31 Ocak 2021 Pazar

TANRI ORPHEUS'UN AŞKI



                                                                          Orpheus And Eurydice (Louis Ducis, 1826, oil on canvas)


TANRI ORPHEUS’UN AŞKI

 

           "Ben ölseydim;

           O belki ağlardı.

           Ama o ağlasaydı;

           Ben ölürdüm..."

                               Özdemir Asaf

                                                        

 

“Bir varmış bir yokmuş,” değil. Hem “birin varmışlığı” hem de “bir yokmuşun yokmuşluğu” o zamanlar henüz dile getirilmiyordu. O eski Yunan Mitolojisinde binler… binlerce yıl önce, birbirinden büyüleyici öyküleri ile belki de yüzlerce tanrı ve tanrıça vardı. Bunlar saymakla bitmezdi. 

Öyle pirelerin tellal, keçilerin berber olduğu da henüz söz konusu değildi.  Cinler ciritlerini eski hamam içinde atmıyorlar, çünkü yoklardı. Kalbur, belki saman içinde yuvarlanıyor olabilir ama padişahın üç oğlu veya üç kızı yoktu. O zamanlar padişahların esamesi okunmuyordu ki, oğulları ve kızlarının okunsundu. Babam beşikten, ben ise eşikten düşmedim o zamanlar. Oysa bu düşmeler binlerce yıl sonra olacaktı. Annemin ahşap beşiğini "tıngır mıngır" salladığım da büyük bir yalandı. Ama Yunan Mitolojisinin, o çağlarda, yüzlerce tanrı ve tanrıçaya sahip olduğu ise büyük bir gerçekti.

Bu çok sayda tanrı ve tanrıça arasında bir de Müzik Tanrısı Orpheus bütün cazibesi ile boy gösteriyordu ki, o alabildiğine yakışıklı mı yakışıklı, boylu-poslu ve göz kamaştırıcı bir endamdaydı. Orpheus tam bir “lir” kompozitörü, şarkıcı, müzisyen, şair ve  Yunan Mitolojisinin en son kahramanı olup, Tanrı Apollo ve güzel sesli Kallope’nin oğluydu. Kendileri aslen Trakyalıydılar. O kanlı savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar gösteren biri olmadığı gibi, tam tersine duygu yüklü yüreği ile oldukça hassas, zarif ve ağzında mısraların bal misali sözcüklerin döküldüğü insancıl bir şairdi. Orpheus lir çalmaya görsün ince uzun parmaklarının dokunuşları esnasında doğaya yayılan melodilerden mest olan bütün hayvanlar bariş içinde onun kıyısına-yöresine gelir ve can kulağı ile onu dinlemeye koyulurlardı. Öyle ki boncuk mavisi Ege Denizi, coşkun nehirler, dereler, tepeler, dağlar, akarsular, ağaçlar, çiçekler, börtü böcek ve yeryüzünün semalarında kanat çırpan bütün kuşlar şuhu içinde bu melodileri dinlemeye koyulurlar, ardından ürpertici bir sessizliğe bürünürlerdi.  

Müzik Tanrısı Orpheus dere tepe demeden lirini çalıp dolaştığı bir anda tesadüfen karşılaştığı ve müziğinden çok etkilenen peri kızı Eurydike’e bir görüşte deliler gibi aşık oldu. Aşkı, Eurydike tarafından da aynı anda karşılık buldu. Kısa bir süre içinde sevgilileri sarıp sarmalayan bu güzelim aşk, onları çok geçmeden bir araya getirdi ve dillere destan kırk gün ve kırk gece süren, kol kol girilerek sirtakilerin oynandığı, çalgılı çengili bir düğünle mutluluklarını taçlandırıp dünya evine girdiler.

Orpheus günün büyük kısmını karısı masalsı bir güzellikteki Eurydike'ye ayırıyor, onun kadifemsi yanaklarını, beline kadar uzayan dalgalı altın sarısı saçlarını okşuyor, su misali gülümsemesinden bakışlarını alamıyor, gamzelerindeki çukurlara öpücükler konduruyor, yumuk ellerini sürekli tutuyor, uzun uzadıya sohbet ediyor, ona şevda şiirleri okuyor, birlikte gülüyor ve sevdiğinin yosun yeşili gözlerinin derinliklerinde kayboluyordu.

           Evlilikleri eşi benzeri az rastlanır bir mutlulukla devam ederken, hiç beklemedikleri bir anda, olmadık bir trajedi ile yaşamları sekteye uğradı. Eurydike kocası Orpheus’un doğum günü öncesi hazırlıklar yaptığı bir anda bahçede davetliler için koyduğu metrelerce uzunluktaki masada çiçeklerin eksikliğini fark etti. Güneşin upuzun kızıl saçlarını Yunan dağlarından henüz sarkıttığı bir bahar sabahıydı. Taze gelin Eurydike elini çabuk tutup çiçekler toplamak üzere kırlara çıktı. Canlıların gözlerinin görebileceği her yer alabildiğine yeşilin her tonu ve kır çiçeklerine bezenmişti. Turnalar, leylekler ve diğer göçmen kuşlar gittikleri sıcak diyarlardan haftalardır dönmüş, gökyüzünde kafileler halinde uçuşup boy gösteriyorlardı.

Güneş bütün canlılara ve bitkilere ol cömertliği ile sıcaklığını ve ışıklarını sevecenlikle salıyordu. Eurydike alımlı yüzünde kocaman bir gülümseme ile neşe içinde şarkılar söylüyor, ceylanlar gibi hoplaya zıplaya sekiyor, mis kokulu yasemin, gelincik, papatya, mimoza, zambak, şakayık, mor salkım, sümbül, lale, gül, orkide, kasımpatı, nergis, zambak, çiğdem ve doğada bulunan bütün bitkilerden öbek öbek çiçek buketlerini bir araya getiriyordu. Güzel bir doğum günü partisi olmalıydı ve eğlenceye bütün tanrılar davetliydi. O nedenle en küçük bir eksik veya kusur olmamalıydı.

Eurydike dalgın bir halde çiçek toplamaya devam ederken, bu sırada aynı yerde koyunlarını otlatan çoban Aristaios, Eurydike’nin göz kamaştıran güzelliğini gördü ve o anda kendisine vuruldu. Çoban Aritaios kendisini daha fazla tutamadı ve bu olağanüstü güzelliğe sahip olmak için Eurydike'ye saldırdı. Genç kadın topladığı mis kokulu renga renk çiçeklerini bir tarafa bırakıp korku ile yakındaki ormana doğru kaçıp kendisini kurtarmaya çalıştı. Nefes nefese koşarken telaşla bir çukura düştü. O sırada bulunduğu çukurda dinlenme halinde olan zehirli bir yılanın üzerine bastı ve yılan onu bacağından soktu. Düştüğü çukurda acılar içinde kıvranan güzeller güzeli Eurydike tesirli zehrin etkisi ile yosun yeşili gözlerini bir daha açılmamak üzere hayata yumdu. Ormanda bir çalı kuşu art arda yardım çağırmak üzere öttü. Ama onu duyan olmadı. Kanat çırpıp Eurydike'nin yanı başına geldi. Güneş ışınları misali başının atrafına dağılan saçlarından uyanması için çekiştirdi. Uyanmadı. Sinsi yılan çoktan hızlı sürünmelerle oradan uzaklaşmıştı.

Bu oldukça üzücü olayın ardından Orpheus’in yüreği dayanamayacağı acılarla dolup taştı. Sevdiğinin ölümünü kabullenmedi. Duyduğu ıstıraptan ne yapacağını şaşıran Tanrı Orpheus lirini alıp aylarca dağlarda dolandı. Lirinden acıklı melodiler dört bir yana dağıldı. Bütün canlılar ve doğa mest oldu. Ama tek avuntusu müzik dahi yüreğinde duyduğu acıya derman olamadı. Hayatından bütün renkler bir anda silindi. Eurydike’nin varlığı ile duyduğu mutluluktan yüksek burçlu bir kale gibi duran kalbi, cılız bir dal gibi kırıldı. Yüreğindeki keder, onu atıldığı bir kezzap kuyusu gibi yakıp kavurdu.

Orpheus dünya güzeli karısı Eurydike olmadan yapamayacağını bildiğinden, ona yeniden kavuşmak için çareler aramaya koyuldu. Eurydike’nin ruhunu yeraltı ve ölüler Tanrısı Hades ve Tanrıça Persephone’den istemeye karar verdi. Bunun için bir tanrıyı, tanrıçayı ve yer altı dünyasının üç başlı zehirli bekçisi azgın köpek Cerberus’u da ikna etmesi gerekiyordu.

Uzun araştırmalar sonunda yeraltı alemine inen gizli kapıyı buldu ve bu yolda canını dişine takıp hızla ilerlemeye başladı. Bir an önce Eurydike’sını  bulması gerekiyordu. O olmadan yaşama katlanması imkansızdı. Hades ve Persephone’yi konuşarak etkilemeyeceğini bildiğinden, geriye onları bir tek lirinden çıkacak melodilerle ikna edebileceğini düşündü. O nedenle Hades ve Persephone’nun karşısına çıkar çıkmaz lirini eline aldı ve yüreğini kasıp kavuran bütün hüznü ile çalmaya başladı. Çok geçmeden Yeraltı Tanrısı ve Tanrıçası kulaklarına doluşan hüzün dolu melodilerden oldukça etkilendiler. Ceberus dahi çömeldiği yerde bir kez dahi havlamadan sessizce ağzından salyalar akıtıp can kulağı ile dinledi.

