6 Eylül 2020 Pazar

LO SENE PIX EDEREM HA!




LO SENE PIX EDEREM HA!

 

Yazmak gibi biteviye bir didinim içinde olan şair Refik Bey, henüz ülke çapında hak ettiği istenilen üne sahip değildi. Ancak şiirlerinin belli bir okuyucu kitlesinin dilinde dolaşması, zevkle okunması ve gelecek vaat etmesi kendisinin ziyadesi ile mutlu olmasına yetiyordu. Edineceği ünü aslında hiç de umursadığı yoktu. Yükü duygu olan yüreğindekileri insanlarla paylaşımı çok daha önemliydi. O gece gündüz yazmak yazmak durumundaydı. Duygularını nadasa bırakmak gibi bir lüksü zaten yoktu. Bu hayatının bittiği ile eş anlamdaydı. Büyük harfli cümleler kurmak gibi bir iddiası da yoktu. Sadece dağarcığındaki kelimelerle oynamak onu yeterince mutlu ediyordu. Dimağında ele geçirdiği her harfi bir bir bacaklarından kavrayıp oraya buraya çekiştirmenin tadına doyum olmuyordu. Zihninde avlamaya çıktığı kelimeleri uzun uzun süzer ve ardından hangi şiirde, hangi mısrada birer kelime halinde yer edinmeleri konusunda kendi kendisine fikir teatisinde bulunurdu.

Hangi sözcük insanı alıp götüren bir sevda şiirinde yer almak istemezdi ki? Refik Bey’e göre “her kelime sabahın köründe uyanır uyanmaz kendisini zaten şiir hissediyordu.” Sözcüklerin de dünyanın dillerinde kendilerine göre gururları vardı. İnsanların dilinde telaffuz edildikçe her kelime iyiden iyiye mayışır ve kendilerinden geçerlerdi. Lakin yine de kelimelerle oynamak çocukların saklambaç veya çelik çomak oynamasına pek de benzemiyordu. Bunun için belli bir ölçü ve tartıya gereksinim vardı. Kullanılacak terazinin hassasiyetine diyecek olmamalıydı. Bu birimleri yakalamak da ustalık gerektiriyordu. Bunlar edinilmese, gösterilen uğraşı laf u güzaf olarak olduğu yerde kalakalırdı.

Sözcüklerle bu denli iç içe olan yaşantısını düşünedururken bir an kalakaldı. Durdu. Çıt çıkmayan bir sessizliğe büründü. Düşüncelere daldı. Gözlerinin önünde bir anda binlerce kelime “nanik” yapıp serçeler misali uçuştu. Ne kadar da çok evsiz, barksız, sahipsiz ve başıboş sözcük vardı. Başlarında bir çatıdan yoksun kelimelerin inanılmaz yoğunluğuna şaşakaldı. Sonsuz sayıdaki bunca kelime neden şimdiye değin bal tadında bir cümlede yer alıp okuyucularının hayal dünyasında yer almamıştı. “Başkalarının da bu denli çok sözcüğü var mıdır, acaba?” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı. 

Gözlerinin önünde uçuşaduran bütün bu kelimeleri bir bir hizaya getirip anlam kazandırmalıydı. İçinde bulunduğu uğraş anlamlı ama bir o kadar da sonsuzluğu olan bir güzellikti. Kelimeler böylesine başıboş uçuşmamalıydılar. Korunaklı bir çatı altında toplanmalarının zamanı gelmişti. İyide bu "ha demekle" olacak iş değildi. Her biri olması gereken yerde yerini alıp şiir, roman, öykü ve köşe yazıları olarak yüreklerdeki yerlerini almalıydılar. Kuşlar misali onları evrene salmalıydı. Böylelikle daha bir anlam kazanıp bir araya gelmeleri ile bir öyküye dönüşebilirlerdi.

Ah Türkçe dili ah! Öylesine karmaşıktı ki, her defasında hayretler içinde kalıyordu. Her yörenin kendisine göre kelime dağarcığı olduğu gibi, aynı zamanda şiveleri de aynı zenginlikteydi. Başka dillerden pek çok kelime kabarık sayfalı sözlüklerde ve Türkçe diline konuk olarak gelip kalmışsalar da zamanla entegre olmakta fazla zorluk çekmemişler. Bazı harflerle başlayan tek kelime Türkçenin olmaması çok şaşırtıcıydı. M, L ve J harfleri ile başlayan bütün sözcükler yabancı kökenliydi. Ve çoğu zaman bu kelimelerin kullanımı ile ifade edilmek istenenler daha yerli yerine oturuyordu. Teknik, tıbbi, hukuk ve bilimsel konularda bu kelimeler kullanılmaksızın kaş göz yarsanız da meramınızı istenildiği gibi anlatamazsınız. Yöreye göre lisan öylesine bir farklılık alır ki, çoğu ifade edilmeye çalışanı anlamakta büyük zorluklar yaşarsınız. Refik Bey bu konu ile oldukça ilgiliydi. Edindiği tecrübe ile artık bütün yörelere mahsus olan bu söylemleri anlayacak kadar bilgi sahibi oldu. Lakin Türkiye bu açıdan çokça renkli bir coğrafyaydı. Kulaklarını tırmalayan her yöresel konuşma onu hem güldürüyor hem de çok hoşuna gidiyordu.

Egeliye kulak verdiği zaman onun aynen şöyle çıkışına tanıklık ediyordu.

