10 Aralık 2018 Pazartesi

ATEŞ BÖCEKLERİ












ATEŞ BÖCEKLERİ

Hasat sonrası, yaz ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı 35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı. İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi. Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini, biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı. Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı. Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz. Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı. Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı. Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur. Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür. Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?” Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi. Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü. Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu. Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde dolandı.
Kesikköprü Köyünde harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı. Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber saldı.
“Murat yalvarırım bizden vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan, ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü! Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.

Amsterdam, 11 Aralık 2018


2 Aralık 2018 Pazar

KAPAMA GÖZLERİNİ








KAPAMA GÖZLERİNİ

Bulunduğum yörüngede değişmeyen rutinime es vermeden dönüp dönüyorum. Dünya derler bana. Devasa ağzından durmaksızın alevler savuran güneşe akşamın menevişlemesinde en güzelinden, dostça bir selam çakıyorum.
“Eyvallahlar olsun beyim. Bugün de ısıtıverdiniz baldırlarımı, bombeli kalçalarımı, sırtımı ve kafamın çıkık ardını. Sadece ısıtmakla da kalmadınız hani, aydınlatıverdiniz aynı zamanda ol bedenimin art yanını. Sağ olun, her daim de var olun. Bitmez tükenmez iyilikleriniz başım gözüm üstüne. Gadanızı alayım. Yolunuza baş koyayım. Nasıl da ipil ipil gündüz eylediniz her yanımı. Büyüklük sizden. Unutmayacağınızı adım gibi biliyorum. Birazdan ısıtma ve aydınlatma sırasının yüzüm, gözüm, kalbim, bacaklarım ve ayaklarıma geldiğini.”
İnsanoğlu pür telaş. Hırslı. Ödemli egosu kabarık. Doymak nedir bilmiyor. Obur. Açgözlü. Hilekâr. Ben merkezli. Kör ve kibir. Dudak uçuklatacak kadar tumturaklı, ne denli çok ucube kişilikler.
Oysa gezinir bağrımda usulca börtü böcek, karıncalar, bok böcekleri, altın yeleli atlar ve yorgun eşekler. Pır pır arılar, sinekler, kelebekler, uğur böcekleri ve bir cümle kuşlar uçuşurlar deniz mavisi-ak bulutlu semalarımda barış, huzur ve sükûnet içinde.
Berrak sularımı süsleyen bin bir türlü balıklar. Yosunlar, yengeçler, kurbağalar, denizatları, ahtapotlar, karidesler, midyeler ve istiridyeler.
Ve toplaşmışlar kıçımın üzerine insanoğullarının benzeşleri. Barut kokularını geniş burun deliklerinden kocaman göbeklerindeki ciğerlerine doğru soluyup; tanklar, tüfekler, bombalar, raketler, füzeler ve fabrikalarında vardiyalarla bilumum ölüm makinaları üretenler. Birer dipsiz kuyu oldular, rant uğruna haklayıp al kanlarına girmek için birbirilerinin. Gariban yoksullar alıyor, acının pastasından büyük paylarını. Velhasıl; ölen de, sürülen de, aç-susuz her türlü işkenceye maruz kalan da onlar.
Höpürtülerle içilmelerinin ardından köpüklü ve pelteli kahvelerin gizemli falı. Göz göze bakışmalar, edilen birden çok bir çift tatlı kelam. Büyük bir kuşun kanadında gelen ve belli ki, taşımakta zorlanılıyor büyük kısmet. Bir veya iki zamana kadar çıkılacağı alenen görünen uzun ince yollar. Kalbin ferahlığı ve benzeri avuntular.
Annesine ciyak ciyak seslenen küçük kız Hülya. Komşu oğlunun elini sıkıca tutan komşu kızı Berivan. Fırlamak üzere olan kalbini bastıran komşu oğlu Rüşen. Fırından yeni çıkan mis kokulu sıcak ekmeğin ucunu koparıp ağzına atan Zeliha. Bebeğini sevgi ile ak sütlü tombul memesinden emziren Eleni Anne. Musmutlu Yorgo Bebek.  Bahçesine yeni bir zerdali fidanı diken Ahmet Baba. Otobüse yetişmek için koşan Thomas. Terasta soğuk ve köpüklü birasını yudumlayan Niko. Full libidoları ile sevişirlerken garip sesler çıkaran Topal Hüsso ile Döndü. Fabrikada öğle paydosunda kahve yudumlayan Maria. Üsküdar’da mis kokulu çiçekler satan al fistanlı Roman Zarife. Çalışmayan arabasını ittirmek için güçlü kuvvetli bir iki kişi arayan Bakkal Musa. Kocasına ilgisizliğinden dolayı serzenişte bulunan Neriman. ‘Nasırının acısını çeken Süleyman Efendi.’ Ayrılık acısına dayanamayan ve hıçkırıklara boğulan bir anne! Sokakta mendil ve kendi yaralarına saramadığı yara bantlarını satan altı yaşında lüle saçlı Müjgan. Çatal iğne ile omuzuna iliştirilen nazarlığını boyalı elleri ile okşayan on birinde ayakkabı boyacısı Çakır Hüseyin. Mim konulmayan beylik tiratlar, değişmeyen hamaset edebiyatı, lafügüzaf, boş vaatler. Doludizgin husumet ve huşunet. Tufeyli kodamanlar. Çetrefil bir yaşam örgüsü!
‘Hoş gelip sefalar getiren Arif’ in yeğeni.’ Adiloş Bebe yani. Neresi olduğu pek de malumu olunmayan ‘Cibali’de sarılan cıgara.’ Ve derken ‘Gurbetin veya sılanın ne yana düştüğünü ustasına soran ve hasretin hep kendisine düşmesinden yakınan’ güzel şairin ansızın ölümü. ‘Zülfi yâre beklenen değmenin’ olmamasının verdiği dayanılmaz burukluk. Sükûnete bürünme. Yüreklerde debelenme. Onlarca yeni fay hattı. Çok istedikleri halde, parasızlıktan düdük çalamayan çocuklar.
Sarı çiçekli başlarını güneşe dönen ‘ismine münhasır’ günebakanlar. Boyun eğen laleler. Renk renk menekşeler. Narin yapraklarının koparılmasından korkan sarı-beyaz papatyalar. Yerlerde yığınla kozalak. İrili ufaklı yemyeşil ağaçlar. Buğulu toprak. İpek iplikler ören ipek böcekleri. Asmanın dallarında bal tadında kehribar üzümler. Az ileride iştah kabartan incirler. Elde edilen boy boy ibrişimler. Petekleri balları ile dolduran işçi arılar. Konvoy halinde karıncalar. Ben misali selama duran tarla faresi. Keyfince salına salına toprağı adımlayan kaplumbağa. Çalılıklar arasında seyri sefer eyleyen sincap. Ağaca gagası ile darbeler indiren ağaçkakan. Aslandan arta kalan leşe yumulan tüyleri dökük bir çakal. Çıngar çıkaran patlak gözlü kurbağa. Tanrıya yakın bir yerlerde, oldukça yükseklerde av peşinde süzülen kara bir kartal. İstemsizce yere düşen yaprak. Kara taşın altında yüreğinde serçe ürpertisi ile saklanan ıpıslak solucan. Çınar ağacının budaklı dalında düş kuran baykuş. Gagasında bebek taşımadığından hayal kırıklığı yaratan leylek.
Çölde Leyla’sını arayan Mecnun. Şirin’in aşkı uğruna dağı delen Ferhat. Yavuklusu Zin’i almak için canhıraş satranç taşlarını ileri geri ittiren ve müstakbel kayınbabasını yenmeye çalışan Mem. Rahat durmayan Beko’nun hinliği. Hamlet’in amcası Cladius’un Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenmek için, babası Danimarka kralını ihanetle öldürmesi. Capuletler ve Montague aileleri arasında kavga. Romeo ve Juliet’in aşkı. Biliyorsunuzdur elbette, yanıtı beklenen sorular.
Mecnun ıssız çölde Leyla’yı buldu mu?
Ferhat sevdiği Şirin’in aşkına dağı deldi mi?
Hamlet amcasından öcünü alabildi mi?
Mem yavuklusu Zin’i almak için Zin’in babasını satrançta yendi mi?
Kavuşsalar da gelişen olumsuzluklara dayanma gücü bulamadığından kendisini zehirleyen Romeo ve sevgilisinin hançeri ile intihar eden Juliet. Yaşanan hazin son. Barışamayan Capulet ve Montague aileleri.
İnsanoğlundan gayri, doğada olmayan telaş. Karınca yolunda, bok böceği işinde gücünde, cırcır böceği eğlence partilerinde, kelebek dalda, arı çiçekte ve vaziyet berkemal.
Ben dünya. Savaşlar çıkartıyorlar, kaslı kıçım üzerinde bağdaş kuranlar. Dört bir yanda barut kokuları, tank, tüfek, bomba ve uçak sesleri. “Gayrık yeter.” desem de, çıkardıkları gürültü ve patırtıdan işitenim yok. Baldırlarımda aç, perişan ve çoğunluğu yanık tenli zavallı insanım.
Yüreğimin üzerinde sanat ve beynimin üzerinde toplanmış bilim adamları. “O güzel atlarına binip gitmelerinin öncesinde, iyi insanlar” tarafından yazılan şiirler, öyküler ve romanlar. Ruhların gıdası notalara düşülen melodiler. Figaro’nun düğününde zılgıt atıp “Ki zawa…? Ki zawa? - Kim damat..? Kim damat?” diye bağıran, halaylar çeken Kürtler.
Okunan sevda şiirleri.
‘Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını
Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi. B. Brecht’
Ve daha niceleri. Vermek gerekirse bir örnek.
‘Ben Senden Önce Ölmek İsterim…
Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız.
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek. N. Hikmet’
Ola ki, olmaya görsün yiğidin bir sevdiceği. ‘Mühür gözlüsü olur, sakınılır-kıskanılır yerdeki karıncadan, giyilen urbalardan, hem oğlundan hem de kızından.’
Beynimde insanlığın hizmetinde binlerce ilim-irfan adamı hummalı bir çalışma içinde.
“Ne güzel, ne güzel. Size bu yaraşır, hep böyle olun, canlıların hizmetinde olun.” derim. Sevgiyle uzun uzun sıvazlarım başlarını.
Uçuşurcasına koştura koştura sek sek, ip atlama, saklambaç ve uzuneşek oynarlar bağrımda çocuklar. Kötülükten, savaştan, tanktan tüfekten, ırkçılıktan, paylaşamamaktan bihaber. Tutamam kendimi, buseler kondururum onların derin gamzelerine. Ağızlarında renk cümbüşü lolipoplar.
Kirleniyor mavi göğüm. Karalara bürünüyor. Dengem alt üst ediliyor. Doymak nedir bilmiyor insanoğlu görünümlüler. Yüzlerce metreler boyu fabrika bacaları, sularıma karışan kimyasal atıklar, zehirler. Dereler, nehirler ve denizlerimde ölen allı pullu balıklar. Sorsa da şair;
‘Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.’ Hiçbiri olmaz oysa! Ve ben küskün şaşa kalırım.
İki kadeh rakı alır, “Ne olacak ben dünyanın hali?” derim. Of ulan offf… Of ki ne of. İçimizi kavun acısı bir hüzün dalgası yalasa da; yine de ‘kararmasın ensemiz.’ Bedbahtlığa zerre kadar yer olmasın sakın. Aydınlatacaktır ensemizi güneş.
‘Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,  
Yitirmiş öpücükleri,  
Payı yok, apansız inen akşamlardan,  
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,  
Seni anlatabilsem seni...  
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.   
Üşüyorum, kapama gözlerini... A. Arif’