Orpheus Müzik Tanrısı olarak yaptığı sunumdan sonra Hades ve Persephone’a isteğini kabul ettirdi. Böylelikle Eurydike ölüler diyarından çıkıp tekrar yaşayanların dünyasına dönebilecekti. Fakat bir şartları vardı. Buna göre; Eurydike, Orpheus’un peşi sıra ölüler dünyasından çıkıp gidecek ve Orpheus bu sırada bir kez olsun dönüp ardına bakmayacaktı. Orpheus şartı aynen kabul etti ve ellerini tez tutup karısını ardına takıp uzun ince yola koyuldular. Tam çıkışa ramak kala, Orpheus karısının ani bir çığlık atması üzerine, ardına bakar bakmaz Eurydike’nin ruhu apansız sonsuzlukta buharlaşıp kayboldu.

Orpheus için acılı günler yeniden başladı. Yaşayanların dünyasında dağlara çekildi. Mecnunlar gibi yüreğinde küskünlüğü ile dolandı. Yedi ay kadar bir zaman, yüreğinde ezilmiş bir gülün hüznü ile bir mağaraya kendisini hapsetti. Karalar bağlayıp gece gündüz derdine ağladı. Daha sonra da “Bakkhalar” tarafından yakalanıp paramparça edilip öldürüldü.

Orpheus öldürülürken mutludur ve yüzünde büyük bir gülümseme vardır. Çünkü sevdiğine bu yolla yeniden kavuşacaktır. Bakkhalar, Orpheus’un bedenini parçalara ayırıp kestikleri başı ve liri ile birlikte nehre attılar.

Nehirde Orpheus’un başını bulan “Musalar”, Lesbos (Midilli) adasında Tanrı Orpheus adına yaptıkları tapınağa nehirden aldıkları başını alıp mezar taşına koydular. O günden sonra bir bülbül gelip mezar taşına kondu ve durmaksızın ötmeye başladı. Bedeninin parçaları ile birlikte atılan lirini de bulan Musalar, Orpheus’un enstrümanı lirini alıp Zeus’a verdiler. Ondan bunu gökyüzüne salması ricasında bulundular. Zeus teslim aldığı liri gökyüzünde diğer yıldızların yanına özenle yerleştirdi.

Her gün başımızı onlarca kez kaldırıp baktığımız deniz mavisi gökyüzünde yeni bir yıldız doğdu ve bilim adamları bu yeni yıldıza “Lyra” adını verdiler. İyice kulak verip dinleyecek olursak, belki de Orpheus’un gökyüzündeki lirinden, yani yıldız Lyra’dan onun ölümsüz aşkını dile getiren melodileri duyanlarımız olabilir. Buna, elbette o an içinde bulunduğumuz hissiyatın yoğunluğu etkili olacaktır.   

Masallardaki gibi "hem birin varmışlığı, hem de birin aynı zamanda yokmuşluğunun" olmadığını söylemiştik. Ama "onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine de yoktu." Gökten de her ne hikmetse tek bir elma dahi düşmedi. Tanrılar mutlu olmayı onlara çok gördü. Orpheus sabırsızlığının cezasını çekti. Tanrılara karşı olan güvensizliği onu çılgınca sevdiği karısından ayırmış oldu. Çehresindeki kocaman gülüşü üşüdü. Yüreğini kuş misali kanatlandıran güneş gülüşlü sevdiği yok oldu. Gönül harını ziyan etti. Ve Müzik Tanrısı Orpheus hatasının kurbanı oldu.

 

Amsterdam, 30 Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


9 Ocak 2021 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ





DOĞUM GÜNÜ

 

        “Seni düşünürken

        Bir çakıl taşı ısınır içimde

        Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar

        Bir gelincik açılır ansızın

        Bir gelincik sinsi sinsi kanar

        Seni düşünürken

        Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır

        Deliler gibi dönmeğe başlar

        Döndükçe yumak yumak çözülür

        Çözüldükçe ufalır küçülür
        

         Çekirdeği henüz süt bağlamış

        Masmavi bir erik kesilir ağzımda

        Dokundukça yanar dudaklarım“         

                                            Bedri Rahmi Eyüboğlu

 

Onlarca yıl öncesinde, onu tarihi İstanbul Sirkeci Garı'ndan alıp, o zamanlar çok yabancısı olduğu Hollanda’ya getiren kömür karası bir trendi. Yirmi yaşındaydı. Gençti, ama onun da al olan kanı deli mi, yoksa akıllı miydi, bugün sorsanız o da bilemezdi. Ve ona doğumundan iki gün sonra, anne ve babası Arhan adını vermişlerdi. Yirmi yaşına kadar olan vasat yaşamında, o ilk kez İstanbul’a geliyor, ilk kez bir trene biniyor, ilk kez ülke sınırlarının dışına çıkıyor, ilk kez pek çok ülkenin içinden transit geçiyor ve yine ilk kez dağlar-denizler ardında bulunan, doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzaklıktaki Hollanda’nın çok kültürlü toplumunda  üfürülen bir toz zerreciği gibi kayboluyordu. 

Öncesinde geldiği İstanbul’un büyüklüğü, balık istifi şehre sığmayan kalabalığı, insanların iç içeliği, akla gelebilecek her şeyin ayaküstü satılıyor olmasının şaşkınlığı, bağırış-çağırışlar, yaşanan hengame, klakson sesleri, trafiğin yumak misali karmaşıklığı, ak bulutları delen binlerce minare, dört bir yandan zangır zangır ezan sesleri, fırsat kollayan yankesiciler, dönen dolaplar, ayakta kalmakta zorlanan tarihi binalar, meraklı-bir o kadar da renkli turistler, martılar, deniz, balıkçı kayıkları, çözülmeye çalışılan balıkçı ağları, denize sarkıtılan oltalar, sandallar, güvercinler, feribotlar, raylarda hareket halinde trenler, simitçiler, sarhoşlar, dilenciler, travestiler, dolmuşçular, taksiciler, kapkaççılar, kokoreççiler,  ayakkabı boyacıları ve İstanbul’u İstanbul yapan, kendisine özgü daha yüzlerce şaşılası motifin yadsınamayan varlığı.

Arhan için yaban elde tutunmak hiç de kolay değildi. Onca farklılığa alışmak kolay olmayacaktı. Biraz zaman alacağa benziyordu. Elbette en büyük engellerden biri de dil sorunu olmalıydı. Bunu aşmak ve bu konuya hakim olmak da ayrıca onu hayli zorlayacaktı.

Yukarıda sayılan onca ilki bir anda yaşamak üzere yola çıkmadan önce, kendisini uğurlamaya gelenlerden sevdiği ve ağabeyi olarak gördüğü büyüğü, vedalaşma anında sol elini omuzuna koyup kulağına fısıldamıştı.

“Hadi koçum, tez zamanda iyi haberlerini bekliyorum. Bana hemen yaz. Yapacağın ilk işin hızla dil öğrenmek olsun. Oranın dilini öğrenirsen, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ha… Bir de kulağına küpe olsun. Dil dile değmeyince dil öğrenilmiyormuş. Bu işin erbapları öyle söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım.  Onun için ne yapacaksın? En kısa zamanda sarışın bir hatun bulacaksın. Şöyle kardeşimin duygusal yüreğine seslenen, onun gönlünü hoş tutan, mutlu kılan ve kocaman bir kalbi olan. Göreyim seni. Yüzün hep gülsün. Hadi yolun açık olsun. Güle güle git.”

Ağabeyi olarak gördüğü Zeki’ye karşı nasıl da utanmıştı. Ama  içi de hoş olmadı değil. Evet güzel günlerin, çok daha güzel günlerin kendisini beklemiyor olmaması için hiçbir neden yoktu. Azim, sahibini günün birinde elbette düzlüğe çıkarırdı.

Derken zaman yıl yıl geçti. Bir başına zor yıllar. Dil de öğrendi. Belki dilini dillere değdirerek değil, ama öğrendi. Derken günlerden bir gün, bir yerde tesadüfen görüşüp tanıştığı birisine yüreğini kaptırdı, hem de ne kaptırma. Öyle ki; kısa sürede alev alan sevdası dağları yerinden oynatabilirdi. O yürekten geçen bin bir türlü hoş, ılık, şekerli, ballı, şerbetli, ekşi, tatlı ve tutam tutam baharatların serpiştirildiği duygular anlatılamazdı. Bunu görebilmek için o an Arhan’ın hareli acemi yüreğini lime lime edip bin bir parçaya bölüp, her zerrecikte onu hoş tutan olgulara tek tek bakmak gerekirdi. Bu kısımda şekerler, bakın bakın şerbet nasıl da sızıyor, balın parlaklığına bakar mısınız? Ne hoş.. ne hoş. Kahve falına bakar gibi; ya şu bulutların üzerinde uçuşan renk cümbüşü kelebeklere ne demeli? Hayır… Hayır bir insan yüreği sevgi adına bu kadar güzelliği barındıramaz ki, patlar o yürek. Ya şu boncuklar misali patır patır düşenler gözyaşları mı acaba? Yazık! Şu alt tarafta gökkuşağını görüyor musunuz? Bayıldım, bayıldım renklerine. Umutlanmak bu olsa gerek. Dört bir yan kır çiçekleri. Uçuşan arılar. Kuş sesleri. Baş döndüren mis kokular. Her zerrecikte tarifi zor ayrı bir güzellik.

Arhan’a göre ne hoştu, ne hoştu o. Anlatmak için onu “kelimelerin kifayetsizliğinden daha büyük bir kifayetsizlik yoktu.” Güzeldi. Apak tenli, çilliydi yüzü. Bal bakışlıydı ve ay gülümsemesiyle bir sevda şiiri olurdu. Helen’di adı. Ufacık tefecik, ama kocaman yürekli. Minnacıktı burnu. Fındıklara benzetmek istemiyordu onun burnunu. O da ne fındık. Yok… yok. Okşanasıydı onun burnu. Saçları saman sarısı. Tamam. Memleketlisi şair de doğduğu topraklardan uzakta ki sevdiceği Vera'sının saçları için aynen böyle demişti. Varsın o da söylesindi. İmlemenin bir anlamı yoktu. Nasılsa “kelimelerin kifayetsizliği bile bu kifayetsizliği anlatamıyordu.

