HAYAT KISA
Adımlarımın telaşlı aceleciliği ile etrafıma bakına bakına yürüyorum. Ankara’da Emek Mahallesi'nin sınırları içinde, günün büyükçe bir bölümünde, yeryüzünün bu kısmını gün boyu
durmaksızın adımlıyorum. Adeta bir kapana sıkıştırılmış gibiyim. Mahalle sınırlarının dışına çıkmama zorunluluğum olmadığı halde benim belirlediğim bu alanda, başımda
dengede tutmaya çabaladığım bir ağırlık ve burnumun direğini sızlatan hoş bir
susam kokusu ile bağıra çağıra dolaşıyorum. Yaklaşık yirmi yıldır aynı kokuyu sanki ilk
kez duyuyormuşum gibi aynı hazla ciğerlerimin derinliklerine çekerek, dünyayı yeniden arşınlıyorum.
Benim bir simitçi
olduğumu verdiğim ip uçlarından anlamışsınızdır. Bu mahallede namım Simitçi İbo olarak
yayıldı. Onca simitçi olmasına rağmen, ne özelliğim var, zaman zaman anlamakta zorlandığım, şaşakaldığım bir üne kavuştum. Sağ olsunlar. Açılan her pencereden beni mahalleli “İbooo”
diye çağırır. Adeta bu insanların bir parçasıyım. Onlar da benim gerçek ailem gibiler. Yılların dostluğu da
diyebiliriz buna. O buharı tüten mis ekmeğimi bu yoldan kazanıyorum. Haftanın her günü şafakla birlikte uyanıyor ve saat altı sularında simit fırının önünde soluğu alıyorum.
Bizim işimizin öyle
pazarı, bayramı veya hafta sonu yok. Hastalanmak dahi yasaktır. Daha doğrusu bu katı kuralları ben kendi kendime acımasızca uyguluyorum. Benim işimi anlatımımla gören-duyan çok önemli bir makamı işgal ettiğimi sanacak. Varsın olsun. Bu da benim işim. İnsanlar bugün
hafta sonu veya bayram diye simit yememezlik etmiyor. O gün bol susamlı çıtır ve
de gevrek bir simit yemek istiyorsa, onu yiyebilmeli ve ben bu hizmete soyunmuşsam, iki elim
kanda da olsa sunabilmeliyim. Bu da benim işime olan saygım diyebilirsiniz. O
tattan ve istekten müşterilerimi mahrum bırakmamalıyım.
Yine bir sonbahar mevsimindeyiz. Mahallenin dört
bir yanı sararıp solan ağaç yaprakları ile dolu. Sonbahar bütün renkleri ile sokağa
hâkim. Güneş daha az ısıtır oldu. Hayat yeniden yoğunluğunu hissettirmeye
başladı. İnsanlar tatilden döndü ve yeniden çalışma temposuna uymak zorunda
kaldılar. Ağaçların altından geçerken tablamdaki simitlerin arasına düşen
yapraklar doluşuyor. Attığım her adımda yapraklar ayaklarıma dolanıyor. Çöpçülerin işi hayli zor. Har an yağmur veya rüzgârın çıkabileceğini göz önünde
bulundurup simitlerimi daha iyi sıralamalıyım. Yağmura karşı da önlemimi alıyorum. Bunun için günlük hava tahmin raporlarını aksatmaksızın takip ediyorum. Ona göre de gardımı alıyorum.
Görmenizi çok isterdim. Tablama
bin bir özenle milimlik sıraladığım onlarca simitleri dikkatle başımın üzerine
koydum ve ardından avazım çıktığı kadar cıyak cıyak “simitçiiiii…” diye
bağırdım. Benden önce caminin Hocası Rükneddin Efendi teknik donanımını
kullanarak bağırdı. Ama onun maksadı başkaydı. Aslında bir yerde o da ekmek
parası için bağırıyordu. Hani kimseleri hayrına “ Eyy… Cemaati Müslim’in vakit
tamam buyurun sabah namazına…” diyecek hali yoktu. Gelse ne olur, gelmese ne
olur umurunda olmazdı.
