23 Ekim 2019 Çarşamba

PAPATYA




 PAPATYA

Görünen o ki; merakınız, benim gibi iri kıyım birisinin kopardığım minnacık bir çiçekle nasıl da uğraş verdiğim yönünde. Anlatayım. Bu gördüğünüz solmak üzere olan zavallı bir kır çiçeği. Solgunluğu mazeret değil elbette. Kopardığım her narin yaprak için içim kıyılmıyor değil. Gönlüm buna her ne kadar rıza göstermese de, kalbimin önüne geçilemeyen o coşkulu atışlarına kendimi kaptırıyor ve papatyanın yapraklarını tek tek koparıyorum. (Birisini öylesine çok seviyorum ki, anlatamam. Anlatsam da anlaşılır mı, doğrusu onu da bilemiyorum. O nedenle bırakın uzun zamandır içimde barındırdığım henüz karşılığı meçhul olan sevdam, kalbimin derinliklerinde cam kırıkları gibi kanatmalarla, acıtmalarla gezinedursun.) Kopan her yaprağın ardından çıkacak olan sonuca merakla bakarken her defasında yüreğim pır pırları ile yerinden çıkacak gibi oluyor. Yaptığım bilimsel bir araştırma değil. Çok bilinen, sevildiğinden emin olmak için benim de yapmak durumunda kaldığım bir aşk araştırması diyebiliriz.
Sevmek ki; nasıl da dehşetli bir duygu. Aman Tanrım; günün yirmi dört saati durmaksızın her haliyle sevdiğimi düşünüyor, hayal ediyor ve onun o buğulu nefesinin her daim kulağımın tam da dibinde alıp vermesini istiyorum. Hayatımda ilk defa bu denli deli divane âşık oluyorum. Onun da beni sevip sevmediğini, her ne kadar mahcup bakışlarından anlasam da, çokça merak ediyorum. Şu an yaptığım papatya testinden çıkacak sonuçla bir nebze rahatlamak istiyorum. O halde neyse "halim çıksın falim." Yüreğim ağzımda son yaprağı koparıyorum. Duymak istediğim ve şu an mırıldandığım “seviyor” sözcüğü. Evet, oldu. Sihirli bir kelimeydi. Ağzım kulaklarımda. Çok mutluyum.
Papatya da onun beni sevdiğini söylüyor. Havaya uçuyorum. Yer çekimi hepten yok oldu. Bir tüy misali havalanıyorum. Aklımın suyu tamamıyla çekiliyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Ne isteyebilirdim ki? Aman Tanrım, şükürler olsun sana. “Seviyor… O da seviyordu…” Katıksız yalnızlığım tez elden son bulacak. Umarım solgun papatyam doğru söylüyordur. Ya zavallı bir kuşun tüylerini yolar gibi onun yapraklarını koparmış olmamın verdiği kızgınlıktan, kırgınlığından veya bu vahşeti benden beklemediğinden, yalandan böyle söylediyse ben ne yapacağım? İçime bir kurt düşmedi değil. Buna hiç ihtimal vermesem de, ne yapıp edip bu konuda emin olmalıyım. Yüreğimi teskin etmeliyim.
Aradan zamanın biraz daha geçmesiyle kendime geldim. Her şey yerli yerine oturur gibi oldu. Zavallı papatya zaten ölmek üzereydi. Ölüm döşeğinde diyeceğim, ama bu sadece insanlara özgüydü. Bu herkes yatakta ölecek demek değil tabii ki. Hayır. Ayakta dimdik ölenler de yok değil. Hatta papatyalar da ayakta ölürler. Yattığı yerde ölmek papatya için çok yersiz bir yakıştırma olur. Anlayacağınız bunu söylemekten vazgeçtim. Hani demem o ki; papatya da olsa onu küçümsemek değil meramım. Son anlarını yaşadığı bir esnada onca çayır, çimen, ayrık otu, kekik, gelincik, yonca, hemcinsi papatya ve börtü böceğin yanı başında yalan söyleyecek hali yoktu, elbette. Minnacık bir papatya da olsa, onun da kendince bir şanı ve şerefi yok mudur? Tabii ki doğruyu söyledi.
Mevsim hazan yüklü sonbahar da olsa, benim gönlüm sarhoştu. Ormanın dört bir yanında bakmaya kıyamayacağınız altın ve kızıl renkli yapraklarla, bedenimin azımsamayacak ağırlığı ile ben de uçuşuyorum. Ağaç dallarını ıslatan bir yağmur hafiften çiseliyor. Umarsızca yoluma devam ediyorum. Çok geçmeden yağmur duruldu. Ağaç dallarının arasından bin bir renkli güneş huzmeleri sızıyor. Kuş cıvıltıları dünyanın en güzel senfoni orkestrasını aratmıyor. Püskül kuyruklu sincaplar ağaç dallarında korkusuzca dans ediyorlar. Meşe ormanında dillere destan bir renk cümbüşü hakim. Yeri kaplayan çimler ıslak. Nereden estiğini belli etmeyen, apansız çıkagelen tatlı bir rüzgâr esintisi, lop lop etli iri kıyım vücudumu tüy misali hafif kılıyor. Ben bende değilim. Başım bulutlu. Ama yeni bir yağmur yağdırmaya niyetli değilim. Bulunduğumuz kayalığın ardında annemin gizlendiğini ve kendince pek bir mutlu kikirdeyip beni izlediğini biliyorum. Anne yüreği dersem, başka açıklamaya gerek kalmaz. Varsın o da kızı bendeniz Fatoş adına kırk yılın başında mutlu olsun. Mürüvvetimi görmek onun da hakkı.
Koca ormanda kimsecikler yok. Babam Süleyman ormanda yeni keşfettiği bal kovanlarını talan etmek üzere hoplaya zıplaya uzaklaştı. Umarım Fazilet anama ve kardeşlerime de tadımlık da olsa getirmeyi akıl eder. Kız kardeşim Saliha ve erkek kardeşim Serdar daha küçük yaştalar. Öyle tatlılar ki, bakmaya kıyamazsınız. Annemin dizinin dibinden hiç ayrılmıyorlar. Bundan sonrasında o gülen gözlerinin dışında yaşamak istemediğim Reşo’mun bulunduğu kayalığa kâh ayağa kalkarak, kâh dört ayağım üzerinde yürüyerek hızla ilerliyorum. Meğerse sevdalım ayı Reşo da aynı duygularla bana doğru yola koyulmuş. (Evet, ben de bir ayıyım. Ayı ailesindenim. Sizlere hayal kırıklığı mı yaşattım. Özür dilerim. Ama sevmek her canlının harcıdır. Biz ayılar da severiz, seviyoruz, daha çok sevip, sevdalanacağız. Belki de en güzel ve gerçek olanından.) Bugün Reşo ile randevumuz var. Kız kardeşi ile haber saldım kendisine. Umutluyum. Geleceğinden eminim. Papatya falım da öyle söyledi. Ve işte orada.
Birbirimizi uzaktan görünce ormandaki ulu meşe ağaçlarını bütün dallarını sallayan homurtularla karşılıklı koştuk. Sevginin en güzel örneğini sergilediğimizden adım gibi eminim. Onlarca kilodan oluşan yağlı bedenlerimiz iki dağ misali hızla çarpıştı. Yan yana yere yuvarlandık. Pençelerimle Reşo'mun göz kamaştıran parlak tüylerini hayranlıkla okşadım. Ol bedenimi bir anda tatlı bir sıcaklık kapladı. Ürperdim. Başım alabildiğine döndü. Yerde az ilerimizde bulunan papatyalara minnetle baktım. Vurgunu olduğum Reşo’mun ağır ve biçimli bedeninin papatyaları ezmemesi için kendime doğru çektim. Aşkımdan tir tir titreyip homurdandım. Reşo yakışıklı falan, amenna kabulüm, itiraf etmeliyim ki; ona sırılsıklam aşığım. Ama ben de Reşo’mun ağzına layık, hiç de azımsanmayacak iyi bir “deveci” armuduyum desem abartıya kaçmamış olurum. Takdir sevdiceğim Reşo Beylerin.