Günlerden bir gün; “İl Postino” adlı muhteşem filmde, şair Pablo Neruda’nın İtalya’daki sürgünlüğünü anlatan hikayesini büyük bir hayranlıkla izlemişti. Film daha çok şair ile onun dünyanın her tarafından gelen mektuplarını ona  getiren postacısı arasındaki diyaloğunu konu alıyordu. Filmde postacı da aynen Arhan misali bir dilbere gönlünü kaptırıyor. Ama onun gönlünü kaptırdığı uzun, selvi boylu. Helen gibi ufak tefek değildi. Üstelik yüzü çilli de değil. Postacı bir buluşmalarında, hep bir metafor olarak gördüğü ve adı Beatrice olan sevdiğinin yüreğinde daha çok yer edinmek için Neruda’nın bir şiirini, kendi şiiriymiş gibi sesinde titremelerle okuyor. Sonrasında da gelip bunu Neruda’ya anlatıyor. Büyük şair küplere biniyor.

“İyi de kardeşim, ama bu benim şiirim. Sen nasıl olur da benim şiirimi kendi şiirinmiş gibi sevdiğine okursun?” Şairin gereksiz kızgınlığını gören postacı sesinde aynı titreme ile postacı cevap veriyor.

“Bir şiir yazılana kadar şairindir. Ama yazıldıktan sonra kime lazımsa artık o şiir onundur.” Neruda’nın kızgınlığı geçiyor ve “haklısın” deyip postacısının sırtını sıvazlıyor.

Ne diyelim? Arhan’ın vurgunu olduğu sevdiğinin saçlarının saman sarısı, başka nasıl anlatabilir ki? Bu anlatımına Nazım da ters tepki göstermezdi elbette. Belki de kolaylık olsun diye cebine harçlık gibi bir birinden güzel daha pek çok kelime daha koyardı. Bu artık başka bir bahara kalsındı. Ama Helen güzeldi.

Maviliği solmuş kumaş çantası, yakası dantelli çiçekli bluzu, denizlerden Akdeniz maviliğindeki gözleri, ipeksi yumuk elleri, kıvrımlı dudakları, uzun kirpikleri ve çilli yüzü ile Arhan onu görmeye görsündü. Nasıl da büyük, yüzlerce kucağın açılımına sığmayacak bir güzellik kaplardı yüreğini. O an zaman, ne demeye geçisindi ki. Zaman geçmesin, dünya olduğu yerde titreşimsiz dursun, gözle görülebilen her yanda bütün renklerden çiçekler açsın, ağaçlar tomurcuklarını o an açsın, Tanrı yukarılardan gülümsesin, olmadı el de sallasın, kadehler dolsun, kuşlar bin bir dilde şarkı söylesin, piyanoların tuşları durmasın, dünyanın en eşsiz müzisyenlerinin eserlerini seslendirsin, Beethoven’ın “Moonligcht-Ay ışığı” sonatı mutlaka çalsındı. Sonrasında Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosundan” sadece “Bahar” çalsın, kış üşütürdü, kalsındı.

Şairler en güzel sevda şiirlerini, duygu yüklü kadifemsi sesleri ile mısra mısra okusundu. Öykücüler en güzel öykülerini, “Güzel bir ata binip giden,  gidişi ile dünyayı öksüz kılan Yaşar Kemal” geri gelsindi. Anavarza’yı, Çukurova’yı, Yılan Kalesi'ni, Gavur Dağı'nı, İnce Memed’i ve Hatçe’sini, Karıncanın Su İçtiği Yeri, Yağmurcuk Kuşu, Ağrı Dağının Efsanesi, Çakırcalı Efe, Höyükteki Nar Ağacı'nı gürül gürül anlatsındı. Sonrasında bir “dengbej” Yaşar Kemal’in yanı başına otursun, elini kulağına götürüp “Mem û Zîn”i yanık sesi ile anlatsın, ama kara çalı Beko’dan hiç söz etmesin, Mem û Zîn mutlaka kavuşsundu.

Dünya insanları kadınlı, erkekli ve çocuklu bir halaya veya “sirtakiye” dursun, yüzlerce kez gezegenlerini çevreleyen rakslarında, mutlaka her elde gökkuşağı mendilleri olsundu.

Vincent van Gogh aynı muhteşemlikte yeni resimler yapsın, cebinde resim malzemesi alacak, yaşamını idame ettirecek parası olsun, ağabeyi Theo’dan onuru kırılmalarla harçlık istemesin, resimlerini satabilsin, ama ne olur kulağını kesmesindi.

Bütün bunlar olup biterken, Arhan da Helen’in ay güzelliğindeki yüzünde çilleri saysaydı. Bir, iki, üç…  on beş… yok yok olmadı, çenenin altında iki çil daha varmış. Şaşırdım. Sil baştan yeniden. Bir, iki, üç, dört… Tamam altmış bir tane çil. Helen güzeldi. Ama artık yoktu. Arhan ise aşka aşık, hüzne dolaşık kişiliği ile şimdilerde altmış bir yaşındaydı!

 

Amsterdam, 9 Ocak 2021

 


6 Ocak 2021 Çarşamba

GIDIKLAMA BENİ



GIDIKLAMA BENİ

 

Seksenli yıllar diye, “ben diyeyim bir, siz deyin iki katlı bir damdan düşercesine” naçizane bir anlatımla öyküye giriş yapmakta herhangi bir mahsur olacağını sanmıyorum. Umarım sizce de öyledir. Cevabınız insanı gocundurmayacak oranda, bir tutam alay serpişimli gibi kulağa gelse de “öyle olsun bakalım” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eyvallah, o halde, varoluşunuzun oldukça onure eden ağırlığı ile bahşettiğiniz destur için teşekkür etmek boynumuzun borcu oldu. O halde kalpten teşekkürlerimi kabul buyurun lütfen. Derken hemen öykümüzün devamını getirecek olursak, devamının  aynen şöyle sürdüğünü göreceksiniz.

Başkent Ankara; o yıllarda, üzeri avuç avuç verimli toprakla örtülen bir patates misali önceleri çiçekleniyor ve ardından üst üste yeni yeni yumrular mahiyetinde yeni yeni semtler doğuruyordu. Eskişehir ve İstanbul yoluna doğru “her bahtı karanın ille de göreceğim dediği” şehir her geçen gün dudak uçuklatan bir hızla devasa beton yığınları halinde büyüyordu. Yerden fışkıran mantarlar misali art arda yeni bir mahalle daha göz açıp kapama hızında Ankara’ya ekleniyordu. Başkent genişliyor, genişliyordu.

Hal böyle olunca da belediye beklenmedik bir hızla yeni eklenen yerleşim bölgelerindeki insanlara her konuda hizmet sunmakta zorlanıyor, oldukça kapsamlı bir çalışma gerektiren ciddi örgütlenmeyi kısa zamanda sağlayamıyordu. Çeşitli alanlardaki boşlukları irili ufaklı işletmeler canhıraş bir halde, amatörce doldurmak zorunda kalıyorlardı.

Taşımacılık alanındaki büyük açığın bir kısmını da Camili Köyünden Kel Mısto ve kardeşi Kuru Bilo birlikte başlattıkları şirketin otobüsleri ile sağlamak için kolları sıvamışlardı.

Köyden şehre göçün önüne geçmek imkansız bir hal almıştı. Ankara ilçelerine bağlı olan köylerden, her yorganını sırtlayan-bakır tasını şimşir tarağını da toplamayı da unutmadan, taşı ve toprağının altın olmasını ne yazık ki açık ara farkla İstanbul’a kaptıran, ama yine de rivayete göre en azından onun taşının-toprağının da gümüş olduğu söylenen bu şehirde soluğu alıyordu. Köylülerin yaptıkları çiftçilik ölmüş, adeta getirisi olmayan boş bir uğraşıya dönüşmüştü. Bunun haricinde yeni yetişen gençlerin eğitimlerini sürdürüp, onların da yoksul birer çiftçi olarak kalmamaları için şehre göç etmeleri zaruri oluyordu. Her gün küçük kamyonetlere bindirilen eşyaları ile köylüler yığınlar halinde Ankara’ya doluşuyorlardı.

Ankara’nın çiçeği burnunda semtlerinden Konutkent’ten Kızılay’a otobüsleri ile ulaşımı sağlama uğraşısı içinde olan Kel Mısto ve Kuru Bilo kardeşlerin rakipleri de yok değildi. En büyük rakipleri dolmuşçulardı. Bütün yolcuları otobüsleri ile bir çırpıda toplayan bu Kel ve Kuru kardeşler dolmuşçuların artık ezeli düşmanları olmuşlardı. Dolmuşçular bir olup bu gidişata dur demeliydiler. Yoksa halleri hal değildi. Boş dolmuşlarla iki semt arasında gidip gelmelerinin ve yok yere benzin yakmaları akıl kârı değildi. Bu ne idüğü belirsiz kardeşlere en kısa zamanda bir gözdağı verilmenin zamanı çoktan gelmişti.

Çok geçmeden Konutkent semtine servis yapan dolmuşçular bir araya geldiler. Kel Mısto o gün de gün ağarmadan uyandı. Acele ile elini yüzünü yıkadı. Abdest alır gibi keline doğru saçlarını ıslattı ve parmakları ile arkaya doğru düzeltti. Evinin biraz ilerisinde park ettiği otobüsüne doğru koşturdu. “Ya Allah ya bismillah” deyip aracına bindi. Kontağı hızla çevirdi. Motor bir seferde çalıştı. Mevsim bahar olduğu için motorun çalışmaması gibi bir sorun olamazdı. Ayağını debriyajdan çekmeden önce, dikiz aynasından mahcemaline bir kez daha baktı. Kendisi ile barışık olduğu için “vaziyetinin berkemal olmasının” uçarı kaçarı olamazdı. Konuşurken kekemeliğinin de engel olması umurunda değildi. Tehirli de olsa en sonunda meramını kafa göz yara yara anlatıyordu. Ne vardı yani insanlar da biraz sabretselerdi, dünya yıkılmazdı ya. Ama genel anlamda her hali ile zati alileri bizzat kendisi Kel Mısto’dan alabildiğine razı ve hoşnuttu.