Amsterdam, 2 Aralık 2018

17 Kasım 2018 Cumartesi

KIRMIZI BİSİKLET













KIRMIZI BİSİKLET

İki gün boyunca bardaktan boşanırcasına durmaksızın yağmur yağıyor. Garip ama sokaklarda hiçbir yerde göller oluşmuyor. Bu kadar su nereye gidiyor, şaşırmamak elde değil! Yağmurun bu kadar uzun süre yağdığını ilk defa görüyorum. Hava hayli soğuk. Gökyüzünden yeryüzüne sular seller bu denli yoğun düştüğü halde insanlar hiç aldırmadan bisikletlerine binip işlerine veya okullarına gidiyorlar. Hayatın ritmi bütün hızı ve ahengi ile kesintisiz devam ediyor.
Babam bana da bisiklet alacağını söylüyor. Öylesine çok sevindim ki, babamın yanaklarına defalarca öpücükler kondurdum. Bisikletim kırmızı olsun dedim. Bugün yarın alır diye bekliyorum. Bu küçük ülkede herkesin bir veya iki bisikleti var. Her binanın önünde en az otuz-kırk tane bisiklet üst üste zincirlerle kilitli duruyor. Hollandalıların fakir olduklarını sanmıyorum, ama yine de bisikletlerin çoğu eski. Sanırım eski veya yeni onlar için fark etmiyor. Böyle düşünüyorlarsa, bu daha güzel elbette.
 Mevsim sonbahar. Geldiğimiz ilk gün, bizi fırtınalı bir rüzgâr karşıladı. Doğrusu çok da “hoş geldiniz-sefalar getirdiniz” türünden bir karşılama değildi. Kırmızı halıların ayaklarımız altına serilmesi beklentisi içinde de değildik elbette. Ama ne o, dört bir yanda rüzgarın başına buyruk delice “pufff… puffu” ve uçuşan onca yaprak. Ayağımızın tozu ile saçımızı başımızı öteye beriye savurmalar. İlk günde küskünlük olur mu? Doğrusu biraz ayıplanacak bir misafirperverlik.
Ayağımızda toz falan da kalmadı elbette. Hırçın bir edayla yapılan bir buyur etmeydi desem, sanırım yeridir. Kaldırım ve sokakları bir halı misali kaplayan kuru ve sararmış ağaç yaprakları rüzgârla birlikte havalanıp yüzümüze ve gözümüze çarpmalarının ardından, kuytuluk duvar diplerinde hareketsiz kalıyorlar. Bu kadar ağaç yaprağını bir arada ilk defa görüyorum. Anlaşılan daha pek çok bir ilke yine burada tanıklık edeceğim. Sararmış kuru yapraklar havada uçuştukça göz gözü görmüyor. Akşama doğru fırtınanın dinmesi ile kanatlanan bütün yapraklar birer serçe misali yere konuyorlar. Sonrasında serçe olmaktan vazgeçmiş olacaklar ki, yeniden sarı bir halı halini aldılar.
Yok, ben ilk fırsatta geldiğim yere geri dönmeliyim. Oysa Diyarbakır’da havalar henüz soğumamıştı. Zaten bu uzak ülkeye geleli daha bir hafta oldu. Alışamadım. Alışır mıyım onu da bilemiyorum. Babam on sekiz yıldır burada. Sonunda özlemimize daha fazla dayanamadığından annemi, on üç yaşındaki kız kardeşim Zelal’ı ve beni alıp Hollanda’ya getirdi. Benim adımı da merak ediyorsunuzdur. Adım Halil. On altı yaşındayım. Bıyıklarım ve sakallarım yavaş yavaş yüzüme garipsediğim yeni bir görünüm verdiriyor. Uzun sürmez. Artık babamın yanında olduğuma göre onu taklit etmeye bolca zamanım olacak. Çocukluğu yavaş yavaş ardımda bırakıyorum. Zor bir döneme tedirginlikle adımlarımı atıyorum.
Babam dedemin adını bende yaşatmak istemiş. Adımı seviyorum. Belki de Halil dedemi çok sevdiğim içindir. O bizimle gelmedi. Babaannem iki yıl önce ölmüştü. Dedemin o günkü hali her daim gözlerimin önünde. Nasıl da yapayalnız kalmıştı. Küçülmüştü. Tutunacak dalı kopmuş, adeta aşağılara doğru korku ile düşüyordu. Güneş rengini andıran gözlerinde bunu sezmek hiç de zor değildi. Bizim de kendisini zorunluluktan ardımızda bırakmamızla, yalnızlığı öyle sanıyorum ki; daha da katlanılamaz hale geldi. Bir başına ne yapar, ne eder bilemiyorum. Gerçi amcalarım ve akrabalarımız yanında, ama benim ve Zelal eksikliğini bütün yüreğinde hissediyordur. Orada kalsam bu kez de babam aynı özlemi duyacaktı. Burada bana vaat edilen gelecek daha parlak.   
Güvendiğim, sevdiğim ve birlikte olduğum zaman büyük keyif aldığım pek çok arkadaşım da geldiğim topraklarda kaldı. Şimdiden onları öylesine çok özledim ki. Ne güzel takılıyorduk. Nasıl da onlarla birlikte olmaktan müthiş haz alıyordum. Her biri benim için birer kardeşten daha da ileri düzeydeydi. Bu yeni diyarda kimlerle arkadaşlık yaparım, aynı dostlukları edinebilir miyim, en büyük kaygım şimdilik bu.
Hiç bisikletim olmadı. Ama arkadaşlarımın bisikletlerinde binmesini öğrenmiştim. Babamın bugün iş dönüşü bisikletimi de beraberinde getireceğini zannediyorum. Babamın gelmesine az kaldı. Her an kapı zili çalınabilir. Bisikletim gelse dahi bu yağmurda binebilir miydim?
Babam çıkageldi. Hem de kırmızı bisikletimle. Çok güzel. Gözlerime inanamadım. Uzun uzun baktım. Ellerim far, zil, direksiyon, sele ve her bir yanını okşar gibi hayranlıkla gezindiler. Çok mutlu oldum. Yoğun yağmura rağmen bisikletimle dışarı çıktım. Annem ve babam kaygılansa da çabuk geleceğime dair söz verdim. Hem Hollandalılar da bu havada bisikletlerin üzerinde değiller miydi?