Amsterdam, 23 Ekim 2019













9 Ekim 2019 Çarşamba

SALAVAT









 SALAVAT

Yaklaşık yetmiş beş yıl kadar öncesi (fazla kelime arayışı içine girmeden) “o zamanlar” diye adlandırılacak olursa, Camili Köyünde susuzluk o zamanlarda da büyük bir sorundu. Günümüzde “devlet babanın” onlarca yıl sonra da olsa uzanmakta hayli geciken kırık eli kısmen çözüm getirse de, aynı çıkmaz başka bir boyutu ile devam ediyor. Kana kana içilecek, ansızın çıkagelen Tanrı misafirine yapılacak bir bardak çay, bunaltan sıcak yaz günlerinde tozlu balkonların serinletilmesi için serpiştirilecek, genç kızların sürmeli güzel gözlerini andıran siyah zeytinlerin resmedildiği zeytinyağı tenekelerinin içine dikilen salkım salkım küpe çiçeklerine verilecek veya nefeslerin tüketilerek sarmaş dolaş yaşandığı şehvetli bir gecenin ardından, çok zaruri olarak alınması gereken gusül abdesti için bir bidon suyun yokluğu, Camili Köyünde sahipsiz bir ölü misali her daim sorun olarak orta yerde kalakaldı.
Yaşanan Afrika kuraklığı diğer komşu köylerin diline pelesenk olup alay konusu olarak gündemdeki yerini her daim korudu. Camililer yakalarına “kader” adı altında bir sülük gibi yapışan susuzluğun getirisi perişanlığı onlarca yıl üzerlerinden silkeleyemediler. Susuzluk belası ile adeta eşleştiler.
Kuraklık söz konusu olunca, bağ ve bahçe işleri de haliyle yapılamıyordu. “Taşıma su ile değirmen dönmediği” gibi, zaten kırılmaya yüz tutmuş değirmeni döndürmeye yakın bir yerlerden taşınacak su da nafileydi. Bazı gereksinimler konusunda dışarıya bağımlı bir ülke misali, Camili ve yörede yer alan diğer Kürt köyleri de sebze, meyve ve diğer bazı zaruri gıdaların edinimi için suların coşku ile çağıldadığı yeşillikler içindeki komşu Türk köylerine göbeğinden bağlıydılar. Hemen yanı başlarındaki komşu ilçe Kaman’ın köylerinden çerçiler cılız iki öküzün koşulu olduğu bir kağnı arabasına doldurduğu sebze ve meyveleri ile tekerlek gıcırtıları eşliğinde yaklaşık beş-altı saatlik bir yolculuğun ardından soluğu tezelden bölgedeki Heciban köylerinde alıyorlardı.
Camili Köyünden Seyfettin de, bu öykünün ilk satırlarında belirtilen ve “o zamanlar” diye adlandırdığımız zaman diliminin bir bahar gününde Küçük Camili Köyünün ileri gelenlerinden Hüseyin ağanın kızı Fayqe ile üç gün üç gece süren bir düğünle dünya evine girdi. Çifte davulun vurulduğu ve çifte zurnanın öttürüldüğü yüzlerce metreyi aşan halka halka halayların çekildiği dillere destan şenlikte bir düğündü.
Fayqe Gelin babasının varlıklı olmasından dolayı oldukça mağrur ve gururlu bir yapıya sahipti. Herkesi aşağılar, aç olarak görür ve her insanı hor görürdü. Ona göre dünyada en asil, varlıklı, soylu ve soplu bir tek onun ailesiydi. Ağa kızıydı ve ondan gayrısının hiçbir ehemmiyeti yoktu. "Gökten zembille inmek" bu olsa gerekti.
Çerçi Sadık Kaman ilçesinin yeşillikler içinde kaybolan Bayramözü Köyünden bir kağnı salatalık ile alaca karanlıkta, daha şafak sökmeden yola çıktı. Ağaçsız da olsa baharla birlikte tepeliklerin ve yer yer düzlüklerin baştanbaşa canlı bir yeşile büründüğü bahar sabahında Kuyular Köyüne ulaştı. Güneş, onun köyü gibi yeşil ama uykusuz olan gözlerine doluşuyor, kağnısının arka tarafına yan ilişmiş bir halde yol alıyordu. Bahar ile birlikte göç eyledikleri uzak diyarlardan gelen bin bir çeşit kuş kendilerine has ötüşleri ile Heciban köylerinin mavi semalarında uçuşuyorlardı. Cılız akan derelerden kurbağa sesleri yükseliyor ve Kızılırmak; yola kaplumbağa hızında devam eden kağnısı ile Çerçi Sadık’ın ardında safir bir gerdanlık gibi kalıyordu.
Sadık bütün tepelikleri aştı. Hirfanlı Barajını olanca güzelliği ile ardında bıraktı. Ter ve kir ile ağırlaşan kasketini bir çırpıda salatalıkların üzerine attı. Yokuşlarda arabasından indi, ekmek teknesinin yanı başında yürüdü. Öküzleri Kazım ve Hamza'nın sırtlarını şefkatle sıvazladı. Kazım güçlü ve atik, Hamza ise tembel ve hilekâr bir öküzdü. O nedenle Hamza'nın koşulu olduğu taraf geride kalıyor ve hep yöne doğru çekiyor, zaman zaman araba yoldan çıkıyordu. Hamza'yı satıp Kazım gibi başka bir öküz almalıydı ama şu an durumu buna hiç de elvermiyordu.
Yokuş aşağı kağnısına tekrar bindi. Elini kulağına götürüp yörede çokça sevilen bozlaklardan birini avazı çıktığı kadar bağıra çağıra yanık bir sesle dile getirdi. Heciban ellerinin bozkırında Bayramözlü çerçinin yanık sesi inledi. Aydınlanmak üzere olan ve umuda gebe güne merhaba dedi. Güneş ışınları ısınmaya yüz tutan kemikleri ile birlikte içine tatlı bir ürperti saldı. Kendisinden alabildiğine geçti. Farkında olmaksızın yukarılara baktı ve art arda bütün şirinliği ile Tanrıya gülümsedi. Bu ticareti iyi olacak ve eve yüklü bir para ile dönecekti.
Yol boyunca uğradığı diğer Heciban köylerinde, arabasını balık istifi doldurduğu yükünün yarısını sattıktan sonra, ikindi üzeri Camili Köyüne ulaştı. Köyde büyük bir düğünün daha bir hafta öncesinde yapıldığını ve komşu köyün ağasının kızının da gelin olarak geldiğini duymuştu. O halde bu gelin kendisi için yağlı bir müşteri olabilirdi. Düğün bitmiş olsa da şenliği hala kulaktan kulağa aktarılıp anlatılıyordu. Çerçi Sadık da bu duyumları köye girer girmez aldı. Düğün dağılmış olsa da, bu şenlik için Küçük Camililerden gelen davetlilerden bazıları akrabalarının yanında birkaç gün daha kalmak istemişlerdi. Sultan da bu kalanlar arasındaydı. Kardeşi Gafur’u ve çocuklarını hayli zamandır görmemişti. Köyler arasındaki mesafe çok uzak değilse de evli ve çoluk çocuk sahibi olunca bunu her istediğinde yapamıyordu. Yaşlılığında onları yeniden gelip görmek ve hasretlik gidermek için yeğeni Fayqe’nin düğünü vesile olmuştu.
Çerçi Sadık tekerlek gıcırtıları eşliğinde öküzlerini ucunda küçük bir çivi bulunan gürgen ağacından yaptığı değneğini dürte dürte taze gelin Fayqe’nin evine yaklaştı. Aynı esnada Sultan da misafirlikte bulunduğu kardeşi Gafur’un evinden çıkıp aheste adımlarla, düğün sonrası görmediği yeğeni taze gelin Fayqe’yi gelip görmek istedi. Fayqe’nin evine geldiğinde, yeğenin Çerçi Sadık’tan aldığı kocaman bir kasnak* dolusu salatalıkla evine doğru yürüyordu. Ardından kendisine yetişti. Yeğenin lütfedercesine kendisi ile hal hatır sormasının ardından, iri kıyım burnunun deliklerinden salatalıkların o dayanılmaz kokusu ciğerleri ile buluştu. Güzelim koku biraz da mide kazıntısından olacak ki, bir anda başını alabildiğine döndürmeye yetti. Çok geçmeden bütün cesaretini topladı. Yanı sıra eve doğru yürüdüğü yeğeni Fayqe’nin aldığı ve iki eli ile zorlanarak taşıdığı, canının o an çok çektiği salatalıklardan bir hamlede birisini sormadan kaptı. Tam ağzına götüreceği sırada elindeki salatalıkları hışımla yere koyan Fayqe, halasına beklenmedik bir şiddetle saldırdı. Onu, büyük bir öfke ile itip yere düşürdü. Sultan yaşlı haliyle neye uğradığına şaşırıp kalma fırsatını dahi bulamadan yan tarafta yerde bulunan büyükçe bir taşın üzerine düştü. Feryat figan eyleyip duyduğu acıyı bas bas iniltilerle dile getirdi. Çok geçmeden komşular Sultan’ı yerden kaldırdıklarında, dört kaburgasının kırıldığını anlamakta zorlanmadılar.
Fayqe süt dökmüş kedi konumunda süklüm püklüm evinin kapısından salatalıkları ile içeri girdi. O da böyle olsun istememişti. Nasıl olduysa bir an kendisini tutamamıştı. Bu açlar da hep kendisini mi buluyorlardı. Yine de varsın olsun, akrabası da olsa bu tür aç insanlar onun asaletine gölge düşürüyorlardı. Elbette bir ağa kızı olmanın getirmiş olduğu ayrıcalıkla bu durum da kabullenilecek gibi değildi. Böylelikle ona da dersini vermiş oldu. Değil izinsiz salatalık almak, yanına yöresine dahi yaklaşmamalıydı. Herkes haddini bilmeliydi. Yoksa bu açlar ordusu ile başa çıkılamazdı.
Sultan'ın tedavisi için köyde böylesi sağlık sorunlarının oluşması halinde becerisi ile bilinen Keklik Kadını çağırdılar. Gafur’un evine götürdükleri Sultan’a gerekli bakım yapıldı. Keklik Kadın kendi el yapımı olan sabun ve yumurta karışımı bir merhemi sürdü. En az bir hafta süre ile hastanın hareket etmemesi gerekiyordu. Bütün hafta boyunca Keklik Kadın her gün gelip gerekli bakımı yaptı. Bir hafta sonra da Sultan’ı bir at arabası ile Küçük Camili’deki evine götürdüler.
Aradan yıllar geçti. Fayqe aynı gurur ve mağrurlukla etrafındakileri hor görmeye devam ederek, taze gelinliğini önüne geçilmez bir mağrurlukla ardında bıraktı. Halası Sultan birkaç aylık sıkıntının ardından iyileşmişti. Ama aradan geçen yılların ardından Sultan’ın yaşı da bir hayli ilerledi. Artık bir ayağı derin bir çukurdaydı. Hastaydı. Bir yerde son anlarını yaşıyordu. Etrafın baskısı ile Fayqe de kocası Seyfettin’i de yanına aldı, halasının ve kendisinin eski köyü Küçük Camili’nin yolunu tuttu.
Kocası Seyfettin ile halasının evine geldiğinde, torunları Hediye ve Meryem onları ağlamaklı ve üzüntülü karşıladı. Babaannelerinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Fayqe ve Seyfettin başları önlerinde üzüntü ile kendilerinin helallik almaya geldiklerini söylediler. Hediye usulca Sultan’ın kapısını araladı ve odaya girdi.
“Babaanne, Fayqe ve Seyfettin Camili Köyünden geldiler. Seni görmek istiyorlar. Müsaaden olursa senden helallik istemek için gelmişler. Sultan nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri kapanıyor ve hayata tutunmak için bir hayli çırpınıyordu. Gözlerini aralayıp, gelsinler mahiyetinde başını hafifçe salladı.
Fayqe ve Seyfettin olabildiğince bir suçluluk edası ile başları yere düşecekmişçesine önlerinde inik tutmaya devamla odaya girdiler. Faqke ellerini göbeği üzerinde birleştirip titrek bir sesle (O an iyi tarafından kalkmış olacak ki, kendisinden beklenmeyecek bu saygı gösterisi, dudaklara apansız uçuklar konduracak kadar şaşırtıcıydı.) söze girdi.
“Sultan Hala senden helallik istemeye geldik. Üzerimizde çok hakkın var. Hakkını helal et. Varsa kusurumuz görmezlikten gel. Bize hakkını helal ediyor musun?”
Sultan’ın derin iki çukuru andıran gözlerine bir anda ağırlık çöktü. Ellerini çırpar gibi yaptı. Sanki birileri boğazına bastırıyordu. Nefes alamaz oldu. Önce yeğeni Fayqe’ye cevap vermesi gerekiyordu. Son salavatını daha sonra getirse de olurdu. Boğazına yapışan görünmez elleri son bir çaba ile iteledi. Ardından inilti halinde, sitem dolu bir hırıltıyla;
“Hıyar…  Hıyar… Hıyar…” diyebildi. Salavat getiremeden gözlerini bir daha açılmamak üzere yumdu. Camili Köyünde zeytinyağı tenekelerinde boy veren küpe çiçekleri susuzluktan kurudu. Balkonlar tozlarından arınamadılar. Gusül abdesti almak için su zor bulundu, ama yaşanan şehvetli gecelerin tadı ağızlarda kaldı. Hayat olarak adlandırılan su yoktu. Hayat yoktu.


Amsterdam, 9 Ekim 2019


*Kasnak: Buğday ve arpa elemek için kullanılan büyük gözenekli bir tür elek.

