LO SENE PIX EDEREM HA!
Yazmak gibi biteviye bir didinim içinde olan şair Refik Bey, henüz ülke çapında hak ettiği
istenilen üne sahip değildi. Ancak şiirlerinin belli bir okuyucu kitlesinin
dilinde dolaşması, zevkle okunması ve gelecek vaat etmesi kendisinin ziyadesi
ile mutlu olmasına yetiyordu. Edineceği ünü aslında hiç de umursadığı yoktu.
Yükü duygu olan yüreğindekileri insanlarla paylaşımı çok daha önemliydi. O gece
gündüz yazmak yazmak durumundaydı. Duygularını nadasa bırakmak gibi bir lüksü
zaten yoktu. Bu hayatının bittiği ile eş anlamdaydı. Büyük harfli cümleler
kurmak gibi bir iddiası da yoktu. Sadece dağarcığındaki kelimelerle oynamak onu
yeterince mutlu ediyordu. Dimağında ele geçirdiği her harfi bir bir
bacaklarından kavrayıp oraya buraya çekiştirmenin tadına doyum olmuyordu.
Zihninde avlamaya çıktığı kelimeleri uzun uzun süzer ve ardından hangi şiirde,
hangi mısrada birer kelime halinde yer edinmeleri konusunda kendi kendisine
fikir teatisinde bulunurdu.
Hangi sözcük insanı alıp
götüren bir sevda şiirinde yer almak istemezdi ki? Refik Bey’e göre “her kelime
sabahın köründe uyanır uyanmaz kendisini zaten şiir hissediyordu.” Sözcüklerin
de dünyanın dillerinde kendilerine göre gururları vardı. İnsanların dilinde
telaffuz edildikçe her kelime iyiden iyiye mayışır ve kendilerinden geçerlerdi.
Lakin yine de kelimelerle oynamak çocukların saklambaç veya çelik çomak
oynamasına pek de benzemiyordu. Bunun için belli bir ölçü ve tartıya gereksinim
vardı. Kullanılacak terazinin hassasiyetine diyecek olmamalıydı. Bu birimleri
yakalamak da ustalık gerektiriyordu. Bunlar edinilmese, gösterilen uğraşı laf u
güzaf olarak olduğu yerde kalakalırdı.
Sözcüklerle bu denli iç
içe olan yaşantısını düşünedururken bir an kalakaldı. Durdu. Çıt çıkmayan bir
sessizliğe büründü. Düşüncelere daldı. Gözlerinin önünde bir anda binlerce
kelime “nanik” yapıp serçeler misali uçuştu. Ne kadar da çok evsiz, barksız,
sahipsiz ve başıboş sözcük vardı. Başlarında bir çatıdan yoksun kelimelerin inanılmaz
yoğunluğuna şaşakaldı. Sonsuz sayıdaki bunca kelime neden şimdiye değin bal
tadında bir cümlede yer alıp okuyucularının hayal dünyasında yer almamıştı.
“Başkalarının da bu denli çok sözcüğü var mıdır, acaba?” diye düşünmekten
kendisini alıkoyamadı.
Gözlerinin önünde
uçuşaduran bütün bu kelimeleri bir bir hizaya getirip anlam kazandırmalıydı.
İçinde bulunduğu uğraş anlamlı ama bir o kadar da sonsuzluğu olan bir
güzellikti. Kelimeler böylesine başıboş uçuşmamalıydılar. Korunaklı bir çatı
altında toplanmalarının zamanı gelmişti. İyide bu "ha demekle" olacak
iş değildi. Her biri olması gereken yerde yerini alıp şiir, roman, öykü ve köşe
yazıları olarak yüreklerdeki yerlerini almalıydılar. Kuşlar misali onları
evrene salmalıydı. Böylelikle daha bir anlam kazanıp bir araya gelmeleri ile
bir öyküye dönüşebilirlerdi.
Ah Türkçe dili ah!
Öylesine karmaşıktı ki, her defasında hayretler içinde kalıyordu. Her yörenin
kendisine göre kelime dağarcığı olduğu gibi, aynı zamanda şiveleri de aynı
zenginlikteydi. Başka dillerden pek çok kelime kabarık sayfalı sözlüklerde
ve Türkçe diline konuk olarak gelip kalmışsalar da zamanla entegre olmakta
fazla zorluk çekmemişler. Bazı harflerle başlayan tek kelime Türkçenin olmaması
çok şaşırtıcıydı. M, L ve J harfleri ile başlayan bütün sözcükler yabancı
kökenliydi. Ve çoğu zaman bu kelimelerin kullanımı ile ifade edilmek istenenler
daha yerli yerine oturuyordu. Teknik, tıbbi, hukuk ve bilimsel konularda bu
kelimeler kullanılmaksızın kaş göz yarsanız da meramınızı istenildiği gibi
anlatamazsınız. Yöreye göre lisan öylesine bir farklılık alır ki, çoğu ifade
edilmeye çalışanı anlamakta büyük zorluklar yaşarsınız. Refik Bey bu konu ile
oldukça ilgiliydi. Edindiği tecrübe ile artık bütün yörelere mahsus olan bu
söylemleri anlayacak kadar bilgi sahibi oldu. Lakin Türkiye bu açıdan çokça
renkli bir coğrafyaydı. Kulaklarını tırmalayan her yöresel konuşma onu hem güldürüyor
hem de çok hoşuna gidiyordu.
Egeliye kulak verdiği
zaman onun aynen şöyle çıkışına tanıklık ediyordu.
