24 Temmuz 2015 Cuma

BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR



BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR

Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Tam da tabiri caiz,
“Kavun acısı” 
Bir hissiyat insanda.
Derler ya hani,
Saklayan,
Ele vermeyen,
Başı dumanlı,
Göğsü çimenli,
O yüce dağların yüksekliğinde;
Kalplerinin atması,
Salt insan olabilmek isteyenlerin duyduğu,
O insanı yıkan-buruk matem.
Ve sonrasında ikircikli dolanan;
Duygu yükü her biri,
Nazım,
Arif,
Lorca,
Aragon şiirleri arasında,
Kırpışan buğulu gözler.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Kadehte lal şaraba,
Uzanamayan titrek eller.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Yarin al yanağını okşamaktan vazgeçen,
Sıkıntılı-terli ayalar.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.

Amsterdam, 24 Temmuz 2015
   

16 Temmuz 2015 Perşembe

KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ


KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ
Tanrı; insanlığın kendi kontrolünün dışına çıktığını ve her ne zaman gidişatın hiç te iyiye gitmediği sezgisine kapıldığında, kullarını doğru yola getirmek için, bir talimatname misali kuralların tek tek yazılı olduğu, art arda gönderdiği kutsal kitaplarında, Cennetin yeri olarak Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya’yı belirledi. Dünyanın en verimli topraklarının yer aldığı bu iki nehrin arasındaki bölge, gelmiş geçmiş en büyük ve belki de en fazla sayıda uygarlığa kucak açarak ev sahipliği yapmıştır. Her iki ırmak da yıllar yılı, yorulmaksızın gürül gürül coşku ile akarlar. Dicle nehri yöre halkından o kadar çok can almıştır ki, o nedenle bölge insanı bu azgın suya “Allah’a giden yol” adını vermiştir. Yeryüzünün en nadide bölgelerinden biri olan medeniyetler beşiği Mezopotamya’da beş bin yıl birlikte yaşayan halklardan biri Kürtler ve bir diğeri de Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçıları olan Süryanilerdir.
Bu iki kadim halk Mezopotamya’da binlerce yıl barış ve huzur içinde birlikte yaşadılar. Her defasında “Tanrı ne verdiyse” deyip. birbirlerinin mütevazi sofralarına bağdaş kurup, oturdular. Sevecenlikle sunulan köpüklü acı kahvelerini içtiler, matem günlerinde ellerini omuzlarına koydular, acılarını paylaştılar, teselli oldular, mutluluklarına ortaklık ettiler, kirvelik yaptılar, düğünlerinde al mendiller sallayarak halaylarının başını çektiler ve bayramlarında, karşılıklı kardeşlik duyguları ila sımsıkı kucaklaştılar.
Süryaniler ve Kürtler hayatın her alanında, birbirlerinin yaşamlarında yer aldıkları gibi, her iki halkın gençleri arasında da dillere destan büyük aşklar yaşandı. Bu aşkların en acı ve yürek yakanlardan biri de, Kürt delikanlısı Adil ile Süryani kızı Suzan arasındaki destanlaşan aşktır. Bu aşk türkülerle günümüze kadar söylenerek yaşatıldı.
Diyarbakır’ın önemli zenginlerinden olan Süryani Kuryakos Bey ve Bayan Miryam çiftinin mutlu evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen çocukları olmaz. Bir evlat sahibi olmayı her şeyden daha çok istedikleri için gitmedikleri kapı, doktor, başvurmadıkları dergah ve gidip mum yakıp, yalvar yakar dualar etmedikleri kilise kalmadı. Sorunlarına ne çarmıhtaki zavallı görünümlü İsa veya kucağındaki bebeği ile ihtişamlı kiliselerdeki Meryem Ana heykelleri yardımcı oldu. Bütün kalpleri ile Tanrıya yalvarmaları, duaları ve çabaları olumlu bir sonuç vermedi. Diyarbakır’da bu çok varlıklı çiftin, bu önüne geçilemeyen arzuları dört bir yanda herkesin malumu oldu. Onların bu mutsuzluklarına gönlü rıza göstermeyen, çok iyi insanlar olduğu, herkese yardım elini uzattığını bildiği Süryani aileye, Hançepek Mahallesinde küçük bir gecekonduda oturan, Reşo bir çare olabilmek amacı ile yola düştü. Yorgun argın Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın kapısını tıklattı. Evin hizmetkarı kadın avurtları çökük, cılız görünümlü Reşo’yu alıp, ev sahiplerine götürdü. Reşo bekleme esnasında kendisine sunulan, yudumladığı şerbeti bir yana bırakıp, çiftin kendisine doğru geldiğini görünce saygısını sergileyen bir tavırla ayağa kalktı. Çift bu yoksul adamın ne için gelip, kendilerini görmek istediğini çok merak ettiler. Karı koca, Reşo ile kibarca
tokalaşırken Kuryakos Bey hafiften başını eğipsağ elini göğsünün sol yanına götürüp bastırdı.
“Hoş geldiniz, nasılsınız, hayır ola, umarım önemli bir sıkıntınız yoktur? Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu.
“Yok beyim, canınızın sağlığı, herhangi bir sıkıntım yok. Ama ben sizin var olan sıkıntınızın giderilmesi için, haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmaya geldim. Zira duyduğuma göre çok iyi insanlarsınız. Sizler de elbette mutlu olmalısınız. Sizin de yüzünüz olabildiğince gülmeli. Ben derim ki, son çare olarak, bir de Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidip, orada adak adayın ve bütün kalbinizle bir de orada dualar ediniz. Allah yardımcınız olsun, belki dualarınız kabul olur ve sizin de yüzünüzdeki solgunluk, yerini büyük gülümsemelere  bırakır. Sizler dediğim gibi iyi insanlarsınız ve bu mutluluğu hak ediyorsunuz.” Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın yüzlerine tatlı bir gülümseme, narin rengarenk kanatlı bir kelebek misali gelip, kondu. Bu yoksul insanin iyi niyeti ve insani güzelliği kendilerini hayli mutlu etti.