Aracın hızla dönen tekerlekleri evini çoktan gerilerde bıraktı. Konutkent semtine doğru Eskişehir yoluna girdiğinde gruplar halinde öbek öbek serçe yol kenarında bulunan ağaçların yeşilin her tonunun hakim olduğu dallarına kondu. Kel Mısto otobüsünün büyük direksiyonunu hiç zorlanmadan çeviredururken bir yandan da hayranlıkla kuşlara bakakaldı. 

Havalar iyice ışımıştı. Kış aylarındaki hava kirliliğinin yerini çok daha temiz, teneffüs edilebilir bir havaya bırakmıştı. Araçlardan çıkan egzoz gazları her ne kadar kirlenmeye yol açsa da şimdilik çok da hissedilmeyecek bir yoğunluktaydı. Baharla birlikte Başkent Ankara şenlenmişti. İnsanlar yüzlerindeki somurtkan maskelerini fırlatıp atmışlardı. Kel Mısto aracına binen her müşterisini büyük bir güler yüzle buyur ediyor, yaşlı ve engelli yolculara yardımcı oluyordu. Bir saat sonra mesai başlayacaktı.

Kel Mısto’dan önce kardeşi Kuru Bilo işyerine çoktan vardı. Birazdan gelecek olan ağabeyi Kel Mısto ile birlikte kahvaltı yapmak için simit, poğaça, peynir ve zeytin aldı. Ocağın üzerine koyduğu çaydanlıktaki su kaynamaya başladı. Etrafı tatlı bir buhar kapladı. Kuru Bilo işlerinin seyrinden oldukça memnundu. Böyle giderse var olan dört araca birkaç tane daha katmak gerekiyordu. Bunun için de güvenilir iyi şoförlere ihtiyaçları olacaktı. İleriye dönük bu düşüncelerle ha geldi ha gelecek olan kardeşini beklemeye koyuldu. Demlenen çaydan bir bardak doldurdu ve höpürtü ile içtiği her çay yudumundan sonra da yaktığı sigarasından derin bir fırt çekip yoğun dumanı ciğerlerine boca etti.

Kuru Bilo servis işinin yanı sıra aynı zamanda üniversite öğrencisiydi ve başında onu bulutlarda kanatsız uçuran bir de sevdiceği vardı. Onu hayatta tutan tek şey yüreğindeki sevda idi. Bu konuda büyük pembemsi hayaller kuruyor ve her defasında da gülümsemelerle dalıp dalıp gidiyordu. Sevdiğine yeteri kadar zaman ayıramamak onu hayli üzse de her fırsatta iş yoğunluğunu biraz olsun geride bıraktığı zamanlar ona koşuyordu. Okulunu bitirecek, işlerini daha iyi yoluna koyacak ve en nihayetinde sevdiği ile dünya evine girip çoluk çocuğa karışacaktı. Velhasıl sevmek başka bir şeydi. Ona göre bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanırdı. Yaşayan da hayatı kılcal damarlarına kadar hisseder ve dünyanın en mutlu canlısı olurdu.

Kel Mısto Konutkent’e aheste aheste yaklaşmak üzereyken yolda bir kalabalık ve karmaşa olduğunu gördü. Onlarca minibüs yol kenarına park etmiş ve şoförleri ileri geri volta atıyorlardı. Ne olup bittiğini anlayamadı. Tam onlara yaklaşınca en arkadaki minibüslerden ikisi Kel Mısto’nun otobüsünün önünde gelip durdular. Kel Mısto bir an büyük bir korkuya kapılmış olsa da olup biteni anlamak için aracından indi. Bir anda ellerinde sopalarla onlarca dolmuşçu Kel Mısto’nun üzerine yürüdü. Liderleri olacak iri yarı Dolmuşçu Şuayip hiç de ayıp olmuyor deyip üst üste Kel Mısto’yu yumruk yağmuruna tuttu. Dayak atma işinin ihalesini Şuayip almıştı.

Şuayip ani bir hamle ile pazılarını herkül misali şişirip Kel Mısto’yu boynundan havaya kaldırdı. Kel Mısto’nun ayakları boşlukta sallanıyor ve görünen o ki vaziyeti hiç de parlak değildi. Duyduğu acılar bir tarafa, boynundan tutulup kaldırılmaya daha fazla dayanamadı. Acı karışımı gıdıklanma korkunçtu. Son bir hamle ile ağzını açtı ve Şuayip’e yalvardı.

“Abiii… Kurban olum. Ne ooollluuurrr… Boynummmmmdaann tutma oordan çok gıgıgıdıklaannııyoooruummm.”

Dayak atan dolmuşçu bir anda kahkahalar atmaya başladı. Kendisini kaybetti, tutamadı ve kurbanı Kel Mısto’yu yere indirdi. Bir anda gülme krizine girdi. Eli ayağı gülmekten tutamaz oldu.  

“Git kardeşim git. Git işine. Ne biçim adamsın sen? Allah kahretsin ağız tadı ile adamı dövemiyoruz. Hayatımda bu kadar komik bir durum görmedim. Ben onu öldürüyorum, o boynundan gıdıklandığını söylüyor. Bela mıdır, nedir?”  Etrafına bakındı ve arkadaşlarına dönüp “hadi gidelim” anlamında baş ve işaret parmaklarını pala bıyıklarla kaplı ağzına götürüp ıslık çaldı.  

Ağabeyi Kel Mısto’nun geciktiğini gören, Kuru Bilo meraklansa da daha fazla beklemeye dayanamadan simitlerden birini koparıp peynir ve zeytinle yemeye koyuldu. Bir taraftan da merak ediyordu. Biraz sonra mutlaka çıkar gelirdi. Servise geç kalmasaydı. Suyu kaynamaktan iyice azalan çaydanlığa biraz daha ekledi. Çok geçmeden suyun kaynama sesi yeniden duyulur oldu. Mutfağı yeni buhar bulutları sardı. Camda hafif bir buğu oluştu. Kuru Bilo buğulu cama sevdiğinin adını yazdı. Yanına da büyük bir kalp çizimi iliştirdi.

Kel Mısto boylu boyunca daha sabah serinliğini koruyan asfalta uzandı yattı. Gökyüzü yeniden serçelerle doluştu. Yol kenarındaki ağaçlara konmaları ile telaşla cıvıldaşıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştılar. İnsanların barbarlıklarına bir kez daha tanıklık ettiler. Yardım bile etmek istediler, lakin ellerinden bir şey gelmiyordu. Kel Mısto uzandığı yerde ağaç dallarına konan serçelere baktı. Boğazını gıdıklayan olmadığı halde serçelere kah sıcak ekmek gibi gülümsedi, kah yüksek sesle güldü. Paçayı kurtarmıştı. Lakin ona göre Şuayip çok ayıp etmişti.

 

Amsterdam, 6 Ocak 2021

 

 


3 Aralık 2020 Perşembe

GARÉ




GARÉ

 

Bir zamanlar, köylerin birinde değil de tam belirtmek gerekirse, Camili Köyü’nde Garè adlı gariban bir kadın yaşardı. Camili Köyü Orta Anadolu bozkırında yer alan yüzlerce irili ufaklı köyden ve Garè de bu diyardaki binlerce tipik şişman görünümlü kadından biriydi.                     

Görünen o ki, Tanrı bütün iyi niyetli çabasına karşın, artık insanları çamurdan ve kaburgadan yaratma işini pek tutturamamış olacak ki, bu pek de pratik olmayan yorucu üretimden çokça uzun bir zaman önce elini eteğini çekmek zorunda kaldı. Bir de her defasında kaburgalardan  yeni insanlar yaratmak hiç de akıl kârı değildi. Bir kereye mahsus olmuştu. Tekrarı icap etmiyordu. İnsanlar kaburgasız bir halde, sarkan patlak göbekli karınlarıyla başı boş dolaşacaklar ve oluşturdukları görüntü kirliliği ile oldukça çirkin manzaralar ortaya koyacaklardı. Bu üretim yorucu ve aynı zamanda verimli de değildi. Bu konuda, daha işin başında, geç olmadan belli bir yenilik yapmak gerekiyordu. Bundan sonraki üretimin tıpkı tavuklarda olduğu gibi yumurtalardan olmasında karar kıldı. 

Üretimin, arzulu birleşmelerin ardından her geçen gün zincirleme artması ile dünyanın her yeni bireyine veya Tanrının kullarım diye adlandırdığı insanlara bir yetenek vermek gerekliliği ortaya çıktı. Her kulunun işini en iyi şekilde yapabilmesi için verilen yeteneklere göre de kendilerine birer birer belli misyonlar yükledi. Adı üstünde Tanrı. Bu öngörüsü elbette ki Tanrı olmasının gereğiydi. Bu durumda kullarından Garè'ye de bir misyon vermeliydi. Tahminen bunun üzerinde çok düşündü ve kararını geciktirmedi.

 Bu satırların okuyucuları da tabiatıyla Tanrı’nın kendisine biçtiği misyonu, bu öykünün anlatımını sağlayan kelimeler bir bir gözlerinin önünden geçedururken, bir kez daha anımsayacaktır.ister istemez görevlendirildiği alan bir kez daha hatırladığı an olacaktır.  ve mutsuzluklar duyacaklar olduğu gibi, başları okuduğu bu satırlardan daha da uzaklaşarak konumlarından dolayı oldukça gururlanacaklar da olacaktır. Kulak verdiğinizde; "Ben var ya ben..." diyenleri duymak hiç de zor olmayacaktır. 