Hızla çevrilen her pedalla evimiz daha bir geride kaldı. Arkadaşlarım da yanımda olsalardı, kim bilir nasıl da imrenirlerdi. Hiç tereddüt etmeden onları da bindirirdim. Yağmur olmasaydı, kız kardeşim Zelal’i de arkama bindirirdim. Dedemin bu mutlu anımı görmesini nasıl da isterdim. Onun mutlu olması, benim için her şeyden çok daha önemli. Sevecen bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Bu bakışların beni bütün kötülüklerden koruyacağına inanıyorum. Hissiyatlı dedem gözlerini hemen nasıl da sulandırmasını bilirdi. Arkadaşlarım ve dedemin bakışları gözlerimin önünden gitmiyor. Çok özledim onları. Onlardan yedi gün değil, sanki yedi yıldır ayrıydım.
Çok ıslandım. Üstüm başım sırılsıklam oldu. Çabuk döneceğime dair söz vermiştim, ama bir saatten fazla dışarıdayım. Artık dönmeliyim. Evden hayli uzaklaştım. İyi ama hangi yoldan tekrar döneceğim? Sanırım kayboldum. Korktuğum başıma geldi. Nerede olduğumu bilemiyorum. Yağmur bütün hızı ile devam ediyor. Bir evin saçağına sığındım. Beklemeye başladım. Ne gelen var ne de giden. Gelip giden olsa dahi kaybolduğumu, bilmediğim bir dilde nasıl anlatacaktım. Adresimizi dahi bilmiyorum. Kırmızı tuğlalı dört katlı bir binaydı. Baktığın zaman bütün binalar kırmızı tuğlalı. Sokaklar birbirlerinin kopyası. Diyarbakır’daki gibi ne Dağkapı, Urfakapı, Yenikapı veya Mardinkapısı var. Kapısız bir şehir düşünebiliyor musunuz? Şehrimde olsaydım, kaybolmam ama yine de olsaydım, şimdiye kadar yardımcı olmak için kaç tane ‘qırik’ etrafımda fır dönüyor olacaktı.
“Bırem sen kimlerdensin? Evin nerededir. Babanın adı nedir?” Bir diğeri hemen devreye girer.
“Ulan ‘kevaşe’ soru sorup duracağına şu ‘qeşmerin’ diğer kolundan tut da kaldıralım.”
Kulağımda buna benzer uğuldamalarla sonradan sığındığım bir merdiven altında uyuya kalmışım. Uyku esnasında çok öksürmüş olacağım ki, üst katta oturanlar merak edip polise haber vermişler. Polis sirenleri ve dönüp duran mavi ışıklarla kendime geldim. Anlamadığım yığınla soru sordular. Hiç birine cevap veremedim. Bisikletimi arandım. Görünürde yoktu. Afalladım.
İki polis aynı anda kollarıma girdiler. Sirenleri dinmiş olan polis arabasına doğru sürüklüyorlar. Ben gitmemekte direniyorum. Ama polisler çok güçlü. Karşı koyamıyorum. Sürekli ardıma bakıyorum ve gözümün ilk ağrısı kırmızı güzelimi arıyorum. Babam ve anneme ne diyeceğim? Kavuşma günüm, kaybetme gününe dönüştü.
Polis karakolunda babam ve annem büyük bir merakla gelmemi bekliyorlardı. Kapıdan içeri girmemle annem büyük bir sevgiyle üzerime atıldı. Polislerin verdiği havlu ile saçımı başımı kuruladı. Bir yandan da yanaklarımı ve ateş misali yanan anlıma öpücükler konduruyordu. Babam da bir yandan polislerden bilgi alıyordu.
Benim rüyalar âlemine dalmamın ardından, oradan geçen ve benim gibi çok da ıslanan biri bisikletimi alıp gitmiş olmalı. Hayallerimi yerle bir ettiği yetmemiş, demek ki; yüreğinde mutluluğumu da çok görecek kadar vicdan barındırmıyordu.
Babam kızmadı. Sadece söz verdiğim halde zamanında eve dönmediğim için bozuldu. Kanallardan birine düştüğümü sanıp çok korkmuşlardı. Bisikletim için de üzülmememi ve bir daha ki maaşı ile yeni bir bisiklet daha alacağını söyledi. Ben yine kırmızı olsun istedim.
Yeni bisikletime kavuşmam için bir ay beklemem gerekiyor. O zamana kadar ben de arkadaşlarımın ve dedemin özlemi ile belki yeni dostluklar edinirim. Yarın ilk defa okula gideceğim. Tek kelime bilmediğim bir dilde dersler alacağım. Sınıftaki çocuklar bana bakıp gülerler ve beni alaya alırlar mı?
Belki de Hollanda lalelerini andıran sarı saçlı ve yanakları kaybettiğim bisikletin kırmızılığında bir kız arkadaşım olur. Okuldan onu alır, bisikletimle evine bırakırım. Elinden tutarım. Parmaklarımla durmadan sarı saçlarını tararım. Kolumu boynuna dolar, büyük bir gülümseme ile resim çektiririm. Bu cansız hayalimizi de burnumda tüten arkadaşlarıma gönderirim. Dedeme göndermesem daha iyi olur. Utanırım.
Çok da rahat değilim. İçimde bin bir kuşku var. Korkuyorum. Sizce Hollandalı kızın babası Diyarbakır’daki kocaman bıyıklı babalar gibi kızar mı? Bıyıklı olacağını sanmıyorum ama ardımda kalın bir sopa ile beni ‘o sokak senin bu sokak benim’ deyip kovalar mı? Dünyayı başıma zindan eder mi? Şehrimdeki babaları taklit ederler mi? Kafama, sırtıma, kıçıma hızlarını alamadan tükürdüğü kıllı ellerindeki sopayı acımasızca üst üste indirir mi? Olmaz, olmaz dediğinizi biliyorum.
Yıllar yıllar önceydi. Sürekli ertelediğim duygularımı ancak şimdilerde aktarabiliyorum. Zaman su olup aktı. Artık kırklı yaşlardayım. Babam emekli oldu. Annem biraz rahatsız. Bir dünya güzeli ile evlendim. Saçları Hollanda laleleri misali sarı değil. Varsın olsun. Kömür karası. Onu çok seviyorum. Babam ve annem gibi bir kızım ve bir oğlum var. Hollandalı babalardan dayak yemedim. Öyle bir adetleri yokmuş.
Kırmızı bisikletim hala duruyor. Ona gözüm gibi bakıyorum. Üzerinde tek çizik yok. Anısı büyük. Sadece yenilenmesi gerektiğinden el frenlerini ve lastiklerini değiştirdim. Dedem hayatta değil artık. Onu özlemeye devam ediyorum. Arkadaşlarımı her Diyarbakır’a gidişimde ziyaret ediyorum. Qırıklarla aramızdan su sızmıyor. Bana “qılo pıllo” yapmıyorlar. Hollanda’yı tamamen kabullendim, alıştım ve seviyorum. Amsterdam ikinci şehrim oldu. Kısacası mutluyum. Bu satırları okuyanlar da mutlu olsunlar diyorum.