11 Ağustos 2019 Pazar

ÇİÇEK GÖBEĞİ







ÇİÇEK GÖBEĞİ

İtalya'da aşk şehri olarak bilinen Venedik sakinlerinin verimli topraklarından dolayı “Flora di Levente (Doğu’nun çiçeği)” adını verdikleri, Yunanistan'ın güneyindeki Zante adasında; 1798 yılında düz, kömür karası saçları alabildiğine gür, çehresi ince uzun, kaşları yay ve kirpikleri ok, güzel mi güzel bir bebek kestane gözlerini kırpıştırmalarla dünyaya açtı. Mutluluktan uçan anne ve baba, dünya güzeli oğullarının adını Dionysios koydular.
Yaklaşık 155 yıl sonra, yani 1953 yılında, başka bir coğrafyada, Siverek ilçesinde Viranşehirli bir aşirete mensup bir ailenin de, Dionysis’a benzeyen bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Anne Zaza, baba ise Kürt kökenlidir. Tıpkı Dionysios misali güzel bir çehresi olan bebeğe Uzun ailesi Mehmet adını verdi. Kahverengi gözleri çakmak çakmak, düz, katran karası ve gür saçlıdır minik bebekleri. Etrafına durmaksızın gülücükler saçan Mehmet ailesinin bir anda neşe kaynağı oluverdí.
Aralarında çok “kız alıp vermemişler ve tavukları birbirlerine karışmamış” olsalar da her iki bebeğin memleketleri asırlardır yaka yakaya komşudur. Çok sonraları; biri Türkiyeli Kürt bir yazar ve şair, diğeri Yunanlı bir şair olarak dört bir yanda ünlenirler. Her iki edebiyat emekçisinin doğduğu komşu topraklar, asırlar boyu pek çok medeniyete beşiklik edip birbirinden kopmaksızın, yan yana ve kol kola birlikte Ege’nin boncuk maviliklerine ayaklarını uzatırlar. Bu coğrafyada yer alan halklar kültürleri, yemekleri, gelenek ve göreneklerinin biri diğerinden çok farklılık göstermez. Her şey aynı sıcaklık, samimiyet, içtenlik ve güzelliktedir. Öyle ki: Mehmet Uzun Yunanistan’da, Dionysios Solomon’un misafiri veya tam tersi Solomon Türkiye’de Mehmet Uzun’un konuğu olsaydı, kendilerini hiç yabancı hissetmeyeceklerdi. Hiçbir şeyi garipsemeyeceklerdi. Aynı zaman dilimine denk gelen bir evrede yaşasalardı, elbette birbirlerini şeref misafiri olarak kabul edip ağırlayacaklardı. Lakin Mehmet Uzun kader ortağı Solomon’dan yüz yıldan fazla bir zaman sonra hayata çakmak çakmak gözlerini açtığı dünyada, çileli bir hayat sürdürdüğü bir süreçte bu buluşma sağlanamadı.
Mavinin en güzel tonlarının hakim olduğu dünya güzeli Zante adasında yerleşik olan Solomon ailesi, belli bir yaşa gelen Dionysios'un daha iyi bir eğitim alması için karşılarındaki komşu çizme İtalya’ya gönderirler. Dionysios İtalya’da iyi bir eğitim alır. Genç yaşta yıllarca öncesinde ülkesinden ayrıldığı için ana dilini unutur. İtalyancaya hakimdir. Yıllar yılları kovalar. Takvim yaprakları 1821 senesini gösterdiğinde Osmanlı-Yunan savaşı başlar. Savaş 125 yıl aralıksız devam eder. Dionysios ülkesi adına üzgündür. Tatlı bir imbat rüzgârının estiği bir yaz gecesinde rüyasında gözlerinde tüten annesini görür. Annesi beyaz bir gelinlik içindedir. Üzgün ve ağlamaklıdır. Yosun yeşili gözlerinden zümrüt tanesi yaşlar süzülmektedir. Mırıltılar halinde oğluna yalvar yakar olur. Çaresizdir.
“Dionysios… Oğlum gel artık. Özledim seni oğul. Hasretine dayanacak gücüm kalmadı. Kolum kanadım kırıldı. Yalvarırım gel artık. Helen toprağında büyük bir savaş var. Eli ayağı tutan herkes cephede. Savaş acımasız. Her gün yüzlerce insan ölüyor. Gel oğlum, gel artık.” der.
Mehmet yedi yaşında Siverek’te okula başladığında tek kelime Türkçe bilmemektedir. Okulun ilk günlerinde çok bozuk bir Türkçe ile okunan andın ardından, arkadaşı ile biraz olsun bildiği tek dil olan Kürtçe ile konuşurken, öğretmenlik görevi yapan bir asteğmenin attığı tokat ile cılız yanağı allanır. İncinir. Çok acı duyar. Öğretmen ise hiddetlidir.
“Kürtçe konuşmak yasak demedik mi? Türkçe konuş.” Bilse Türkçeyi konuşacak. Lakin bilmediği bir dili nasıl konuşur! Gökten vahiyle “Türkçe konuş ya Mehmet” diyen de olmamıştır ki, konuşsun. İçi yanağından çok daha fazla acımıştır. Tokadın acısı on dakika sonra geçse de, ancak yüreğindeki sızı ömrü boyunca her daim varlığını sürdürür.
Dionysios ait olmadığı topraklarda daha fazla kalamayacağına karar verir. Tez elden Venedik’ten bir tekneyle ardında bıraktığı adası Zante’ye döner. O bir şairdir. Savaşta bir şair ne eyler ki? Olsa olsa var olan isyan için şiirler yazar, özgürlüğü haykırır. Böylelikle kendi insanının yanında yer alır.
Kendi adasında insanlar tanıdık olsa da konuştukları dil, kendisine alabildiğine yabancıdır. Halkını yüreklendireceği, özgürlük şarkıları yazacağı dilden tek kelime bilmeyen, bihaber olan bir şair ne yapabilir ki? Büyük bir azimle halkının arasına katılır. Duyduğu bütün kelimeleri tek tek not eder. Öğrendiği her kelime umutlandırır kendisini. Hatta ilk kez kulağına gelen kelimeler için kelime sahiplerine para öder. Böylece adanın dört bir yanında adı; “kelime satın alan adam” olur. Kelime avcısıdır artık o.
Mehmet Uzun yaşamını 1977 yılına kadar Türkiye’de sürdürür. Genç yaşta can güvenliği nedeni ile İsveç’e gitmek zorunda kalır. Sürgünlük hayatında, ana dilini çok da iyi bilmediğini fark eder. Tıpkı Solomon gibi, o da Kürtçe dilinde doğduğu toprakların çok uzağında kelime avcılığına çıkar. Dengbejlere koşar. Onları can kulağı ile saatler, günler boyu dinler. Duymadığı, bilmediği kelimeleri yakalamaya çalışır. Sürekli notlar edinir. Kafasını üst üste yığılı sözlüklerin birinden kaldırıp bir diğerine gömer. Büyük bir kırıma uğramış olan dilini en iyi şekilde eksiksiz öğrenir.
Zante Adasında Solomon’un kelime satın aldığı dilden dile dört bir yana ulaştığından, para kazanmak isteyen fakirler kelime satmak için şaire koşarlar. Şair sürekli yeni sözcükler satın alır. Aşk, sevgi, sevda, koku, serçe, kaplumbağa, kalp, gökyüzü ve binlerce kelimenin ne anlama geldiğini uzun bir uğraşının ardından öğrenir.  Şiir yazmanın zamanı gelmiştir artık. Uzun soluklu olacaktır yazacağı şiir. Dünyanın en uzun şiirini, 156 kıtadan oluşan “Özgürlük İlahisini” kaleme alır ve şiir Yunan milli marşı olarak kabul edilir. Böylelikle Solomon savaş halindeki halkının yanında yerini alır.
Kollarını sıvayıp yazma sırası Mehmet Uzun’dadır artık. Ve Mehmet Uzun yaralı-yasaklı bir dilde art arda büyülü romanlar yazar. Yaşar Kemal meslektaşının yazım sanatını aynen şöyle tanımlar.
“Mehmet, kaynakları tüketilmiş ve damarları koparılmış olan bir dile can vererek dikenli yolları aşan bir yazardır.” Hummalı bir çalışma ile sancılı bir dilde yazdığı romanların sayısı kısa sürede yediye ulaşır.
Yunanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filminde kelime avcısı şair Dioynsios’un yaşamını uzun uzadıya işler. Filmde Alexondros adlı yaşlı ve ölümcül bir hastalığa yakalanan bir şair ve Arnavut kaçak göçmen bir çocuk vardır. Alexondros Arnavut çocukla Solomon’un yaptığı gibi kelime oyunlarına girerler. Böylelikle Solomon’un yarım kalan “Hür Esir” şiirini tamamlamaya çalışır. Çocuktan her defasında kelimeler satın alır. Üç kelime çok önemlidir.
Çocuk ilk önce “çiçek göbeği” anlamına gelen “korfulamu” kelimesi ile ayakları birbirine dolana dolana Alexondros’a koşar. Sözcük aynı zamanda anne kucağında uyuyan bebeğin duyduğu iç huzur, şefkat ve sevgi anlamlarını da içerir.
İkinci olarak “xenitis” sözcüğünü satın alır. Her yerin yabancısı ve daimi sürgünü anlamındadır.
Ağır bir hastalığa yakalanan Mehmet Uzun da en nihayetinde doğduğu topraklara döner. Yakalandığı ölümcül hastalıktan kurtulamayacağını bildiği için gözlerini dünyaya kendi insanlarının arasında kapatmak ister. Diyarbakır'da "Veni Vidi" hastanesinde tedavi görür. Hastanenin adının anlamında olduğu gibi, "Gelir Görür" ama Viçi kelimesi gerçekleşmez.
Diğer yanda kaçak Arnavut çocuğu bir gemi ile Amerika'ya gönderen Alexondros sürekli bağırır.
"Yarın nedir? Zaman nedir? İnsanlar nasıl seveceğini neden bilmez, anne?"
“Zaman sahilde çakıl taşları ile oynayan çocuktur.” gibi yüreklere burukluk veren bir tümce ile başlayan film, en son Selanik limanında yürüyen kalabalığın arasına dalan çocuğun getirdiği “argathini” kelimesi ile devam eder. Filmin başlangıcındaki burukluğu burada da hissedersiniz. Çünkü bu kelime; karanlığın derinliği veya her şey için geç kalınmış olmayı anlatır. Arnavut çocuğun, bir polis arabasının çarpması ile ölen arkadaşı Selim’in ardından yaktığı bir ağıtla kareler filmin sonunu getirir.
Nefes aldığı halde gün geçtikçe birer gölgeye dönüşen, düşünen ama ne abestir ki; hissetmenin çok uzağına düşer mi oldu günümüz insanı? Öyleyse, yazık! Hayıflanmadan edilemiyor. Üstümüze sinmiş olan bütün duyarsızlığa karşın, Ege Denizi'ne birer “kısrak başı gibi uzanan” komşu iki ülkenin büyük şairi Dionysios ve biricik yazarı Mehmet Uzun’nun dayattıkları hüznün bütün bedenimizi kaplamasına engel olamayız. Türküde “hey Selim” diye seslenilse, ağıt yakılsa da, duygularımızın önüne geçmekte zorlanıp kendimizi belki de: “Hey Dionysios… Hey Mehmet…” diye seslenir ve sorulanlara cevap arar buluruz.
"Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi?
Polisler mi var orada askerler mi?
Hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm gece
kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu.
Noel'di, çanlar çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya'dan, Napoli'den,
Şu koca dünyadan bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat bize
Şu koca dünyadan bahset.
Hey! Selim, konuş, konuş bizimle... "

Amsterdam, 11 Ağustos 2019


11 Temmuz 2019 Perşembe

KINALI





KINALI


“Sen yine de benden yana,
ferah tut yüreğini.
Benim hüznüm,
yakasından eksik etmez çiçeğini..."       Metin Altıok

