MOLİTYALI
"Yarayla alay eder,
Yaralanmış olan.
Bak nasıl da
Sararıp soluveriyor
Tanrıça kederlerden.
Sen çok daha
Parlaksın çünkü.
Sen tüm göklerdeki
Yıldızların ilki.
Sen aydınlatırsın
geceyi"
Shakespeare - Sen
Aydınlatırsın Geceyi
Daracık ömrümde;
durmaksızın zamana atılan çentiklerle, yaşım başım fütursuzca bir
danışıksızlıkla aldı yürüdü. İyiden iyiye kabardı yaşım. Herkesler gibi dur
diyemedim. Başı köpüklü bir ırmak misali geçip giden ömrümün coşkulu debisinde
sıkıntılar, yüreğime yapışan keder kenesi, özlem, acı, hoşluklar, tutunulacak
küçük-büyük mutluluklar ve benzeri irili ufaklı güzellikler de yok değil. Yaşlı
ve yorgunum artık. Ama bitkin değilim.
Mevsim bir kez daha yaz
ortası. Torunlarımı görmeye gidiyorum. Kızım Pervin, bir oğuldan farksız
sevdiğimiz damadımız İkram ve çocukları ile birlikte bulunduğum kasabadan otuz
kilometre uzaklıkta başka bir kasabada yaşıyorlar. Torunlarımın biri kız ve
diğeri de oğlan. Kıvır kıvır sarı perçemli, maviş gözlü kız torunumun adı Pelşin.
Dokuz yaşında. Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyor. Bütün dileğim adı gibi
hep yeşil ve canlı kalmasıdır. Oğlan torunumuzun adı ise Filinta. Yedi yaşında
henüz. İsmi ile müsemma. Güzel mi güzel bir çocuk. Hem anne hem de baba
alışılmış olmayan böylesine güzel isimlerden yana karar kıldılar. Doğrusu bu
isimlere ilk başlarda alışmak kolay olmadı. Lakin zamanla benimsiyor ve
alabildiğine kanıksıyor insan.
Yol üzeri uğradığım
devasa zümrüt bulutlardan oluşan ormanda huzur veren bir sessizlik hâkim.
Yerden ağaçların köklerinden itibaren yosun benzeri yeşillikler ağaç
gövdelerini sarıp bütünü ile kaplamak istiyor. Etrafa taze yeşil yapraklar
serili. Güneşten çıkagelen bütün renkler, ağaç dallarının ve yapraklarının
yoğunluğu arasından hüzmeler halinde ormanın dört bir yanına serpiştiler.
Beklenmedik bir anda ormanın dışından kümeler halinde gelen serçeler yeşilin
bin tonunun serpiştirildiği güzellikler arasında telaş içinde kayboluyorlar.
Kelebekler kanatlarının muhteşem renkleri ile var olan yelpazeye ayrı bir
zenginlik katıyorlar. İnsanda ağırca bir yük olan gamı silip süpüren ormanda
duyduğum hazdan çatlıyorum. Kendimi almak ne mümkün. Uzun süre burada
sıkılmadan kalabilirim. Solunan her nefesle birlikte ciğerlerime tarifsiz bir
huzur doluyor.
Dupduru yüzlü Eşim Gül
Naz’ı dört yıl önce kaybettim. Amansız bir hastalığa yenildi, benim iğde
kokulum. Avucuma aldığım sıcacık elini, benden aldı. Ellerim yapayalnız,
acemice ve yek başlarına kalakaldılar. Bilemezsiniz, nasıl severdim onu.
Yokluğuna alışmak ne mümkün. Onca zaman geçti, hayali her daim buğulu yaşlı
gözlerimin önünde. Gül Naz her an sadece benim görebildiğim minik bin bir
periye dönüşüyor gözlerimin önünde, omuzlarıma, saçlarıma, ellerime, kaşlarımın
üzerine ve bütün bedenime konuyor. Kâh sol kulağıma, kâh sağ kulağıma usulca
fısıldıyor. Bense bakmakla yetiniyorum, incitir bir yerlerine zarar veririm
diye dokunamıyorum. Vurgunu olduğum, bakmaya doyamadığım, beni benden alıp
götüren yosun gözleri, kendisine müthiş bir hoşluk katan gamzeli çehresi ile
gülümseyip;
“Oldu mu ya şimdi?
Üzülmek yok dememiş miydik Nihat’ım? Yelkenleri hepten suya indirmişsin yine.