Kuryakos Bey elini şefkatle Reşo’nun omuzuna koydu ve müteşekkirliğini ince bıyıklarının altında muhafaza ettiği gülümsemesini daha da belirginleştirerek, misafirine yansıttı.
“Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Yüreğimize serin sular serptiniz. Kendi kendinize bizim sıkıntılarımızı kendi sorunlarınızmış gibi oturup, bunun üzerinde düşünmeniz ve çözümler aramanız, insani büyüklüğünüz karşısında doğrusu diyecek tek söz bulamıyorum. Kırklar Dağının ardındaki ziyarete yarın güneş doğar doğmaz mutlaka gidip, adakta bulunacağız. Size de duacı olacağız. Bu arada bir şeyler yemek ister misiniz? Her hangi bir ihtiyacınız var mı?” Reşo hiç bir ihtiyacının olmadığını söyleyip, ısrar etse de çocuklarına ve karısına hediyeler yaptılar, büyük bir zorlama ile ceketinin cebine harçlık koydular.
O gece Kuryakos ve Miryam için gün ışımak nedir bilmedi. Yüreklerine gelip sımsıkı hapsettikleri umutla yataklarında dönüp, durdular. Şafakla birlikte uyanıp, hazırlıklarını tamamlayıp, yola koyuldular. Kurbanlarını adarlarken, baklava, börek, bumbar, kavurma, kebap, şerbet ve her türlü sunumu orada bulunan yoksullara yapıp, hep birlikte Tanrıya sığınıp, uzun uzun dualar ettiler.
Çok geçmeden Madam Miryam hamile kaldı. Üç gün üç gece süren büyük şenliklerle bu güzel haber kutlandı, fakirlere hediyeler dağıtıldı. Sonunda istekleri Tanrı tarafından kabul görmüştü. O’na minnettarlık duygular ile günlerce dua ettiler. Doğum günü gelip çattığında madam Miryam heyecandan ölecek gibi oldu. Ve o gün Tanrının kendilerine bahş ettikleri muhteşem varlığı kucağına alıp, koklayacaktı.
Uzun süren zorlu bir doğumun ardından, Madam Miryam’ın kulaklarında cıyak cıyak bir ağlama sesi duyuldu. Kar beyazı büyük bir havluya sardıkları bebeği itina ile kucağına aldı. Göz yaşlarına boğuldu. Akan damlalardan biri gelip, nur topu gibi olan kızının anlına damladı. Kuryakos Bey uzun uzun kızına baktı, karısının elini sıkarken, büyük bir gururla kafasını yukarı kaldırarak, bir kez daha Tanrıya şükranlarını iletti.
Güzeller güzeli kızlarına Suzan adını koydular. Zaman su gibi akıp gitti. Suzan’ın her doğum gününde Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gittiler ve adaklar adayıp, ziyafetler verdiler. Suzan’ın ailesi bunu bir gelenek haline getirdi. Bir periyi dahi kiskandiracak olan kızları inanılmaz bir güzellikteydi ve Diyarbakır’lı bütün gençlerin yüreklerinin sızısı haline geldi.
Bir Kürt genci olan Adil de Suzan’a gönlünü kaptıranlardandı. Gözü her nerede Suzan’a ilişse ayağının altından toprak kayıyor gibi bir hisse kapılıp, yüreği göğüs kafesine sığmıyor, gümbür gümbür çarpıp, olduğu yerden fırlamak istiyordu. Kara yağız, bıyıkları yeni terleyen, çiçeği burnundaki filinta gibi delikanlı, gönlüne söz geçiremiyordu. Suzan da aynı şekilde Adil’e uslanmaz gönlünü kaptırdı. Bir anlık da olsa O’nunla bir araya gelip, gözlerinin içine bakmak ve ellerini Adil’in elleri ile buluşturmak için yapmayacağı şey yoktu. Gün gelip te Suzan on sekiz yaşına geldiği zaman bütün hazırlıklar yapılıp, adaklar adamak için Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidecekleri gün, Madam Miryam hastalanıp, ateşler içinde yataklara düştü. Ne yaptıysa yatağında doğrulamadı. O nedenle kızını evin hizmetçileri ile birlikte ziyarete gönderdi. Bunu haber alan Adil de soluğu ziyarette aldı. Haber salıp, kuytuluk bir yerde buluştular. Elleri birbirine kenetlendi, canlar buluştu, kor gibi yanan dudakları kaynaştılar, Suzan’in uzun saman sarısı dalgalı saçları Adil’in yüzünde dolaşıp, boynuna dolandı. Aşıklar yüzlerce yıldır kavuşamamışlar gibi birbirlerine sıkı sıkıya sarıldılar. Nefesleri birbirine karıştı. Öyle bir an geldi ki, bulundukları yeri ve her şeyi unutup, sevdalarının coşkulu büyüsüne kendilerini kaptırmaktan alıkoyamadılar. Sere serpe uzandığı ince kumların üzerinde, geriye Suzan’ın oldukça biçimli kalçalarının ve ince belli sırtının izi derince kaldı.
Aşıklar başlarını döndüren bu buluşmadan ayrılmak üzere iken, ansızın büyük bir felaket oldu ve ceylanlar gibi seken, dünya güzeli Suzan ziyaretin gazabına uğradı. Dicle üzerindeki on gözlü köprüden aşağıya düşüp, Diclenin azgın sularına karıştı. Dicle suları bir kez daha iki sevgiliyi ayırdı. Sevgilisinin sulara kapıldığını gören Adil o an aklını yitirdi. Günlerce sevdiği için yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı ve yarini yitirmenin derin acısı ile  bilinen Suzan Suzi türküsünü dillendirdi ve azgın Dicle boylarında yanık sesi ile günlerce adeta inledi.
“Kırklar dağı'nın yüzü
karanlık sardı düzü
Kör olasan Suzan Suzi
ziyaret çarptı bizi
Köprü altı kapkara
anne gel beni ara
saçlarım kumlara batmış
tarak getir de tara
Köprünün orta gözü
sular apardı düzü
ben öleydim Suzan suzi
Dicle ayırdı bizi”
Çok geçmeden sevdiğinin yokluğuna daha fazla dayanamayan Adil de suçluluk duyguları ile kendisini “Allah’a giden yol” olan Dicle’nin sularına bıraktı. Bu aşk Suzan Suzi türküsü ile ölümsüzleşti.

