz. “Mişli geçmiş zamanı” en güzel Kürt çocukları kullanır. Onlar “Şimdiki, gelecek, geniş ve geçmişte devam eden” gibi karmaşık zamanlara yabancıdır. On yıl sonra yapılacak bir eylemi dahi, tek sermayeleri olan, meşhur  “mişli geçmiş zamanla” anlatılmaya çalışırlar. Bu aksan aǧırlıǧının getirdiǧi  ezikliǧi, o zaman için hissettiǧin utancı, aşaǧılanmayı ve ötekilenmeyi; son zamanlarda benim için bir tutku haline gelen eski bir radyo gibi, alıp bir taraflara veya olmadı, çatı katına kaldıramazsın. O aǧır aksan her daim bir gölge misali seninle birliktedir. Belki de diline Japon yapıştırıcıları ile yapıştırılmıştır, diye düşünmeden edemezsin. Neden söküp atamıyorum diye hayıflanıp durmanın bir getirisi olmaz. Yüreǧindeki kırıklıkları, ancak çocuk olarak seninle aynı konumda olan ve gayri insani küçümsemelere maruz kalan başka küçük bir insan anlayabilir. Başkaları tarafından kurulacak empati hissi biraz uzakçadır.  
         Her defasında dokunaklı yüreǧini hiçe sayıp, görmezlikten gelen, seni alaya almak isteyen arkadaşların, ne zaman ki etrafına üşüştüklerini gördüǧün zaman, hayalindeki “horozlu şeker” ansızın elinden kayıp, yerlere düşer gibi olur. Yerden almaya yeltensen de, o şeker artık, kuma, kire, utanca, ezikliǧe, mahcubiyete, ötekileştirilmeye ve aşaǧılanmaya bulanmıştır. Oysa şairin dediǧi gibi deǧil midir, insani yaşam:
"Hangi çiçek diğerini sarı açtı diye ayıplar
Hangi kuş farklı ötünce diğerine yasak koyar

                                      Şerafettin Taş" 
           Yaş kemale erip, ellili yıların üstünü, acelesi varmış gibi hızla ve büyük bir kıvraklıkla tırmanırken, bütün Kürt çocuklarının yaşadıǧı duygular olan, bu nahoş hisleri ne denli eski bir radyo misali alıp, kendi nezdimde bir yerlere kaldırabildim bilemiyorum. Gönül ister ki; sadece Kürt çocuklarının deǧil, bütün gezegenimizin ve varsa diǧer gezegenlerdeki çocukların horozlu şekerleri utanç, eziklik, mahcubiyet, ötekileştirme ve aşaǧılamanın kumuna, kirine, pasına düşmesin ve buna göz yummayalım. Dünyanın en masum beşerleri olan çocuklar, bu altından kalkamayacakları, kişiliǧini kemiren ve hayata tutunmak adına var olması istenilen özgüvenlerini derinden sarsan, masum kalplerinde onulmaz yaralar açan travmalara maruz kalmamalarıdır. Buna hiç kimselerin hakkı olmasa gerek. Aǧır da olsa kene misali yapışan aksanımızı da artık, eski radyolar misali bir yerlere saklama uǧraşısı içine girmemizin de bir anlamı yok. Bulabilirsek güzelim nostaljik radyolarımızı alıp, evimizin baş köşesinde bir yer ayırıp, üzerine bir de baş tacımız annelerimizin, el işi göz nuru bir dantel örgüsünü kondurmaya ne dersiniz. Radyonuzun düǧmesini açtıysanız, şarkıyı duyuyor olmalısınız.
Çok geç kalmışız canım,
Vakit bu vakit deǧil.
Eski radyolar gibi,
Çatıya saklanmış aşk.”
 Biraz arabesk koksa da, güzel bir şarkı. Ardından bir jazz kanalına yönelip, işte bu deyip, hep yarım kalan horozlu şekerlerimizi yemeye devam ederek, o muhteşem melodilere kulak verelim.
Fugees’den “Killing me softly with his song” ve ardından Nina Simone: “I put a spell on you.” Radyonuz hayırlı olsun, güzel melodilerle yüzünüz hep gülsün, horozlu şekeriniz hiç düşmesin-bitmesin. İyi dinlemeler.

Amsterdam, 13 Nisan 2013


KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...