POKEMON
İnsanlık
hali, olur ya, içinize apansız doğan tuhaf merakınıza isteminiz dışında yenik
düştünüz diyelim. Ucunu da yeni sivrilttiğiniz kara kaleminizi elinize aldınız ve oldu olacak bir Hollanda haritası da ben çizeyim dediniz. Bir de bakacaksiniz
ki, çok geçmeden kar beyazı kağıdın yüzeyinde, çizim becerinizin ürünü ve
zıplamak üzere olan bön bakışlı garip bir kurbağa görünümünü andıran bir şeklin
belirdiğini görürsünüz. Bu insana ha zıpladı-ha zıplayacak intibasını veren kurbağanın
ayakları kısmında veya haritanın tamamen güneyinde, bir yanında Belçika ve
diğer yanında Almanya ile kol kola girmiş halde konum bulan, Hollanda’nın
önemli şehirlerinden biri, kriterleri ile de dünyada ünlenen Maastricht şehrine
idi, bu kez yolculuğumuz.
Maastricht şehri adını 2000 yıl kadar önce, iki yakasına kurulduğu Maas
nehrinden alıyor. Günümüzde bir eğitim ve kültür şehri. Bakıldığında kent adeta
Almanya ile Belçika’nın omuzları arasında, insan yüreğini burkacak şekilde
sıkışmış gibidir. Meydanları, kafeleri, flemenkçenin yumuşak Limburg aksanını
da benliğine katıp, zarif makyajı ile birlikte telli duvağını takıp
takıştırmış, kurbağanın bütününden ayrıcalık gösteren, özgün, oldukça şirin,
aydınlığa uzanan Maas nehri üzerindeki birbirinden güzel köprüler ile adeta bir
masal şehri.
Şehrin
görülmesi gereken dört bir yanını kolaçan edip, gezdikten sonra biraz dinlenmek
gayesi ile gezimize ara verdik. Hava sıcak olduğu için kafenin terası balık
istifi doluydu. Kafenin konumu ve Maas nehri kıyısına olan terası ile manzarası
çok hoş olduğundan, biraz beklersek masalardan birinin boşalacağı umudunu taşıyarak, sabırsızlık ile beklemeye koyulduk. Belçika, Almanya ve Avrupa’nın
diğer ülkelerinden oldukça yoğun bir turist akını olduğu için pek çok farklı
dil birbirine karışıyor. Bu arada Mastricht’in şık, bakımlı ve güzel bayanları
da göz kamaştırıyorlar.
Şansımız varmış. Çok geçmeden masalardan biri boşaldı ve anında kimsenin oturmaması için tez elden yerimizi aldık. Siparişimizi henüz vermiştik
ki, karşıdan iki yaşlı ama, bakımlı ve yoğun aksesuarlı iki ninenin tıngır
mıngır bize doğru geldiğini gördük. Yanımızdaki iki boş sandalyeye göz
koymuşlardı. Boş sandalyeleri gösterip, masayı birlikte paylaşmamıza izin olup,
olmadığını yumuşak Belçika flemenkçesi ile sordular. Biz de herhangi bir
sakınca olmadığını, başımızı hafifçe “evet” mahiyetinde eğince, iki şık nine
yanı başımıza usulca konuşlandılar.
Nineler
meraklı gözler ile alttan alta bize bakıp, kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi
anlamaya çalışırlarken, doğrusu bizim merakımız da hatırı sayılır bir
yoğunluktaydı. Ama biz biraz daha şanslı durumdayız. Onların konuşmalarından
nereden geldiklerini hemen anladık. Kısa bir süre sonra daha yaşlı olan;
boynuna, kollarına, parmaklarına, kulaklarına ve takılabilecek her yerini
pahalı olduklarını düşündüğüm takılar ile bezemiş, kokoş görünümlü olanı söze
girdi.
“Afedersiniz, çok merak ettik, siz nereden
geliyorsunuz?”
“Türkiye’den geliyoruz ama Amsterdam’da oturuyoruz ve
buraya bir günlüğüne gezmeye geldik.” deyip süslü ninemizin merakını giderdik.