Görevlendirmelerdeki çeşitliliğin çokluğu aklımızı allak bullak etmeye yetecektir. Kimlik tamiri ile görevlendirilenler dahi olduğuna göre, varın gerisini siz düşünün. Hatta bu görevlendirmelerde kimi insanın çeşitli renklerde, forslu ve bol düğmeli üniformalar giymelerini gerektirecektir ki, bu kimi zaman bir eziyet veya tam tersine konumuna belli bir güç dahi katabilmektedir. Bir düğmesinin koparılması beş yıldan başladığına göre bolca olan düğmelerden birkaçının kazara koparılması halinde, koparanın bütün hayatını kodeste geçirmesi tehlikesi ile karşı karşıya gelmesini gerektirecektir. O nedenledir ki, düğme deyip geçmeyeceksiniz. "Düğmeler oldukça önemlidir ve devleti temsil edenler kutsaldırlar." Bir müstahdemin veya yoksul köylünün ceket düğmesi en değersiz olanlarındandır. Bunlar iliklendiğinde makamda eğildiğini sembolize etmek için ceketlere dikilmişlerdir. "Buyurun beyim, ne emretmiştiniz? Emredersiniz beyim, başım üstüne."

Ekmek bozkırlının en ağırlıklı ana besinidir. Öyle ki, çoğu zaman makarna dahi ekmek ile birlikte yenir. Camili ve çevre köylerde yapılan çok çabukça parçalanan, kırılgan çıtırlığından dolayı “yufka” olarak adlandırılan, yaklaşık 55-60 santimetre çapında, ince ve yuvarlak bir ekmek çeşidi yapılır. Buna saç ekmeği veya başka isimler verenler de var. Tanrı, Garè de büyüyüp daha genç kızlığına dahi adım atmadan Camili Köyü’nde onu bu ekmeğin yapımı ile görevlendirdi. Bu işi yapmak için kutsal düğmeli bir üniformasının olmasına gerek yoktu. Bu iş düğmesiz de yapılabilen cinstendi.

Çocukluğunu ardında bırakmaya ramak kala, anne ve babasının yakalarına yapışan hastalıklardan ölmesi ile kardeşleri de olmayan Garè bozkırda bir ağaç misali yapayalnız, bir başına kaldı. Camililer ona iş yaptırarak onu sahiplendiler. Bu konuda ellerini pek de vicdanlarına götürmediler. Böylesi onların daha çok işlerine geliyordu. 

On üç yaşına geldiği zaman açtığı yufka ekmeklerden ve elinin kıvraklığından dolayı iki yüz haneli köyün dört bir yanında namı duyuldu. Sırası ile her eve ekmek yapmaya gider oldu. Her ne kadar komşu köylerden transfer teklifleri art arda gelse de Camililer buna yanaşmadılar. Garè onlara aitti ve öyle de kalmalıydı.

Çocukluğunda anne ve babasız kalması, ilgisizlik, kimsesizlik, çocukluğunu yaşayamaması, okula gidemeyişi, nerede olursa orada günü geçirmesi, sevgi ve şefkat gibi yoksunluğunu şiddetle çektiği nedenlerden dolayı işlenmeyen zekası da istenildiği kadarı ile gelişme gösteremedi. Köylülere göre o yarım akıllı biri olarak kalakaldı.

Ancak müzik konusunda Garè’nin eline Camili ve civar Heciban Kürt köylerinde kimseler su dökemezdi. O bütün türküleri ezberliyor ve onları seslendirmekten büyük haz alıyordu. Hayatı yeteri kadar neşesiz olduğundan, o neşeli parçaları daha çok ezberliyor ve bu şen şakrak müzikleri daha çok yeğliyordu. Garè ile yufka ekmek için anlaşmaya varan her ev sahibi kadın, o gelmeden radyosunu ayarlamak zorundaydı. Radyo yoksa, o halde kusura kalmasınlar Garè de yoktu. Birer ak çarşaf misali açılacak olan her ekmeğin, radyodan tiz dalgalar halinde yükselecek neşeli melodiler eşliğinde açılması gerekiyordu. Yoksa o ekmekten hayır gelmezdi. Lezzeti olmazdı.

Altına da kalınca yün bir minderin konulması da olmazsa olmaz şartlarının arasındaydı. Ekmek yapımı esnasında en çok çocuklara yumurtalı yufka yapmasını çok seviyordu. Garè’nin ekmek yaptığını duyan her çocuk annesinden zorla aldığı yumurta ile soluğu onun yanında alırdı. Ekmekten biraz daha kalınca ve küçük açtığı hamura kırdığı yumurtayı eliyle yayar ve ardından da ikiye katlayıp kapatırdı. Yumurtanın kenarlardan taşmaması içinde kenarlarını iyice bastırırdı. Eğer gelen çocuğa içi kaynarsa, saçtan indirdiği yumurtalı ekmeğin iki tarafına da tereyağı sürerdi.

Bir zamanlar o da çocuktu. Kömür karası saçları, iri kestane gözleri ve oldukça belirgin gamzeleri ile çocuk olan bir Garè vardı. Annesi ölmeden önce, ekmek yapan komşularına Garè’nin de yumurtalı ekmek yaptırması için bir tane yumurta buldu buluşturdu. O sevinçle komşularının ekmek yapılan tandır damına doğru giderken elindeki yumurtayı ayağının bir taşa değmesi ile düşürüp kırınca, bütün hayalleri suya düştü. Gün boyunca yumurtası için hüngür hüngür ağladı, sular seller gözyaşları döktü. Zaten annesi de bu hazin kazadan kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Ona bir daha da yumurta veren olmadı.

O nedenle yumurta ile gelen çocukları çevirmemek de Garè’nin başka bir şartıydı. Son şartı ise yine ekmek yaptığı gün ev sahibi tarafından kendisine yine iki yumurtanın tahsis edilmesiydi. Bu art arda sıralanan şartlar Camili Köyü 13. Noterinde imza altına alındıktan sonra kırmızı halı serilmese de Garè gelip yufka ekmek konusunda maharetini gösterir, inceliği, yuvarlaklığı ve ebatlarının eşit büyüklüğü evin hanımını her defasında hayrete düşürürdü. Çocukluğunda içinde kalan ukdeden olsa gerek, aldığı yumurtalardan birini sabah kahvaltısı, bir diğerini de akşam yemeği olarak yumurtalı ekmek yapıp yerdi. Beslenmesi bundan ibaretti. Üstüne bir de ayran içerse o gün adam boyu ekmek yapmak Garè için çocuk oyuncağıydı.

Bu seri ekmek üretimi esnasında radyodaki müziklerle birlikte Garè de şakıyan bir bülbül olup Viyana Konser Salonunu aratmayan birer akustiğe sahip Camili Köyü’nün tandır damlarını inletirdi. En sevdiği bir Diyarbakır Türküsü olan ve şark bülbülü Celal Güzelses tarafından okunan “Nare esbap yıkıyor” adlı parçaydı. Bu Türkü radyoda çalınmaya görsün Garè’ nin sesi köyün içlerinde dahi duyulurdu. O bu türküdeki “Nare” sözcüğünü Garè diye söylediğinden, bu neşeli parça “Garè esbap yıkıyor” olarak ad değiştirirdi. 

“Garè esvap yıkıyor

Garè Köpük teştten akıyor Garè

Garè'nin kaşı gözü Garè

Ciğerimi yakıyor Garè

Garè Garè hey ğarè

Garè Dağı duman olanın Garè

Halı yaman olanın Garè

Gece uykusu gelmez Garè

Yari güzel olanın Garè

Garè Garè hey Garè

Garè Kebabı köz öldürür Garè

Sürmeyi göz öldürür Garè

Aşıkı kılıç kesmez Garè

Bir kötü söz öldürür Garè

Garè Garè hey Garè” 

Büyük bir coşku ile yorumlanan türküye tandırda bulunan herkes hep bir ağızdan eşlik eder ve tempo tutardı. Böylelikle ekmek yapmak Tanrı tarafından özel olarak görevlendirilen Garè sayesinde bir şenliğe dönüşürdü. Yorgunluğun esamesi hiçbir zaman okunmadı. Tam tersine eğlence ve şenlik vardı.

Garè kendisine bahşedilen ömür boyunca "çıtkırıldım ekmekler" yapmakla geçirdi. Bir kez olsun komşu köylerden birine dahi gidemedi. Attığı her adım köyünün sınırları dahilinde kaldı. Ne evlenebildi, ne de çoluk çocuk sahibi oldu. Gönlü çorak bırakıldı. Düşleri öldü. Hayat ona sürekli bir çorba olarak sunuldu, oysa o bir çataldı. Gülüşü yaz ortasında dahi üşüdü. Hayatına renkler uğramadı.

Bu dünyada ölümlerinin ardından haklı olarak "ahlar vahlar" edilen, her fırsatta yad edilen nice sunturlu, tanınmış sanatçı, bilim adamı, politikacı, artist ve benzeri kişilikler iz bırakarak geçip gittiler. Cenazelerine renk renk çiçeklerle bezeli çelenkler getirildi. Büyük güneş gözlüklerinin ardında rivayete göre boncuk boncuk gözyaşları akıtıldığı söylendi. Gazetelere büyük puntolarla boy boy taziye ilanları verildi. Ev büyüklüğünde anıt mezarlar yapıldı. Ansiklopedilerde bilgi mahiyetinde sayfaları kapladılar. Unutulmadılar. Unutturulmadılar.

Aynı dünyadan, sürünen bir salyangozun bıraktığı iz kadar bir belirti bırakmayan, kimselerin adını şanını bilmediği, duymadığı bir de Garè gelip geçti. Bilinen o ki; yüreğini değil kanatlandıracak, "pır pır" bile ettireceği bir sevdasının olmadığıdır. Çamur ve sağ kaburgadan insan yaratma devrinin miadı, sayılmayacak kadar uzun yıllar önce doldu. Bu konuda geriye dönüş olmadı. Tavuklar misali yumurtalardan üretimler hızla durmaksızın devam ededururken, yazılan bu öykü ile de rahmetliyi siz okuyucular ile yad etmiş olalım. Mekanı Cennet olsun, Camili Köyü mezarlığında bir yerlerde uyuyan Garè' nin mezarında açan kır çiçekleri eksik olmasın.

 

Amsterdam, 3 Aralık 2020

 

21 Kasım 2020 Cumartesi

AŞK ACISI



AŞK ACISI

 

        "Hayattaki en güzel mutluluk sevildiğinden emin olmaktır."  Victor Hugo


Ben üç milyar, siz 4 milyar yaşında olduğumu söyleyin. Akdeniz’de Ören tatil beldesinin sahilinde, sığ olan hemen kıyının yanı başında yer alan, nar kırmızısı, bir insanın avucunu dolduracak büyüklükte bir çakıl taşıyım ben. Yaşım milyarlarca yıla yayılsa da yaşlı insanlar gibi saçlı sakallı veya cildi buruş buruş değilim. Çakıllar arasında Deniz diye çağrılırım. Anlayacağınız ben denizin ak olanında başka bir Deniz’im. Var olduğum andan itibaren kızıl rengimden bir şey kaybetmedim. Kendimi bildim bileli nar kırmızısıyım. Rengimi sevdim, benimsedim ve korudum. Sayısını bilemediğim bir o kadar yıldır da sevdiceğim, benden biraz daha küçük, yeşil bir çakıl taşı var. Gözleri yeşil. Endamı zümrüt zümrüt yeşil ve adı Yaprak.

Akdeniz’in berrak, gökyüzü mavisi sularında Yaprak'la her daim yan yanayız. Delişmen bir dalga çıkmayagörsün, sevdiceğimle nasıl da kucak kucağa geliyoruz. Birbirimizden uzağa düşeceğiz diye de ödümüz kopmuyor değil. Kısa süreliğine ayrı düşsek de çıkan başka deli dolu bir dalga ile yeniden bir araya geliyoruz. Bunlar anlık ayrılıklar olduğu halde, yüzlerce yıl ayrı kalmışız gibi her defasında büyük bir özlemle birbirimize soluk soluğa sokuluyoruz. Yaprak mı? Adı gibi ince, narin, nazik, cilveli, şuh ve de güzel mi güzel. Onun güzelliğinin üzerine güzellik tanımıyorum. Yaprak anlatılamaz ki. O, Tanrı'nın büyük cömertliği ile bana vermiş olduğu en paha biçilmez armağanı.

Bulunduğumuz devasa bir akvaryumu andıran Akdeniz'in tuzlu sularında, her an milyonlarca renk irili ufaklı balık ve deniz canlıları gösteri şölenine katılmışlar gibi dolanıp duruyorlar. Bizim kıyıya kadar da geldikleri oluyor. Sudaki bütün canlılar ikimizi birlikte yan yana kırmızı ve yeşil iki çakıl taşını görünce, bir an duraksıyorlar ve akabinde gizleyemedikleri şaşkınlıkları ile kulaç atmaya yeniden koyuluyorlar. Belli ki, bize hayranlıkla bakıyorlar. Bu da bizi fazlası ile mutlu etmeye yetiyor.

Bizimkisi iki çakıl taşının mavi sulardaki aşkı. Yan yana durduğumuz her anın tadını çıkarıyoruz. Denizdeki bütün canlılar hakkında konuştuğumuz gibi Akdeniz’in mavi sularına dalan ve maalesef pek çoğunun kendilerini bulunduğumuz gezegenin tek sahipleri olarak gören insanlar hakkında da konuşuyoruz. Onlar çıplak ayakları ile denizin tabanına dikkatli adımlar atarken onların nasıl insanlar olabilecekleri hakkında uzun uzadıya konuşuyoruz. Oysa içlerinde öylesine muhteşem kalpli insanlar var ki, konuşmaları, hatta mimikleri, yürüyüşleri, dimdik duruşları, hareketleri ve her halleri ile kendilerini hemen belli ediyorlar. Ve insanlar gıpta ile baktıkları bu kişilikler için "Adam gibi adam" tabirini kullanıyorlar. Elbette siz de biliyorsunuz, ukalalığımdan değil, inanın değil. Hani yeri gelmişken, sadece, çok sevdiğim bu tabiri kullanmak istedim. O kadar. Onların mevcudiyeti sayesinde, günümüzde alabildiğine hor muamele gören doğanın biraz daha iyiye gideceğini umut ediyoruz. İyi ki varlar. Sağlıklı ve mutlu yaşasınlar. Gamzeli yanaklarına Yaprak ile birlikte onlarca sıcacık buse kondurduğumuzu bilsinler.

Yaz ortası. Hava nasıl da sıcak. Daha dün öğle üzeri Yaprak ile sarmaş dolaş derin bir sohbet halindeydik. Suçsuz, masum, saf ve birbirinden güzel pek çok çocuk güle oynaya suda çırpınıp duruyorlardı. Çocukların yüzlerine tek tek sevgi ile bakan, tek tek saçlarını okşayan, kırmızı mayolu, oldukça uzun boylu ve bir o kadar da güzel sarışın bir kadın da sulara adım attı. Bu diyardan olmadığı her halinden belliydi. Gerçi uzaklardan çok gelen oluyordu ama bu kadın ayrıcalıklı gibiydi. Hüzünlüydü. Dikkatimi bir anda çekti. Tam bize doğru geliyordu ki, benim nar kırmızısı rengim dikkatini çekmiş olmalı, eğildi ve beni sevdiceğimin yanından usulca aldı. Evire çevire bana dikkatle bakmaya koyuldu.

İçime beni tir tir titreten bir korku düştü. Korkutulmuş bir kirpi gibi kendimi toparlamadan edemedim. Belki de benimle biraz oyalandıktan sonra denizden uzağa kumların arasına fırlatıverecekti. Kim olduğunu bilmediğim güzel kadının avucunda uzandığı şezlonguna gittik. Elinde beni sıkıca tutmaya devam ediyordu. Arada bir sırtımı usulca sıvazladığı da oluyordu. Ne yalan söyleyeyim duyduğum korkunun yanı sıra mayışmamak elde değildi. Güneşin etkisi ile bütün yüzeyim çok geçmeden kurudu. Kadın şezlongunun kenarına oturdu ve dikkatle beni incelemeye koyuldu. Belli ki yakışıklılığım kendisinde hatırı sayılır bir hayranlık uyandırmıştı. Sevdiceğim Yaprak’ın gözlerini andıran zümrüt gözleri ile yeşil yeşil baktı. Doğrusu benimle ne yapacağını çok merak ediyordum. Sonrasında bana bir anda usulca bir ses tonu ile kah coşkulu, kah neşeli ve kimi zaman da kederli anlatmaya koyuldu.

“Güzelim çakıl. Adını bilmiyorum. Kocaman bir yakut taşı gibisin. Öyle güzelsin ki, sana vurulmamak elde değil. Benim adım Tarja. Çok uzaklardan geliyorum. Bilmem duydun mu? Finlandiya’dan biraz olsun kendimle kalabilmek, kafamı dinlemek üzere geldim. Şansım yaver gitti. Yolum hemen seninle kesişti. Seni koca denizde onca çakıl arasından ayırt edebildim. Seni görünce içimden bir şeyler koptu. Yüreğim ısındı. Merak etme, seni bulduğum yere tekrar bırakacağım. Çünkü sen oraya aitsin. Seni mekanından uzaklaştırmaya hiç hakkım yok. Öyle sanıyorum ki, bulunduğun yerde çok mutlusun. Belki de hemen yanı başında sevdiğin başka bir çakıl taşı vardır.”

Söylediklerini duyunca içimdeki bütün korku yok oldu. Bu kadından zarar gelmezdi. Ben de adımı bağıra bağıra söyledim. Beni işitebildi mi? Bilemiyorum. Ama;

“Deniz… Denizz… Deniz.” diye en az üç dört kez bağırdım. Yaprak’ın adını da duyurmak istedim, ama beni duymuş olabileceğinden pek emin değilim. Adının Tarja olduğunu söyleyen Finlandiyalı kadın içini dökmeye devam etti. Anlaşılan çevresinde ya kendisini kimseler anlamıyordu veya dertleşeceği, güvenebileceği kimseciği yoktu. Bu şerefe ben nail olmuştum. Ne mutlu bana. Sohbet her ne kadar güzel ve de ben bu güzel kadının avuçlarında olsam da Yaprak’tan ayrı kalmak içime bir burukluk katmadı değil. Ancak biraz daha sabretmem gerekecek ve böylelikle uzaklardan gelen bu misafir kadın da bana anlatımı ile içindeki sıkıntılardan biraz olsun kurtulmuş olacaktı.