Üzülmekle beni de üzüntüye gark ettiğini biliyorsun. Oysa kavlimiz böyle
değildi! Yapma, etme be canım. Bak her daim yanındayım, sana geliyorum. Bana hep
derdin. ‘Gülen az Gül Naz.’ Sen de o çoğunluktan olma. Ne olur. Hadi bana,
insanlara, kurda, kuşa, ağaca, dala, otlara, dikenlere, çiçeklere, solucana,
kirpiye, kaplumbağaya, hayata ve bütün dünyaya gülümse.” diye usulca kulağımın
dibinde seslendiğini duyar gibi oluyorum. Yüzümdeki bir gülümseme uzun süre
donup kalıyor. Alabildiğine dalgın ve kederliyim. Sen yoksun!
Evet, torunlarıma
gidiyorum. Yol kıyısında durduğum ormanlık alanda arabamı durdurdum, usulca
geldim, büyükçe bir taşın üzerinde oturuyorum. Dalıp dalıp gitmelerdeyim. Gül
Naz’ım bin minik peri halinde etrafımda uçuşuyor. Nasihat eyledikten sonra
geldiği gibi gitti. Birazdan tekrar çıkagelir. Biliyorum, gönlü razı gelmez.
Yalnız koymaz o beni.
Ormana hafiften bir imbat
rüzgârı doluştu. Yüzümü, gözlerimi kırçıl bıyıklarımı hepten yalayıp geçti. İyi
de oldu. Biraz olsun serinletti. Az ilerimde ben yaşlarda sakallı bir adam
belirdi. İyice yaklaştı. Yüzünü daha iyi seçebiliyorum. Temiz ve bakımlı bir
ihtiyar, aynı zamanda şık giyimli ve de uzunca boylu. Siyah takım elbiseli,
beyaz gömleğinin üzerinde kırmızı kravatı sarkıyor. Yaklaştıkça yüzündeki hoş
gülümsemesi iyice belirdi. Selam verip iki metre ileride başka bir taşa oturdu.
Adeta sessizliğin içinden süzülüp gelmişti. Çok geçmeden daha öncesinden
tanışıyormuşuz gibi muhabbetle tokalaştık, tanıştık. Etkilendim.
Adının Sermo olduğunu
söyleyince, şaşırdım. Böylesi farklı bir ismi duymamış olmanın şaşkınlığının
yüzüme yayılmasıyla başladı anlatmaya.
“Nihat Bey ben komşunuz
ve aynen bunun gibi bir dünya olan Mellikka adlı yaşanabilir gezegenin Molitya
ülkesinden geliyorum. Sizin bulunduğunuz bu dünya da dahil olmak zere ayrı ayrı
isimleri olan ve insanların ikamet ettiği elliden fazla diğer gezegenin çoğunun
büyük ülkelerini ve şehirlerini gezip gördüm sayılır. Yaşım el verdiği müddetçe
de gezip görmeye devam edeceğim.” Yüzümdeki şaşkınlığın belirginliği abartılı
bir şekilde ayyuka çıkmış olacak ki, anlatımına ara verip o da şaşkınlıkla
benim yüzüme baktı.
“Anlattıklarım sizi
şaşırtmış olmalı. Şaşıracak bir şey yok. Bütün bunlar artık bilinen şeyler.
Hayatın olduğu elliden fazla dünya da diyebileceğimiz çeşitli gezegenle
arasında iletişim kuruldu. Artık kimseler kendi kabuğuna çekilmiş durumda
değil. İmkânları olan her insan gezegenler arası seyahate başladı. Ben de
onlardan biriyim. Bugüne değin duymamış olmana şaşırmadım. Çünkü bu çok daha
yeni. Yakın zamanda gezegenlerimiz arası ithalat ihracat da yapılacak. Her
türlü bilgi alış verişi zaten çoktandır gündemde. Yalnız şu da var ki; örneğin
biz Mellikalılar, dünyalılardan çok daha ileriyiz. En önemlisi de bizde
savaşların hiç ama hiç olmamasıdır. İnsanlarımız arasındaki gelir dağılımında,
adalet, eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda gözle görülür bir farklılık
yoktur. Edindiğim bilgilere göre buralarda gidişat pek de berkemal değil.