Amsterdam, 17 Kasım 2018


8 Kasım 2018 Perşembe

KİRPİ








KİRPİ

"Şurama batan" diyor şair,
"Şurama batana özlem demeselerdi;
bıçak derdim".
                                                                              Cemal Süreya


Herkesten uzaklarda, kır evimdeyim. Açık pencereden, gözlerimin önüne sere serpe cömertçe yayılan büyüleyici doğayı, tepemde renk yelpazesi kanatlarını çırpaduran yüzlerce güzelim kuşu mayışmış bir halde hayranlıkla seyrediyorum. Gözlerimin önünde bir yağlı boya tablosu gibi yayılan muhteşemlik, anlatılamayacak güzellikte. Doğrusu nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum. Bu oldukça ağır yükü kaygılarla sırtlanmanın öncesinde, ben kimim sorusunu cevaplayacak olursam; adım Veli. Elli iki yaşındayım. Saçlarıma yeni yeni karlar düşmeye başladı. Kendi halinde bir devlet memuruyum. En güzeli de bir damla su güzelliğinde bir kız ve bir oğul sahibiyim. Her insan gibi ben de bin bir düşünce içindeyim. “Boşa koyup dolmama ve doluya koyup almama” gibi çelişkili durum konusunda ne faydası varsa gecemi gündüzüme ekleyerek mesai yapıyorum. Her ne zaman doğa ile baş başa-kendimle kalsam, boş veya dolu kovaya su aktarmaktan o vakit alabildiğine uzaklaşıyorum. Kaybettiğim beni yeniden ve çarçabuk buluyorum.
Büyleyici bir coşku ile bahara uzanan kıvrım kıvrım bunca ağaç dalı, yaprak, çiçek, börtü böcek, kelebek, arı, solucan, karınca, kurt, kuş ve her türlü nebat nasıl anlatılır ki? Çılgın tabiat ana; evrenin var olduğu ilk gününden bu yana başkaca işi gücü yokmuş gibi, eline aldığı fırça ile belki de “yüz milyon baloncuk” kadar denilecek rutin tekrardan sonra, ağaç yapraklarını ve ol çeşit nebatı, güneşin artık ısıtan ışınları ile birlikte, bir kez daha yeşilin onlarca tonuna boydan boya boyadı. Cümle alem bin bir çeşit kır çiçeğini tohum ekercesine sayısız sayıda eliyle dağlara, kırlara, tepelere ve ovalara cömertçe saçtı. Yapraklar arasında nazlı edalarıyla boy gösteren birbirinden alımlı, güzel ve narin çiçeğe kızıl, sarı pembe, mor, eflatun, beyaz, lacivert ve mavinin göz kamaştıran tonlarını sürdü sürüştürdü. (Turuncuyu unuttum galiba, hatırı kalmasın, o da ihtişamlı çiçek renkleri arasındaydı.)
Gözünüzün alabildiğine görebileceği güzelim geniş coğrafyada yer alan irili ufaklı dağ, taş, dere, tepe, düzlük, nehir boyu ve göl kenarları görücüye çıkan gelin adayları kızlar gibi süslendiler. Sürüp-sürüştürdüler. Bir tek acı kahve sunumları olmadı. Ama kızlarımızı bir çırpıda, bir an evvel kurtulmak istercesine, hem de hiç tereddütsüz verdik gitti. Üstelik damat adaylarının ne iş yaptıklarını, ne kadar maaşlarının olduğunu, iyi ve kötü huylarının araştırmasını dahi yapmadan ve hiç de naz evi olmaya gerek görmeden, "he" dedik. Ardından bütün evrene mis amber kokular yayılır oldu.
Ruhsal gidişat yönünden vaziyet berkemal de olsa, üzerime her daim vahşi bir yaratığın zapt edilmesi için atılan ağlardan aynısının fırlatıldığını hissediyorum. Hareketsiz, işlevsiz, eli kolu bağlı, beyaz teslimiyet bayrağını her daim sallandıran, sevmeyen ve düşünemeyen biri olmamı istiyorlar. Yıllardır oğlum Edip ve kızım Deniz’in büyük aforozu ile bütün hayatımda vazgeçilmezim olan onlardan mahrum kaldım. Beni kendileri ile görüşmemi reddederek cezalandırıyorlar. Yüzlerce kez kapılarını çaldım. Okullarının önünde kolumda sevecekleri hediyeler ve çiçeklerle bekledim. Her defasında içlerinde kaybolmaya hazır olduğum gözlerini benden alabildiğine uzaklaştırdılar. Dışladılar. Kabullenmediler. Düşman bakışlarla benden kaçtılar. Elimde pörsümüş çiçekler ve hediyeler ile kör pişman evime döndüm. Ama ertesi günü olup biteni yaşanmamış gibi unutan ben, yine onların izindeydim.
Arada bir kaçamak yapıp naçizane anlatımımda tekrarlarla doğaya dönme eğilimimim halinde, hoş görün ne olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep sorun anlatmayayım.
Kuş cıvıltılarının senfonisi nasıl da beni benden alıyor. Aman Tanrım bu ne ahenk, bu ne coşku? Mest olmamak her insanın harcı değil. Bir an için bu melodiler halindeki ses coşkusu ruhuma, kalbime ve beynime iyi geliyor. Kendimi bırakıyorum hepten. Ben sadece ve sadece bendeyim. Hiçbir şey umurumda değil. Veli’nin dertlerini varsın kendisi düşünsün. Bana ne Veli’den. Hatta ve hatta Ali’den.
Nerede kalmıştık? Evet, tabiat ana. Az ileride zırhına bürünmüş bir kirpi ben misali her ne kadar kuş cıvıltılarına kulak verse de etrafını kollayıp temkinli aheste adımlarla ilerliyor. En hafif bir tehlike anında bütün silahlarına mermileri sürecek. Ama o sadece savunmada kalacak. Başkaca da kimseciklerin tavuğuna kış dediği yok. Benim suçum mu? “Sevmek.” Yıllar süren birlikteliğim süresince sevilmediğim, dışlandığım, ötelendiğim evliliğimde, kazara beni anlayan birisine gönlümü kaptırmam, benim kabahatim. Kendimi onda bulmam. Var olan değerimin ortaya konulup bilinmesi. Başkaca da ömrüm yok ki. Hani bunu böyle ıskaladım, bir dahaki sefere Allah kerim diyemem. Elbette Allah kerim. Ama benim ömrüm hepi topu bir defaya mahsus. Miadı dolmaya görsün. Sonrasında “sen sağ ben selamet.” O nedenle şu üç günlük olduğu söylenegelen dünyada, müsaade buyursunlar, ben de sevgiden payıma düşeni alayım. O bal damlalarını yüreğime akıtayım.
Güneş ağaçların zümrüt yaprakları arasından zorlu damıtımının ardından göz kamaştıran rengarenk hüzmelerini yeryüzüne salıyor. Arılar ve karıncalar birbirleri ile yarışırcasına hummalı bir çalışmanın içindeler. Sarı ve beyaz renklerin hâkim olduğu kanatlını çırpan bir kelebek korkusuzca açık penceremin camına kondu. Uzun uzun dolandı. Bir ara düşecek gibi oldu. Yüreğim ağzıma geldi. Oysa kantları olduğu için düşmesi imkânsızdı. Kim bilir kaç günlük ömrü vardı? Mutlu muydu? Acaba çoluk çocuğu var mıydı?  Merakla seyre daldım.
Aklım bir taraftan da kirpideydi. Ne çabuk da görünmez olmuştu. Eğildim baktım. Emniyetteydi hazretleri. Hatta yanında da var birileri. Güle oynaya, sarmaş-dolaş oynaşıyorlar. Mutluydu yoldaş. Ben de onun adına mutlu oluverdim.
Kızım ve de oğlum; çok özledim sizleri. Yalvar yakar oldum. Elinizi eteğinizi öper oldum. Yapmayın etmeyin. Bitsin bu aforoz. Son bulsun özlemim hasretim. Bendeki de yürek. Daha ne kadar dayanırım ki? Demez mi, memleketlim güzel şair: “Yürek değil çarıkmış bu manda gönünden, teper paralanmaz taşlı yolları.” Yemin billah, dokunun bak “vallahi he mi de billahi”  bendeki de yürek. Manda gönünden çarık değil elbet. Siz dokunmaya görün. Ne kadar da ağlamaklı bu yürek. Çok gitmez, kırar belimi bendeki bu kahreden ağır gam yükü.
Tek geldi, kol kola çift gitti kirpi. Bakakaldım artlarından. Kırk bir buçuk kez maşallah eyledim arkalarından. Tanrı kem gözlerden korusun. Mutluluğun daim olsun kirpi yoldaş.
Güneş karşı tepeliğin ardına çekilmeye başladı. Dört bir yanı kızıllıktır aldı. Yeşil yapraklar, çimenler dallar, turuncunun da arasında olduğu çiçekler ve bütün bitkiler başka bir görünüme dönüştü. Birkaç aya kalmaz dünyanın en kararız ressamı tabiat bütün yaprakların, dalların ve nebatın yeşilliğinden vaz geçer. Güzelce bol berrak bir suda fırçasını yıkar. Bu kez paletine sarı, vişneçürüğü, kahverengi ve birkaç tane soluk rengi de yanına katar. Bahar bitti der, sezonu kapatır, paletindeki bakır tonlu renklere boyar ol bitkileri.
Kirpi sevdiceği ile evine vardı. Şimdilerde çoktan kurmuştur Halil İbrahim sofrasını. Loş mum ışığı ve fonda caz müziği. Ben yek başıma kalakaldım buralarda. Serzeniş değil benimkisi. Gitmek taraftarı da değilim. Ama yorgunum. Usum da alabildiğine karmakarışık.
Haber saldım Edip ile Deniz’e. Umut bu, belki kırarlar kör şeytanın topal bacağını. Dinlerler derim son bir defa yüreklerini. Çıkagelirler bende kaybolmuş olan babaları bana. Acep toplasam mı kır evimde öte ve beriyi? Sarılırlar mı yıllar yılı babalarının bükük boynuna? Salarlar mı, evlat kokusunu ciğerlerimden içeri? Gamımı size de yük eyledim. Sığınacak kimim var ki? Sağ olun, var olun. Dert görmeyin. Kanımca, elleri kulaklarındadır oğul ile kızımın. Toparlayıp ak pak edeyim derme çatma kır evini! Bilmem severler mi, onlar da caz türünden bir müzik? Uzaklardan kulağıma melodiler geliyor. Pek bi imreniverdim kirpiye!