Amsterdam, 16 Temmuz 2015






3 Temmuz 2015 Cuma

KIZ KURUSU


KIZ KURUSU

Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte, siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Ama hayat çizgisi, ömrü boyunca bahardan çok, sonbahar-kış havasında seyir etti. Doğan her bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Baho sabah ezanı ve bahtına üzülmekten kendisini alıkoyamadığı yeni doğan kızının cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bilmecelerde “şekerden tatlı, demirden ağır olduğu” söylenen uyku, bir daha da göz kapaklarının altındaki yerini gelip, almadı. Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, buruşuk kareli gömleğinin cebinden çıkardığı filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı bir tabaka ile kaplanmış olan işaret  parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine hapsetti. Nikotinli duman genzini yaktı, başı hafiften döndü, yıllardır bu bağımlılığın verdiği haz, bir kez daha rahatlattı.
Gökyüzü koynunda ipil ipil yanan sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Sabah güneşinin yalazı, bu başı dumanlı adamın yüzünü tatlı talı yaladı. Köylüler birer birer yeni doğan güne gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek havlamalarının ve art arda öten horozların sesleri geliyordu.
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı. Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı, pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra, daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında. Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız. Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi. Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi, desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı. Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı. Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti. Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde, neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı, bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde, bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz, tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek, bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı. Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm  pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Baba evinde adeta kimsesiz ve bimekandı. Ama doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.

Amsterdam, 3 Temmuz 2015









  

27 Haziran 2015 Cumartesi

LAP LAP




LAP LAP

"Büyük ayaklı kadınlarla asla evlenmeyiniz." - Minneke Schipper

Zamanın yaşlı insanlar için daha bir hızla akıp gittiği, buna karşılık yaralarının ise daha geç-yavaş iyileştiği söylenir. Şair Şükrü Erbaş ise, o güzelim dizelerinde, insanlığın bu meramına, hüzün bulutlarını da katarak daha farklı ve derinlemesine dokunaklı dokunur.