“Akideş,
götüyü vereceksen götüyü ver, götüyü vermeyeceksen götüyü verecekler var. Hadi
diyiver gaadeş. Asfalyalarımı attırma. Niredeyse ımızan (ramazan) geldi. Ne
bakıp durun? Hönkürüde (orada) dikelip durun. Götüyü vermezsen ben de garıgola
(karakol) gitçem.
Diğer taraftan Trakyalı
söze girer ve gösterisini aynen şöyle sürdürür.
“Er
gün aber salarım Asana a be yapasın bu işi derim.” Refik Bey içsesi ile kendi
kendisine söylenmekten kendisini alamaz.
“Kardeşim neler oluyor
orada? Hasan ne zaman adını değiştirdi
de Asan oldu. Hasan kimi astı da Asan oldu? Nereye gitti bu koskocaman H harfi?
Yedin mi? Yuttun mu? Nedir kardeşim bu senin yaptığın? Kaşla göz arasında iki
ayağının üzerinde sapasağlam yere basan “H” harfini nasıl da iç ettin. Evet
bencileyin bir şair, yani Refik olarak ben dahi harfleri ayaklarından yakalayıp
sadece sallıyorum. Olmadı ama Hamdi. Pardon Amdi sen zavallı harfcikleri
gözümüze baka baka resmen boğazlıyorsun. El insaf yani.”
Serhat ili Kars’ a da
Türkçe yol alıp ulaşana kadar bir hayli deforme olur. Belki de ulaşma işi sıcak
bir yaz ayına denk geldiği için sözcükler iyiden iyiye yayvanlaşmışlardır.
“Gardaşımla barabar
yaylaya gidecağdığ uyuya galmışım.” Harfler nasıl da Kars’a gelene kadar “K”
inanılmaz bir dönüşümle “G” haline geldi. Bu durum aynen D ve T harflerinin de
kaderidir.
“Taha yeni tiktirdiğim
köhneğimin üzerine süt töktüm. Hanımdan bi tayak yemediğim kaldı. Başımdan aşağ
kaynar sular töktü.” Aynı şaşkınlık bu diyarda da böylesi bir halde
görülüyordu.
Karadeniz Bölgesine
gelindiğinde de renklilik bir hayli artıyordu. Bir akarsu coşkusu ile bir dil
gürül gürül konuşuluyordu.
“Sizleri Pilmem ama Penum
Pabam, Annem, Emicelerum, Tedelerum, Tedemun tedesi boyle konuşuyorlar. Yani
içabinda pen da bazen boyle konuşapiliyorum... Habu kismi unutmiştum, temeden
keçemeyurum. Bilirsinuz, Alamanya’ya çok kurbetçi göndermiştur karadenuz…
Bunlar Malum Almançayi da teğuşturduler... Bizumkiler: ‘Danke
Schön...’ diyemeyur.. yerine ‘Tançe Şon…’ kullaniyurlar…”
İç Anadolu bölgesini
gözünün önüne getirdiği zaman da havada ilginç pek çok sözcük uçuştu.
-Gadasını aldığım
(Günahını aldığım anlamında sevgi gösterisi.)
-Nöryon? (Ne yapıyorsun,
nasılsın?)
-Galaba (Kalabalık)
-Göbel (Yaramaz, aptal,
çocuk)
-Zaar (Galiba)
-Ellam (Herhalde)
-Bıldır (Geçen yıl)
Ve ülkenin kalbinde yer
alan İç Anadolu bölgesinde de daha yüzlerce kelime böylesine bir üslupla sürüp
gidiyordu.
Ülkenin dört tarafından
buna benzer şivelerin manzaraları Refik Bey’i şaşkına çeviriyordu. Bu büyük bir
zenginlikti ve bunun korunması için gereken çaba gösterilmeliydi. Ama her geçen
gün bu konuda alabildiğine bir erozyonun yaşandığı da başka bir gerçekti. Refik
Bey en çok da Diyarbakır şivesine katıla katıla gülerdi. Şiirlerinde bu
söylencelere yer vermek istese de bütün ustalığına rağmen bunu doğal haliyle
yerli yerine kondurmak hiç de olası değildi. Çiçek nasıl dalında güzelse, bu
söylenceler de bütün doğallıkları ile güzeldi. Bunları allayıp pullamanın
hiçbir getirisi olmayacaktı. O nedenle her defasında bu girişiminden tez elden
vazgeçerdi.
Diyaribekir’de şairliği
tutan Hançepekli bir Qırıx yüreğinde barındırdığı bastırılmış duyguları, değil
Refik Bey, en usta şairin dahi dillendiremeyeceği bir ustalıkla şöyle dile
getirir.
“Baxçalarda eluce
Gel yanıma bû gêce
Sen sator ol ben piçax
Oturax şerab içax
Adım Evdoş’tır benim
Qafam da xoştır benim
Gelen giden qarışi
Zar bextım reştır benim…”
Ya kocaman yaşlı başlı
bir Diyaribekirlinin arsızlık yapan bir çocuğu korkutmak maksadı ile tehdit
dolu sözlerine ne demeliydi.
“Lo sana diyem. Qewaşe. Bana qıllo pıllo etmeyesen. Kafamı da bozmayasın,
seni pıx ederem ha…” Her defasında bunu duyduğu veya anımsadığı zaman, Refik
Bey gök kubbede kendiliğinden yükselen kahkahalarını dizginlemekte zorlanırdı.
Her dilin bir insan olduğu söylenir. Her dil güzeldi, her dil lehçeleri ile
birlikte güzellik ve aynı zamanda zenginlik demekti. Refik Bey belki çok ünlü
değildi ama bu zenginliği özümsemiş bir şair olarak, kelimelerle ısıttığı
yüreği ile çok mutluydu.
Amsterdam, 7 Eylül 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder