İPEK MENDİL
"Aramıza girmiş dağlar,
denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel
diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş
izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun
Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep
sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun." Ali Kızıltuğ
Çetin koşulları ile insanlığı tir
tir titretip üşüten, hasta ve perişan eden soğuk zemheri ayı Bektaşlı Köyünde
de evlerin kapı, pencere, delik ve eşiklerini olabildiğince sıkı sıkıya
kapattırdı. Hafta boyu lapa lapa uçuşan beyaz kelebekler halinde yağan kar, İç
Anadolu’ya gönlünce yayılan bozkırın dört bir yanını kocaman adamların boyu
kadar kapladı. Bembeyaz bir boşluk oluştu.
Nuh Peygamber’den de evveli
akmaya devam eden ve zemheride de beyazlara bürünmeyi kabullenmeden,
Maviliğinden de ödün vermeyen Kızılırmak’ın boyu sıralanan Heciban aşiretinin
köyleri, devasa beyaz bir çarşafın altında kayboldular. Taş duvarlı evlerin
oyukları kar ile kapandı. Sisli soba bacaları görünmez oldu. Damların üstünü
yığınla bir beyazlık kapladı. Bu yüke dayanamayan bazı damlar çöktü. İnsanlar
el birliği yapıp, yün eldivenlerin geçirildiği ellerini buharlı hohlamalarla
ovmalarının ardından, yıkılan damlarını yeniden onardılar. Komşuları ile evler
arasındaki kar kütlelerini kargaların meraklı bön bakışları altında küreklerle
küreyip, savaş siperleri benzeri üstü açık, gri gökyüzünün görümünü kapatmayan
tüneller kazdılar. Bu oyuklar aracılığı ile iletişimlerini sürdürdüler. Bu geçitlerden
gidip gelerek, kimi zaman ödünç üç yumurta, iki kuru soğan, altı yufka ekmek
veya karları atmak için kürek istediler.
Günlerdir devam edegelen ayaz
kuru ve dondurucuydu. Çıkan kar tipisinin ardından Kesikköprü’den Hirfanlı’ya
kadar bozkıra serpişmiş olan bütün köylerin yolları tamamen kapandı. Onlarca
köy bir anda ölü sessizliğine büründü. Dünya ile çok da içli dışlı olmadığı
bilinen iletişimleri de tamamen ortadan kalktı. Tam anlamı ile “Adana’ya kar
yağdı. Kar altında Kürt kaldı.”
Pamuk şekerlerini andıran
bulutlar arasındaki uçuşları esnasında, heybetli gagalarını yere paralel
gelecek konumda tutan leyleklerin, turnaların ve diğer göçmen kuşlarının uzun
soluklu kanat çırpmaları ile daha sıcak ülkelere doğru uzaklaşmalarının üzerinden
aylar geçti. Sarı sıcakların ter döktüren hükümranlığını bir kez daha
sürdürdüğü, bütün canlıların kemiklerini ısıtan yaz ayları büyüleyici
muhteşemliği ile bir kez daha geride kaldı. Köylerde bir kez daha verimli
hasatlar kaldırıldı. Harmanlar savruldu. Nişanlı genç kız ve erkeklerin dört
gözle bekledikleri gün bu yaz aylarında gelip boy gösterdi ve onlar da
mutluluğa adım attılar. Gelinen bu zemheri ayında; pek çok yeni evli gelin
karınları burunlarında evlerinin içinde bin bir naz ile dolanırlarken oturdukları
pencere kenarında yayılan uçsuz bucaksız beyazlığı dalgın bakışlarla seyre
daldılar.
Bektaşlı Köyünden İsmo da
böylesine güzel geçen baharla birlikte deliler gibi sevdiği Esme ile nihayet
nişanlandı. Muradına erdi. Sevincinden kalbine dur durak olamadı. Yüreği göğüs
kafesinin altından bir kuş misali çırpınıyor, uçup gitmek ve adeta onu bir
başına bırakmak istiyordu. Çok mutluydu. İnanılmaz bir hızla çarpan yumruğu
büyüklüğündeki yüreğine ne denli büyük bir sevdayı sığdırdığına kendisi de şaşa
kalıyordu. Öyle ki kimi zaman kendisinin bulutlarda gezindiğini de hissettiği
oluyordu. Ona olan sevgisi; bir annenin evladını bağrına basması, bir babanın
çocuğunun saçlarını şefkatle okşaması, serçenin yavrularının ağzına yiyecek
vermesi, ayçiçeklerinin sarı başlarını usulca güneşe dönmeleri, kelebek misali
usulca yârin yanağına konan bir buse, martının özgürce dünyayı çevreleyen mavi
çarşafta süzülmesi, mahkûmun korku, kan ve ter içinde kazdığı tünelin sonunda
aydınlığı görmesi, itfaiye erinin küçük bir çocuğu yangından son anda
kurtarmasının yaşattığı sevinç veya tutturulan piyangoda atılan çığlık gibi bir
duyguydu.
Nişanlısını görmeyeli hayli zaman
oldu. Esme her haliyle sürekli çakır gözlerinin önünde gidip geliyordu. Onu ne
çok göresi gelmişti. Bir an evvel gidip görmeliydi. Çetin geçen hava
koşullarını usuna dahi getirmedi. Kendi köyü ile Esme’nin oturduğu Hirfanlı ile
arasında en fazla on beş kilometrelik bir mesafe vardı. Üstünü iyi giyinir, kar
botlarını da kalın yün çoraplarla ayaklarına geçirirse iki metre boyunda kar da
olsa, bana mısın demezdi. Çok geçmez üç dört saat içinde soluğu sevdiğinin
yanında alır ve saatler boyu onun ela gözlerinin içlerinde dururdu.
Yola çıkmak üzere tez elden
hazırlıklara başladı. Esme için aldığı mavi kır çiçekleri ile bezeli ipek
eşarbı avucunda ovuşturdu ve sonrasında uzun uzun kokladı. Büyük bir özenle
katlayıp paltosunun iç cebine yerleştirdi. Hediyesini unutmaması lazımdı. Yoksa
nişanlısının o güzelim yüzüne nasıl bakar ve onun ela gözlerinin içini nasıl
güldürebilirdi. Kar ayakkabıları 'lekanları' yokladı. Bunlar sayesinde ne denli
çok olursa olsun kara batmayacaktı. Akşam yemeğinden sonra kimselere görünmeden
yola çıkmak niyetindeydi. Görünen o ki; Esme’sine giden çetin yol, ne yazık ki
bu sert kış koşullarında kestirmeden değildi.
Acele ile yediği akşam yemeğinin
hemen ardından, anne-baba ve kardeşlerine gözükmeksizin eşyalarının bulunduğu
tandır damının kapısını sessizce araladı. Her şey tamamdı. Sıkıca giyindi.
Lekanlarını köyün çıkışında botlarının altına tutturacaktı.
Yolu uzun ve oldukça zorluydu.
Tipi, ayaz veya adam boyu kar umurunda değildi. Esme’ye geleceği günü çok
önceden haber salmıştı. O da dört gözle İsmo’nun gelmesini bekliyordu. Esme
aslında bu kar kıyamette gelmesinden korkuyordu, ama ona gelmemesi için haber
salamadı. Kafasına koyduysa o her koşulda istediğini yapardı. Kendisine koşa
koşa gelirdi. Bu yiğit adamı çok seviyor, ürkek bir kuş misali titreyen yüreği
onun için atıyordu.
Karlara bata çıka güçlükle yol
aldı. Kuyular Köyünü kulaklarında köpek havlamaları ile henüz ardında
bırakmıştı ki, kurtlar tarafından yenilen savunmasız zavallı bir eşeğin
karların beyazında etrafa serpilen kanları ve geriye kalan iskeleti gözlerine
ilişti. Büyük bir ürperti duydu. Garip bir korkuya kapılmaktan kendisini
alamadı. Burkulan yüreği ile yoluna yeniden koyuldu. Hirfanlı Köyüne ulaşmasına
daha çok yol vardı. Hafif sakallı yüzü kah terliyor kah buza kesiyordu.
Yorgunluktan ve soğuktan bitap düşmüştü ki, en nihayetinde Esme’sine kavuşmaya
iki yüz metre kadar bir mesafe kaldı. Ay ışığı yerde ve evlerin damına yayılan
her kar tanesini adeta birer pırlantaya dönüştürüyordu. Gözleri kamaştı. Kalan
son adımlarında yığılıp kalmamak için canını dişine taktı.
Etrafta kimseler yoktu. Esme’nin
penceresinden sıcak loş bir ışık süzülüyordu. Evin köpeği Paşa onu kapıda
karşıladı. Bir iki kez havlamanın ardından, İsmo’nun yerde buz tutan karların
üzerine attığı ekmeği görünce sus pus oldu. İsmo yavaşça loş ışıklı pencereye
yöneldi. Donmak üzere olan parmakları ile buğulu camı hafiften tıklattı. Sesi
duyan Esme’nin yüreği bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çabukça camdan
nişanlısı İsmo’yu içeri aldı. Bütün yaşamları boyunca böylece birbirlerinden
kopmadan sarılıp kalacaklarmışçasına bir duyguya kapıldılar. Esme nişanlısının ne
çok üşüdüğünü, donmak üzere olduğunu fark edip yün bir battaniye ile İsmo’yu
güzelce sarıp sarmaladı. Ellerindeki yün eldivenleri çıkardı. Donmalarına ramak
kalan, hasret kaldığı İsmo’nun ellerini kondurduğu onlarca öpücük ile ısıttı.
Tekrar birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
Esme’nin babası Mılo’yu uyku
tutmadı. Duyduğu baş ağrısı da gittikçe artıyordu. Ne yapacağını şaşırıp
kararsızlıkla etrafına bakınırken, karısı Fato’nun çoktan uyuya kaldığını
gördü. Bir iki seslense de, o oralı olmadı. Horlamaya devam etti. Mılo uzandığı
yataktan usulca kalkıp mutfağa yöneldi. Bu sırada kulağına sesler geldi.
Gülüşme seslerinin Esme’nin odasından geldiğini görünce yolunu değiştirdi.
Kapıyı hızla açtı. İsmo ile kızı Esme sarmaş dolaştı. Gözlerine inanamadı.
Baş ağrısından eser kalmadı. Gece yarısı bin bir küpe bindi. Evin altını üstüne
getirdi. O hiddetle sopasını aranadururken, İsmo girdiği pencereden tekrar
atlayıp soluğu hızla kaçmakta buldu. Ne yazık ki, eldivenlerini ve atkısını,
acele ile sıvışırken Esme’nin yanında bırakmıştı. Son anda akıl edip
lekanlarını almayı unutmamıştı. Geldiği onca yolu nasıl dönecekti? Yorgunluktan
ve uykusuzluktan ölüyordu. Daha kemikleri dahi ısınmamıştı ki, kayınbabasının
gelmesi ile neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Koşa koşa Hirfanlı Köyünün dışına
ulaştı. Az ileride kuytuluk bir yerde bir kaya oyuğu gözlerine ilişti. Biraz
dinlenmek üzere o yöne doğru yorgun adımlarla yöneldi.
Kayalığın oyuğunda soğuk rüzgârın
esintisi çok hissedilmese de, burada da uzun süre hareketsiz kalınmazdı.
Donduran bir soğuk vardı. Oturduğu yerde Esme ile birbirlerine sarılmaları
gözlerinin önünden art arda film kareleri halinde geçti. Ne kadar da güzeldi.
Ela gözleri ile kendisine baygın ve büyük bir hayranlıkla nasıl da bakıyordu.
Eldivensiz ellerinde sevdiğinin öpücüklerini aradı. İçini tatlı bir ürperti
aldı. Esme’sine eşarbını dahi vermeye fırsat bulamamıştı. Paltosunun cebinden
ipek eşarbı çıkardı, sakallarında gezdirip, kokladı. Bu büyüye kendisini
öylesine kaptırmıştı ki, çok geçmeden göz kapaklarının altına çöken tatlı
ağırlığa direnmeden teslim oldu. Olduğu yerde uyuya kaldı.
Gün her zaman olduğu gibi bütün
renkleri ile ışıdı. Güneş ışınları bir prizmadan geçer gibi renklere
ayrılıyordu. Kuyular Köyünden Hınto sabah ezanı ile birlikte uyanmış, Hirfanlı
Köyüne doğru karlara bata çıka yol alıyordu. Kayalıkların dibinde bir karaltı
görür gibi oldu. Merakla oraya doğru koşturdu. İsmo’nun boylu boyunca
uzandığını görünce, heyecanla baktı. Onu tanımakta gecikmedi. Bu delikanlının
bu saatte, bu halde ne işi vardı buralarda? Hınto bütün bedeninin buza
dönüştüğünü fark edince, ne yapacağını şaşırdı. Dizlerine vurup feryat-figan
eyledi. Yardım istedi, ama ortada kimseler görünmüyordu. İsmo’nun avucundaki
ipek mendil rüzgâra kapılıp karın yüzeyine çıkan bir çalıya takılmıştı. Güneşin
ışınları ince dokulu eşarptan geçip mavi kır çiçekleri ile beyaz kar üzerinde
usta bir ressamın tablosunu oluşturuyordu.
Kara haber Esme'ye bir anda
beynine indirilmiş binlerce şamar etkisi ile ulaştı. Yürekleri dağlayan matemle
geçen altı ayın ardından, Esme ve İsmo’nun kardeşi Süleyman kıyılan hoca nikâhı
ile dünya evine girdiler. Düğün benzeri herhangi bir kutlama yapılmadı. Bütün
ömrü boyunca yüreğinde bir yumruk halini alan sıkıntıyı bir an için atamadı.
Dünyası devrildi. Yaşadığı bir nevi gülün cehennemiydi. Her an durmak nedir bilmeyen göz yaşlarını
elinde her zaman sıkıca sakladığı ipek mendille kuruladı. Tek tesellisi
sonradan kendisine ulaştırılan bu hatıraydı. Nişanlısının acele ile unuttuğu
eldivenlerin ve atkısının kokusu bu hayatta nefes almaya devam etmesini
sağladı. Bir yıl sonra dünyaya gelen oğlunun adını İsmo koydu.
Amsterdam, 2 Kasım 2018
"İpek Mendil" türkülerin konusu olduğu gibi öykülerin de imgesidir. İlk kez Sait Faik'in Bursa'da öğrenciyken yazdığı "İpek Mendil" öyküsündeki dramı, Aydın Yılmaz dostumuzun İçanadolu Kürtlerinin doğasında gerçekleşen bir öykünün başlığı yapması, çok anlamlı. "Esamesi okunmayanların dramları"nı okunur hale getiren Aydın dostumuzun kalemine ve yüreğine sağlık.
YanıtlaSil