Amsterdam, 8 Kasım 2018

2 Kasım 2018 Cuma

İPEK MENDİL






   İPEK MENDİL

"Aramıza girmiş dağlar, denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun

Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun."   Ali Kızıltuğ


Çetin koşulları ile insanlığı tir tir titretip üşüten, hasta ve perişan eden soğuk zemheri ayı Bektaşlı Köyünde de evlerin kapı, pencere, delik ve eşiklerini olabildiğince sıkı sıkıya kapattırdı. Hafta boyu lapa lapa uçuşan beyaz kelebekler halinde yağan kar, İç Anadolu’ya gönlünce yayılan bozkırın dört bir yanını kocaman adamların boyu kadar kapladı. Bembeyaz bir boşluk oluştu.
Nuh Peygamber’den de evveli akmaya devam eden ve zemheride de beyazlara bürünmeyi kabullenmeden, Maviliğinden de ödün vermeyen Kızılırmak’ın boyu sıralanan Heciban aşiretinin köyleri, devasa beyaz bir çarşafın altında kayboldular. Taş duvarlı evlerin oyukları kar ile kapandı. Sisli soba bacaları görünmez oldu. Damların üstünü yığınla bir beyazlık kapladı. Bu yüke dayanamayan bazı damlar çöktü. İnsanlar el birliği yapıp, yün eldivenlerin geçirildiği ellerini buharlı hohlamalarla ovmalarının ardından, yıkılan damlarını yeniden onardılar. Komşuları ile evler arasındaki kar kütlelerini kargaların meraklı bön bakışları altında küreklerle küreyip, savaş siperleri benzeri üstü açık, gri gökyüzünün görümünü kapatmayan tüneller kazdılar. Bu oyuklar aracılığı ile iletişimlerini sürdürdüler. Bu geçitlerden gidip gelerek, kimi zaman ödünç üç yumurta, iki kuru soğan, altı yufka ekmek veya karları atmak için kürek istediler.
Günlerdir devam edegelen ayaz kuru ve dondurucuydu. Çıkan kar tipisinin ardından Kesikköprü’den Hirfanlı’ya kadar bozkıra serpişmiş olan bütün köylerin yolları tamamen kapandı. Onlarca köy bir anda ölü sessizliğine büründü. Dünya ile çok da içli dışlı olmadığı bilinen iletişimleri de tamamen ortadan kalktı. Tam anlamı ile “Adana’ya kar yağdı. Kar altında Kürt kaldı.”
Pamuk şekerlerini andıran bulutlar arasındaki uçuşları esnasında, heybetli gagalarını yere paralel gelecek konumda tutan leyleklerin, turnaların ve diğer göçmen kuşlarının uzun soluklu kanat çırpmaları ile daha sıcak ülkelere doğru uzaklaşmalarının üzerinden aylar geçti. Sarı sıcakların ter döktüren hükümranlığını bir kez daha sürdürdüğü, bütün canlıların kemiklerini ısıtan yaz ayları büyüleyici muhteşemliği ile bir kez daha geride kaldı. Köylerde bir kez daha verimli hasatlar kaldırıldı. Harmanlar savruldu. Nişanlı genç kız ve erkeklerin dört gözle bekledikleri gün bu yaz aylarında gelip boy gösterdi ve onlar da mutluluğa adım attılar. Gelinen bu zemheri ayında; pek çok yeni evli gelin karınları burunlarında evlerinin içinde bin bir naz ile dolanırlarken oturdukları pencere kenarında yayılan uçsuz bucaksız beyazlığı dalgın bakışlarla seyre daldılar.
Bektaşlı Köyünden İsmo da böylesine güzel geçen baharla birlikte deliler gibi sevdiği Esme ile nihayet nişanlandı. Muradına erdi. Sevincinden kalbine dur durak olamadı. Yüreği göğüs kafesinin altından bir kuş misali çırpınıyor, uçup gitmek ve adeta onu bir başına bırakmak istiyordu. Çok mutluydu. İnanılmaz bir hızla çarpan yumruğu büyüklüğündeki yüreğine ne denli büyük bir sevdayı sığdırdığına kendisi de şaşa kalıyordu. Öyle ki kimi zaman kendisinin bulutlarda gezindiğini de hissettiği oluyordu. Ona olan sevgisi; bir annenin evladını bağrına basması, bir babanın çocuğunun saçlarını şefkatle okşaması, serçenin yavrularının ağzına yiyecek vermesi, ayçiçeklerinin sarı başlarını usulca güneşe dönmeleri, kelebek misali usulca yârin yanağına konan bir buse, martının özgürce dünyayı çevreleyen mavi çarşafta süzülmesi, mahkûmun korku, kan ve ter içinde kazdığı tünelin sonunda aydınlığı görmesi, itfaiye erinin küçük bir çocuğu yangından son anda kurtarmasının yaşattığı sevinç veya tutturulan piyangoda atılan çığlık gibi bir duyguydu.
Nişanlısını görmeyeli hayli zaman oldu. Esme her haliyle sürekli çakır gözlerinin önünde gidip geliyordu. Onu ne çok göresi gelmişti. Bir an evvel gidip görmeliydi. Çetin geçen hava koşullarını usuna dahi getirmedi. Kendi köyü ile Esme’nin oturduğu Hirfanlı ile arasında en fazla on beş kilometrelik bir mesafe vardı. Üstünü iyi giyinir, kar botlarını da kalın yün çoraplarla ayaklarına geçirirse iki metre boyunda kar da olsa, bana mısın demezdi. Çok geçmez üç dört saat içinde soluğu sevdiğinin yanında alır ve saatler boyu onun ela gözlerinin içlerinde dururdu.
Yola çıkmak üzere tez elden hazırlıklara başladı. Esme için aldığı mavi kır çiçekleri ile bezeli ipek eşarbı avucunda ovuşturdu ve sonrasında uzun uzun kokladı. Büyük bir özenle katlayıp paltosunun iç cebine yerleştirdi. Hediyesini unutmaması lazımdı. Yoksa nişanlısının o güzelim yüzüne nasıl bakar ve onun ela gözlerinin içini nasıl güldürebilirdi. Kar ayakkabıları 'lekanları' yokladı. Bunlar sayesinde ne denli çok olursa olsun kara batmayacaktı. Akşam yemeğinden sonra kimselere görünmeden yola çıkmak niyetindeydi. Görünen o ki; Esme’sine giden çetin yol, ne yazık ki bu sert kış koşullarında kestirmeden değildi.
Acele ile yediği akşam yemeğinin hemen ardından, anne-baba ve kardeşlerine gözükmeksizin eşyalarının bulunduğu tandır damının kapısını sessizce araladı. Her şey tamamdı. Sıkıca giyindi. Lekanlarını köyün çıkışında botlarının altına tutturacaktı.