"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel

Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
Yaşamın her alanında olduğu gibi “az miktarda var olana her daim olan yoğun ilgi” yaşlanma sürecinde de kendisini gösterir. İnsanlar ellerinden saniye saniye kum misali akıp giden ve gün geçtikçe daha bir azalan, bu bariz küçülmeyi gözlemleyerek, sürdürdükleri hayata daha büyük bir tutku ile bağlanırlar. Çünkü hayat her şeye karşın inanılmayacak bir tat ve güzelliktedir. Ve uçup gedenin bir saniyesini dahi geriye döndürüp, o en kısa anı tekrar yaşamanın imkanı yoktur. Giden hızla gitmiştir.
Bu hızlı akışı ve özellikle yüreğimdeki yaraların iyilenmesinin gecikmesi-yavaşlamasını, ben de epey zamandır hisseder oldum. Bu nahoşluk her ne kadar yüreğime bir burukluk verse de, elden gelen bir şey yok. Her yaşın ve evrenin kendisine özgü güzellikleri var olduğuna göre, bu durumda yapılabilecek, anı yaşamak, diğer adı ile “carpe diem” dir. Bunu yapabilirseniz, üzerinde daha az düşünür, yüreğinizin burkulmasının önüne bir nebze daha iyi geçer, sorunu büyük bir oranda ardınızda bırakmış olursunuz. Kim bilir, belki de böylelikle ırmaklara, göğe, dağlara, kırlara, ormanlara, denizlere, güneşe, yıldızlara, mehtaba ve doğanın bütününe daha çok akan, hak ettiğiniz bir hayatı sürdürür olursunuz.
Ben misali, kişi Camili Köyünden olunca (istisnalar hariç), çoğunlukla doğanın bütününe kayan bir hayata sahip olmak, yaşamın içinde iken, onun getirilerini ve inceliklerini görmek oldukça zordur. Görmek isteseniz de, göremediğin çoğu durumda, görülmesi gerekeni gözlerinin derinliklerine sokarak gösterseler de sonuç alınamıyor. Ve derken acımasız yıllara dağılan zaman çarçabuk geçiyor. Bu dünyadan bir “Süleyman Efendi” daha geçiyor. Sonuçta insanlığa büyük emekler ile bahşedilen onca güzellikten, dirhem kadar da olsa hiç nasiplenemeden giden çokça “Süleyman Efendiye yazık oluyor.”
Geçen mart ayında ikinci bahar evliliğimin üzerinden göz açıp kapama hızıyla altı yıl gibi bir zaman geçti. Ben Camili’li ve eşim “Gavur İzmir’li” olunca, işin boyutu başka bir hal alıyordu. Dolayısı ile ışık hızında  gelip, çatan bu yıl dönümünde de benim, yine bir parfüm, çiçek veya başka bir hediye almaktan çok daha başka bir şey yapmam, “farklı olmam” gerekiyordu. (Laf aramızda bu tür günlerde jestler neden hep erkeklerden beklenir, doğrusu bunu da anlamış değilim.) Uzun araştırmalarım sonucunda, bir Rus Opera ve Bale grubunun turne için Amsterdam’da olduklarını ve Çaykovski’nin “Kuğu Gölü Balesi”ni buz üzerinde sahneleyecekleri duyumunu alınca, işte bu deyip, çok farklı olan bu organizasyonum için kolları sıvadım.
Gösteri günü gelip çattı ve farklı sürprizimin gösterisi için salonda yerimizi aldık. Gösterinin buz üzerinde, buz patenleri ile, o bir birinden farklı ve güzel yüzlerce muhteşem kostüm ile yapılması, inanılmaz bir sihir halinde ortaya konması, sunumu rüyalar alemine taşıdı. Buz üzerinde son derece mükemmel ve saniyelik senkronize hareketler, atmosfer, Rus balerinlerinin harikulade güzellikleri, koreografiler ve atmosfer inanılır gibi değildi. Demem o ki, evet bir Camili’li olarak bu organizasyonun altından, çok farklı olmayı gerçekleştirerek yüzümün akı ile çıkmıştım.
Gösteri esnasında Hollanda’li bir anne baba, tahminen on beş yaşlarında kız çocukları ile gelmişlerdi ve tam da önümüzdeki sırada oturuyorlardı. Baletlerin hepsi “strech” kostümleri ile dans ederlerken, birisinin önü fazla kabarık olunca, bu genç kızın dikkatinden kaçmadı, diyeceğim ama sanırım sadece O’nun değil, salonda bulunanların pek çoğu izleyicinin gözünden de kaçmamıştır. Kızcağız baba ve annesinin arasında oturuyor ve “kikir-kikir” gülüyordu. Anne baba mahcup bir vaziyette;
“Yapma kızım, etme kızım gülünecek bir şey yok dese de nafile”. Bizde olsa baba tokatı bastığı gibi, tez elden daha detaylı bir hesaplaşma için, gösteriyi falan bırakıp, kolundan tuttuğu gibi evin yolunu tutardı, diye düşünüyorum. Fakat şu da var ki kız babası olmak kolay değil. Kızım olmadığı için rahat rahat konuşuyorum. “Bekara karı boşamak kolay” misali. Bilmiyorum bir Camili’li olarak ben böylesi bir durumda ne yapardım?
Konuyu biraz başka yöne çektik, hani bu da ortaya yeşillik olsun der gibi. Balenin konusu da bir o kadar ilginçti. Eser Çaykovski’nin olunca, her ne kadar bayat bir espri de olsa, rahmetlinin hayrına, şöyle tavşan kanı birer çay sunulmadı. Düşünmenize; Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesinin, yüzlerce kişi tarafından demli çaylar höpürdedilerek, ardından da derin bir “ohh” çekilerek seyredilmesi, ne kadar da farklı olacaktı. Demek ki düşünememişler. (Çok mu banal oldu, öyle diyorsanız, bu cümleciği ya ben sileyim, ya da siz okumamış gibi yapın, lütfen + teşekkürler).
