VUSLAT
Israrla
yanına oturmamı istedi. Yaklaşık beş yıldır görüşemiyorduk. Oturduğu yer
minderini alıp, yanına koydu. Oturmam için işaret etti. Kendi minderini verdiği
için oturmakta ikirciklendim. Çok özlemişti. Çok özlemiştim. Hafiften çekik
görünümlü kestane rengi gözleri yalvarır gibiydi. Bakışlarını çok da dalyan
olmayan boyumda gezdirdi. Bir an yanına oturmayacağımı sandı. Gözlerinin feri kaçtı, yüzünü hüzün kapladı. Yüreğine belli belirsiz bir korku
oturdu. Başka bir minder alıp, usulca yanına oturdum. Gözlerinin çekikliği
kalmadı, içleri gülü gülüverdi. İçimi mis gibi bir anne kokusu sarmaladı. Her
canlının annesi dünya güzeliydi, ama en güzel benimdi.
Elimi
avuçlarının içine aldı. Çizgilerini inceler gibi baktı uzun uzadıya.
Avuçlarındaki elimde yüreğinin atışlarını hissediyordum. Yüreği, başında dumanı
ile başı karlı dağların, zümrüt ormanların arasından geçip, kurdu, kuşu,
çiçeği, böceği ardında bırakan, bir yolcu trenin çalışmasını andırıyordu.
Bir
sonbahar günü gelmiştim. Ülkede her şey farklılaşmıştı. Ama annemdeki değişiklik başkaydı.
Büyük bir sihirle var olan sevecenliğine, daha büyük bir oranda yenisini güzelliklerle
katmıştı. Yüzündeki çizgiler derin ve daha belirgin bir görünümdeydi.
Yüreği
ile bakmaya koyuldu. Derinden ve içten konuşan yüreğini avuçlarımın
arasına hiç beklemediğim bir anda bırakıverdi. Konuşan o değildi. Özlem dolu yüreğiydi ve ben tek çıtırtının
gelmediği bu ölü sessizliğinde bütün anlatılanı duyuyordum.
“Ne olur, söyle oğul, nasılsın? İyi misin? Bir bilsen, ayrı kaldığımız bunca zaman zarfında, senin hakkında ne çok şeyi merak eder oldum. Bir an için aklımdan, fikrimden
çıkmadın. Alıp verdiğim her nefeste seni merak eder oldum. Boğazımdan aşırmaya çalıştığım,
Allah’ın verdiği her lokmayı seninle paylaşmak istedim. Muzip yanını unutmadım.
Şimdi bana, ‘paylaşmak istediğin halde, neden bu kadar şişmanladın?’ diyeceksin.
Biliyorum. Deme be oğul. Yemekten değil, vallahi de billahi de. Belki de
sıkıntıdandır. Ne bileyim, hani derler ya, su içsem yarıyor. Belki de öyledir.
Sence de değil mi?
Evin
içinde, bitmek nedir bilmeyen işleri yapıp duruyorum. Yükümü taşıyan, ağrıyan
dizlerimle dört bir yana koşturuyorum. Demek ki, bu kadar hareket de yeterli
değil. Şehirli hatunlar gibi spor salonlarına mı gitmek gerek? Ondan mıdır
onların o bellerinin inceliği, kalçalarının biçimliliği, göğüslerinin dikliği? İnan
kadın halimle görünce çok imreniyorum.
Laf
aramızda, senin de artık evlenme çağın gelmedi değil. Derler ya hani, mevlam
şöyle helal süt emmiş birisini rast getirse, fena mı olur? Evlilik zor iş.
İnsan kimi zaman oluyor ki, kendisine dahi katlanamaz oluyor. Başka bir insana
katlanmak, aman Allahım hem de günün yirmi dört saati. Tatili, bayramı, hafta
sonu dahi olmayan zorunlu bir birliktelik. Bütün bu söylemeye çalıştıklarım,
arada bir sevgisizlik varsa tabi. Saf ve temiz bir sevgiyle; ne
bayram, ne de hafta sonu olmasını ister insan. İşte o zaman, deliye değil, sevene her
gün asıl bayramdır.
Senin
için de bu insan kimdir? Huylu mudur, huysuz mudur? Güzel midir, çirkin midir? Emdiği
süt helal ve pastörize midir? Allah bilir. Demem o ki, hani öncesinden, yaratan
bütün bu bildiklerini biz annelerin kulağına çıtlatsa. Biz de gardımızı ona göre
alsak. ‘Adam mı ölür? Yol yapılınca.’ Kusura kalma, karıştırdım. Aklım başımdan
gitti. Bu eskiden çokça dinlediğiniz bir türkünün sözleriydi. Bu türküyü ben de
severdim, sizlerle dinlerdim. Ne diyordum? Çıtlatma meselesinde kalmıştık.