Simitlerim çıtır çıtır ve
gevrek. Son iki yıldır işime biraz da renk katayım dedim. Artık simitlerimin
yanı sıra isteyene "karper peyniri" de satıyorum. Bu mahallede öğrenci sayısı
fazla olduğundan satışlar iyi gidiyor. Hijyene oldukça özen gösteriyorum.
Ellerime sürekli eldivenlerimi takmayı ihmal etmem. Simitleri mutlaka maşa ile
alır ve poşete koyar. Velinimetlerim müşterilerime öylece takdim ederim.
Yıllar yılı bu sokakları
arşınlayadururken, olabildiğince yüksek tonlamalı tiz bir sesle Allah’ın her günü
binlerce kez bağırıyorum. Ekmek parası,
yaratan bana da böylesi bir rol biçmiş. Mahallede İsrail Evleri denilen
kısımdan ilk adımlarımı attım. Çok geçmeden haftada en az dört-beş kez simit
alan Asiye Hanım üçüncü kattaki evinin balkonundan içine simit parasını da
koyduğu sepetini uzattı. Çok dakik bir teyze. Çoğu zaman tek kelime konuşmasak
da anlaşıyoruz. Ama bayram günlerinde mutlaka uğrak verir, hal hatır sorar mübarek
ellerini öperim. Aile ile ilgili her şeyi bilirim. Beni yabancı olarak
görmediklerinden bana o güzelim yüreklerinin kapılarını sakınca görmeden sonuna
kadar açarlar.
Asiye Hanım yine dört
simit parasını ve hiç ihmal etmediği iki lira bahşişimi de ekleyip sarkıttığı sepete,
ben de dört tane simidini koydum. Tablamı sehpanın üzerine yerleştirdiğim için
ellerimi ağzımın etrafında birleştirdim ve “afiyet şeker olsun ablam…” diye sağ
elimi kalbimin üzerine getirip sepeti yukarı saldım. Asiye Hanımın (Allah uzun
ömürler versin.) elli yıldır Hamit Beyle mus mutlu bir evliliği ve bu
evlilikten bir oğlu ve bir de kızları var. Her ikisi de yıllarca önce dünya
evine girmişler. Çocukları evlendikten sonra İstanbul’a yerleşmişler. Anne ve baba Ankara'da kalmışlar. Kendileri tam Ankara sevdalıları. Oğlu Nazım’ın
Vera adında güzeller güzeli bir kızı var. Uzun dalgalı sarı saçları ile Asiye
Hanım torununu civcivlere benzetiyor. Onu severken içi içine sığmıyor. Adeta onu şeker misali alıp ağzında evire çevire erite erite yemek ister gibi bir sevgi seli
yaşıyor.
“Ah benim Sarı Civcivim.
Ah canımın içi. Ben seni öylesine çok seviyorum ki. İyi ki varsın kuzum. İyi ki
benim torunumsun. Tabiatın bana bahşettiği en büyük hediyesin. Tanrı ömrümü
alsın senin ömrüne katsın. Bahtın açık olsun yavrum benim.”
Kızı Münevver’in de bir o
kadar güzel on yaşında Orhan Veli adında bir oğlu var. Bütün aile sanatın her
dalı ile yakından ilgili oldukları için topluma mal olmuş her biri ayrı bir
değer olan kişilikleri kendi çocukları ile özdeşleştirmişler. Onların
hatırasını kendi çocuklarında sürdürmüşler. Onlar sayesinde ben de kıyıdan
köşeden de olsa bir şeyler kapıyor ve okumaya merak salıyorum. Keşke daha çok
vaktim olsa. Ama her geçen gün ruhum zenginleşiyor ve kendimi ayrıcalıklı
sayıyorum. Dünyaya daha güzel ve geniş pencerelerden bakıyorum. Ben de büyük değişikliklerin olduğunu her geçen gün sezinliyorum. Dünyayı daha iyi kavrayıp yorumlar hale geldiğim gibi, olaylara ve insanlara karşı hoşgörümün arttığını da görüyorum. Eşime de bu güzelliği bildiğim kadarı ile aktarmaya çabalıyorum.