Öyküde; bilindiği gibi Prens Siegfried annesinin ısrarlarına dayanamaz ve evlenmek için bir gelin adayı aramaya koyulur. Uzun uzadıya aramasına rağmen gönlünün sultanını bulamaz. Günlerden bir gün avlanmak için kırlara gider. Uzun bir yolculuğun ardından, büyük bir göle gelir. Gölde yüzen kar beyazı kuğuları görür ve ansızın kuğulardan biri muhteşem güzellikte genç bir kıza dönüşür. Prens Siegfried o an bu genç kıza deliler gibi sevdalanır. Genç kız aslında büyücü tarafından bir kuğuya dönüştürülen Prenses Odette’nin kendisidir. Büyünün etkisi ile Prenses Odette gündüzleri kuğu, geceleri ise normal genç bir kız olarak yaşamaktadır.
Prens Siegfried hemen orada Prenses Odette’ya evlilik teklifinde bulunur. Büyük şenliklerle evlenip, mutlu olurlar. Evlilik ile bir kuğu olmaktan tamamen çıkması gerektiği halde büyücü bu dönüşüme engel olmak için elinden geleni yapar. Sürekli Prenses Odette’ya kötülükte bulunur. Canlarından bezen Prens ve Prenses intihar etmek için göle atlarlar, fakat boğulmazlar, göl aniden buz tutar. İntihar edemeyen Prens Siegfried ve kuğu eşi Prenses Odette uzun ve mutlu bir hayat sürdürürler.
Farklı olabilme uğraşım bununla da sınırlı kalmadı. Başka olabilme hastalık haline geldi. Bu o İç Anadolu bozkırının bağrında doğan bir Camili’li için pek de hayra alamet değil, çok geç de olsa ayrıcalıklı olmaya yeltenme hevesi, nerede ise tutku haline geldi. Bu vukuatın ardından hemen Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasına da gittim. Bu esere de bayılmamak elde değildi, bizim diyarın motiflerinin işlenmiş olması, gösteriyi daha da çekici kılıyordu. Benim farklı olmaya çalışma uğraşımın patırtılı gürültüsü, o kadar ayyuka çıkmış olacak ki, artık etrafımdan da bunu sürdürmeme yardımcı olup, bu konuda katkı sunmaya çalışanlar yok değildi. Ne diyeyim sağ olsunlar, var olsunlar. Heybedeki tıka basa dolu olan keşkelere bir yenisini ilave edecek olursam; bu tatlı uğraşı, hani bu zamanın geçmek nedir bilmediği gençlik yıllarında yer alsa idi, farklılık daha da farklı olacaktı.
İki gün önce, tanışıklığımızın bir hayli gerilere gittiği, eski bir Hollanda’lı arkadaşım öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerinin bir müzikalde oynadıklarını, kendisi ile gelip, gelemeyeceğimi sorunca, ağzımdan dökülen “hay hay” sesleri uzunca bir sıra oluşturdu. Anlaştığımız gün ve saatte salonda yerimizi aldık. Amatör olmalarına rağmen, çok uzun süre üzerinde çalışmış olmalılar ki, profesyonellere taş çıkartmadılar ama doğrusu aratmadılar da. Zaten çıkartmak isteseler de Hollanda’da taş olmadığını, her tarafın kum olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu denli zahmetli bir işin altına girmeyi, sanırım lüzumlu görmediler. Son zamanlarda apansız nüks eden, farklı olabilmek gibi ağır içerikli tutkum sayesinde, artık amatör bir grubun, profesyonel gruplara ne denli bir mesafede olduğunu dahi görür hale geldim.
Arkadaş ile gittiğimiz bu amatör öğrenci grubunun müzikalleri de çok iyi idi. J.S. Bach, Dimitri Sjostakovich ve Mozart'in muhteşem müzikleri eşliğinde gösteri yaptılar. Birinci yarıdan sonra bir şeyler içmek için bara geldiğimizde, örgencileri ile gurur duyan ve bu konuda güzel şeyler duymak isteyen arkadaşım, kulağıma eğildi ve;
“Eh nasıl buldun?” diye sordu. Daha önce Rus güzellerinin bale danslarını da gördüğümden, hemen bu iki grubu karşılaştırdım. Camili’li olmak burada da yakama yapıştı. Biraz fütürsüz bulundum ve aklımdan geçenleri söylemekte gecikmedim.
“Evet çok güzel. Fakat dikkatimi bir şey çekti. Hollanda’lı bayanların ayakları genelde biraz daha büyük olduğundan, balede estetik açıdan görselliğin çıtasını biraz aşağılara düşürüyor. Kadınların büyük ayakları, bale dansında ‘lap-lap’ yere düşer gibi oluyor.” Bunu der demez arkadaşım bardaki bütün arkadaşlarına benim bu gözlemimi, benim kızarıp bozarmalarımla birlikte anlatınca, bütün kadınlar, ayaklarını ilk defa keşfediyorlarmış gibi, eğilip baktıkları yetmiyormuş gibi birbirlerine ayak numaralarını uğultu halinde sormaya başladılar. Olanlar olmuştu. İkinci yarının başlama zili çaldığında bütün gözler yere eğik bir vaziyette, ayaklarımıza baka baka, Anıtkabrin aslanlı yolunda ilerleyenler gibi salona doğru yürüdük. Gösteri başlamak üzere olduğundan acele ile yerlerimize oturduk. Fakat benim oturmam da biraz farklı oldu. Açılır kapanır koltuğa oturmak istediğim anda, koltuğu elimle bastırıp, haşmetli kıçımı koymamla birlikte, arkamdaki koltukta, Hollandaca bir feryat yükseldi ki, bunun tam Türkçe karşılığı “yandım anam” dı. Ayağına uzun uzadıya bakarak salona gelen kadıncağız, hemen oturmuş ve devasa lap-lap ayağını koltuğun açık olan tarafına dayamıştı ve dolayısı ile araya sıkışmıştı. Benim oturmam ile birlikte büyük bir acı ile yaygarayı bastı. Üzerimden hala atamadığım devam edegelen mahcuplukla, onlarca kez özür dilemek zorunda kaldım. Farklı olmaya çalışmam biraz tehlikeli hal almaya başladı. Hollandalı kadınların ayağına nazar değdirmiştim. İyi ki anne ve babası ile Kuğu Gölü Balesini izlemeye gelen on beş yaşlarındaki Hollanda’lı kızın nazar eder bir durumu yoktu, yoksa önü arkadaşlarına göre daha kabarık olan Rus baletin başına kim bilir neler gelirdi. O nedenle çok hızla geçen bu zaman biriminde, parkur değiştirmekte, bir Camili’li olarak çok da radikal olmamak daha yeğ olacak gibi görünüyor. Saygılar…