“Güzel çakıl. Ben bir zamanlar birilerini çok sevdim. Ona deliler gibi aşıktım. Olanca varlığımla onun varlığına kitlenmiştim. Adı Janne idi. O da beni seviyordu. Annem ve babamla da iyi anlaşıyordu. Beş yıldır birlikte ve her an bir aradaydık. Ancak günlerden bir gün, beni yıllardır en yakın arkadaşım Suvi ile aldattığını öğrenince, dünya başıma yıkıldı. Ne yapacağımı şaşırdım. Hayatımdaki renkler gitti, allak bullak oldu. Aylarca bütün dünyaya küstüm. Güneş gülüşümüz kara bir buluta dönüştü, üşüdü. Gönül harımı söndürdü. Ayaklar altında hunharca ezilmiş bir gülün hüznünü yüreğimde hissettirdi. Payıma kalan bir kucak dolusu hayal kırıklığı oldu. Ne yaparsam yapayım, beynimde dolanan çalılara engel olamıyorum. İnsanlara karşı olan güvenim tamamen sıfırlandı. Bana ihanet edenlerden biri sırılsıklam aşık olduğum sevdiğim ve diğeri de en yakın arkadaşımdı. Aldatılmak oldukça onur kırıcıydı. Güvenimin yok olması nedeni ile kimselerle bu konuyu konuşamadım. Aslında o bizden vazgeçti. Kısmette bu uzak diyarda, bu güzel sahilde senin bakışların altında içimi sana dökmek varmış. Hemen suyun kıyısında fazla olmayan derinlikte seni görünce içimin ılıdığını hissettim. Tuhaf bir duygu yoğunluğu ile seni alıp içimi sana dökmek geldi. Çok da iyi oldu. Bu yaz ortasında üşüyen yüreğimi ısıttın. Gökyüzümdeki karanlığı sildin. Beni insanlardan daha iyi anlayacağını seziyorum. En azından bana acıyan ve küçümseyen gözlerle bakmıyorsun. Benden duyduklarını da hemen bir başkasına da aktarmayacaksın. Anlattıklarım öyle sır sayılabilecek şeyler değil ve bana kulak verenlerden ketum olmalarını beklemem de gerekmiyor. Ama dediğim gibi dinleyenlerin kahreden bakışları, insanı zavallı durumuna sokmaya yetiyor. Zavallılığın kader olmaması gerektiği kanısındayım. Hep ben konuşuyorum. Keşke sen de bir şeyler söyleyebilsen. Ama kocaman kalbinle yanımda olduğunu ve beni çok iyi anladığını biliyorum. Bunu hissediyorum. Benimkisi kendimden bile uzaklaşmaktı. Ama insan kendisinden ne kadar kaçar? Bunu da iyi biliyorum. Bundan sonrasında kendimden yeni bir ben doğurabilir miyim? Bilemiyorum. Ancak kendimi aldatılmış ve yenik hissediyorum.”

Can kulağı ile dinlemeye devam ediyordum ve Finlandiyalı kadının yaşadığı aşk acısı benim içimi de dağladı. Taş ya da çakıl olmam duygusuz olmam demek değildi. Biz de bu evreni tamamlayan, kendimizce birer küçük detayız. Keşke elimden bir şeyler gelseydi de yardımcı olabilseydim. Onun kirpiklerinin zulasında biriken gözyaşlarını silebilseydim. Yapabildiğim tek şey onu dinlemek, üzüntüsünü paylaştığımı bilmesi için bedenimdeki olanca sıcaklığı onun yumuk ellerinin avuçlarına yaymaktı. Sıcaklığımla her defasında bir ürperti duyduğunu ve yüreğinin rahatladığını hissediyordum. Ama bir yandan da Yaprak gözümde tütüyordu. Kim bilir nasıl da kaygılanmıştı. Yabancı bir kadının avucunda güle oynaya kumlara uzandığımı ve derin bir sohbete daldığımız da gözünden kaçmamıştır. Milyonlarca yıldır beraberiz. Benim Tarja’nın arkadaşı Janne gibi bu denli çiğ davranmayacağım konusunda en küçük bir şüphesinin olmadığını biliyordum. Zaten birliktelik güven demek değil miydi?

“Güzel çakılım benim. Ben bir hafta daha burada kalacağım. Kimsem de yok. Bir başıma geldim. Üstelik de burada konuşulan dili bilmiyorum. Ben salt kafamı dinlemek ve de Finlandiya’dan, herkesten ve her şeyden biraz olsun uzaklaşmak için bu güzel yere geldim. Tesadüf bu ya senin gibi bir dost ile karşılaştım. İyi ki rastlamışım sana. Acılar içindeydim. Bana nasıl da iyi geldin. Nasıl desem? Sana rastlamadan önce, ışığı bilmeyen bir körden farksızdım. Sayende kendime geldim. Seni şimdi bulunduğun yere tekrar bırakacağım. Ama istesen Ören’de kaldığım sürece gelip seni bulunduğun yerden alır biraz sohbet ederiz. Sen de ister misin? Buna evet diyor musun?”

Elbette “evet” diyecektim. İçimin burukluğu devam ededururken, onun beklediği soruya cevap vermek için bedenimdeki ol ısıyı bir kez daha avuçlarına yaydım. Zümrüt gözlerinin içi orman gibi daha bir yeşillendi. Güzel çehresine kocaman bir gülümseme geldi. Daha da güzelleşti. Onu mutlu görmek beni de mutlu kıldı. Buna vesile olmak güzeldi.

Tarja sonraki günlerde de gelip beni bulunduğum sudan, Yaprak’ın yanı başından usulca aldı. Zaman zaman Yaprak’ın sanki kıskanırmış gibi olduğunu sezsem de “Çakılca” dilinde kendisine buna gerek olmadığını, maksadımın sadece bir canlıya yardım etmek ve bu zor gününde geçici de olsa yoldaşı olmaktı. Bir çakıl olarak bunu yapabiliyorsam ne mutlu bana. O da sağ olsun beni anladı.

Tarja' ya dilim dönseydi de Yaprak’ı da beraberinde almasını ve ikimizin birlikte onu dinlememizi söylerdim, görünen o ki bu mümkün değildi.

Bir hafta içinde saatler boyu sohbet ettik. Artık Janne’den ve uğradığı ihanetten söz etmiyordu. Duyguları felce uğramış olan bu güzel kadın, yeniden sağlıklı düşünebiliyordu. Bu olumsuzluğu bir elbise gibi üzerinden çıkarıp atmasını bildi. Derken ayrılık vakti geldi, çattı.  İşin iyi tarafı bütün sıkıntılarından bir çırpıda arınmıştı. Bunu görmek benim çok mutlu olmama yetti.

Son günde de içinde bulunduğu ruh halini olduğu gibi ortaya koydu. Yüzünde hüzünden eser kalmamıştı. Gülüyordu. Sonrasında da sıcacık bir öpücük verdi. Zümrüt gözlerinden düşen iki damla yaş sırtıma damladı. Oysa bir kaç saniye önce gülüyordu. Daha sonra beni yerime bıraktı. Sırtımda Tarja’nın rujlu dudağının izi çıktığından korkuya kapıldım. Allah’tan ruju ile benim rengimin kırmızılığı aynıydı. Korktuğum olmadı. Dudaklarının izinin olduğu tarafımı tesadüfen yere gelecek şekilde koydu. Yaprak da böylelikle o biçimli dudakların az da olsa olsa fark edilen  izini görmedi.  Zira Janne olmaya hiç de niyetim yoktu. Ama ne yalan söyleyeyim, laf aramızda içimde bir hoşluk da yok değildi.

Tarja sonraki yıllarda da geleceğine dair söz verdi. Artık uzaklarda, çok uzaklarda, dağların ve denizlerin ardında benim de bir dostum vardı. Tarja dostum, Yaprak ise Ören sahilinin boncuk mavisi sularında hayat arkadaşım olarak çok güzellerdi. Tabii ben de yakışıklıydım. Dünya güzellikleri yakalamak üzere dönmeye devam ediyordu.

Akşam menevişlemeden önce, masmavi gülümseyen gökyüzünün altında saman sarısı saçlarını rüzgarla savuran Romen Kızı Zarife de gülümsedi. Gökyüzü alabildiğine kuşlarla doldu. Zarife bütün zarifliği ve erkeklerin aklını başlarından alan güzelliği ile haşlanmış mısır satmak için kimseleri rahatsız etmeme gayreti içinde, çeşitli dillerde “Haşlanmış mısır… Haşlanmış mısırrrr…” diye gün boyu seslendi, yoruldu. Sahilde kısık bir radyo sesi. “Var olmanın dayanılmaz ağırlığının tadına doyamıyorum.” Mutluyum. Siz de çok mutlu olun!

 

 

Amsterdam, 21 Kasım 2020

 


9 Kasım 2020 Pazartesi

TEKTAŞ




TEKTAŞ

 

“Gözlerimden

Tut da

Ciğerlerime kadar

Kırgınım…”  Cemal Süreya

 

Komadan haftalar sonra uyanabildi. Başını hafifçe çevirmeye çalıştı. Fakat bütün çabasına rağmen bunda başarılı olamadı. Gözleri ile etrafını kolaçan etti. Kendisini kar beyazı çarşaflar içinde boylu boyunca uzanır halde bulduğu hastane odasında kimselerin olmadığını gördü. Kollarına ve vücudunun çeşitli yerlerine anlayamadığı kablolar ve hortumlar bağlıydı. Aynaya baksa uzaylı olduğu hissine kapılacaktı. Başından neler geçtiğine dair aklında hiçbir iz yoktu. Bu cevabını bilmediği devasa bir soruydu. Kendisinin bihaber olduğu bu durumu, olup biteni birilerinin baştan sona iyice anlatması gerekiyordu. Kaç gündür bu hastane odasındaydı? Neler olmuştu? Görünen o ki, başından çok da iyi şeyler geçmemişti.

Alabildiğine yorgundu. Kafasında sanki tonlarca ağırlık vardı. Bedenini kontrol etti. Uyuşturulmuş gibi hiçbir yerinin hareket etmediğini anladı. Yüreğini apansız bir korku kapladı. Konuşabiliyor muydu? Bilemiyordu. Hırıltı halinde bağırmaya çalıştı. Kimseler duymadı. Etrafına bakınsa da birer şelale misali omuzlarına düşen lüle saçlarını göremedi. Belki de kafasının altına toplamışlardı. Neredeydi ve kendisine ne olmuştu? Galiba bir hastane odasındaydı. Sürekli bunları sordu.