Dünyadaki hangi ülkeye gidilebilir, nerede savaş yok gibi bir araştırmaya
girdiğimizde ortaya çok da iç açıcı sonuçlar çıkmadığından, gönül rahatlığı ile
bu diyarlara gelinmiyor. İpin ucunu epeyce kaçırmış gibisiniz. Kalpleriniz
adeta sevmeme birikintisi ile dopdolu. Çok anlamsız. Daha çok edinme
hırsınızdan, kelimenin tam anlamı ile birbirinizi yiyip bitiriyorsunuz.”
Çok uzunca bir vaazdı.
Aniden sustu. Sükûnetle dinlemek zorunda kaldım. Gıkım dahi çıkmadı. Neye
uğradığımı şaşırdım. Duyduklarıma inanmalı mıydım? Oluşan sessizliğin ardından
bütün bunları bir anda düşünedururken. Yüzüme dikkatle baktı.
“Nihat Beyciyim neden bu
kadar müteessirsiniz? Bir mahsuru yoksa sorabilir miyim acaba?” diye sormayı da
ihmal etmedi. Artık bir cevap vermeliydim. Kekeleyecek gibi oldum. Ama dilini
yutmuş numarası da yapamazdım.
“Ben… Ben dört yıl kadar
önce eşimi kaybettim. Onun yokluğuna alışamıyorum. O her an aklımda. Siz
çıkagelmeden önce de oturduğum bu taşın üzerinde onu düşünüyordum. Belki de
bunu sezinlediniz.”
“Anlıyorum. Ama belki de
sevgili eşiniz hala hayattadır. Mesela bizim Mellikka’ya gezmeye gitmiş olamaz mı?
Oradan da başka gezegenlere seyahate çıkmıştır belki. Siz hiç üzülmeyin bana
eşinizin adını soyadını yazın şu kâğıda. Ben iki gün sonra bizim ülkemiz
Molitya ve bütün Mellika’da sizin için araştırırım. Bana adınızı, e-mail ve
telefon numaranızı da yazın lütfen. Sizinle bu konu hakkında en kısa zamanda
irtibata geçeceğim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Kafanıza takmayın.
Yüreğinizi karartmayın. Özellikle de ‘zülfüyârenize, yani ince telinize
dokunmayın.’ olmaz mı? Bu tel bu tel bir kere kopmayagörsün, bir daha
onaramazsınız. Bana müsaade. Hadi kalın sağlıcakla.” deyip, bilgilerimi
yazdığım kâğıt parçasını havada sallaya sallaya uzaklaştı. Çokça yudum kelam
eyledi ve gözden kayboldu. Telaffuzunda zaman zaman hatalar da olsa Türkçesi
iyi sayılırdı. Şaşırdım kaldım. Türkçeyi nerede öğrenmişti? Merak ettim.
Her şeyi ve herkesi bir
anda unutmuştum. Ne kadar da nazik ve kibar bir adamdı. Ben ise adeta “dumura
uğramıştım.” Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilmeden taşın üzerinde uzun
uzadıya kıpırtısız bir heykel gibi oturdum.
Nice sonra afacan bir
sincabın daldan düşürdüğü at kestanesinin başıma düşmesi ile ayıldım. Başım çok
da acıdı. Ama bunu pek de kale almadım. Yola çıkmıştım bir kere, gidip
torunlarımı görmeliydim. Beni bekliyorlardı. Gitmemezlik edemezdim.
En nihayetinde
torunlarım, kızım ve damadımla sarmaş dolaş olduk. Daha önceki gelişlerimde en
az bir hafta kadar kalıyordum. Fakat bu defa en fazla bir gün kaldıktan sonra
bir yolunu bulup eve dönmeliydim. Mellika gezegeninden Molityalı Sermo’nun
anlattıkları aklımın her zerresine perçinlenmişlerdi. Bunları kızıma ve
damadıma anlatamazdım. Anlamazlardı. Büyük ihtimalle onlar da hayatın var
olduğu, başka insanların barış ve huzur içinde yaşadığı bu gezegenlerden veya
başka dünyalardan bihaberdiler. Bu yaşlı halimle Sermo’yu ve anlattıklarını
onlara söylesem, beni haklı olarak “tefe koymaları” kaçınılmazdı. En iyisi bu
konuyu hiç açmamalıydım ve bir an önce eve gidip, Mellika’ya gitmek üzere bütün
hazırlıklarımı yapmalı ve Gül Naz’ımı bir an evvel bulmalıydım.
Amsterdam, 12 Kasım 2019