Amsterdam, 27 Haziran 2015


  

19 Haziran 2015 Cuma

İKİ NUMARALI ODA

 İKİ NUMARALI ODA

Balık istifi tıka basa dolu olan, Büyükcamili Köyü’nden Aslan’ın sarı Ford marka minibüsünün yolcularının tamamı Kesikköprü Köyüne aitti. Minibüs şose yolu tozu dumana katarak, Kızılırmak boyunca serpiştirilmiş köy evlerini ardında bıraktı. Aracın tekerleklerinden bulutlar halinde yükselen tozlar, önce en yakındaki evlerin duvarlarına ve çatılarına kondu, uzaklara doğru uçuşabilen zerrecikler ise Kızılırmağın mavi sularında kayboldular. On iki yolcu kapasiteli araçta yer alan, on sekiz Kesikköprü’lünün güzergahı, yeni umutlara doğruydu. Bir hafta önce Muhtar Elo’nun evine, sahiplerine dağıtılmak üzere gelen mektuplar, heyecanla, bu on sekiz köylüye ulaştığında, kendilerinin ve ailelerinin çehrelerine büyük bir gülümseme, mutluluklarının göstergesi olarak gelip, usulca kondu.
Bu evrak, İş ve işçi Bulma Kurumu imzalı ve mühürlü idi. Minibüsün en arka sırasında oturan Gaso, cebine özenle yerleştirdiği ve elini sürekli üzerinde tuttuğu mektubu bir kez daha çıkartıp, heceleyerek okumaya başladı.
“Sayın Gıyasettin Demirci* bey; yurt dışına göçmen işçi olarak gitmek üzere, bir yıl önce kurumumuza müracaat ettiniz. Yapılan araştırmalar ve çekilen kura sonucu Federal Almanya Cumhuriyeti’ne işçi olarak gitmenize kurumumuz tarafından karar verildi. Federal Almanya Cumhuriyeti’den gelen sağlık görevlileri tarafından, gerekli olan sağlık muayenesinden geçmeniz için, 16 Ağustos 1965 tarihinde, Pazartesi günü saat 09.00 da Tınaz Tepe İlkokulu Bala adresinde sizi bekliyoruz.” Evet bir yanlışlık yoktu, gün, saat ve yer doğruydu. Resmi evrakı tekrar özenle katlayıp, cebine koydu.
Mektubu tekrar okuduğunu arkadaşlarına göstermek istemediyse de, minibus’un en arka sol tarafında, sırtını hafiften yanındaki arkadaşı Cemil’e dönerek okuduğu halde, bu durum kader ortağının gözünden kaçmadı.
“Ne o lan Gaso, yüz kere okudun, bin defa da bize sordun. Tamam Almanya’ya gidiyorsun. Çil çil yeşil marklar, sarışın Alman kızları bizim yolumuzu gözlüyor, inan artık buna. Ama senin payına Alman nineleri düşecek. Kaderine küseceksin. Yapılacak bir şey yok.” Cemil minibüs içindeki uğultuyu bastırarak, Gaso’ya bunları söylerken, aracın içinde şoför Aslan da dahil olmak üzere herkes yüksek bir sesle gülüştü. Gaso kafasını önüne eğip, arkadaşlarının kahkahalarını duymazdan gelerek, üzerine yönelen alaycı bakışlarından da gözlerini kaçırdı.
Minibüs şose yoldaki irili ufaklı çukurları inip, çıkarak, çakıl taşlarını hızla yanlara doğru fırlatıp, toz içinde ilerledi. Bala Devlet Üretme Çiftliği’ni geçerlerken, aracın içindekiler, sanki buraları son kez görüyolarmış gibi bir duygu ile gözlerini dışarıya odakladılar. Çiftlikte sabah kahvaltısı olarak da adlandırılacak olan otlanmaya çıkan yüzlerce koyun: hızla geçip giden aracın içindeki yolculara bakarlarken, yolcular da aynı gariplik ve buruklukla, hüzünlü bir ses tonu ile meleşen sürüye baktılar. Herkesin pür dikkat sağa doğru kıvrılan kafalarını fark eden, Aslan da kafasını çevirip, baktı, o esnada yoldan çıkar gibi olduysa da, direksiyonu çabuk toparladı, bu bakışlara anlam veremedi. Ama sormaya da hicap etti.
Aslan hızla Bala’ya ulaştı. Az ileride bir kaç tane kavak ağacı ve bir kaç katlı pembe ve sarı boyalı bina gözüktü. Yol bu kısımda asfalt olduğu için toz kalkmıyordu, ama yama şeklinde yapılan onarımlar, aracın sallanmasına yol açıyordu. Kasabanın girişindeki bir kaç binayı geçtikten sonra, kaptan şoför Aslan minibüsünü hemen sağ tarafta, büyük bir avluda yer alan Tınas Tepe İlkokulu’nun önünde durdu. Umut yolcuları heyecan ve tedirginlik içinde inip, askeri bir sıra halinde ayakkabılarındaki tozları atmak için, ayaklarını yere sertçe vurarak, kalabalıktan sıyrılarak, içeri girdiler. Ellerinde hazır tuttukları resmi evrakları birer birer küçük bir masanın ardındaki görevliye uzattılar. Bekleme salonu doluydu. Boğuk bir havanın hakim olduğu salonda, Sarkık bıyıklı bir görevli bir sandalyeye çıkıp, yüksek sesle isimleri okunanların belirtilen numaralı odalara gitmelerini bağırıyordu. Kesikköprü kafilesi yürekleri ağzında, iliştikleri bir köşede isimlerinin okunmasını heyecanla beklediler.  
Aslan, yolcularının işlerinin uzun süreceğini bildiği için, aracını alıp, yaklaşık altı yüz metre ileride, ilçe merkezindeki bir kahvehaneye geldi. Yüzü sivilce kaplı genç bir garsona, büyük bir bardak çay ısmarladı. Yol üzeri pastahaneden aldığı ve bir gazete kağıdına sardırdığı iki simidi çıkarıp, büyük bir iştahla yedi. Bir taraftan da getirdiği yolcuların akıbetini merak ediyordu. Bildiği kadarı ile Almanya’ya gidebilmeleri için, tepeden tırnağa kadar sağlıklı olmaları gerekiyordu. Daha önce Kuyular Köyü’den getirdiği işçi kafilesi de aynı muayenelerden geçmişlerdi. Anlattıklarına göre, işçi adaylarını çırıl çıplak edip, at satın alır gibi, tek tek dişlerine dahi bakıyorlardı. Genelde beyaz önlüklü yeşil gözlü, sarı saçlı sağlık görevlileri, göçmen işçi adayının etrafında dönüp, mahrem yerlerine dahi bakıp, her şeyin olması gerektiği gibi yerli yerinde, olup olmadığını uzun uzun inceleyip, ellerindeki deftere not düşüyorlardı. Muayene edilenlerin en utandıkları an, kıçlarına yetkililerin gözlerinin iliştiği anlardı. Namus elden gitti deyip, umut vaat eden günler adına, bu utancı sineye çekiyorlardı.
Sandalyedeki kısa saçlı sarkık bıyıklı, cılız görevli, Kesikköprü kafilesinden önce Cemal’i, daha sonra art arda Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve en son da Gaso’nun adını cırtlak bir sesle bağırdı. Hepsi birer birer odalara yönlendirildiler. Gaso iki numaralı odada muayyene edilecekti. Heyecandan elleri terlemiş, boğazı düğümlenmiş gibi oldu. Odada üç kişilik, beyaz önlüklü, plastik eldivenli, ikisi gözlüklü bir Alman sağlık heyeti vardı. Gaso da diğerleri gibi, anadan üryan utana utana soyundu. Kalbini, ciğerlerini göğsünden ve sırtından, nefes alıp-verdirilerek ciddi bakışlarla dinlediler. Her defasında Almanca bir şeyler söyleyip, kafa sallayarak masada oturan Alman görevliye bilgi verdiler. Gaso’nun hisleri, her şeyin iyi ve yolunda olduğunu söylüyordu. En son uzun sarı saçlı olan Alman görevli kendi ağzının açarak, Gaso’nun da aynısını yapmasını söyledi. Gaso ağzını olabildiğince açtı. Yine uzun sarı saçlı Alman Gaso’nun ağzına tutulan ışıkla aydınlatılan dişlerine, karısının gün boyu ördüğü dantel tığına benzer, çelik bir aletle bütün dişlerini kontrol etti. Sıra üst çenenin sol tarafındaki azı dişlerine gelince, yüzündeki ifade aniden değişti. Tığı andıran aletin sivri ucunu, en arkadaki iki dişin içlerine batırdı. Gaso büyük bir acı duydu, gözlerini kırpmak zorunda kaldı. Alman görevli masadaki arkadaşına zafer işareti yapar gibi, parmakları ile iki dişinin çürük olduğunu anlattı. Muayyene bitmişti. Muayene sonunda Almanya’ya gidecek olanların listesini, hemen okul panosuna asacaklardı.
Mesai saati bitti. Uğultulu kalabalık meraklı gözler ile listenin asılmasını beklemeye koyuldular. Çok geçmeden sarkık bıyıklı çığırtkan görevli, üç sayfadan oluşan listeyi getirip, toplu iğneler ile sert bakışlı bir Atatürk portresinin altında yer alan, kırmızı kadifeli panoya iliştirdi. Panonun önünde insanlar birbirlerini ite kalka yığıldılar. Adını okuyabilenler, sevinç ve mutluluk bağrışları ile ellerini çırparak, aynı duyguları paylaşan arkadaşları ile kucaklaşıp sevinçlerini paylaştılar. Gaso ayaklarının ucunda yükselerek adını aradı. Hiçbir listede adını göremedi. Üzüntü ile yine ayaklarının ucunda yükselerek, tekrar tekrar baktı. Diğer bütün köylülerinin isimleri listede yer alıyordu. Kalbi duracakmış gibi oldu. Kalabalığı yara yara köylülerinin yanına geldi. Hepsinde bayram havası vardı. Gaso’yu böyle üzgün görünce, olup biteni anlamakta zorlanmadılar. Cemal ürkek adımlar ile Gaso’nun yanına geldi.
“Elo Gaso, te çırkır, listeda nave te tüne? – Ula Gaso, ne yaptın, listede adın yok mu?” diye sordu. Gaso az ilerideki iki numaralı odayı göstererek;
“Te iki numero kıro, te şansi kıro… - Koduğumun iki numarası, koduğumun şansı…” deyip, buğulu gözlerini büyük bir matemle yere eğdi. Üzüntüsü büyüktü. Her şey bitmişti. Bütün hayalleri köyünü baştan aşağı bir yılan kıvrımı ile dolaşan Kızılırmak’ın sularına düştü. Umut yolcuları olan köylüleri de Gaso’nun durumuna üzüldüler. O’na sarılıp. Teselli etmeye çalıştılarsa da nafile.
Aslan son derece mutlu on yedi ve bir o kadar da üzgün olan bir yolcusunu alıp, tekrar Kesikkoprü Köyü’nün yolunu tuttu. Gaso, aracın girip çıktığı çukurları, tozu-dumanı, çiftliğin merasında otlamaya devam eden melul bakışlı koyunları fark etmedi. Sadece;
“Te iki numere kıro, te şansi kıro…” deyip, durdu.
Kızılırmak boncuk mavisi rengini öne çıkarıp, gökyüzüne kimin daha mavi olduğunu sorar gibi nispet yapıyordu. Gaso üzgündü. Cemal, Osman, Süleyman, Hesso, Dağo, Kamil, Fevzi ve diğerlerinin sevinç ve mutlulukları gölgeli idi. Büyükcamili Köyünden kaptan şoför Aslan, mutluluk konusundaki oylamasında çekimserdi. O gün bugün, Kesikköprü’lüler iki numaralı olan her şeye ikircilikle yaklaşır oldular.