Hastane yatağında yatan yirmi yedi yaşındaki Gülay’dı. İlkbahar gecesinin bu ilerleyen saatlerinde ay bütün haşmeti ile dünyaya  gülümsüyordu. Odasının penceresinden yansıyıp el kol hareketleri ile bin bir türlü şaklabanlık içinde işmar ediyordu. Gülay gökyüzünde bir aynayı andıran aya cevaben de olsa gülemediği gibi kollarını dahi kaldıramıyordu.

Yeniden bağırmaya çalıştı. Nihayet sesini bir hemşireye duyurabildi. Haftalardır kıpırtısız yatan hastasının uyandığını gören hemşire, odasında Gülay’a sevinçle çarçabuk göz attıktan sonra hemen doktorları çağırdı. Uzun uzadıya yapılan tetkiklerin ardından hastanın geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda altı haftalık bir komada kaldığını, kafası hariç bütün bedeninin felç olmasına rağmen bilincinin yerinde olduğu ve konuşabildiği teşhisini koydular.

Günün keskin ışıklarının odaya doluşması ile birlikte annesi ve babası da hasta yatağının baş ucunda soluğu büyük bir tedirginlik ve buruk bir sevinçle aldılar. Odasındaki yoğun trafik arasında nişanlısı Nevzat’ı gözleri arasa da onu göremedi. Baş ucunda gözyaşları içinde kızının bir şelale halinde omuzlarından aşağı düşen, ama ameliyat öncesi kesilen lüle saçlarını okşayamayan annesi Behiye Hanıma sakız beyazı dişlerini usulca aralayıp kekeledi.

“Aaannee… Nevvvzaat… Nevzat…” diyebildi.

“Nevzat bütün gece buradaydı benim güzel kızım. Çok yoruldu, biraz dinlenmesi için eve gönderdik. Baban şimdi arayıp çağırır. Senin uyandığını müjdeler kendisine.” Gülay “tamam, oldu” mahiyetinde annesine bütün sevecenliği ile gözlerini kırptı.

Annesi Behiye Hanım kızının kesilen saçlarını, ameliyat sonrası görevli hemşireden alıp bir poşete koydu. Poşeti de el çantasına yerleştirdi. Her ne zaman kızını hissetmek istese hemen eli çantasından içeri dalıyor, uzun dalgalı saçları okşuyor ve koklayıp kızının kokusunu içine çekiyordu. Bu ona iyi geldiğinden her daim bir eli de omuzunda asılı çantasındaydı. Zaman zaman çantasını diğer omuzuna alıyor ve kızının ipeksi gür saçlarını okşamada sağ ve sol eli ile ayrı ayrı okşuyordu.

Doktorlar hastanın dinlenmesi için anne ve babasını odadan çıkardı. Gülay’ın sağlığı ile ilgilenen doktorlar yeni tetkiklerin yapılması ve bundan sonrasında uygulanacak olan tedavinin belirlenmesi amacıyla toplandılar.

Hasta yatağında bir başına kalan Gülay da büyük bir şanssızlık eseri düştüğü bu oldukça ağır ve de altından kalkılamaz vahim durumunun değerlendirmesini yaptı. Büyük bir karamsarlığa kapıldı. Ve en önemlisi de uyandığında nişanlısı Nevzat görünürlerde yoktu. Uyandığında baş ucunda ve elini tutuyor olsaydı, içine düştüğü bu vahim duruma rağmen kendisini belki de bu denli bedbaht hissetmeyecekti. Olan olmuştu. Hayatındaki bütün renkleri birileri alıp götürmüş, geriye belli belirsiz siyah ve beyaz olduğu seçilen iki silik renk kalmıştı.

Nevzat, nişanlısı Gülay'ın beyin kanaması sonrasında birkaç kez gelip gitmiş ve bir daha da hastaneye uğramamıştı. Annesi Hayriye Hanım oğluna sürekli telkinlerde bulundu. Oğlunun nişanı bozması için elinden geleni ardına koymadı.

“Oğlum benim Gülay’dan artık sana yar olmaz. İyisi mi yol yakınken unut gitsin. Sana kız mı yok. Deyip aklını çeldi ve birkaç gün içinde de nişan yüzüğünü Gülay’ın babası ve annesine gönderdiler.  Behiye Hanım ve kocası Tahsin Bey bu durumu Gülay’a hemen söylemediler. Biricik kızları yaralıydı ve böylesine ağır bir durumu kaldıramazdı. Bunun için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Kızlarının şimdilik bedeninde hiçbir yeri tutmasa da Allahtan umut kesilmezdi ve bir mucize çıkagelirdi. Lakin o zamana kadar kendisini biraz toparlaması gerekiyordu ki, beyaz yalanlarla bu da biraz daha ertelenebilirdi.

Oysa Nevzat’ı nasıl da sevmişti, nasıl da yüreğini kanatlandıran bir sevdaydı onunkisi. Birazdan mutlaka çıkagelir, elini güvenle sıcacık tutar, gözlerinin içine durur, belki de anne ve babasından cesaret alıp dudaklarına küçük bir buse dahi kondurabilirdi. O an gözlerinin önüne geldi. Uyuşuk hissettiği bütün bedeninde tatlı bir hoşluk hissetti. Nevzat en kısa zamanda yanı başında olur ümidine sımsıkı sarıldı.

Öğrenciliklerinin son yılında tanışmışlar, üç yıllık arkadaşlığın ardından altı ay önce de aileler arasında nişanlanmışlardı. Sonbahara girmeden de evleneceklerdi. Aralarındaki sevginin saflığı, güzelliği, inceliği ve alabildiğine insaniliği gıpta edilecek cinstendi. Duyduğu sevginin bu denli güzel olması Gülay’ı adeta büyülüyordu. Kendisini pamuk bulutçuklar arasında kanat çırpan bir prenses, bir peri gibi hissediyordu. Kanat çırpmaları esnasında düşmemesi için sıkıca tuttuğu sihirli çubuğunu dünyaya hafifçe dokundursa, belki de bütün yeryüzü bir sevgi deryasına dönüşecekti. Sevginin kutsanıp insanlar tarafından baş tacı edildiği, çorak gönüllerde sevdanın gelip yerini bulduğu, güzelliğin, vicdanın, adaletin ve bütün insani değerlerin yüceltildiği, kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı ve kuzunun da en nihayetinde kurttan hesap sorduğu bir dünya olacaktı. Gözlerinin önünde uçuşan peri bir anda dile geldi, yakınlaştı ve kulağına doğru fısıldadı.

“İyi ama neden o zaman çubuğunla dünyaya dokunmadın? Her şey güzel ve güllük gülistanlık olacaktı. Cennet dünyada olacaktı. Ama artık çok geç. Sen bundan sonrasında değil kanat çırpmak, kılını dahi kıpırdatamasın. Dünyaya dokunduracağın çubuğun da zaten kayboldu.”

Gülay’a perinin söylediklerini biraz zalimce geldi. Bir periden bu ses perdesinden bütün bunları işitmek hiç de hoş değildi. Anlaşılan periler konusunda büyük bir yanılgıya düşmüştü. Demek ki, böylesi periler de vardı. Oysa ne de güzel gülümsemişti, o an yanaklarındaki goncalar pıtır pıtır ak güllere dönüşmüştü. Gözlerinin önünde beliren peri zaten sonrasında da hatır bile istemeden çekip gitti. Belki o da iyi gününde değildi.

Anka kuşu değildi. Küllerinden yeniden doğabilir miydi? Kendisinden yeni bir Gülay doğar mıydı? Bütün bunlar şüpheliydi. Olur ya olması halinde, ayaklanır ayaklanmaz, hiç hissetmediği kollarında güç bulur bulmaz, söz dünyaya çubuğunu hafifçe dokunduracaktı.

Aklına Nevzat’ın tir tir titrer halde, büyük bir heyecanla gittikleri restoranda çatalını bıçağını bir yana bırakıp kırmızı kadife bir kutu içinde tektaşla, diz çöküp kendisine evlilik teklifinde bulunması anı geldi. Ne kadar da zevkliydi. Nasılda zarif ve göz kamaştıran bir yüzük almıştı. Nevzat’a bir çırpıda “evet” demesi ve yüzüğün parmağına takılış anı gözlerinin önünde bütün güzelliği ile belirdi. Parmağındaki tektaşın olup olmadığını kontrol etmek istedi, ama anlayamadı. Bedeninde en hafif bir kıpırtı yoktu. Hala bilinci yerinde olan bir ölüydü o.

Bir kitabın iki sayfası kadar kendisine yakın olan Nevzat, sonraki günlerde de uğrak vermedi. Sevdiği onu bir başına bıraktı. Ağrısını derinden duyduğu kalbi onulmaz derin bir yara aldı. Gururu büyük bir vitrin camı gibi kırıldı. Kendisini kızgın bir tavaya düşüp buharlaşan savunmasız bir su damlaması gibi hissetti. Dünyaya sırtını dönmek zorunda bırakılan, yükü sevda olan yüreğinin duvarına sırtını dayamaktan başka elinden bir şey gelmedi. Gülay terkedildiğini anlamakta gecikmedi.

Bundan sonrasında gönlündeki harı söndürmekte ne denli başarılı olurdu, bilemedi. Gözlerini hastane odasının tavanına dikti. Gözyaşları boncuklar, sular seller halinde aktı. Bilinmezlik dayanılır bir durum değildi. Umutsuzluk yüreğine bir sis halinde çöreklendi. Gökyüzünde bütün gece gülü gülüveren ayın doğmasına daha saatler vardı. Yirmi dört ayar hüznü ile ömrü bitmeden aşkı bitti! Hayat acımasızlığı ile burnunun dikine bildiğini okudu. Biçare kaldı. Daha yeni yeni filizlenirken parmağını dahi kıpırdatamaz hale geldi. Canından sevdiği nişanlısı kendisi ile vedalaşmaya dahi gelmedi. Her şeye rağmen, sağ olsun ve mutlu olsundu.

 

Amsterdam, 10 Kasım 20202

 

 

 

 

  

 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...