Yaz ortası. Boğucu sarı sıcak dört bir yanda kol geziyor. Gün, ışıl ışıllığına çoktan kavuştu. Ay bir kez daha küskün, pılısını pırtısını topladı. Buruştura buruştura muşmulaya dönüştürdüğü güzel yüzünü düşürüp bir yerlere seyirtti. Bu küçük şirin sahil kasabasının çıkışına yakın, genişçe bir düzlükte, safir deniz sularının bir sigara içimi uzağında, sarı boyalı, tek katlı büyükçe bir ev. Taş örmeli geniş bahçe duvarlarının üzeri dikenli tellerle çevrili. Görünürlerde bahçede ve etrafta kimsecikler yok. Bir tek serçeler hareket halindeler. Sohbetlerine de diyecek yok. Ağaç dallarının birinden diğerine kısa "pır pır uçuşları" ile konuyorlar. Evin bahçesinde meyve ağacı olarak kalın gövdeleri kireçle boyalı beş zerdali ağacının beşini de güneşi gören tarafları kırmızıya çalan, yumurta sarısı zerdaliler basmış. Bahçe duvarının dipleri bakımlı, birbirinden alımlı rengarenk çiçeklerle bezeli. Ağaç dalları zerdalilerin ağırlığından "Buyursunlar efendim, hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz." türünden yerlere doğru eğilmelerle kırılacaklarmış gibi görünüyor. Boğumlu dallardaki zerdaliler, yoğunlukları ile adeta üzüm salkımı görünümünde.
Bahçe avlusunun orta kısmında yer alan evin kapısı çok geçmeden usulca aralandı. Gül desenli eteğin altında aheste atılan adımların bahçeye getirdiği ev sahibesi Melek Hanımdı. Beraberinde Berfe de vardı. Bahçede akasya ve asmalar ile örtülü kamelyaya yerleştiler. Birkaç tane buz attığı kızılcık şerbetinden bir yudum aldı. Kırışıklara meydan okuyan kapalı göz kapaklarını aralayıp Berfe’ye baktı. Berfe'yi kendisini süzer buldu. Derinden olanca sevecenliği ile ona;
“Canımm…” deyip göz kırptı. Yetmişli yaşların basamaklarını tırmandığı bu zamanda Berfe’den başka da kimsesi kalmamıştı. Güngörmüş, kültürlü, bilgili, alımlı, pozitif enerjili ve asil bir kadındı. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş canının özü bir tek oğlu vardı. Murat. O da yıllarca önce evlenmiş, Melek Hanımın yedi yıl kadar önce yerleştiği bu sahil kasabasına değil, eşi ile birlikte uzaklara, İstanbul’a yerleşmişti. Geçen yıllar oğlunu baba kılmayınca, Melek Hanım da torun sahibi olamadı. Bu güzellikten ve duygudan da mahrum kaldı. Güzelliğini tadacağını umduğu bütün beklentileri yarım kalakaldı.
Hafiften esen ılık bir rüzgârla zerdali yüklü dallar sallandı, yapraklar bir ağızdan hışırdadılar. Bütün bahçeyi buram buram yasemin kokusu sardı. Melek Hanım havaya savrulan kurşuni saçlarını, nar kırmızısı ojeli ince uzun parmakları ile düzeltti ve ardından meyveyle dolup taşan dallara baktı. Gözleri, parmağından hiç çıkarmadığı kocasının hatırası,  manevi değeri çok olan pırlanta ve ortası yakut taşlı antika yüzüğe takıldı. Dolgun, yine nar kırmızısı rujlu dudakları ile hafifçe tebessüm etti. Kocasının evlilik teklifinde bulunduğu o an, dizlerinin üzerinde masumca çöküşü, bu yüzüğü uzatması, titrek bir sesle; "Benimle hayatı paylaşır mısın?" diye sorması, kendisinin art arda "Evet... Evet... Evet..." demesi ve sonrasında olabildiğince sıkıca birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden saniyeler içinde çarçabuk geçti. Buğulanan gözlerinden yanaklarını okşayan iki damla gözyaşı boncuklar halinde biçimli çenesine doğru kaydı. Yüreğinde hoyrat ayaklar tarafından ezilmiş bir gülün hüznünün benzerini hissetse de, bunu Berfe'ye belli etmemek için bir çırpıda toparlanmaya çalıştı. Ola ki, görür diye; tez elden hiçbir şey olmamış gibi yüreğinin ezincini bir tarafa koyup, bütün şirinliği ile gülümsedi.
Gözlerine inanamıyordu. Bu yıl çok bereketliydi. Bunca zerdaliyi ne yapacaktı? Kimseler de yoktu ki onlara dağıtsaydı. Olmadı bir kısmını kurutur, birazını reçel yapar ve arta kalan yüklüce miktarını da konu komşuya dağıtırdı. Kendisi ne kadarını yiyebilirdi ki, taş çatlasın yıl boyunca iki-üç kilo kadar. Berfe de yemezdi. O bir kınalı keklikti ki, kekliklerin zerdali yediği görülmüş şey değildi.
Berfe'si ile baş başaydı. Birbirlerinin rüyalarında yaşıyor gibiydiler. Bütün sıkıntılarını derin bir hüzünle akan bir suya anlatır gibi bir tek ona anlatıyordu. Berfe de onu usluca dinleyip, üzüntüsünü paylaştığını belirtmek için kınalı tüylerin kapladığı pençesi ile toprağı eşeliyordu. Yine ol hikâyesini sil baştan anlatmaya koyuldu. Asıl önemlisi, bitmek tükenmek nedir bilmeyen, kendisini tamamen savunmasız bırakan yalnızlığı canına tak etmişti. Altından kalkılacak gibi değildi. Bir uğrak verip selam veren Allah'ın tek kulu yoktu.
Eşi matbaacı Sefer Bey evliliklerinin üzerinden on beş yıl kadar geçmişti ki, yakalandığı amansız bir hastalık sonrası çarçabuk dünyaya gözlerini kapadı. Sadece dünyaya değil, Meleğine de gözlerini kapadı, veda etti ve onu bir başına yapayalnız koydu. Dünyaya veda etmekle kocası onların birlikteliğinden vazgeçmiş oluyordu. Acımasızca; "Hoşça kal canımın içi hoşça kal/ Hoşça kal gözümün nuru hoşça kal/ ........./Vakit tamam/seni terk ediyorum." dedi. Tam da ona ihtiyaç duyduğu, yanında ve kendisine her yönden destek olmasını beklediği, elini sıkıca tutmasını, gözlerinin derinlerine bakmasını istediği bir zamanda ardına bakmadan çekip gitmişti.
Onunla birlikte olmak belki de vaat edilen cennetti. Lakin bu mutluluğu kısa sürdü. Bulunduğu cennetten Adem ile Havva misali kovuldu. Oysa hiçbir suç veya günah işlememişti. Pür ve kar gibi aktı. Bırakın yasaklı elmayı yemeyi, bahçesindeki zerdalileri bile yiyemiyordu. Bütün suçu güzelliklerden, insanlıktan, eşitlikten, hak ve hukuktan yana mı olmaktı? Ömrü boyunca bu insani değerler için mücadele etmemiş miydi? Bilemiyordu. Bu muammanın içinden çıkamıyordu. Bu cennetin tek meyvesi oğulları ki, Sefer Beyin ölümünden sonra hem annelik, hem de babalık ettiği Murat anacığını diz boyu vefasızlığı ile kırk yılın başında bir kez arıyordu. Oğlunu gözünden sakınır, yemez yedirir, ona en iyi koşulları sağlamak için yaralı bir serçe misali çırpınmıştı. Yeter ki iyi olsun, yeter ki o mutlu olsundu. Nerede yanlış yapmıştı, bunun cevabını bulamıyordu. Canı sağ olsun, yeter ki acılarını görmesin o da kendisine yetiyordu. Ona özlem duyarak kendisi acı çekse de olurdu. Bu nedenle sol yanında hasretle pır pır atan kalbi alabildiğine hicrandı. Bu uzak sahil kasabasında canından öte canı, arkadaşı, sırdaşı, yoldaşı ve biricik dostu Berfe’den başka kimi kimsesi yoktu. Her yanı kınalı, onu anlayan, dinleyen ve üzüntüsünü paylaşan yüreği büyük, küçük bir cana sığınmıştı.
Melek Hanım hüzünlü bir anlatımı takip eden matemli bir bakışla elini Berfe’ye uzattı. Tepeden tırnağa onun rengârenk, parlak ve kaygan tüylerini uzun uzadıya okşadı. Berfe sahibesinin bir somun ekmeği sıcaklığındaki ellerinden yayılan şefkati, bedeninin bütününde hissetti ve hoşlukla mayıştı, teslim oldu. Sonrasında Melek Hanımın badi parmağına uzun uzadıya yanağını sürttü. Mutluluktan bir iki öttü. Kafesini doğru gitti. "Bir arkadaşa bakacağım." der gibi yeniden kapısı açık olan kafesten çıktı. Ayçiçeklerinin, sardunyaların, hanımelilerin, mor salkımların, yaseminlerin ve mis amber kokulu kızıl güllerin arasında birkaç kez volta attı. Sonrasında cam parlaklığındaki minnacık gözlerini, Melek Hanımın boncuk mavisi gözlerine dikti.
Etrafta kuş cıvıltıları dışında büyük bir sessizlik hakimdi. Melek Hanım her gün olduğu gibi birazdan Berfe’ye yine kitap okuyacaktı. Bugün sıra Kum Kent Öyküleri adlı kitaptan, önce Kör Zewe ve sonrasında bir kez daha Mujik ile Tujik öykülerini okuyacaktı. Berfe’ye daha önce defalarca Mujik ile Tujik adlı iki kirpinin aşkını anlatan öyküyü okumuştu. Berfe bu öyküye bayılıyordu. O nedenle onu mutlu etmek için okunan her öyküden sonra, bir kez daha bunu okuyordu. Mujik veya Tujik’in adını duymaya görsün hemen Melek Hanımın yanı başına bitiyor, “çuk… çuk… çuk…” diye bir kaç kez öttükten sonra gagasını yanlamasına sahibesinin dizine koyuyor ve pür dikkat dinliyordu. Belki de Mujik’e âşık olmuştu. Berfe’ye göre doğrusu Tujik şanslı diken yumağı dişi bir kirpiydi. Görünen o ki; Berfe öyküdeki Mujik’e karşı minik yüreğinde platonik bir aşk barındırıyor ve bu sevda onu ondan alıyordu.
Berfe can kulağı ile dinliyor, bir yandan Kör Zewe’nin öyküsüne hüzünleniyor, bir yandan da Mujik ile Tujik’in aşkını kıskansa da, bir an evvel Melek Hanımın okuyacağı iki kirpinin büyülü aşkına kulak vermek için sabırsızlanıyordu. Akşamın alaca karanlığının bastırmasına az bir zaman kaldı. Var olan koşullarla yaşamanın tadını çıkarma yoluna gitmekten başka çareleri yoktu. Berfe heyecanlı, Melek Hanım da şen şakrak gördüğü dostunun bu halinden mutlu oluyor ve yüreğindeki matemi kovmaya çalışıyordu.
Beklenen alaca karanlık zerdali ağaçlarını da içine alacak şekilde dünyanın büyük bir kısmını kapladı. Melek Hanım ve Berfe bir kez daha araladıkları evlerinin kapısından içeri daldılar. Pencerelerden lambaların loş ışıkları dışarı süzüldü. Bahçe sessizliğe teslim oldu. Ağaç dallarındaki serçeler başka bahçelere doğru hızla kanat çırptılar. Küskün ay, gecenin ilerleyen saatlerinde yüzünü buruşturmalarla çıktığı seyahatinden döndü. Mehtap derin uykudaki Melek Hanım ve Berfe'nin sarı boyalı evini sevgili gibi yeniden sarıp sarmaladı.



Amsterdam, 11 Temmuz 2019

14 Haziran 2019 Cuma

ANNEM





                                                        Foto: Robin Yılmaz

ANNEM

Annem hasta. O yaşlı bedeni ve yüreği bir hayli zamandır yorgun. Orta Anadolu bozkırına öbek öbek köyler halinde serpişmiş olan Heciban Aşiretinden, namı diğer annem “Kör Zewe’nin” kalbi son birkaç yıldır tekliyor ve nefes almakta güçlük çekiyor. Zorlu bir yazma çabası içinde olduğum öykülerimde; eskiden beri anneme köylülerimin de dediği gibi Kör Zewe diye seslenmekte hiç ikirciklenmez ve zorlanmazdım.
Annemin böylesine çok yönlü bir öykü kahramanım, tılsımım ve aynı zamanda ilham kaynağım olmasından dolayı kendimi oldukça ayrıcalıklı hissediyorum. Aramızda sular seller gibi coşkulu bir dostluğumuz, arkadaşlığımız ve göz kamaştıran bir hukukumuz var. Garabete bakın ki; hasta olan bir insana hala "Kör Zewe" demeye devam ediyorum ve ağzıma en acısından isotlar ve biberler sürmekten kaçınıyorum. Aslında yaramaz bir çocuk gibi bunu çoktan hak ettiğimi de biliyorum. Devasa bir anne-oğul dostluğunun varlığından ve yekpareliğimizden söz ediyorum, bu fütursuzluk ondan mıdır dersiniz? Belki de yıllardır edinilen bir kanıksamadır, diye de düşünüle bilinir.
Bu adla hitap ettiğimde asla gocunmaz o. Böylesi bir sorunu yok. Hatta tam tersine gülümser. Ola ki kazara telaffuz ettiğimde, bunu saygısızlık olarak da algılamaz. Ama, şimdilerde annem hasta ve kendisine böyle seslenmeye dilim varmıyor artık. Annemin söylemeye alışık olduğum bu lakabı dilimin ucuna geldiği zaman içimde gürültülerle bir şeyler kopuyor, kırılıyor ve yüreğimde dayanılmaz bir acı hissediyorum bundan sonrasında. Annem hasta artık!
Bir yıl gibi bir zaman dilimi içinde birkaç defa kalp krizi geçirdi. Her defasında onunla birlikte ben de gidip geldim, ölüp ölüp dirildim. Altmış yaşına kırık bir merdiven dayayan ben, bir anda küçüldüm, çocuklaştım.  Şimdilerde tam altı yaşındayım. Ürkek ve acemi gözlerle etrafıma bakınıyorum. İçim ıslansa da, zaman zaman sessizce ağlamaktan kendimi alıkoyamıyorum. Yıkıntılıyım. Ona bir şey olursa bu uçsuz bucaksız dünyada ne yaparım, yapayalnız. El insaf, daha altı yaşındayım. Merhamet dileniyorum senden ey Tanrım!
Aslında hiç büyümedim ki ben, hem onun gözünde ve hem de benim anneme karşı olan hissiyatımda, her daim çocuk kaldım. Oysa hangimiz annemiz karşısında çocukluğumuzu ardımızda bırakmış hissederiz ki?  Renk renk misketlerimiz zulamızda bizi beklerken, ömrümüzü annemiz karşısında böyle süklüm püklüm geçiredururuz.
Küçüğüm ya; okumayı da hecelemelerle yeni yeni söküyorum. "Uyu Ali uyu." okuma fişlerindeki meşhur Ali bana kalırsa çok uyudu, bu kadarı yeter. Dürte dürte zoraki uyandırdım onu. Kahvaltı yapmamış. Birlikte kahvaltı yaptık. Ali’ye geçen hafta ilk defa “topu attırdım.” Şimdilerde Ayşe’ye başarabilirsem “ip atlatacağım.” Saklambaç oyununda bu denli becerisizlik. İnanılır gibi değil. Sobe olmakta üstüme yok. Laf aramızda yaşıtım bir kıza da aşığım. Adını söylemeyeyim. Bende saklı kalsın olmaz mı? Bakla azıcık da olsa ağzımda ıslansın. Biraz ketum kalmanızı diz kırıp rica ediyorum. Merak edip araştırmaya kalkmayın lütfen.
Annem benim. Her canlı böyle çok mu sever annesini? Mesela kirpiler, kurtlar, kuşlar, böcekler, aslanlar, tilkiler, hatta ve hatta kardeşlerim, köyün çobanı Aber, bekçi Memet, Deli Rısto, şairimizden kahraman olarak ödünç aldığım Bursalı Havlucu Recep, "yüz yıldır yalnızlığa" doyamayan Kolombiyalı yağız delikanlı Latino Gabo, Apartheid’in parlayan yıldızı "dark çikolata" Madiba, Monet, Ara Güler, Yaşar Kemal ve diğerleri annelerini benim kadar çok mu seviyorlar veya seviyorlardı? Sanmıyorum. İmkânsız bu. Kıskanırım. Olmaz, olamaz, oldurmam ki! Onu her anımsadığımda; süt köpüğü sularını yüreğimin irili ufaklı dağ ve tepelerinden toplayan, adeta kendi denizini arayan bir sevgi nehri yüksek debisi ile kayalara ve taşlara çarpa çarpa içimde akıp gider. İçim güneş altında kalan bir çakıl taşı gibi ısınır. Bedenime dokunan elim yanar. Onun varlığı ile hayata daha çok tutunurum.
Hastane yatağında bir başına, günlerce öylece yatması içimi lime lime ediyor, derinden acıtıyor. Onun bu hali, hüzünlenen yüreğimi bir beşik misali sallıyor. Kalksın, onlarca yıl öncesinde olduğu gibi elimden tutsun, yine köy meydanına götürsün beni. Amcalarımın çocukları ile oynarken, uzaktan bana baksın, gözetlesin, kollasın, gerçekte ve hayatta da düşmemem için dualar etsin. Ama amcalarımın çocukları benim gibi altı yaşında değiller ki. Elli-altmış yaşlarında onlar. Benimle oynarlar mı ki?
Hiç olmazsa bir tarafa fırlatıversin takılı serum hortumlarını, kutular dolusu kimyasal ilaçlarını. Başında zangoçlar misali bekleyen beyaz gömlekli doktorlara; "Sağ olun, var olun iyileştim ben. Başka hastalara bakın." desin.
Kar beyazı çarşaflı yatağının kenarına usulca oturdum. Kestane rengi gözleri ile uzun uzun hüzün damlayan kestane rengi gözlerimin içine baktı. Kestane diyarının derinliklerinde kayboldum hepten. Konuşmadı. Yüzündeki çizgileri demini iyice almış annem, derin bir suskuya büründü. İçindeki sessizliği merak ettim. Serum takılı elini usulca ve şefkatle titreyen elimin üzerine koydu. Bütün dallarım bir anda göverdi. Suskunluğu bitti. Bakışları ile adeta öyküde olduğu gibi: “Kamber Ateş nasılsın?” diyordu. 12 Eylül döneminde bildiğiniz bir öyküdür, Kamber Ateş öyküsü. Sevindirici olan ben mahkûm değildim ve annem de demir parmaklıklar önünde ziyaretçim değildi. Ama yine de dedim ya;
“Kamber Ateş nasılsın?” diye sordu bana.
“İyiyim annem, iyiyim. Var olasın. Asıl sen nasılsın?” Gözlerini kenetlenen ellerimize indirdi. Nutkum tutuldu. Gözleri yeniden konuştu.
“Kamber Ateş nasılsın?” Sözcükler boğazımda düğümlendi. Bir süre sonra heceler halinde sesim yarım açık tülbendini aralayıp pür dikkat kesilen kulaklarına ulaştı.
“İyiyim annem, iyiyim. Sen nasılsın? Ağrın, sızın var mı? Sen iyiysen ben de iyiyim.” Onun gözleri ile sorduğu soruya benim sesli cevap vermem üzere olabildiğince sevecenliğiyle gülü gülüverdi.
“Kamber Ateş nasılsın?” Onlarca kez daha aynı soruyu sordu. Uzun süre, süt beyazı tülbendinin altından taşan dalgalı saçlarına yıllar önce lapa lapa konan ve yaz ortasında dahi erimeyen karlara sessizce bakakaldım. 
…….............................................................................................................
Annem mi? Bütün canlıların anneleri gibi iyidir annem. Yağmur kokulu bir rayiha, bir iksirdir. Yumruk kadar yüreğinde eksik olmayan nevbahara dünyayı sığdırmakta şaşılası hünerdedir. Güzelliktir, sıcacık samimiyettir, akrabalıktır, dostluktur, acı paylaşandır, mutluysanız mutlu olandır, gözleri ile gülendir, hayattır ve her şeyden önce insandır. Şimdilerde ölürüm diye korkuyor. Lakin kim korkmaz ki "kalleş ölümden?" Acısı ve tatlısı ile vazgeçilemeyen değil midir yaşamak? Hele bir de ardında benim gibi altı yaşında bir çocuğu bırakmak. Olacak şey mi hiç? Hayır… Hayır… Hiç de adil değil böylesi. Daha dün, bin beş yüzlü yılların sonlarında tırnaklarını kuvvetlice yaşama kenetleyip gitmemekte direnmedi mi, 66. sonesinde hani “Kötülerin Yemen’e kadı olmasına” isyan edip, avazı çıktığı kadar bağıran bizim İngiliz William Shakespeare?
“E… Kardeşim William, Londra nere, Yemen nere?” diye sorsa da cahil.
“İyi ama kötüler kadı olmuş Yemen’e. Nerede kötü varsa karşısındayım.” dese de, meramını anlatamaz ki Shakespeare.
         Ama gelin görün ki, çekip gitmenin ne denli zor olduğunu aynı sonede devamla, iki sihirli dizesi ile bir güzel dile getirmedi mı kendileri?
“Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”
Tanrıya şükür en nihayetinde bu badireyi de atlattı anacığım. Sevgi ile bakmaya devam ediyor. Gözleri ile konuşuyor. Dost gördüğü herkesi sıcacık bir samimiyetle buyur ediyor yanı başına. Yeri doldurulamaz manevi gölgemiz olmaya devam ediyor. Onun duldasında kalmak bize bir hayli iyi geliyor. Ve annem beş yüz yıl daha da var olacak. İnsanların hatırını bütün candanlığı ile soracak.
Gözleri ile gülecek, sevgi ile etrafına bakınacak. Çaylar, şerbetler ve patentli-üstü tavuk butları ile bezeli, tereyağlı Kürt Pilavı sunumu devam edecek anacığım. Bol köpüklü ayran ve kuru soğan da eksik olmayacak. Hadi çekinmeyin buyurun. Afiyet olsun. Herkese yeter bu dünya. Herkese yer var bu sofrada. Her daim var olsun analar!       