Amsterdam, 19 Haziran 2015 

*Gaso, Türkçe karşılığı Gıyasettin.


 

14 Haziran 2015 Pazar

SANCI



SANCI

"Dürtme içimdeki narı
Üzerimde beyaz gömlek var."

                            Birhan Keskin

Yazmak dünyanın en güzel eylemlerinden biridir. İnsanoğlunun dünyayı, hayatı, güzellikleri, düşüncelerini, yüreğinde barındırdığı umutlarını, aşkı, sevgiyi, barışı, hayallerini, rüyalarını ve insan olmaya dair ne varsa, dünyanın en güzel sözcüklerini, bir kuyumcu titizliği ile bir araya getirme sevdasıdır. Böylesi bir sevdalı, bu ahenkli muhteşem sözcüklerin güzelim kombinizasyonunu, kesilmiş bir kavunun buram buram kokusu gibi, olağanüstü bir sihirle, okuyucularına hemen hissettirir. Amatör bir ruhla da olsa, bu eyleme gönül vermeyegörün, o zaman; geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş, kolunuzu da büyük bir çarka kaptırdınız demektir. Oysa ilham perisi o kadar nazlıdır ki, bazılarının başında pır pır edip fır dönerken, kimilerine de küçümseyen, kısa “geçerken uğradım” uğraklarını verir. O büyük nazlar; rica, minnet, yalvar-yakar, edilen secde ve olanca ikrama rağmen çoğu zaman giderilemez. Gelmek nedir bilmeyen, ilham perinizin diyarınıza uğramayı unutması halinde, peki şimdi ne yazacağım, ne yapacağım diye bön bakışlarla apışıp kalırsınız. Bu duygu, içinizde amansız bir ağaçkakan gibi, bedeninizi içten içe tırtıklamadan da öte büyük lokmalı gagalamalarla kemirir, yer bitirir sizi. Diğer adıyla, başınıza; kovamayacağınız tatlı bir belayı aldınız demektir. Ne zaman ki, dişe dokunur bir iki sayfacık döktürdünüz, o gün size karada, havada ve suda ölüm yok demektir.
Tam da böylesi, içten içe bir kemirilme duygusu ile baş başaydı. Uzağında olduğu memleketinin çoğu gereksiz, fındık kabuğunu doldurmayan, ırkçı, şoven içerikleri ile açık olan televizyon kanallarından birinde, Türk Halk müziğinin eskimeyen yüzü Bedri Ayseli, “Maçka yollarının taşlı” olduğunun hatırlatmasını, bilmeyenlere türkü halinde bir kez daha anımsatıyordu. Oysa şimdiye; Karadeniz’in o ürperti veren doğasında yer alan Maçka’nın yollarının taşları çoktan didiklenerek ayıklandı. Yapılan duble yol mudur, bu konuda malumatı yoktu ama, gözleri yaşlı “kalem kaşlı” da neden gelip, kuş tüyü yatağında mışıl mışıl uyumuyordu. Sonra gözlerindeki o yaşlar nedendi? Mah cemalindeki bu denli zarif bir güzelliği barındırmasına rağmen, her şeyin güllük gülistanlık olmasının önündeki engel de neyin nesi idi? Güzellik, bu engelin hepten bertaraf edilmesi için, kendisine neden bi yol uğrak vermiyordu?
Pencereden, gözlerini hafif kırpıştırmalar ile uzun uzun baktı. Gece gündüz açık olan perdeyi aralamasına gerek kalmadı. Dışarıda ılık bir hava vardı. Devasa büyüklükteki ağaçlarda yer alan bahar yapraklarını usul usul sallandıran tatlı bir rüzgar esiyordu. Çöp kamyonu gürültü ile konteyneri boşaltıyor, yoldan geçen uzun bir kadın fistanını andıran, “celebe” giyen, yaşlıca, kır sakallı bir Faslı göçmen yan gözlerle, çöp kamyonuna ilgisizce bakıyordu. Karşı komşuları eşcinsel iki genç balkonda sevgi ile sarmaş dolaş duruyor, gülümseyerek etrafı gözetliyorlardı. Uzaktaki, tercihlerini bu ülkede özgürce yaşayan gençlere baktı. Onlar da bu bakışları anında fark edip, sarışın olanı sağ elini, kumral ve daha iri yari olanı da aynı anda sol elini sallayıp, selam verdiler. Mutluydular.
Bahar yapraklarına sahiplik eden, bahar dalları, kıpırtılarla sallanmaya devam ettiler. 
Güneş görünürlerde yoktu, o olanca renklerini bir çırpıda toplayıp, kayıplara karışmıştı. Yine küsmüş müydü acaba. Bu kadar çok sıklıkta küsmenin ne alemi vardı? Sorun Maçka yollarının taşlı olması ise, bu da giderilmişti. Oysa yüzünü gösterip, gelseydi, bütün renklerini yükseklerden yeryüzünün bu kısmına da saçsaydı, iyi olacaktı. Olmadı.
Körpe bahar dallarına tüneyen kuşlar karşılıklı ötüşüyorlar. Ne tür olduğunu ayırt edemediği kuşlardan biri, yukarıdan aşağıya lüks bir arabanın camını kirletti. Kuş pisliği camda geniş bir yeri kapladı. Hani gariban birilerinin, özellikle de saçları dökülmüş kel kafasına, “gezden-gözden-kıçtan” deyip, nişan alsaydı, belki de bundan sonrasında şansı yaver giderdi. Fakirin çektiği çilenin çözümünü, havadan rahmet olarak düşecek olan kuş dışkısına umut bağlaması ne kadar da acınası bir durumdu. Kuş dışkısının oluşturduğu bu boktan durum: gelmeyen, yalvarıp, yakardığınız, kul-kölesi olduğunuz ilham perisinin uğrak vermemesinden dahi berbat ve sancılıydı. Allah kimseleri bütün gün sokaklarda dolaştırıp, gökten düşecek kuş dışkısına umut bağlar hale getirmesindi.
Ağaçların hemen ardındaki geniş kanalda yeşil başlı ördekler, başlarının yeşilliğini çok da temiz görünmeyen sulara bir süreliğine daldırıyor ve sonrasında acele ile ıslanmış olan zümrütlüklerini su yüzüne çıkarıyorlardı. Bir diğeri kıçını paytak bir yürüyüşle sallayarak karaya çıkıp, yol kenarında gözlerine kestirdiği iki küçük ağaç dalını alıp, inşaat halindeki yuvasına götürdü. Görünürde yuva tamamdı ama, belki de kat çıkacaktı. Ruhsat almış mıydı, kimlerin müsaade etmesi gerekiyordu, bilinmiyordu. Büyükçe kar beyazı, uzun boyunlu bir kuğu, bahar yapraklarını hafiften sallayan rüzgardan dolayı hafif dalgalanan suda, muhteşem görüntüsü ile mağrur, kendisinden emin ve biraz da çıtkırıldım bir eda ile kıpırtısız süzülüyordu.
Açık perdelerin ardındaki oturma odasında, ilham perisinin sesi değil, ama dünyalar kadar sevdiği, eşinin ve altı yaşındaki minik burunlu, deniz gözlü, sırma saçlı kızının ayak sesleri geliyordu. Pencere pervazında daimi yerlerinde duran orkideler narin boyunlarını büküp, pembe, beyaz, kırmızı, turuncu ve mor renkteki alımlı çiçeklerini aşağılara saldılar. Köklerine salınan su ile her bir çiçekten “oh be” sesleri yükseldi. Yüreğindeki buğulu sancı yerli yerinde, köşeciğinde ince ince sızlatmaya devam ediyordu. Periler kanatlanıp gelmez oldular. Masadaki mumun alevi mavi, sarı, kırmızı renkler alarak, çırıl çıplak üşür gibi titremeler ile etrafını aydınlatarak tükendi. Fındıklardan biri çatladı. Televizyon kanalı yeni bir türkü ile fındık kabuğunu doldurdu. Oturma odasında yer alanların kulaklarını bu türkünün melodisi tırmaladı. “Bozkırın Tezenesi” avaz avaz bağırdı. Oysa O’nun ölümsüzlüğünü ispatlamasına gerek yoktu.