Yolu uzun ve oldukça zorluydu. Tipi, ayaz veya adam boyu kar umurunda değildi. Esme’ye geleceği günü çok önceden haber salmıştı. O da dört gözle İsmo’nun gelmesini bekliyordu. Esme aslında bu kar kıyamette gelmesinden korkuyordu, ama ona gelmemesi için haber salamadı. Kafasına koyduysa o her koşulda istediğini yapardı. Kendisine koşa koşa gelirdi. Bu yiğit adamı çok seviyor, ürkek bir kuş misali titreyen yüreği onun için atıyordu.
Karlara bata çıka güçlükle yol aldı. Kuyular Köyünü kulaklarında köpek havlamaları ile henüz ardında bırakmıştı ki, kurtlar tarafından yenilen savunmasız zavallı bir eşeğin karların beyazında etrafa serpilen kanları ve geriye kalan iskeleti gözlerine ilişti. Büyük bir ürperti duydu. Garip bir korkuya kapılmaktan kendisini alamadı. Burkulan yüreği ile yoluna yeniden koyuldu. Hirfanlı Köyüne ulaşmasına daha çok yol vardı. Hafif sakallı yüzü kah terliyor kah buza kesiyordu. Yorgunluktan ve soğuktan bitap düşmüştü ki, en nihayetinde Esme’sine kavuşmaya iki yüz metre kadar bir mesafe kaldı. Ay ışığı yerde ve evlerin damına yayılan her kar tanesini adeta birer pırlantaya dönüştürüyordu. Gözleri kamaştı. Kalan son adımlarında yığılıp kalmamak için canını dişine taktı.
Etrafta kimseler yoktu. Esme’nin penceresinden sıcak loş bir ışık süzülüyordu. Evin köpeği Paşa onu kapıda karşıladı. Bir iki kez havlamanın ardından, İsmo’nun yerde buz tutan karların üzerine attığı ekmeği görünce sus pus oldu. İsmo yavaşça loş ışıklı pencereye yöneldi. Donmak üzere olan parmakları ile buğulu camı hafiften tıklattı. Sesi duyan Esme’nin yüreği bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çabukça camdan nişanlısı İsmo’yu içeri aldı. Bütün yaşamları boyunca böylece birbirlerinden kopmadan sarılıp kalacaklarmışçasına bir duyguya kapıldılar. Esme nişanlısının ne çok üşüdüğünü, donmak üzere olduğunu fark edip yün bir battaniye ile İsmo’yu güzelce sarıp sarmaladı. Ellerindeki yün eldivenleri çıkardı. Donmalarına ramak kalan, hasret kaldığı İsmo’nun ellerini kondurduğu onlarca öpücük ile ısıttı. Tekrar birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
Esme’nin babası Mılo’yu uyku tutmadı. Duyduğu baş ağrısı da gittikçe artıyordu. Ne yapacağını şaşırıp kararsızlıkla etrafına bakınırken, karısı Fato’nun çoktan uyuya kaldığını gördü. Bir iki seslense de, o oralı olmadı. Horlamaya devam etti. Mılo uzandığı yataktan usulca kalkıp mutfağa yöneldi. Bu sırada kulağına sesler geldi. Gülüşme seslerinin Esme’nin odasından geldiğini görünce yolunu değiştirdi. Kapıyı hızla açtı. İsmo ile kızı Esme sarmaş dolaştı. Gözlerine inanamadı. Baş ağrısından eser kalmadı. Gece yarısı bin bir küpe bindi. Evin altını üstüne getirdi. O hiddetle sopasını aranadururken, İsmo girdiği pencereden tekrar atlayıp soluğu hızla kaçmakta buldu. Ne yazık ki, eldivenlerini ve atkısını, acele ile sıvışırken Esme’nin yanında bırakmıştı. Son anda akıl edip lekanlarını almayı unutmamıştı. Geldiği onca yolu nasıl dönecekti? Yorgunluktan ve uykusuzluktan ölüyordu. Daha kemikleri dahi ısınmamıştı ki, kayınbabasının gelmesi ile neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Koşa koşa Hirfanlı Köyünün dışına ulaştı. Az ileride kuytuluk bir yerde bir kaya oyuğu gözlerine ilişti. Biraz dinlenmek üzere o yöne doğru yorgun adımlarla yöneldi.
Kayalığın oyuğunda soğuk rüzgârın esintisi çok hissedilmese de, burada da uzun süre hareketsiz kalınmazdı. Donduran bir soğuk vardı. Oturduğu yerde Esme ile birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden art arda film kareleri halinde geçti. Ne kadar da güzeldi. Ela gözleri ile kendisine baygın ve büyük bir hayranlıkla nasıl da bakıyordu. Eldivensiz ellerinde sevdiğinin öpücüklerini aradı. İçini tatlı bir ürperti aldı. Esme’sine eşarbını dahi vermeye fırsat bulamamıştı. Paltosunun cebinden ipek eşarbı çıkardı, sakallarında gezdirip, kokladı. Bu büyüye kendisini öylesine kaptırmıştı ki, çok geçmeden göz kapaklarının altına çöken tatlı ağırlığa direnmeden teslim oldu. Olduğu yerde uyuya kaldı.
Gün her zaman olduğu gibi bütün renkleri ile ışıdı. Güneş ışınları bir prizmadan geçer gibi renklere ayrılıyordu. Kuyular Köyünden Hınto sabah ezanı ile birlikte uyanmış, Hirfanlı Köyüne doğru karlara bata çıka yol alıyordu. Kayalıkların dibinde bir karaltı görür gibi oldu. Merakla oraya doğru koşturdu. İsmo’nun boylu boyunca uzandığını görünce, heyecanla baktı. Onu tanımakta gecikmedi. Bu delikanlının bu saatte, bu halde ne işi vardı buralarda? Hınto bütün bedeninin buza dönüştüğünü fark edince, ne yapacağını şaşırdı. Dizlerine vurup feryat-figan eyledi. Yardım istedi, ama ortada kimseler görünmüyordu. İsmo’nun avucundaki ipek mendil rüzgâra kapılıp karın yüzeyine çıkan bir çalıya takılmıştı. Güneşin ışınları ince dokulu eşarptan geçip mavi kır çiçekleri ile beyaz kar üzerinde usta bir ressamın tablosunu oluşturuyordu.
Kara haber Esme'ye bir anda beynine indirilmiş binlerce şamar etkisi ile ulaştı. Yürekleri dağlayan matemle geçen altı ayın ardından, Esme ve İsmo’nun kardeşi Süleyman kıyılan hoca nikâhı ile dünya evine girdiler. Düğün benzeri herhangi bir kutlama yapılmadı. Bütün ömrü boyunca yüreğinde bir yumruk halini alan sıkıntıyı bir an için atamadı. Dünyası devrildi. Yaşadığı bir nevi gülün cehennemiydi.  Her an durmak nedir bilmeyen göz yaşlarını elinde her zaman sıkıca sakladığı ipek mendille kuruladı. Tek tesellisi sonradan kendisine ulaştırılan bu hatıraydı. Nişanlısının acele ile unuttuğu eldivenlerin ve atkısının kokusu bu hayatta nefes almaya devam etmesini sağladı. Bir yıl sonra dünyaya gelen oğlunun adını İsmo koydu.