Türkiye adını duyunca, yine konuşkan olan nine, bir an gözlerini Maas nehrinin
kenarına dizili olan mimarisi bir birinden güzel binaların hemen üzerinde yer
alan, yer yer bulutların pamuk öbekleri halinde dağılmış olan mavi gökyüzüne
kaldırıp, anılarına dalar gibi oldu. Yüzlerce irili ufaklı kırışığın ardında
yer alan çağla yeşili gözlerini bir müddet yumduktan sonra, mutlulukla bize
baktı,
“Aa… Ne güzel. Bakın ben seksen üç ve bu arkadaşım ise
yetmiş sekiz yaşında. Yaklaşık otuz yıl önce Türkiye’de, Kemer’deydik. Biz dört
arkadaş kocalarımızı evde, Belçika’da bırakıp, iki haftalığına Türkiye’ye
gittik. Bu arada diğer iki arkadaşımız da, kocaları da öldüler.”
Bol
aksesuarlı yaşlı ninenin susacağı yoktu anlattıkça anlatıyordu. Nehir kenarında
cılız sazlıkların arasından dört tane yavrusu ile yola doğru süzülüp gelen
yeşil başlı bir ördek, yanlara doğru yata yata süzülüp, geldiler. Bir kıyıcıkta
buldukları ekmek parçası ile daha zümrütleşmemiş olan yavruları birlikte
ziyafet çekecekken, bir iki tırtıklamanın ardından apansız kanat çırpıp gelen
bir karga “kime nasip, kime kısmet” demeden ekmek parçasını kaptığı gibi
havalandı. Yeşil başlı ördek kargaya bildiği bütün bedduaları okuyup, lanet
yağdırarak, uğradığı saygısızlığa bir anlam veremeden, yeniden yalpalaya yalpalaya
yavruları ile sazlıkların arasından süzülüp, Maas üzerinde biri büyük dördü
daha küçük iç içe açılıp büyüyen daireler oluşturarak, görünmez oldular. Bu
arada soluklanmasının ardından nine iştahla anlatmaya davam etti.
“Dediğim gibi otuz yıl önce Kemer’de idik. O iki hafta
nasıl çabuk geçti anlatamam. Belki de hepimiz için bugüne değin geçirdiğimiz en
güzel tatildi. Bir gün sahilde dolaşırken yirmi beş yaşlarında dalgalı saçlı,
uzun boylu bir gencin bana uzun uzadıya baktığını hissettim. Yanıma cesurca
yaklaşıp, yarım yamalak ingilizcesi ile birlikte bir şeyler içmeyi teklif etti.
Baktığım zaman kendisinden iki katı daha yaşlıydım. Hani nerede ise torunum
olacak yaştaydı. O an yüreğimden bir şeyler koptu, beni çağıran bu sese yok
diyemedim. Bir kafeye gidip oturduk. Arkadaşlarım da bizimle beraber geldiler.
Adını hiç unutamadığım delikanlı isterlerse arkadaşlarım için de birilerini
bulabileceğini söyledi. Kocalarımız Belçika’daydılar. Bilinmeyen ama oldukça
heyecanlı bir macerada kendimizi bulmuştuk. Arkadaşlarım teklif üzerine biraz
nazlandılarsa da kabul etmek daha cazip geldi. Murat limonatasını usulca kenara
koydu, çıplak kolumu okşayıp, cebinden telefon defterini çıkardı. Üç ayrı yere
telefon etti. Yarım saat içinde üç delikanlı daha çıkageldi. Onlar da oldukça
genç ve oldukça yakışıklıydılar. Arkadaşlarım nerede ise yazı tura atıp,
gençlerden birini seçeceklerdi ki, Murat her bir arkadaşını diğer üç kadına
yönlendirdi. Akşama kadar aynı mekanda yiyip, içtik. Keyfimize diyecek yoktu.