“Mezar arasında harman olur mu
Kama yarasına derman olur mu
Gamayı sokandan iman olur mu
Kazım'ım aslanım aman yerde yatıyor
Kaytan bıyıkları gana batıyor

Mezar arasından atlayamadım.
Döküldü cephanem (gulüm) toplayamadım.
Kama yarasını saklayamadım
Kazım'ım aslanım yerde yatıyor
Kaytan bıyıkların (gulüm) kana batıyor.”

Elbette, mezarların arasında harman olmazdı. İnsanlar bu denli küçülmemeliler. Bu büyük bir saygısızlık olur. Mezarlıktakileri ebedi istirahatlerinde rahat bırakılmalıydılar. Türküler içlerinde ne de çok sırrı barındırıyorlardı. İmansızın açtığı kama yarasının dermanı olmayabilirdi. Bıyıkları kana bulanan aslan Kazım da ölmeseydi çok daha iyi olurdu. Eğer böyle ise, dünyadan bir yiğit daha eksildi demekti.

Sarı saçlı Hollanda’lı genç kızlar, yol boyu pedal çevirip, bisikletleri ile yorgun argın evlerine döndüler. Akşam olmak üzereydi. Alaca karanlık, homojen bir dağılımla görülebilen her tarafta yoğunlaşarak yayıldı. Güneş gün boyu saklandığı, nurlu yüzünü çok da göstermediği yerden veda etti. Sokağın iki tarafında karşılıklı olarak yer alan lambalara, ışıklar saçan sihirli bir değnek değdi ve aynı anda bütün alan ıpışıl oldu. Evlerin ışıkları domino taşları gibi bir devamlılıkla art arda yandı. Yoğunluklu olarak göçmenlerin yaşadığı evlerin allı güllü perdeleri, bir şeyler gizlenmek ister gibi sıkı sıkıya kapandı. Mutfakların açık pencerelerinden buram buram yemek kokuları yayıldı. Su, soğan, sarımsak, yağ, et, bulgur, pirinç ve sebzeler ayrı ayrı tencerelerde ısınarak buluştu. Pul biber, zerdeçal, kekik, nane, tuz, köri, kimyon ve bilumum tutam tutam baharat özenle serpişti. Dünya alabildiğine dingin de olsa, bütün bu gelişmelere karşın, sancı inatla “yürek hainliğine devam ediyordu”. İlham perisi evin bilinmeyen bir köşesinde inatla saklanıyordu.

Amsterdam, 14 Haziran 2015



  

  

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...