Amsterdam, 2 Kasım 2018 

27 Eylül 2018 Perşembe

FATMA’NIN “S” si










FATMA’NIN “S” Sİ

Karmaşa koleksiyonu 90’lı yıllar. Ülkenin dört bir yanında olduğu gibi, vefalı-kadim dostlukları ile bilinen başkent Ankara’da da dağ taş ayrımı gözetmeksizin yaşanan; Tanrıya doğru üst üste yığılı onlarca katla yükselen, bir beton patlaması söz konusuydu. Şehir derme çatma kabuğunu, yumurtadan çıkmak isteyen bir civciv misali zorluyor. İnsanları birbirinden koparan, aynı zamanda da kavuşturan başkentin dışına açılan İstanbul, Eskişehir ve Konya yollarına doğru neredeyse göz açıp kapama hızında devasa binalar inşa ediliyor. Kar beyazı pamuk bulutlar arasından boy gösteren yapılar geçen her gün ile birlikte daha da çoğullaşıyorlar.
Her canlı için kişiye has bir öyküden ibaret olan hayat; her yönü ile tekdüze rutin devamlılığını da olanca hızıyla sürdürmüyor değil elbette. Sokaklarda simitçilerin ciyak ciyak bağrışmaları dur durak bilmeden devam ediyor. İnsanlar itişe kalkışa doluştukları orantısız yüksek kaldırımlı sokaklarda, varmak istedikleri yerlere doğru pür telaş yürüyorlar. Sigara dumanları altında kalan Sakarya birahanelerinde usulca tokuşan buğulu bardaklardan art arda tiz çınlama sesleri yükseliyor. Bıyıkları yeni terleyen gençler, sevgili adayı genç kızların elinden tutmak için fırsat kolluyorlar.
Topal Mahmut lokantada masasına gelen acılı şalgam suyundan bir yudum aldı. Dumanların yükseldiği ekmek arası kokorece özenle isot ve kekik serpti.
Camgöz Şaşı Güvercin üst üste kanat çırpmaları ile Kocatepe Camisinin minaresine her ne hikmetse namaz kıldıracakmış gibi, gereksiz yere Bursalı imam Hüsamettin'den daha önce ulaştı. Hüsamettin Hoca’nın akşam namazı için camiye varmasına daha üç yüz metre kadar bir mesafe gözüküyordu. Yol boyunca, köse kalan usundan; cemaatinin bu akşam kaç kişi olacağını ve en önemlisi de karısı ile gecenin ilerleyen saatlerinde, çocuklar derin uykulara vardıktan sonra; ağız tadı ile halvete girip-giremeyeceğini, badem bıyıklarının altından tatlı tatlı umutlu gülümsemelerle geçirdi.
Yaşlı dilenci Songül onur kırıklığının utancı ile gelip geçenlere titrek elini açtı. Avucunda ağırlığını hissettiren metal para hayal dünyasını uyandırdı. Torunu Mehmet'in elinde yarım somun ekmek belirdi. Avucunu hızla sıkıca kapattı.
Ayakkabı boyacısı on üç yaşındaki Silo, grand tuvalet giyinen Selim Bey’in sağ ayağındaki kundurayı boyadı. Sıranın sol kundurada olduğunu belirtmek için siyah boyalar içindeki parmakları ile ayakkabının altından vurdu. Bugün de okula gitmemişti. Eve ekmek götürmesi gerekiyordu. Selim Bey ani bir refleksle ayağını değiştirdi. Sılo, iyi bir bahşiş bekleyişi içine girdi.
Zafer Çarşısı’nda sahaf Fikri kitapların rutubet kokmaması için dükkânının kapısını ardına kadar açtı. Havalanması için kitap sayfalarını bir bir araladı. Kitap almaya gelen olmadı.
Balgat, Çukurambar, Öveçler, Dikmen, Mamak, Şentepe ve diğer gecekondu mahallelerinde derme çatma taş duvarlarla çevrili mütevazı tek katlı evler toprakla bir ediliyorlar. Yerlerine gürültü ve patırtılarla ürküntü veren, yağmur sonrası çıkan mantarlar misali yerden devasa binalar türüyor.
Ankara’nın bilinen çehresi tam anlamı ile Çarşamba pazarına dönüyor. Binlerce ağaç boğumlu köklerinde yıllar boyu barındırdıkları yaşama tutkusu ile sevgili misali sarıldıkları mis kokulu topraktan, hayat damarlarından koparılıyorlar. Yerlerine derinlemesine kum ve metal karışımı gri betonlar dökülüyor. Çimenler, kuş iğdeleri, ateş dikenleri, dağ muşmulaları, sevgi çiçekleri, ebruli hanımelleri, Anadolu karanfilleri, papatyalar, gelincikler ve yüzlerce çeşit kır çiçeği "döl israfı müteahhitlerin" emirleri ile ağır tonajlı, gürültülü buldozerlerin büyük tekerlekleri altında eziliyorlar. Tavşanlar, tarla fareleri, tilkiler, baykuşlar, kurtlar, keklikler ve akla gelebilecek irili ufaklı her çeşit canlı buğulu gözlerle sıcak yuvalarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Milyonlarca karınca, solucan ve böcek de acımasız bir şekilde aynı akıbete uğruyorlar. Pek çok canlıya yaşam hakkı tanınmıyor. Dünya adeta zehirleniyor.
Şehrin yerleşim alanının dışına taşması, beraberinde bu yeni semtlerde ikamet edenlere de her türlü hizmetin belediye ve aynı zamanda da yeni iş alanları arayışında olan girişimciler tarafından götürülmesini zaruri hale getirdi. Bu girişimcilerden biri de Kör Zewe’nin tatlı gülümsemeli oğlu Kel Mustafa idi. Kel Mustafa, çocuk yaşta traktör ve arabalarla yakından haşir neşir olduğundan,  yaygın dilini bir zahmet uzatıp “mürekkep yalama” işine vakit ayıramadı. O nedenle okuma yazma ile haliyle pek de ilintili olamadı. Gecesini gündüzüne katıp kardeşi Bilo ve Camili Köyü’nden birkaç kişi ile birlikte Ankara’nın Kızılay ve yeni oluşturulan Konutkent semtleri arasında birkaç otobüs ile belediyenin yapmadığı toplu taşıma işini yapmaya koyuldu. Oldukça zor bir iş olsa da, üstesinden gelmeye bütün azmi ile çabaladı.
Konutkent semtinin çiçeği burnunda sakinlerinden kızıl bukleli Filiz Hanım ise en nihayet istediği büyüklükte bir eve taşındı. Mutfağı, banyosu, yatak odaları ve oturma salonu alabildiğine büyüktü. Evini kendi zevkine göre hiçbir masraftan kaçınmadan dayadı-döşedi. Onun felsefesine göre güzel bir ev, mutluluğun yarısı demekti. O güzelim mutfağında üç ay kadar önce evlendiği eşi Burhan Bey ile birlikte, istediği yemekleri hazırlayacak ve arkadaşlarını gönül rahatlığı ile davet edeceklerdi. Artık yavaş yavaş da olsa, uzun bir süredir ara verdiği Kızılay semtindeki işine yeniden başlayabilirdi. İzinli günler çarçabuk geride kaldı. Kel Mustafa’nın şirketinin iki semt arasında servis yaptığını biliyordu. Servis idaresini arayıp sabah ve akşam kalkış saatlerini, aynı zamanda aracın plakasını öğrenmesi iyi olacaktı.
“Alo… Konutkent Taşıma Servisi… Buyurun!”
