ATEŞ BÖCEKLERİ
Hasat sonrası, yaz
ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl
karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı
35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının
harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos
kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle
taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman
yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha
fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü
Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle
olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı.
İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi
ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca
onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da
pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın
samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış
mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin
kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez
çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması
gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo
çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo
hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve
yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde
oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a
hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe
güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman
yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini
görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve
bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen
Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de
gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi
aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan
görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına
göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş
için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını
elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk
yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı
Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok
da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu
etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir
çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası
kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından
artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir
daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal
bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi.
Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına
geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha
görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de
ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle
de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı
fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına
yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin
ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye
seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini,
biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir
an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin
bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en
güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı.
Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık
üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo
es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran
makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne
doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan
saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan
toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından
Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla
kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini
biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam
namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi
temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı
nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı.
Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında
tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz.
Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili
ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı
kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör
kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı.
Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini
görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin
gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün
çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin
geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne
geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı.
Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin
iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına
bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse
de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme
Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur.
Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür.
Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?”
Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen
yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına
seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam
yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi
gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş
olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi.
Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden
işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını
toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında
karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan
bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın
kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen
yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü.
Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile
uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak
düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu.
Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde
dolandı.
Kesikköprü Köyünde
harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık
sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya
hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile
için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti.
Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı.
Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun
mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de
her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde
dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku
girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa
kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir
zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma
engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını
başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya
küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber
saldı.
“Murat yalvarırım bizden
vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan
Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında
Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan,
ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü!
Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile
halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.
Amsterdam, 11 Aralık 2018