Benim de, ellerinizden
öper ikisi kız, biri oğlan olan üç çocuğum var. En küçük kızım Saliha daha
ilkokulda, oğlum Samet ortaokulda ve büyük kızım Şenay da lise öğrencisi. Bütün uğraşım onlar için. Hanımım Fatma derin gamzeli. Benim gözümde dünya güzeli.
Evliliğimizin üzerinden aşk ve sevgi dolu on sekiz yıl geçti. Ve ben ona ilk
öpücüğümü verdiğim gün gibi aşığım. Saygı da asla kusur etmez, sevgisi beni
benden alır. Bu sokakları hiç yorgunluk duymadan ardımda bırakıyorsam, sihirli
bir değnek gibi bana sevgisi ile dokunduğundandır. Bütün gücümü ondan alırım.
Asiye Hanımın simitlerini
verdikten sonra sürekli müşterim olan birkaç eve daha uğradım. En son Figen
Hanım’a simitlerini verdim. Yavaş yavaş cami sokağına doğru ilerliyorum. Sokağın
girişinde İsmail Bey simit istediğinden karşı tarafa geçmem gerekiyor. Benden
yaklaşık otuz metre kadar ileride lüks bir aracın hızla bana doğru geldiğini
gördüm. Başımdaki simit tablası ile kendimi kaldırıma atamadım. Aracın hızla
bana çarpması ile bütün bedenimde korkunç bir acıyla kaldırıma savrulmuşum.
Anında bayılmışım. Bana vuran araç durma zahmetinde dahi bulunmamış. Çok zaman
sonra gözlerimi hastanede açtığım zaman bütün bedenimin sargılı olduğunu gördüm.
Sızlamayan yerim yoktu. Perişan haldeydim. Kimsenin yaşayacağıma dair bir umudu
yokmuş. Ama ben çocuklarım, dünyalar kadar sevdiğim eşim ve bu mahalle, yani bu
koca ailem için yaşamalıydım. Bu dirençle kefeni yırtmıştım. Olay sonrası bütün
mahallelinin başıma toplandığını ve her biri bir tarafa fırlayan simitlerimi
topladıklarını anlatıyorlar.
Arabanın bana çarptığı ve
sürücünün durmadan aynı hızla yoluna devam ettiğini duyan mahalleli, Asiye
Hanım ve Hamit Beyin öncülüğünde bir araya gelip, mahallede benim için bir
bağış kampanyası başlatmışlar. Evimizin bütün ihtiyaçları giderildiği gibi,
hastane masrafları da ödenmişti. Bunu hak etmiş miydim? Aman Tanrım insanlar
bir araya gelince neler de yapıla biliniyor ve her türlü zorluğun üstesinden geline
biliniyordu. Bu insanlara karşı öylesine mahcuptum ki, ne yapacağıma onların
ayaklarına nasıl kapanacağımı şaşırmıştım. Bütün bunlar da insan sınıfına
giriyor ve ne yazık ki acımasızca bana lüks arabası ile çarpıp giden şımarık
zengin çocuğu da! Bu büyük bir haksızlık diye düşünüyorum.
Altı ay kadar sonra eski sağlığıma tekrar
kavuştum. Hastalığıma iyi gelir diye evimiz mahallelinin getirdiği bal, reçel,
tahin, sucuk, et, balık ve pek çok çeşit yiyecek ile dolup taşıyordu. Ben ise
bu büyük ailemin bana gösterdiği ihtimam karşısında mahcubiyetimden küçülüyordum.
Yeniden bahar geldi.
Mahalleme ve bana da baharla birlikte büyük bir güzellik geldi. İnsanlar güzel,
ben güzelim, çocuklarım güzel, hanımım Fatma çok güzel. Belki de arabasıyla çarpan genç de güzeldi. Ama o durmadı. Kaçtı. Şairin dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar
uçuyor.”
“Simitçiii…. Taze, gevrek
simitlerim var. Simitçi geldi, simitçiii….”
“İbooo… Bana beş tane
simit getirir misin?”
“Emriniz olur Selvi Abla.
Hemen en gevreğinden, beş tane simit. Afiyet, bal, şeker olsun ablama.”
Erkelenz / Almanya, 26 Ocak 2020