25 Ocak 2015 Pazar

“ELİMDEN BİR KIRIK SAZ GELDİ GEÇTİ”


“ELİMDEN BİR KIRIK  SAZ GELDİ GEÇTİ”

Yüz yıllık bir inişli çıkışlı yaşamı, gözlerinizi yumup ardınızda bırakmış olsanız da yeterli olmuyor, ki benim açımdan hiç te öyle olmadı. Tam tersine kısa bir ömür ile yetinmek zorunda kaldım. İnsan; hayata, derinlerinde var olan güçlüklerine karşın, yine de mümkün olduğunca daha uzun süre tutunup, kalmayı arzuluyor. Böylesine erken bir ölümün olmasını ben de hararetle istemez ve bunun bir kaç yıl da olsa ertelenmesi için bütün varımı yoğumu ortaya koyup, engel olurdum. Ama bize biçilen ömür de bu kadarmış, nasip kısmet meselesi diye savıp (gecenin veya günün kırkından sonra), geçirmekten başkaca da yapılacak bir şey yok gibi.
Bendeniz hayatta iken, kendim ile ilgili kısmen anlatacaklarım konusunda övgü çizgisini fazla aşmamış veya abartıya kaçmamış olacağımı sanıyorum. Çok uzun yaşadım diyemem. O nedenle hayata ve sunduğu armağanlara doydum desem, laf-ı güzaf olur. Betimlenemeyecek güzellikteki dünyada doyasıya kalıp, yeryüzünün dört bir yanını adımlayamadığım gibi, hemen hemen her şey yarım kaldı. Yaşam, aşk, sevgi, icra ettiğim sanat, musiki ve akla gelebilecek insana dair hiç bir şeyi tamamlayamadım. Sözün özü, musiki ile yoğrulmuş kalbimi, en sevdiklerim alıp, acımasızca kara toprağın altına gömeli yıllar oldu.
Hani kendim hakkında övgüye kaçacaktım ya! Diyebilirim ki, dünyanın dört bir yanında tanınan Türkiye’li bir müzisyen-bestekar, ud virtüözüyüm. Böylesine, hani insanın dudak büküp, gıpta ile bakılacağı bir statüye sahip olmama karşın, çevremdekiler çekilmez, asabi, suratı düşük ve nemrut birisi olduğumu yüzüme karşı fütursuzca söylerlerdi, ki haksız da değillerdi. Asabiliğimi, çekilmez biri olduğumu, en iyi ben biliyorum. Bir müzisyenin kendisini böylesi olumsuz huylar ile donatması hiç hoş değil. Lakin bunun önüne geçmek, hiç kimse için mümkün olmadığı gibi, benim için de kolay olmayan bir durumdu.
Değindiğim illet olası asabiliğimin, hayatımda çok önemli bir dönüm noktasının ardından sökün ettiğinin kanaati bende ağır basıyor. Öyküsü bir hayli eskilere dayanıyor. Kürdilihicazkar makamındaki bestelerim gerek dünyada, gerekse ülkemde çok ses getirdi. Sayısı yüzleri aşkın zevkle dinlenen bestem oldu. Ud icrasında, tambur tavrına az mızrap vuruşu ile çok melodi elde etmeyi amaçlayıp, geliştirdiğim ve bana ait olan bu stil, sanat hayatımdaki çıtamın yükselmesine yardımcı oldu. Musiki sevenlere beş yüzü aşkın eser bıraktım. Bütün bu verimli çalışmalarım elbette beni belli bir yere getirdi. Çalışmalarımın meyvalarını topladım.
Fransız devlet Radyosu, dünyanın her ülkesinde önemli bulduğu bütün müzisyenlerin LP’sini çıkartıp, pek çok sanatkarı ölümsüz kılan bir kurum. Bu kurumun davetini ben de aldığımda mutlukluktan adeta uçtum. Bu çalışmaya layık görülmem oldukça onur verici idi. Şaşkınlık içindeydim. Sevincimi ailem ve dostlarımla paylaştım. Onlar da çok mutlu olup, yelkenlerimi var güçleri ile doldurup, bu büyük deryada hızla yol almam için desteklerini olabildiğince ortaya koydular. Bu benim için çok ama çok büyük bir adımdı. Böylelikle dünyaya daha da çok açılmış olacak ve ülkemde, müzik alanında en yetkili otorite olan bu kurumun LP’sini çıkardığı ilk müzisyen olacaktım. Bu açılım annemden doğalı, benim için hayatımın en önemli oluşumu idi. Yakaladığım bu imkanı, dişimi tırnağıma takarak, hırs yapıp, optimal derecede değerlendirmeliydim. Bu vesile ile müzik alanında ufkum daha çok genişleyecekti. Duyduğum heyecandan kalbim beni terk edip, gidecek gibiydi. Yüreğimin göğsümde, her zaman olduğu yerde kala kalması için elimle göğsümün sol tarafını sıkı sıkıya bastırıyordum. Çıkacak olan LP’im için Fransa’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yaptım.
Müzik aletleri arasında ud en sevdiğimdir. O bir tarafa, dünya bir tarafa. Fransa’ya udumu da götürecektim elbette. Çünkü benim bütün icraatım bu enstrümanla olacaktı. Hayranı olduğum bu müzik aletini elime aldığım zaman, bütün benliğimi kaybeder, tartışılmaz estetik güzelliğin her milimetre karesine evire çevire defalarca dokunuyordum. Fransa öncesi de udumu kılıfından çıkarıp, uzun uzadıya okşadım, usulca nazlı tellerine dokundum ve o bir kez daha en güzel melodilerle dile geldi. Ardından “nazlımı” uzun yolculuğum için öpüp, tekrar kılıfına yerleştirdim. Valizim, uçak biletim ve pasaportum tamamdı.
