TANRI ORPHEUS’UN AŞKI
"Ben ölseydim;
O belki ağlardı.
Ama o ağlasaydı;
Ben ölürdüm..."
Özdemir Asaf
“Bir varmış bir yokmuş,” değil. Hem “birin varmışlığı” hem de “bir yokmuşun yokmuşluğu” o zamanlar henüz dile getirilmiyordu. O eski Yunan Mitolojisinde binler… binlerce yıl önce, birbirinden büyüleyici öyküleri ile belki de yüzlerce tanrı ve tanrıça vardı. Bunlar saymakla bitmezdi.
Öyle pirelerin tellal,
keçilerin berber olduğu da henüz söz konusu değildi. Cinler ciritlerini eski hamam içinde
atmıyorlar, çünkü yoklardı. Kalbur, belki saman içinde yuvarlanıyor olabilir ama padişahın üç
oğlu veya üç kızı yoktu. O zamanlar padişahların esamesi okunmuyordu ki, oğulları ve kızlarının okunsundu. Babam beşikten,
ben ise eşikten düşmedim o zamanlar. Oysa bu düşmeler binlerce yıl sonra olacaktı. Annemin ahşap beşiğini "tıngır mıngır" salladığım da büyük bir yalandı. Ama Yunan Mitolojisinin, o çağlarda, yüzlerce tanrı ve tanrıçaya sahip olduğu ise büyük bir gerçekti.
Bu çok sayda tanrı ve tanrıça arasında bir de Müzik Tanrısı Orpheus bütün cazibesi ile boy gösteriyordu ki, o alabildiğine
yakışıklı mı yakışıklı, boylu-poslu ve göz kamaştırıcı bir endamdaydı. Orpheus
tam bir “lir” kompozitörü, şarkıcı, müzisyen, şair ve Yunan Mitolojisinin en son kahramanı olup,
Tanrı Apollo ve güzel sesli Kallope’nin oğluydu. Kendileri aslen
Trakyalıydılar. O kanlı savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar gösteren biri
olmadığı gibi, tam tersine duygu yüklü yüreği ile oldukça hassas, zarif ve ağzında mısraların bal misali sözcüklerin döküldüğü insancıl
bir şairdi. Orpheus lir çalmaya görsün ince uzun parmaklarının dokunuşları
esnasında doğaya yayılan melodilerden mest olan bütün hayvanlar bariş içinde onun kıyısına-yöresine
gelir ve can kulağı ile onu dinlemeye koyulurlardı. Öyle ki boncuk mavisi Ege Denizi, coşkun nehirler,
dereler, tepeler, dağlar, akarsular, ağaçlar, çiçekler, börtü böcek ve yeryüzünün
semalarında kanat çırpan bütün kuşlar şuhu içinde bu melodileri dinlemeye
koyulurlar, ardından ürpertici bir sessizliğe bürünürlerdi.
Müzik
Tanrısı Orpheus dere tepe demeden lirini çalıp dolaştığı bir anda tesadüfen
karşılaştığı ve müziğinden çok etkilenen peri kızı Eurydike’e bir görüşte deliler
gibi aşık oldu. Aşkı, Eurydike tarafından da aynı anda karşılık buldu. Kısa bir süre içinde sevgilileri sarıp sarmalayan bu güzelim aşk, onları çok geçmeden bir araya getirdi ve dillere
destan kırk gün ve kırk gece süren, kol kol girilerek sirtakilerin oynandığı, çalgılı
çengili bir düğünle mutluluklarını taçlandırıp dünya evine girdiler.
Orpheus
günün büyük kısmını karısı masalsı bir güzellikteki Eurydike'ye ayırıyor, onun kadifemsi yanaklarını, beline kadar
uzayan dalgalı altın sarısı saçlarını okşuyor, su misali gülümsemesinden
bakışlarını alamıyor, gamzelerindeki çukurlara öpücükler konduruyor, yumuk ellerini sürekli tutuyor, uzun uzadıya sohbet ediyor, ona şevda şiirleri okuyor, birlikte gülüyor ve sevdiğinin yosun
yeşili gözlerinin derinliklerinde kayboluyordu.
Evlilikleri eşi benzeri
az rastlanır bir mutlulukla devam ederken, hiç beklemedikleri bir anda, olmadık
bir trajedi ile yaşamları sekteye uğradı. Eurydike kocası Orpheus’un doğum günü
öncesi hazırlıklar yaptığı bir anda bahçede davetliler için koyduğu metrelerce
uzunluktaki masada çiçeklerin eksikliğini fark etti. Güneşin upuzun kızıl saçlarını
Yunan dağlarından henüz sarkıttığı bir bahar sabahıydı. Taze gelin Eurydike elini
çabuk tutup çiçekler toplamak üzere kırlara çıktı. Canlıların
gözlerinin görebileceği her yer alabildiğine yeşilin her tonu ve kır çiçeklerine bezenmişti. Turnalar, leylekler ve diğer göçmen kuşlar gittikleri sıcak diyarlardan haftalardır dönmüş,
gökyüzünde kafileler halinde uçuşup boy gösteriyorlardı.
Güneş
bütün canlılara ve bitkilere ol cömertliği ile sıcaklığını ve ışıklarını sevecenlikle
salıyordu. Eurydike alımlı yüzünde kocaman bir gülümseme ile neşe içinde şarkılar söylüyor, ceylanlar gibi hoplaya
zıplaya sekiyor, mis kokulu yasemin, gelincik, papatya, mimoza, zambak,
şakayık, mor salkım, sümbül, lale, gül, orkide, kasımpatı, nergis, zambak,
çiğdem ve doğada bulunan bütün bitkilerden öbek öbek çiçek buketlerini bir
araya getiriyordu. Güzel bir doğum günü partisi olmalıydı ve eğlenceye bütün
tanrılar davetliydi. O nedenle en küçük bir eksik veya kusur olmamalıydı.
Eurydike dalgın bir halde çiçek toplamaya devam ederken, bu sırada aynı yerde koyunlarını otlatan çoban Aristaios, Eurydike’nin göz kamaştıran güzelliğini gördü ve o anda kendisine vuruldu. Çoban Aritaios kendisini daha fazla tutamadı ve bu olağanüstü güzelliğe sahip olmak için Eurydike'ye saldırdı. Genç kadın topladığı mis kokulu renga renk çiçeklerini bir tarafa bırakıp korku ile yakındaki ormana doğru kaçıp kendisini kurtarmaya çalıştı. Nefes nefese koşarken telaşla bir çukura düştü. O sırada bulunduğu çukurda dinlenme halinde olan zehirli bir yılanın üzerine bastı ve yılan onu bacağından soktu. Düştüğü çukurda acılar içinde kıvranan güzeller güzeli Eurydike tesirli zehrin etkisi ile yosun yeşili gözlerini bir daha açılmamak üzere hayata yumdu. Ormanda bir çalı kuşu art arda yardım çağırmak üzere öttü. Ama onu duyan olmadı. Kanat çırpıp Eurydike'nin yanı başına geldi. Güneş ışınları misali başının atrafına dağılan saçlarından uyanması için çekiştirdi. Uyanmadı. Sinsi yılan çoktan hızlı sürünmelerle oradan uzaklaşmıştı.
Bu
oldukça üzücü olayın ardından Orpheus’in yüreği dayanamayacağı acılarla dolup taştı. Sevdiğinin ölümünü kabullenmedi. Duyduğu ıstıraptan ne yapacağını şaşıran
Tanrı Orpheus lirini alıp aylarca dağlarda dolandı. Lirinden acıklı melodiler
dört bir yana dağıldı. Bütün canlılar ve doğa mest oldu. Ama tek avuntusu müzik
dahi yüreğinde duyduğu acıya derman olamadı. Hayatından bütün renkler bir anda
silindi. Eurydike’nin varlığı ile duyduğu mutluluktan yüksek burçlu bir kale gibi
duran kalbi, cılız bir dal gibi kırıldı. Yüreğindeki keder, onu atıldığı bir
kezzap kuyusu gibi yakıp kavurdu.
Orpheus
dünya güzeli karısı Eurydike olmadan yapamayacağını bildiğinden, ona yeniden
kavuşmak için çareler aramaya koyuldu. Eurydike’nin ruhunu yeraltı ve ölüler
Tanrısı Hades ve Tanrıça Persephone’den istemeye karar verdi. Bunun için bir
tanrıyı, tanrıçayı ve yer altı dünyasının üç başlı zehirli bekçisi azgın köpek
Cerberus’u da ikna etmesi gerekiyordu.
Uzun
araştırmalar sonunda yeraltı alemine inen gizli kapıyı buldu ve bu yolda
canını dişine takıp hızla ilerlemeye başladı. Bir an önce Eurydike’sını bulması gerekiyordu. O olmadan yaşama
katlanması imkansızdı. Hades ve Persephone’yi konuşarak etkilemeyeceğini
bildiğinden, geriye onları bir tek lirinden çıkacak melodilerle ikna edebileceğini
düşündü. O nedenle Hades ve Persephone’nun karşısına çıkar çıkmaz lirini eline
aldı ve yüreğini kasıp kavuran bütün hüznü ile çalmaya başladı. Çok geçmeden
Yeraltı Tanrısı ve Tanrıçası kulaklarına doluşan hüzün dolu melodilerden
oldukça etkilendiler. Ceberus dahi çömeldiği yerde bir kez dahi havlamadan sessizce
ağzından salyalar akıtıp can kulağı ile dinledi.
Orpheus
Müzik Tanrısı olarak yaptığı sunumdan sonra Hades ve Persephone’a isteğini
kabul ettirdi. Böylelikle Eurydike ölüler diyarından çıkıp tekrar yaşayanların
dünyasına dönebilecekti. Fakat bir şartları vardı. Buna göre; Eurydike, Orpheus’un
peşi sıra ölüler dünyasından çıkıp gidecek ve Orpheus bu sırada bir kez olsun
dönüp ardına bakmayacaktı. Orpheus şartı aynen kabul etti ve ellerini tez tutup karısını ardına
takıp uzun ince yola koyuldular. Tam çıkışa ramak kala, Orpheus karısının ani
bir çığlık atması üzerine, ardına bakar bakmaz Eurydike’nin ruhu apansız
sonsuzlukta buharlaşıp kayboldu.
Orpheus
için acılı günler yeniden başladı. Yaşayanların dünyasında dağlara çekildi. Mecnunlar
gibi yüreğinde küskünlüğü ile dolandı. Yedi ay kadar bir zaman, yüreğinde
ezilmiş bir gülün hüznü ile bir mağaraya kendisini hapsetti. Karalar bağlayıp gece
gündüz derdine ağladı. Daha sonra da “Bakkhalar” tarafından yakalanıp
paramparça edilip öldürüldü.
Orpheus
öldürülürken mutludur ve yüzünde büyük bir gülümseme vardır. Çünkü sevdiğine bu
yolla yeniden kavuşacaktır. Bakkhalar, Orpheus’un bedenini parçalara ayırıp kestikleri
başı ve liri ile birlikte nehre attılar.
Nehirde
Orpheus’un başını bulan “Musalar”, Lesbos (Midilli) adasında Tanrı Orpheus adına
yaptıkları tapınağa nehirden aldıkları başını alıp mezar taşına koydular. O
günden sonra bir bülbül gelip mezar taşına kondu ve durmaksızın ötmeye başladı.
Bedeninin parçaları ile birlikte atılan lirini de bulan Musalar, Orpheus’un enstrümanı
lirini alıp Zeus’a verdiler. Ondan bunu gökyüzüne salması ricasında bulundular.
Zeus teslim aldığı liri gökyüzünde diğer yıldızların yanına özenle yerleştirdi.
Her
gün başımızı onlarca kez kaldırıp baktığımız deniz mavisi gökyüzünde yeni bir
yıldız doğdu ve bilim adamları bu yeni yıldıza “Lyra” adını verdiler. İyice
kulak verip dinleyecek olursak, belki de Orpheus’un gökyüzündeki lirinden, yani
yıldız Lyra’dan onun ölümsüz aşkını dile getiren melodileri duyanlarımız
olabilir. Buna, elbette o an içinde bulunduğumuz hissiyatın yoğunluğu etkili olacaktır.
Masallardaki gibi "hem birin varmışlığı, hem de birin aynı zamanda yokmuşluğunun" olmadığını söylemiştik. Ama "onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine de yoktu." Gökten de her ne hikmetse tek bir elma dahi düşmedi. Tanrılar mutlu olmayı onlara çok gördü. Orpheus sabırsızlığının cezasını çekti. Tanrılara karşı olan güvensizliği onu çılgınca
sevdiği karısından ayırmış oldu. Çehresindeki
kocaman gülüşü üşüdü. Yüreğini kuş misali kanatlandıran güneş gülüşlü sevdiği
yok oldu. Gönül harını ziyan etti. Ve Müzik Tanrısı Orpheus hatasının kurbanı
oldu.
Amsterdam, 30 Ocak 2021