              “Akideş, götüyü vereceksen götüyü ver, götüyü vermeyeceksen götüyü verecekler var. Hadi diyiver gaadeş. Asfalyalarımı attırma. Niredeyse ımızan (ramazan) geldi. Ne bakıp durun? Hönkürüde (orada) dikelip durun. Götüyü vermezsen ben de garıgola (karakol) gitçem.

Diğer taraftan Trakyalı söze girer ve gösterisini aynen şöyle sürdürür.

          “Er gün aber salarım Asana a be yapasın bu işi derim.” Refik Bey içsesi ile kendi kendisine söylenmekten kendisini alamaz.

“Kardeşim neler oluyor orada? Hasan ne zaman adını değiştirdi de Asan oldu. Hasan kimi astı da Asan oldu? Nereye gitti bu koskocaman H harfi? Yedin mi? Yuttun mu? Nedir kardeşim bu senin yaptığın? Kaşla göz arasında iki ayağının üzerinde sapasağlam yere basan “H” harfini nasıl da iç ettin. Evet bencileyin bir şair, yani Refik olarak ben dahi harfleri ayaklarından yakalayıp sadece sallıyorum. Olmadı ama Hamdi. Pardon Amdi sen zavallı harfcikleri gözümüze baka baka resmen boğazlıyorsun. El insaf yani.”

Serhat ili Kars’ a da Türkçe yol alıp ulaşana kadar bir hayli deforme olur. Belki de ulaşma işi sıcak bir yaz ayına denk geldiği için sözcükler iyiden iyiye yayvanlaşmışlardır.

“Gardaşımla barabar yaylaya gidecağdığ uyuya galmışım.” Harfler nasıl da Kars’a gelene kadar “K” inanılmaz bir dönüşümle “G” haline geldi. Bu durum aynen D ve T harflerinin de kaderidir.

“Taha yeni tiktirdiğim köhneğimin üzerine süt töktüm. Hanımdan bi tayak yemediğim kaldı. Başımdan aşağ kaynar sular töktü.” Aynı şaşkınlık bu diyarda da böylesi bir halde görülüyordu.

Karadeniz Bölgesine gelindiğinde de renklilik bir hayli artıyordu. Bir akarsu coşkusu ile bir dil gürül gürül konuşuluyordu.

“Sizleri Pilmem ama Penum Pabam, Annem, Emicelerum, Tedelerum, Tedemun tedesi boyle konuşuyorlar. Yani içabinda pen da bazen boyle konuşapiliyorum... Habu kismi unutmiştum, temeden keçemeyurum. Bilirsinuz, Alamanya’ya çok kurbetçi göndermiştur karadenuz… Bunlar Malum Almançayi da  teğuşturduler... Bizumkiler:  ‘Danke Schön...’ diyemeyur..  yerine ‘Tançe Şon…’  kullaniyurlar…”

İç Anadolu bölgesini gözünün önüne getirdiği zaman da havada ilginç pek çok sözcük uçuştu.

-Gadasını aldığım (Günahını aldığım anlamında sevgi gösterisi.)

-Nöryon? (Ne yapıyorsun, nasılsın?)

-Galaba (Kalabalık)

-Göbel (Yaramaz, aptal, çocuk)

-Zaar (Galiba)

-Ellam (Herhalde)

-Bıldır (Geçen yıl)

Ve ülkenin kalbinde yer alan İç Anadolu bölgesinde de daha yüzlerce kelime böylesine bir üslupla sürüp gidiyordu.

Ülkenin dört tarafından buna benzer şivelerin manzaraları Refik Bey’i şaşkına çeviriyordu. Bu büyük bir zenginlikti ve bunun korunması için gereken çaba gösterilmeliydi. Ama her geçen gün bu konuda alabildiğine bir erozyonun yaşandığı da başka bir gerçekti. Refik Bey en çok da Diyarbakır şivesine katıla katıla gülerdi. Şiirlerinde bu söylencelere yer vermek istese de bütün ustalığına rağmen bunu doğal haliyle yerli yerine kondurmak hiç de olası değildi. Çiçek nasıl dalında güzelse, bu söylenceler de bütün doğallıkları ile güzeldi. Bunları allayıp pullamanın hiçbir getirisi olmayacaktı. O nedenle her defasında bu girişiminden tez elden vazgeçerdi.

Diyaribekir’de şairliği tutan Hançepekli bir Qırıx yüreğinde barındırdığı bastırılmış duyguları, değil Refik Bey, en usta şairin dahi dillendiremeyeceği bir ustalıkla şöyle dile getirir.

“Baxçalarda eluce

Gel yanıma bû gêce

Sen sator ol ben piçax

Oturax şerab içax

Adım Evdoş’tır benim

Qafam da xoştır benim

Gelen giden qarışi

Zar bextım reştır benim…”

Ya kocaman yaşlı başlı bir Diyaribekirlinin arsızlık yapan bir çocuğu korkutmak maksadı ile tehdit dolu sözlerine ne demeliydi.

“Lo sana diyem. Qewaşe. Bana qıllo pıllo etmeyesen. Kafamı da bozmayasın, seni pıx ederem ha…” Her defasında bunu duyduğu veya anımsadığı zaman, Refik Bey gök kubbede kendiliğinden yükselen kahkahalarını dizginlemekte zorlanırdı.

Her dilin bir insan olduğu söylenir. Her dil güzeldi, her dil lehçeleri ile birlikte güzellik ve aynı zamanda zenginlik demekti. Refik Bey belki çok ünlü değildi ama bu zenginliği özümsemiş bir şair olarak, kelimelerle ısıttığı yüreği ile çok mutluydu.

 

 

Amsterdam, 7 Eylül 2020

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...