“İyi günler beyefendi. Adım Filiz Büyükova. Ben Konutkent’e yeni taşındım. İş yerim ise Kızılay semtinde. Çok yerinde ve güzel bir hizmet veriyorsunuz. O nedenle her gün Kızılay’a giderken sizin otobüsünüzü kullanmak istiyorum. Size zahmet, bana önce sabah saat 8.00 sıralarında Kızılay istikametine giden aracınızın plakasını kodlayabilir misiniz?”
Kel Mustafa daha önceleri birkaç arkadaşının aynı şekilde adlarını veya yine araçlarının plakalarını kodladıklarını duymuştu. Bir anda tereddüt etse de kendisini bir gölge misali her daim takip edegelen ve bütün özgüvenini kel kafasının içinde yeniden toparlamasını bildi. Titrek ve ürkek bir sesle Filiz Hanıma bütün kibarlığı ile cevap vermeye çalıştı:
“Filiz Hanım, adım Mustafa. Bizi seçtiğiniz için size çok teşekkür ediyorum . Müsaitseniz size önce sabah saat 8.00' de Konutkent'ten hareket eden aracımızın plakasını kodluyorum. Kalem ve kâğıdınız var mı acaba?
“Evet, Mustafa Bey. Kalem ve kâğıdım var. Buyurun sizi dinliyorum.”
“Efendim… Eee… Önce Fatma’nın S si…” Filiz Hanım doğru mu duyuyorum diye şaşakalsa da, doğru duymuştu.
“Ne dediniz Fatma’nın S’si mi? O nasıl olur? Ha ha! Ha ha ha… hahaha!”
Kel Mustafa, neye uğradığını şaşırdı. Arkadaşları da aşağı yukarı böylesi bir kodlama yapıyorlardı. Filiz Hanım’ın kendisinin herkesin yaptığı kodlamadan oldukça farksız yaptığına neden bu kadar güldüğünü, kendisini alaya aldığını anlayamadı. Acaba nerede ve nasıl bir yanlış yapıyordu? Sesi daha çok titrer hale geldi, sus pus oldu. Kendisini gölge misali takip eden ol özgüveni sıfırlandı. Yoksa "baltayı taşa mı vurmuştu?" Filiz Hanım’ın yükselen kahkahaları kulaklarında çınlasa da en nihayetinde son buldu. Bir insanın bu denli saf ve temiz olması Filiz Hanım’ın çok hoşuna gitti.
Mutlaka büroya gidip kendisini görmeliydi. Hayatı boyunca bu denli bir kodlama duymamıştı. Belli ki, Mustafa Bey okuma ve yazma konusunda pek de iyi değildi. Ama bütün iyi niyeti ile sorulanı cevaplamaya çalışıyordu. Filiz Hanım, kahkahalarını sonlandırıp gülmekten yaşaran gözlerini sol elinin tersi ile sildi.
“Mustafa Bey, sizden özür diliyorum. Kendimi tutamadım. Ama inanın çok hoşsunuz. Bunu bütün kalbim ve benliğimle taahhüt ediyorum. Beni ne kadar çok güldürdünüz. Allah da sizi güldürsün. Acaba birazdan vaktiniz var mı? Büronuz bana çok yakın. Size de uygunsa gelip bir bardak çayınızı içmek istiyorum.”
“Tabi… Filiz Hanım buyurun gelin, başım gözüm üstüne. Ben hemen çaydanlığın altını yakayım. Sizi bekliyorum.”
“Tamam, Mustafa Bey en geç on dakikaya kadar oradayım. Görüşmek üzere.”
“Görüşmek üzere… eee… Filiz Hanım.”
Hava biraz serinceydi. Sonbahar, güneşin çekilmeye başlamasıyla kendisini daha çok hissettiriyordu. Sokaklarda sarı yaprakların şöleni yaşıyordu. Konutkent sakinleri işlerinden evlerine dönmeye başladılar. Filiz Hanım, sırtına bordo renkli püsküllü şalını attı ve kapıyı çekti. Sokak yüksek topuklarından çıkan seslerle yankılandı. Doğrusu şıklığına diyecek yoktu. Sokakta yürüyenler, gözlerinin ucuyla onun bu alımlı haline bakmadan edemediler. Eşi Burhan Bey de iş toplantısından dolayı eve geç geleceğinden, kendisini yemeğe beklemiyordu. Birkaç yüz metre sonra Kel Mustafa’nın bürosunun kapısını usulca açtı. Arkasındaki kırmızı kadife panonun haşmetine ve sert bakan Atatürk tablosuna rağmen Kel Mustafa’nın yüzünde büyük bir mahcubiyet sezilirken, biraz da telaşlıydı. Filiz Hanım’ın çehresinde ise attığı kahkahaların izleri görülüyordu. Kel Mustafa’ya elini uzattı. Farkında olmaksızın kestane gözlerini önüne düşürmüş bir halde Filiz Hanım’ın yumuk elini uzun uzun tuttu. Karşısındaki şık hanımın gözlerinin çağla yeşiline bakamadı.
“Mustafa Bey, beni bugün ne kadar çok güldürdünüz. Siz çok yaşayın emi. Biliyor musunuz? Benim karnım çok acıktı. Az ilerideki kebap salonunda bir şeyler yiyecektim. Dedim ya beni çok güldürdünüz, nasıl desem, kendimi size karşı bunca kahkahadan sonra bir yemek için borçlu hissettim. Ne diyorsunuz o zaman? Geliyorsunuz değil mi? Hem bu arada, aracınızın plakasını da daha almadım.”
“Tamam, Filiz Hanım. Sizi güldürebildiysem ne mutlu bana. Çok iyisiniz. Buyurun hemen gidelim. Memnuniyetle.”
Lokanta penceresinin kenarında menüden yemek çeşitlerine bakmaya koyuldular. Kel Mustafa’nın yazılanları okumakta zorlandığını gören Filiz Hanım, daha fazla uzatmadan karşısında bulunan bu hoş ve naif adama yeniden seslendi:
“Mustafa Bey, ben karışık ızgara alacağım, siz de aynısından ister misiniz? Buranın kebabı güzeldir. İsterseniz birer de ayran alalım.”
“Evet, tabi. Ondan olsun. Beni utandırıyorsunuz. Aslında benim sizi yemeğe davet etmem gerekir.”
"Bu çok da önemli değil. Biz artık dostuz. Bir dahaki sefere de siz ısmarlarsınız. Ne dersiniz?"
Kel Mustafa ve aracın plakasını sormaya çekinen Filiz Hanım, yemeklerini yemeğe koyuldular. Bu sırada kebap salonunun birkaç sokak ilerisinde devam eden inşaatta yorgunluktan bitap düşen işçiler, uzun ve ağır iş günün ardından tozlu tulumlarını çıkardılar. Kararmak üzere olan günde Tanrıya doğru yükselmeye devam eden binaların inşasına kısa bir süreliğine ara verildi. Beton karma makineleri duruldu. Sessizlik hakim oldu. Topal Mahmut, kokoreci beğenmedi. Silo aldığı yirmi lira bahşişi önce cılız suratına sürttü. Sonrasında parayı büyük bir mutlulukla pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Sakarya'daki birahanede karşılıklı bira içen gençlerden Metin, sevgilisi Selma'nın elinden tutmakla kalmadı, kuytuluk bir yerde ilk öpücüğünü de aldı. Karışık ızgaraların tadına diyecek yoktu. Kebabın yanı sıra içtiği köpüklü ayran Kel Mustafa'nın kömür karası bıyıklarında ince beyaz bir çizgi bıraktı. Filiz Hanım, gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Otobüsün plakası 06 FS 685’i defterine kayıt etti. Yüksek kaldırımlı Ankara sokaklarında ise daha az telaşlı insan kaldı. İtişip kalkışma yoktu. Simitçiler sokaklardan evlerine çekildiler.

Ankara, 18 Eylül 2018

KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...