Senin muzipliğin tuttu yine. İçinden geçeni biliyorum. Çekirdek çitlemesi
değil, biliyorsun. Tanrının insan kulağına çıtlatması. O da alabildiğine
yukarılara çekilmiş. Ne zaman yönelsen, bir şeyler sorsan, bırak çıtlatmayı,
yaptığı tek şey; bilmiyorum, görmüyorum, söylemiyorum, duymuyorum. En küçük bir ip
ucu yok.
Hayat
insana zamanla karşısındakini bir bakışta, yürüyüşünden, ağzından çıkan tek
kelimeden, oturup, kalkmasından anlar hale geliyor. Bu konuda mihenk taşı oluveriyor. O’nun gerçek altın olup, olmadığını anlıyor. Ama ‘köprüyü geçene
kadar, ayıya dayı deme’ maharetlerini çok iyi gösterenler de yok
değil. Senin için daha ortada fol olmadığı gibi, yumurta hiç yok. Umarım
zamanla folda bulacağımız yumurta da cılk çıkmaz.
Sıkıldığını
biliyorum. Uzattım bu konuyu. Kusuruma bakma. Her geçen gün yüreğim daha çok
cam kırığı ile doluyor. Anne yüreği. Acı ve kahır neden hep baskın gelir,
bilemiyorum.”
Dışarıda
hafif bir güz esintisi vardı. Çok geçmeden yağmur çiseledi. Tam karşımızdaki
sedirde oturan babam, annemin içinden konuştuğunu bildiğinden sessiz kalmayı
tercih ediyordu. Belki de öncelik bayanlarda, özellikle annelerde diyordu.
Eteğinde dökmesi gereken irili ufaklı çokça taşının olduğunu biliyordu. Annem
konuşmasını sürdürmeye yeniden koyuldu. Dile gelen bakıp, gören yüreğiydi.
“Senden
sonra buralarda neler olduğunu, elbette sen de bulunduğun diyarda takip
etmişsindir. Bu konudaki duyarlılığını biliyorum. Dünyayı, insanlığı, olup biteni
nasıl takibe aldığını biliyorum. Bahçelerimizde buram buram mis gibi kokan nadide çiçeklerimizi
kömür karası postalları ile çiğnediler. Gencecik fidanlarımızı, acımasızca kökünden söktüler. Ülkenin dört bir tarafındaki hapishanelerin zindanlarından, insanım
diyen herkesin yüreklerini paralayan, işkence görenlerin feryatları yayıldı.
İşkenceciler, günlük yaşamlarına devam ettiler. Hiç bir şey olmamış gibi,
evlerine koşturup çocuklarını kucakladılar. Geceleri kadınları ile seviştiler. Olan
gencecik fidanlara oldu.
İşin
kötü tarafı, ülkeyi terki diyar ettiğin günden beri, insanımız çok değişti. Hiç
bir şeye aldırmaz, ama herkesi gammazlar oldu. Huyu suyu tamamen başkalaştı.
Elli yıl gerilere itelendik. Her zamanki gibi; yoksul daha yoksul oldu. Varsıl
daha çok palazlandı.
Hep
anlatan ben oldum. Biraz da sen anlat hele. Gittiğin yer nasıl bir diyardı.
İnsanları bizlere benziyorlar mıydı? İyiler miydi? Ne yedin, ne içtin? Anlat!”
Annemin
ellerini bırakıp, daha önceleri sert yapılı olduğunu bildiğim babamın yüzüne baktım.
Karizması hala yerindeydi. Bildiğim sert görünümlü çehresinin yerini, olgunlaşan
bir meyvedeki yumuşama vardı. O da tıpkı annem gibi sevecen ve özlem doluydu. Özlem
gidermemiz uzunca bir zamana yayılacaktı. Kimyası tamamen değişen insanımızla
bir bütünlük sağlamak zorlayacaktı. Annemin anlatmaya çalıştığı değişim gelip,
beni de bulacaktı.
Güneş
iyice indi. Pencere kenarına konan kırlangıç camdan içeri baktı. Göz göze
geldik.
“Ooo…
Beyefendi, nihayet teşrif etmişsiniz. Hoş geldiniz. Özlettin anne ve babayı. Bir
daha bu kadar uzun sürmesin vuslat. Tamam mı?" deyip, uzaklara kanat çırptı.
Amsterdam, 12 Şubat 2017