Amsterdam, 14 Haziran 2019  

28 Mayıs 2019 Salı

AGNES





AGNES

Küçük salaş restoranında işlerinin gidişatı hiç de fena değildi. Öyle ki, yoğunluktan bir sigara içimi kadar olsun başını kaşıyacak vakti yoktu. O dişi ve tırnağı ile bir yerlere getirmeye çalıştığı mütevazi restoranının bir tarafını yemek paket servisi yapmak isteyenlere ayırmıştı. Arkada kalan bölümde ise yaklaşık kırk kişilik bir restoran vardı. O gün de bir kez daha akşam yemeği vakti gelip çattığı zaman müşterileri söz birliği etmişlercesine bu mekâna bir anda yine doluşuverdiler.
Dışarıda; yeni bir yılı daha her geçen gün olanca şaşaalı kutlamaları ile yaklaştıran, aralık ayına has bir soğuk hissedilir oldu. Hafiften ıslık çalan bir rüzgâr kar tanelerini havada belirsiz yönlere doğru savuradurdu. Yaşlılar evlerinin cam kenarında oturdukları yerden karın yağışını ve gelip geçen insanları kahvelerini yudumlayıp pür dikkat izliyorlardı.
          Restoranının vitrininde çelik ve toprak kaplara tepeleme doldurulan yemeklerden yükselen duman ile birlikte aynı zamanda iştah açan kokular yayılıyordu. Hollandalı müşteriler gözlerine hitap eden birkaç yemekten azar azar alıyorlar ve damaklarında çok farklı bir haz bırakan Halil’in Akdeniz mutfağını da seviyorlardı.
Yemek bölümünde küçük bir bekleme kuyruğu oluştu. Halil müşterileri ile her zaman olduğu gibi tek tek ilgilendi. Derken sıra altın sarısını andıran dalgalı saçları ile otuzlu yaşlarda bir bayandaydı. Halil ilk defa gördüğü bu güzellik karşısında durakaldı. “Gözlerini su içen bir tavuk misali bir müddet havada tuttu.” Anlamsızca boşluğa gülümsedi. Ardından bakışlarını istemeden tekrar yemeklerin dizili olduğu vitrine indirdi. Etkisi altında kalığı kadının istediği yemekleri işaret eden siyah ojeli ince uzun parmağını takip etmeye koyuldu.
Halil çatallaşan sesi ile sorulanlara cevap verdi. Bir çantaya koyduğu yemekleri alan siyah ojeli kadın soluğu restoranın dışında aldı. Halil bütün benliğini kaptırdığı bu güzelliğin ardından bakakaldı. Çok güzeldi. Daha önce böylesi bir güzellik görmemişti ve kendisini hiç böyle hissetmemişti. Adeta çarpılmıştı. Vurgun yemişti. Bu etkilenmeden kendisi de şaşakaldı. Ol içini anlam veremediği anlamsız buruk bir dalga yaladı.
Yemek sırası gelen karşı komşusu Fred’in iyi “akşamlar dileği” ile kendisine gelen Halil, şaşkınlığını üzerinden atamadan aynı dilekte zoraki bulundu. Fred de Halil’i hiç bu kadar dalgın görmemişti. Halil sarı saçların ardından yemek buğularına katılıp buharlaşıp uçmuş gibiydi. Kendisini toparlaması oldukça zor oldu. Yemek seçmek üzere tezgâhına uzanan her elin parmakları gözüne uzun ve siyah ojeliymiş gibi gözüktü.
O günün hemen ardından adını bilmediği, ama aldığı yemeklerle birlikte her defasında kendisini de adeta alıp giden kadını “acaba yarın da gelir mi” diye düşündüğü vakitler içi ısındı. Tuhaf bir şekilde başı döndü. Devresi gün erken vakit restoranının kapısını açtı. Bir çırpıda hazırlıklarını tamamladı. Nefis yemek kokuları yeniden mekânına doluştu. Sabırsızca ve merakla beleren kestane rengi gözleri ile beklemeye koyuldu.
Alaca karanlığın bastırması ile yüreğinde bütün uğraşısına rağmen önüne geçemediği kıpırdamalardaki hareketlilik iyice arttı. Kalbi her zamankinden farklı atar oldu. Acaba bugün de gelecek ve onu yine görebilecek miydi?
Adını çok sonradan öğrenebildiği Agnes, o gün ve devam eden günlerde de sürekli gelip Halil’den yemek alır oldu. Halil’in yüreğini yerinden hoplatsa da aralarında istenilen yakınlaşma, karşılıklı sıradan bir merhabalaşmanın ötesine varamadı. Agnes sürekli soğuk ve mesafeli kaldı. Halil ne yapacağını şaşırmış bir halde, bu ulaşılmazlığı aşmak için “bin dereden su getirse” de Agnes bu billur sular benim için mi diye dönüp bakmıyordu. Ta ki o güne kadar.
Uzun süren kış buruşuk, yırtık ve kırık pılı pırtısını toplayıp gitmiş, baharla birlikte buğulanan topraktan göz kamaştıran renkleri ve bin bir çeşidi ile çiçekli bahar kapıyı araladıktan sonra çıkagelmişti. Kuşlar cıvıltıları ile yeşilin her tonuna bezenen ve bir top pıtrağa dönüşen ağaçların dallarında, insanların başını koro halinde döndürüyordu.
Bir Pazar günüydü. Biçimli yüzünün yer aldığı başında büyükçe bir ayçiçeğini andırana saçlarını savura savura Halil’in restoranına daldı. Umutsuz olsa da Halil önlem olsun diye elini bastırarak tuttuğu yüreğindeki debelenmelerle tezgâhının ardına geçti. Bir kez daha siyah ojeli uzun ince parmakların yemek seçimi konusundaki yönlendirmesine kendisini bıraktı. Yemek paketlerinin bulunduğu çantayla çıkmak üzere olan Agnes bir an bir şey sormak üzere Halil’e bakışlarını yönlendirdi.
“Halil Bey, bir şey soracağım ama ne olur kusuruma bakmayın, lütfen.” Halil apansız nar gibi kızardı. Agnes’in kendisine yönelik bir eleştiride bulunacağı hissine kapıldı. Ona olan duygularını, daha doğrusu platonik aşkını acaba çok mu belli ediyordu? Anlaşılan “baltayı taşa vurmuştu.” Hem de hayli sertçe olan bir taşa!
“Bugün Pazar olduğu için dükkânlar kapalı. Acaba rica etsem bana bir rulo tuvalet kâğıdı verebilir misiniz?” Halil’e bu hiç beklemediği istek çok komik gelse de, hemen akabinde büyük bir rahatlama hissetti. Korktuğu olmamıştı. Bir çırpıda bir poşete koyduğu iki adet tuvalet kâğıdını heyecanla Agnes’in eline tutuşturdu. Agnes hayranlık bırakan yüzünde yine bir o kadar hayranlık uyandıran bir gülümseme ile boncuk mavisi gözlerini kırpıştırarak teşekkür etti. Halil adeta eridi. Çok mutluydu. Aylar sonra garip bir vesile ile de olsa bir iki kelime konuşabilmişti. Şimdilik bu kendisi için büyük bir avuntuydu.
İnsanın içini dahi ıslatan yağmurlu ve karlı soğuk günler nihayet geride kaldı. Bahar bütün coşkusu ile Amsterdam’da kendisini hissettirmeye koyuldu. Sokaklardaki ağaçları bin bir çiçeğe bezedi. Kanatları, gagaları ve kuyrukları birbirinden süslü kuş cıvıltıları ortalığı alabildiğine sardı. Isınan hava ile birlikte insanların gülen yüzlerindeki gülümsemeler daha belirginleşti. Baharın bir parçası misali olan, kır çiçekleri motifli elbisesinin eteklerini uçura uçura Halil’in restoranın yolunu tutan Agnes, güzelim yemek kokularının buram buram yayıldığı açık olan kapıdan altın sarısı perçemini düzeltip, adımlarını içeri doğru attı.
Halil o gün daha bir itinalı giyindi. Tıraş oldu. Kokular süründü. Etrafı toparladı. Vitrinin üzerine büyükçe cam bir vazoya her biri neredeyse avucundan taşacak büyüklükte kızıl güller yerleştirdi.
Agnes büyük bir gülümseme ile Halil’e şimdiye kadar olagelenden farklı olarak sıcacık bir merhaba dedi. Halil’in gülümsemesi ve merhabasının sıcaklığının da Agnes’ten geri kalır yanı yoktu. Agnes bütün güzelliği ile yemek tezgâhının önünde dikeldiği yerden bir kez daha perçemini çekiştirdi. Heyecanla bekleyen Halil’e seslendi.
“İyi akşamlar. Nasılsınız? Dün akşamki yemek oldukça lezzetliydi. Ellerinize sağlık. Ben sizin yemeklerinizin müptelası oldum. Tekrar teşekkür ederim.” Ne diyeceğini ve nasıl hareket edeceğini şaşıran Halil yine de kısa sürede kendisini toparlamasını bildi. Sanki çok sevdiği birisi, onu sırtlayıp  güneşe koymuş gibi hissetti kendisini.
“Ben teşekkür ederim. Beğendiğinize çok sevindim. Bu bizim için bir onurdur. Damak zevkinize biraz da olsa hitap edebiliyorsak ne mutlu bize.”
“Ondan şüpheniz olmasın. Kesinlikle çok güzel.” Halil konuşmayı sürdürmek adına bir muziplik yapmak istedi ve tekrar söze girdi.
“Peki, tuvalet kâğıdımız nasıldı? O da yumuşaklığı ile beğeninizi aldı mı?” Agnes kendisinden beklenmeyecek bir kahkaha ile restoranı inletti. Patronlarının hovardalık manevralarına merakla kulak kabartan Aşçı Hüseyin ve garson Saliha da gülenler arasındaydı.
Halil ortamın yumuşadığını görünce, Agnes’e bir kahve içmek için vaktinin olup olmadığını sordu. Agnes hemen kabul etti. Restorandaki yuvarlak masaya oturdular. Halil titrek ellerle kendisinin sabah yaptığı elmalı turtadan bir parça ve iki fincan kahve ile çıkageldi. Mis gibi kokan kahvelerini yudumlayıp uzun uzadıya sohbet ettiler. Güldüler, gülüştüler.
Çok geçmeden flört etmeye başladılar. Bir sonraki baharda da dünya evine girdiler. Melez bir kız ve bir oğulları oldu. Hayatta bir tuvalet kâğıdının nelere kadir olabileceğine şaşkınlıkla, şimdilerde ömürleri yettiği zamana kadar mutlu mesut bir yaşam sürdürüyorlar. Yuvalarından hiçbir zaman kanatlanıp uçup gitmemesi için mutluluğun kanatlarını, ellerini ve ayaklarını sıkı sıkı bağladılar.

Amsterdam, 28 Mayıs 2019


3 Nisan 2019 Çarşamba

"F" & "K"





"F" & "K"

On bir yaşındaydım. O da on bir yaşındaydı. Ve ben onu çok seviyordum. Aynı sınıftaydık. Oturduğum sıranın bir önünde oturuyordu. Geriye dönüp baktığı zaman; "yüreğimin küçüklüğüne bakmaksızın, oraya ne kadar da kocaman boyutlu ve yoğunluklu bir sevgiyi sığdırmışım meğer." diye şaşakalıyorum. Sevdiğim, ilk göz ağrım, aşkım Fadime’nın saçlarının kokusu gün boyunca ciğerlerime doluyor ve kendimden alabildiğine geçiyordum. Güzeldi. Belki de dünya güzeliydi. Gamzeleri nasıl da çukur çukurdu. Dalgalı uzun saçları coşkun şelaleler misali omuzlarından aşağı hızla düşüyordu. Gözlerim derin ormanların yeşilini andıran gözlerine ilişmeye görsün, aman Tanrım o ne telaş, elim ayağım birbirine dolanırdı. Bütün vücudumu mest eden tatlı bir akışkanlık hızla dolanır ve bir anda kulaklarımı tırmalayan çıtırtılarla, harlı yanan bir odun sobasının ardında ısınmış gibi hissederdim ol bedenimi.
Henüz çocuk yaşlarda da olsak, her öğrencinin çoğunlukla bir sevdiği olurdu. Şimdilerde olduğu gibi. O yaşlarda kızlar ve erkekler, diğer çocuklar tarafından birbirlerine yakıştırılırdı. Allahtan beni de Fadime’ye uygun gördüler. Bu yakıştırma bütün okulda ve kasabada ağızdan ağıza yayılınca, ben de bu söylenti veya yakıştırmadan aldığım cesaretle Fadime’ye yine de yüreğim ağzıma tıkalı, korku ile yanaştım. Tarifsiz bir sevgi ile bağlı olduğum ona, masum-çocuksu duygularımı usulca fısıldadım. Bir anda kızardı, bozardı ve sesi garipçe çatallaştı. Ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlıkla bir an bana bakakaldı. Bakışları apansız yere düştü. Gamzelerinin çukurlukları düzleşti. Sonrasında anlamakta zorlandığım söylenmelerle ardına bakmaksızın hızla yanımdan uzaklaştı.
Görünen o ki; baltayı sert bir taşa vurmuştum. Umudum kırılmıştı. Nafile, olmayacaktı. Ama ders zili çalıp sınıfa girdiğimizde, oturduğu ön sıradan dönüp dönüp her defasında hoş bir gülümseme ile bana bakıverdi. Gülü gülüverdi. Gülü gülüverdim, gerisin. Çok mutluydum. Gururluydum. Güm güm dövülen göğsüm, aniden beden ölçüsü değişen yüreğime dar geldi.
İlkokulun bitimine kadar bir yıldan fazla bir zaman Fadime ile çocuk sevgililerdik. Birbirimize çok yoğun duygular besledik. Dünya sadece onun etrafında dönüyordu. Baktığım her noktada Fadime’nin dünya güzeli hayali vardı. Okul bitiminde ailem Ankara’ya taşınınca Fadime ile ayrılık dayattı. Onu kasabada bırakıp şehre gitmek zorundaydım. Elim, kolum ve kanatlarım kırıldı. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Anneme ve babama; "Fadime’den ayrılamam, burada kalacağım. Siz giderseniz gidin. Umurumda değil, ben sizinle gelmiyorum." diyemezdim. Diyemedim. Yabancısı olduğum bir şehirde o çukur gamzeli dünyalar güzeli yüzünü görmeden nasıl yaşayacaktım? Oldukça mutsuz, biçare ve şaşkındım. Aklım başımı terk etti. Kaderin ördüğü amansız ağları parçalamak elimden gelmedi. Önümde oldukça uzun bir zaman vardı. Her saniyem Fadime ile geçmeli ve “kıpır kıpır” yüreğim onun yanı başında atmalıydı. Artık on iki yaşındaydık. Kalbimi onun avuçlarına bırakmak istiyordum. Olmayacaktı. Kaderin bir örümcek gibi ördüğü ağların esiri oldum.
Ayrılık günü geldi. Erkenden kalktım ve sabahın alacasında Fadime’nin evinin önünde mantar gibi bitiverdim. Babası sabahın köründe işe gittiği için evde değildi. Akşamdan renkli bir kâğıda özenle paketlediğim bir Kemalettin Tuğcu kitabını ardımda saklı tutuyordum. Onda bir hatıram kalsın istedim. Heyecanım doruklardaydı. Kapıyı o açtı. Ani bir refleksle ardımda sakladığım kitabı uzattım. Kitabı aldı ve titreyen yüreğine bastırdı. Bugün taşınacağımızı biliyordu. Annesine oynamak için dışarı çıkacağını söyledikten sonra evden koşa koşa uzaklaştık. Başka bir mahallede tanıdık gözlerden uzaktık. Kapısı açık bir bahçeden içeri daldık. Çok mutlu ve bir o kadar da hüzünlüydüm.
İlk defa elini tuttum. İçim ürperdi. Büyük bir korku ile kocaman bir zerdali ağacının altında gamzelerine minnacık birer buse kondurdum. Gözlerinin içi güldü. Sarıldı. Bahçeyi bir anda gözlerinin zümrüt yeşili kapladı. Gözlerim kamaştı. Etrafı hepten papatyalar sarmıştı. Papatyaların arasında yer yer gelinciklerin narin kızıl çiçekleri ayrı bir renk katıyordu. İğde, elma ve mürdüm eriği ağaçları çiçeklere bezenmişlerdi. Serçeler sabah sohbetine çoktan koyulmuşlardı. Yeşil bir halıyı andıran çimlere oturduk. Başımızın üstünde kanatları birbirinden alımlı ve renkli kelebekler uçuşuyordu. Karıncalar bir köprü misali ayaklarımızın üzerinden geçip yiyecek toplamak üzere belirledikleri istikametlere doğru yol alıyorlardı. Uzun süre derin bakışlarımız birbirine sıkıca kenetli kaldı. Sonrasında titrek elleri ile hediyesini açtı. Kitabin ilk sayfasına kırmızı kalemle çizdiğim kalbi delen okun bir tarafında “F” ve diğer yanında da benim adımın baş harfi büyükçe bir “K” çizmiştim. Bizler küçük, aşkımız ise şaşılası bir büyükteydi. Avucunun içi ile çizdiğim kalbi uzun uzun okşadı. Aynı kalbi, dibinde oturduğumuz zerdali ağacının gövdesine de sivri bir taşla çizdim. Sevdamızı ölümsüz kıldım. Son bir öpücük verip gözlerimden boncuk boncuk düşen gözyaşlarımla evimin yolunu tuttum. Fadime o zerdali ağacının altında kalakaldı. Dönüp baktığımda ağacın altına çökmüş ve dönüp bakmıyordu. Belli ki o da en az benim kadar hüzünlüydü. Ardımdan Kemal diye bağırmadı. Art arda adımlarla hızla uzaklaşan beni bir kez olsun geri çağırmadı.
Uzun yıllar Fadime'den enikonu bihaber kaldım. Yıllar sonra Fadime’nin kendisinden yirmi yaş büyük omuzu tüfekli bir mahalle bekçisi ile evlendirildiğini duydum. Mutlu değilmiş. Babasının ve annesinin zoru ile evlendirilmiş, belli. Çocukları olmamış. Kocasının on ve on üç yaşlarındaki kızlarının anası olmuş. Omuzlarından düşen kumral-çağlayan saçlarını kocasının çocukları için süpürge etmiş. Ama diz boyunu aşan mutsuzluğu ile evliliği devam ettiği halde, o evlerini önünden sürekli gelip geçen burma bıyıklı bir kamyon şoförüne gönlünü kaptırmadan da edememiş. Bu yasak aşka nerede ince ise orada kopsun deyip bel bağlamış. Umutlanmış. Kalbi yeniden atmaya başlamış.
Bir ilkbahar sabahı bahçesinde renk renk sümbüller mis kokularını etrafa salarken üvey kızları okula, bekçi kocası da omuzunda tüfeği ile mahalleyi teftişe çıkınca, sevdiği şoför Taner evinin kapısında kamyonunu durdurmuş. Gönül kapısı açık duran Fadime sevdiğine işmar edip evinin kapılarını da açmış. Sarmaş dolaş çatırtılarla yanan ve bir zamanlar beni ısıtan odun sobası misali harlı bir ateşle alev alev yanan aşklarının meyvelerini koparırlarken, bekçi kocası ansızın evine gelmiş. Olup bitene inanmadığından çifte namlulu tüfeğine doldurduğu iki fişeği önce Fadime’ye ve ardından da şoför Taner’e sıkmış.
Şoför Taner’in yarı çıplak kanlar içindeki gövdesi, yine yarı çıplak Fadime’nin kanlı bedeninin üzerine yığılı vermiş. Bana gelince, evliyim. Fadime adında bir kızım ve Fırat adlı bir de oğlum var. Mutlu muyum? Bilemiyorum!
Her ne zaman fırsat bulursam, artık bir tarafında yüksekçe bir binanın yükseldiği bahçeye gidiyorum. Her yanda çocukluk sevdama dair hatıralar. Saatlerce zerdali ağacının dibinde oturuyor ve gövdesine sarılıyorum. Kalbimiz zerdali ağacının gövdesinin gelişmesi ile birlikte daha da büyüyüp çizgileri de derine inmiş. Fadime’nin yıllar önce hatıra kitabına çizdiğim kalbi okşadığı gibi, içimde buruk bir acıyla ağaçtaki kalbimizi okşuyorum. Sonrasında yere çömelmiş halde zümrüt gözleri ile bana bakan Fadime’nin derin gamzelerine birer öpücük konduruyorum. Serçeler sohbet etmiyorlar artık. Gelincikler papatyalara kırmızılık katmıyorlar artık. Küçük adımlarımla, gözlerimden patır patır düşen tuzlu yaşlarla hızla uzaklaşıyorum.
Fadime’nin beni çağırmamasına hala şaşakalıyorum. Art arda kulağımda iki kez tüfek sesi çınlıyor ve içimdeki acı köpürüyor. Pürmelal yüreğim suskun ve küskün. Beynimde depremler oluyor. Bir kez daha kendimde değilim. Dünya dönmüyor. Hıçkırıklarla katıla katıla, bir çukurun derinine gömülen derin çukurlu gamzeler için ağlıyor, ağlıyorum! 

Amsterdam, 3 Nisan 2019


https://www.facebook.com/kerem.hikmet.3/videos/10223242823958659/

12 Mart 2019 Salı

MÜJGAN







 MÜJGAN

Akşam yemeğinin hemen ardından yağmur başladı. Sonrasında, fındık büyüklüğünde dolu ile kol kola giren yağmur, daha da yoğun yağmaya devam etti. Ansızın kopan fırtınayı merakla izliyorum. Göz gözü görmese de ben görmeye çabalıyorum. Kıvrımlı ağaç dalları sağa, sola, ileri ve geri hareketlerin görüldüğü hızlı ritimli bir tango dansındalar. Ol insanlar evlerine kapandılar. Dışarıda sıcak soluğu yağmur ve doluya karışan kimseler yok. Güne gittikçe bastıran akşam karanlığı hakim oluyor. Sokak lambalarından cılız ıslak ışıklar yayılıyor. Islak ışıkların kendilerine hayırları olmadığı gibi, sokağı da aydınlatmaktan acizler. Bir an camlar kırılacakmış hissine kapıldım. Ama bu yersiz bir kaygı olmakla kaldı. Yemeğin vermiş olduğu rehavet ve cama vuran dolunun ninniyi andıran ritmik sesi olacak ki, oturduğum koltuğun kenarına kafamı koyar koymaz, derin bir uykuya dalmışım.
İç Anadolu bozkırının kalbindeki köyümdeyim. Her tarafı diz boyu yeşil otlar kaplamış. Otlar arasına üzerlik, çakır dikeni, deve dikeni, geven, kılıçotu, ayrık, yonca, sığırkuyruğu, gelincik ve peygamber çiçekleri de serpişmiş durumda. Suya hasret bu kurak topraklar bolca yağmur almış olmalılar. Bu verimlilik ve yeşilliğin bolluğu bunu gösteriyor. Daha kimselere rastlamadım. Karşılaştığım ilk kişiye bunu bir yol sorarım. Etraftan inek, koyun, eşek, köpek ve horoz sesleri geliyor. Karşı mahallede Hamza evinin terasından ağabeyi Yaşar’a "Kaman’a ne zaman gideceklerini" avazı çıktığı kadar bağıra bağıra soruyor. Yaşar gitmekten vazgeçtiğini aynı tonda bir bağırışla iletiyor. Hamza ağabeyinin bir kez daha yan çizmesine bozuluyor. Kaman'a gitme sevinci kursağında kalıyor. Otların yoğunluğu yürümemi zorluyor. Dikenlerden sakındığımdan köyün içlerine doğru yolculuğum uzuyor. Daha sekiz yaşındayım. Ahhh... Sormayın gitsin. Çocukluk öylesine güzel ki. Her şey, herkes ve her renk ön yargısız birbirinden daha güzel. Tamamı ile pür ve aksınız. Böylesi çok daha insani. Büyümeme kararı alıyorum. Hiç değilse beş yüz yıl çocuk kalmakta kararlıyım.
Okuma ve yazmayı henüz çözdüm. Babam, annemin bütün çoraplarımın yırtıldığını söylemesi üzerine, geçen hafta yeni siyah bir çorap aldı. Okumayı söküp sökmediğimi denemek maksadı ile okutacak başka bir şey yokmuş gibi, çorabın üzerindeki etiketi okumamı söyledi. Bir çırpıda okudum. Doğrusu helal olsun bana. Analar ne yiğitler doğururmuş görsünler.
"Ra... raa... fet ço... ço... çorap... la...la.. rı." Babam beni uzun uzadıya alkışladı ve öptü. Çok gururlandım. İçim içime sığmadı. Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne bakar halde mutlu mutlu gülümsedim. Sırtımı babama yasladım.
Bir çocuk için hece hece de olsa okuyabilmek; loli şekeri, tahin helvası, karpuzun ortası, gül reçeli, dondurma, şerbet ve bal gibi bir şey. İlkokul ikinci sınıftayım. Arkası silgili daha iki kez tıraşlanmış sarı bir kurşun kalemim var. Bir de kırmızı bir kalemim var ki, onu kullanmaya kıyamıyorum. Kırmızı kalemimle sadece konu başlıklarını yazıyorum. Onu çantamda gözüm gibi saklıyorum. Yarısı kargacık burgacık yazılarla dolu üç ortalı çizgili bir deftere de sahibim. Babam Ankara'dan aldı. Kalemtıraşım yok. Babam bir dahaki sefer eğer Ankara'ya giderse, onu da alacak. Yine de Karun kadar zenginim yani. Defterimin kapağı onlarca kırmızı elmanın sarktığı bir ağaçla resmedilmiş. Canım elma çekiyor birden. Ama tek elması dahi olmayan biri kadar da fakirim.
Kurşun kalemimin ucu çabukça kırılıp tükenmesin diye çok fazla bastırmadan, “Ali topu at. Ayşe topu tut.” diye özenle kıvrımlı bir şekilde yazıyorum. Lakin beceriksiz Ayşe (kız işte ne olacak) topu tutamıyor.  Zavallıcık Ali de Ayşe’ye öylesine aşık ki! Onun topu tutması için yavaşça atıyor. Topu tutamayan Ayşe küsüp okul duvarının dibine çömeliyor. Aşk bu dile kolay. Ali koştura koştura anında Ayşe’nin yanı başında beliriyor.
“Özür dilerim Ayşe. Galiba çok hızlı attım.” Sıkıca örgülü saçını tuttuğu Ayşe ile hemencecik barışıyor Ali. Topu yeniden daha da yavaş atıyor. Ayşe en nihayetinde topu tuttu, sıkıca sarıldı ve sevinçten havalara uçtu. Ali’nin yanağına bir öpücük kondurdu. Ali'nin masum çehresi al al oldu. Yüreği titredi, bir hoş oldu.
Babam ve annem gencecik insanlar. Onlar daha tanyeri ışımadan uyanıyorlar. Ben uyumaya devam ediyorum. Keyfime diyecek yok. Çocuk dokunulmazlığım var. Babam otuz iki, annem ise henüz yirmi yedi yaşında. Daha çok uzun yıllar yaşayacaklar. Beni yapayalnız bir başıma bırakmayacaklar. Kurda kuşa yem olmayacağım. Babam sağlıklı, dinç ve yakışıklı. Uzun boylu, filinta gibi, bir delikanlıdan farksız. Annem de genç, ama kısa boylu ve topluca. Üzüm karası gözlerinin içi gülüyor. Anlatılmaz güzellikte derin bir sevgi ve şefkatle bakıyor. Mutluyum. Lakin annem babamın yanında oldukça kısa kalıyor. Arada bir dengesizlik var. Onlar iyi birer anne ve baba. Babam traktörü ile her gün tarlaya gidiyor. Ekiyor ve de biçiyor. Bir elimiz yağda, diğer elimiz balda olmasa da, Tanrı'ya şükür aç ve açıkta kalma korkumuz yok.
Arkadaşlarımla gün kararıncaya kadar dışarıda oyunlar oynuyorum. Ama çok acemiyim. Oyunda çelik bir tarafa, çomak da bir tarafa gidiyor. Çelik çomağın çok ırağına düşüyor. Bu becerimi hepten yitirmişim. Uzuneşek oyununda diğer çocukların yükü altında eziliyorum. Belim kırılacak diye korkuyorum. Bütün bedenime apansız ağrılar giriyor. Ağlamaklı bir halde oyunbozanlık yapıp oyundan çıkıyorum. Saklambaçta kan ter içinde kalıyor ve anında sobeleniyorum. Sek sek ve beş taş oyununda da bir o kadar beceriksizim.
Kocaman dünya sadece köyümden ibaret. Dünyada milyonlarca yerleşim yeri olduğu halde yalnızca komşu ilçemiz Kaman’ı birkaç kez gördüm. Kaman öylesine güzel ki, yemyeşil ve kocaman. Üç katlı, hatta dört ve beş katlı binalar var.  Dükkanlar oyuncak dolu. Çocuklar bisikletlere biniyor. Ne güzel. Her tarafta musluklardan şarıl şarıl sular akıyor. Çeşmenin musluğuna ağzınızı dayadığınız zaman anında suya kana kana doyuyorsunuz. Her tarafta büyük camekânlı lokantalar. Buram buram yemek kokuları geliyor. Renk renk dondurmalar. Simitler. Ayakkabı boyayan çocuklar. Dilenciler.
İlkokulun önünde tek sıralar halinde askeri disiplinle “hazır ol” vaziyetinde, başlarımız olabildiğince dik, gururla andımızı okuyoruz.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
……………………………………”
Var olan varlığımızı da Türk varlığına armağan ettikten sonra, mutlu birer minik Türk olarak sınıflarımıza doluşuyoruz.
Sınıfa ite kalka büyük gürültülerle girdik. Ardında öğretmenimiz geldi. Bir anda hepimiz ayağa kalktık. Dolaplarda üzerinde iki mavi elin tokalaştığı Amerikan yardımı süt tozu kutuları duruyor.
Günlük yoklama yapıldı. Sınıfta her adı ve okul numarası okunan yüksek sesle “buraaaa…” diye seslendi. “Burdaa…” seslerinin kesilmesinden sora öğretmen cebinden çirkin yazılı bir kâğıt parçası çıkartıyor. Altı kişinin adını okudu. Aralarında ben de varım. Sınıfta yaklaşık kırk öğrenci var. Kafalarımız iki numara tıraşlı. Bizi kimin gammazladığını biliyorum. El yazısından tanıdım. Bekçi Ahmet'in oğlu Muammer. Sınıfta birkaç tane de kız öğrenci var. Onların saçları tıraşlı değil. Uzun siyah saçları örgülü. Yanakları al. Ayten'in al elma yanaklarında derin gamzeleri de var.
Mehmet Öğretmen adını okunanların tahtaya çıkmasını söyledi. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Ama tahtaya çıkış pek de hayra alamet değildi. Çok geçmeden öğretmen kocaman bir sopa ile karşımızda dikeldi. Korkudan ödümüz kopuyor. Dayak atılacak ama neden olduğunu bilemiyoruz. Ben altı kişilik sıranın en sondayım. Sopalı Mehmet Öğretmen hırsla ağzını açtı ve gözlerini yumdu.
“Uzatın lan ellerinizi. İt oğlu itler. Açınn… Açın bakalım ellerinizi. Demek evde Kürtçe konuştunuz ha. Lannn… Ben size kaç defa Kürtçe konuşulmayacak demedim mi? Ne anlıyorsunuz lan bu saçma sapan dille konuşmaktan?” Sopalar en öndeki arkadaşımızın eline inip kalkarken, bacaklarımdan aşağı sıcak bir sıvının akıp ayakkabılarımın içine doluştuğunu hissediyorum. İçim ürperdi. Bir hoş oldum. Uzun kömür karası saçları örgülü kızlar, en ön sıralarda oturduklarından, olup biteni en önce onlar görüyorlar. Son anda kendimi tutmaya çalışsam da tutulacak bir şey kalmamıştı. Dere dolup taştı. Çok geç. Yapılacak bir şey yok. Sopa ikinci ve üçüncü sırada bulunan öğrencinin avuçlarında yerini bulurken, kızlar da bana bakıp kendi aralarında alaylı bir şekilde gülüyorlar.
Utancımdan sıranın bana geldiğinin farkında değilim. Başımı bir karıncanın kafası gibi öne eğik tutuyorum. Milli duygularla hindi misali kabaran ve intikam hırsına bürünen Mehmet öğretmen taşan dereyi görecek halde değildi. O delinen yasağı onarmakla meşgul. Bu milli bir meseleydi. Camili Köyünde de bu misyon zatı alilerine verilmişti. Sopa dört kez son hızı ile indi-kalktı. Dört Kürtçe kelime, dört sopa demekti. “Ne kadar para, o kadar köfte.” Avuçlarım kan kırmızısı şişmiş, iki köfteye dönüşmüş halde sıralarımıza döndük. Belden aşağım ıslak ıslak. Tahtanın önünde sarımsı rengi andıran buhar dumanlarının yükseldiği bir gölet. Mehmet öğretmenin kunduraları gölette. Dersimiz coğrafya. Konu Türkiye’de göller. Van Gölü, Tuz Gölü, Eğridir Gölü…  Ve yeni bir katılım ile Sarı Göl. Hayırlı uğurlu olsun.
Köfteler sızım sızım sızlıyor. Tuz kokulu illet ıslaklık yapış yapış. Anneme ne diyeceğim? Ellerimdeki köftelerin ağrısı geçse bari. Masanın altında kıvranıyorum. Çiş kaşındırıyor. Halim hal değil.
Anlaşılan mutlu birer küçük Türk olduğumuz halde, var olan varlığımızdan bir kısmını Türk varlığına armağan edememişiz. Bu devasa varlığımızı acaba hangi zulamızda sakladık? Ben de bilemiyorum. Bu minnacık varlığımızı armağan etsek bile, cürmümüz ne ola ki?
Televizyonda yankılanan bir şarkının sesi ile uyandım, kendime geldim.
“Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız
Gitti dostlar, şölen bitti, ne eski heyecan, ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.”
Uyandım. Yağmur ve dolu dinmiş. Nihayet göz gözü adamakıllı görür hale gelmiş. Her taraf süt liman. İlk yüz yıl köfte yememe kararı aldım. Olmayan köfteden nefret ediyorum. Kahrolsun köfte.
Gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken, on yıl önce kırk dokuz yaşımda “müjganın” kirpik anlamına geldiğini öğrendim. Türkçede de kirpik kelimesi olduğu halde ne diye Farsça bir kelime ithal edilmiş, doğrusu onu da anlayamadım. Müjganda yaşlar, dışarıda dolu karışımlı yağmur ve kara tahtanın önünde sarı göletler. Sınıfın en ön sıralarında kikirdeyen kız öğrenciler. Bacaklarımda ve ayakkabılarımda sıcaklığını hala hissettiğim kaşıntılı illet bir ıslaklık. Dışarıda ıslak ışıklar.
Yaşasın… Biliyorum. Müjgan kadın değilmiş. Geçte olsa bunun kirpik anlamına geldiğini ben de biliyorum artık. Hem de bir on yıl kadar.


Amsterdam, 12 Mart 2019

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...