Biz dört arkadaş kafenin masraflarını ödeyip, kalktık. Murat yine devreye
girip, istememiz halinde bizimle otele gelebileceklerini ve güzel bir gece
geçireceğimizi söyleyince, doğrusu ne inkar edip saklayayım, geçmiş gün
geçmişte kaldı, hepimizin de ağzı kulaklarımıza vardı. Onlara sarılıp kabul
ettik. Uzun lafın kısası Kemer’de kocalarımızın haberi olmadan, iki hafta gibi
unutulmaz bir tatil geçirdik. Tabi gençlerin bütün masraflarını karşılayıp,
kendilerine pek çok hediyeler almayı ihmal etmedik. O nedenle ne zaman Türkiye
adını duysam, biraz önce olduğu gibi kalbim hızla atıyor ve kulaklarım,
çınlıyor. Böyle işte niye saklayayım ki, dediğim gibi; geçmiş gün geçmişte
kaldı.”
Ara
sıra bakışlarımı başka yönlere çevirmeye çalışsam da pek faydası yoktu. Terasta
dünyaca ünlü Belçika biraları yudumlanırken, sadece bizim masa değil, kümeler
halinde herkes yoğun bir sohbet içindeler. Genç ve yaşlı ele ele dolaşan
gençler ve temiz giyimli yaşlılar birbirlerine bütün şirinlikleri ile
gülümsüyorlar. Serçeler korkusuzca masalara konuyorlar. İnsanların uzattığı
ekmek parçalarını minik gagaları ile parçalayıp, yutuyorlar. Kanal turu yapan
büyük botlarda insanlar, nehir kıyısındakilere el sallıyorlar. Fakat nineler
dönüp bakmıyorlar. Onlar yıllar sonra yeniden kendilerini Kemer’de hissederek,
o anları yaşlı gözlerinin önüne getirmeye çalışırken, üst üste göz kapaklarını
kırpıştırıyorlar.
Daha
genç ve üzerinde az miktarda aksesuarı olan bayan yan gözler ile bakıp, bütün
sırlarının ifşa edilmesine pek razı gelmemiş gibi görünse de, O da
memnuniyetini gözlerine kırpıştırarak belirtti.
Ne
diyeceğimizi şaşırmış bir halde nineyi kesintisiz dinledik. Öylesine güzel
anlatıyordu ki, gayet doğal, gizli ve saklı demeden bütün kutuları açıp,
gözlerimizin önüne seriyordu. Derken uzun uzadıya yaptığımız sohbetin ardından,
bizden izin isteyip, kalktılar. Ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye ve
bastonlarına dayanarak uzaklaştılar.
Ninelerimizi savmıştık ki, iki tane gencin ellerindeki mobil
telefonlarına bakarak bize yaklaştığını gördük. Ne olup bittiğini anlamadan,
yanı başımızda telefonları bize yönelik gelip, durdular. Birisi telefonunu
sırtıma doğru tutup, bir düğmeye bastı. Merakla dönüp ne olup bittiğini sordum.
Genç kekeler gibi mavi gözlerini büyükçe açarak, meramını anlatmaya başladı.
“Çok affedersiniz beyefendi. Biz pokemen yakalıyoruz
ve bunlardan biri sizin sırtınızdaydı. Onu yakaladım. Bu yeni bir oyun, hani
eskiden pokemon vardı ya, şimdi Nintendo pokemon go adlı bir oyun geliştirdi.
Pokemonlardan biri de sizin sırtınızda olunca, sizi rahatsız etmek zorunda
kaldık. Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı tekrar özür dilerim.”
Kemer’de Belçika’lı yaşlı bayanlar, para karşılığı Anadolu’lu çiçeği
burnunda gençlerin kemerlerini çözüp,
onların sırtından iki hafta boyunca hazlarının doruklarında doyuma
ulaşırlarken, Maastricht’te benim sırtımda da pokemonlar avlanıyordu. Hay
Allah, ne işi varsa pokemonların da benim sırtım da, demeden edemedim. Hayır
ama neden benim sırtımda? Kim yükledi sırtıma bu garip yaratıkları?
Yeşil
başlı ördek yavruları ile bir kez daha sazlıkların arasından yola doğru sökün
etti. Belli ki aksam yemeğini olsun kimselere kaptırmamak arzusundaydı. Vakit
geç olmuştu ve eve dönmek üzere uzun, ince ve kıvrımlı yollar bizi bekliyordu.
Ihlamur kokulu şehri, gülümseyerek ardımızda bıraktık.
Amsterdam, 20 Temmuz 2016
.