Fransa’ya olan yolculuğum için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Bulunduğum yerden uzun ve yorucu bir otobüs seyahati ile akşam üzeri yedi tepeli, sülün misali süzülen İstanbul’a geldim. Yabancısı olduğum bir şehir değildi, güzel İstanbul. Müzik camiasından ve hayranlarımdan oluşan geniş bir arkadaş çevremin olduğu, konserler ve müzikal aktiviteler için sık sık geldiğim, uzun dönemler kaldığım, aynı zamanda yüreğimdeki yeri büyük olan bir şehirdi, harikalar diyarı İstanbul.
Yolculuğumun ardından soluğu, önceden ayırdığım otelimde aldım. Ertesi sabah erken bir saatte ise uçağım kalkacaktı. Otelin karşı sokağında iyi bir yer olduğuna kanaat getirdiğim bir restaurantta akşam yemeğimi yedim, üzerine de az şekerli kahvemi yudumladım. Yemek güzel, kahve de iyi geldi. Otele dönüp, İstanbul’da ki dostlarımla uzun uzadıya telefonla sohbet ettim. Her ne kadar beni gelip, görmek istemelerine rağmen bu isteklerini yorgunluğumu ve sabah erkenden yola çıkacağımı bahane gösterip, kibarca ret etmek durumunda kaldım.
Saat bir hayli ilerledi. Yarın oldukça önemli bir gündü, hayatımın dönüm noktası idi. Yatağa gitmeden önce valizimi, biletimi ve pasaportumu kontrol ettim. Her şey istediğim gibiydi. Kontrol sırası yine nazlı enstrümanım udumda idi. Son bir kez okşamak üzere kılıfından özenle çıkardım. Gözlerime inanamadım. Gecenin yarısında büyük bir felaket ile karşı karşıya idim. Udum göbeğinden baştan başa çatlamıştı. Çocuklar gibi şaşkınlık ve panik içinde hüngür hüngür ağlıyordum. Ud olmadan Fransa’ya gidemez ve gitsem de orada bir şey yapamazdım. Sakinleşmeye çalışıp, kendimi toparlamam gerekiyordu. Gecenin bu vaktinde ne yapabilirdim, kimseleri arayıp rahatsız edemezdim. Başka çarem yoktu, İstanbul’daki yakın arkadaşlarımdan Ahmet’in ev numarasını otel lobisinden büyük çekinceler ile utana sıkıla aradım. Ahmet’i uykusundan zorlanarak uyandırdım. Telefonun defalarca çalmasının ardından, ahize kaldırıldı. Telefonun diğer ucundaki arkadaşımın uykulu ve biraz da kızgın olduğunun çok net hissedildiği, ürperti veren sesini duydum. Binlerce kez özür dileyerek, durumu olduğu gibi bir çırpıda aktardım. Sağ olsun Ahmet çok geçmeden otele geldi. Bir taksi kiralayıp, Ahmet’in tanıdığı bir ud ustasına gittik. Usta çoktan uyuduğu için, evi karanlıklar içinde idi. Başka çaremiz yoktu. Uzun uzadıya kapının zilini çalıp, saçları iyice dökülmüş yaşlı başlı ustayı uyandırdık. Ahmet’i ve elimde udumla beni görünce gözlerini oğuşturarak şaşkınlığını gizleyemedi. Gecenin bu saatinde olacak iş değildi, yaptığımız. Ahmet defalarca dilenen özürler eşliğinde meramımızı anlattı. Bu durumda yapılacak bir şey yoktu. Adı Veli olan ustayı da alıp, dışarıda bizi bekleyen taksiye atlayıp, bir kaç sokak ilerisindeki atölyeye gittik. Ustayı güçlükle ikna etmiştik. Udun tamiri için sabaha kadar uğraştı. Güneş ışıkları atölyenin vitrin misali kullanılan pencerelerinden içeri doluşurken, udun tamiri de bitti. Tutkalın iyice kurumasını bekledik. Ud eski halini almıştı. Udumu alıp yeniden hayranlıkla okşamaya koyuldum. Fakat acele etmem gerekiyordu. Yaklaşık iki buçuk saat sonra uçağım kalkacaktı. Önce otele uğrayıp, eşyalarımı almak zorundaydım. Çok az vaktim olduğu için, hemen ustanın parasını yüklüce bir bahşişle verip, otelin yolunu tuttum.
En kısa zamanda havaalanına gitmeliydim. Eşyalarımı bir çırpıda toparlayıp, tekrar taksiye bindim. Şoförden biraz hızlı gitmesini ve az bir zamanımızın olduğunu söylediğimden, Tanrı yardımcısı olsun durumun ciddiyetini kavradığından, gidebildiği kadar hızlı yol aldı. Uçağın kalkmasına yirmi dakika kadar bir zaman vardı. Pasaport kontrolünde onlarca kişi bekliyordu. Yalvaran gözlerle öne geçip, geçemeyeceğimi sorup, ricada bulundum. Arkalardan bir kaç kişi kabul etse de, ön taraflarda takıldım. Uçağım kalkacak dediğimde, sıradakiler de uçaklarının kalkacağını söylüyorlardı. Adamlar “Nuh diyor peygamber dememekte” direttiler. O kadar yalvarmama rağmen daha önlere doğru ilerleyemedim. Pasaport kontrolünden geçtiğimde ise uçağın kalkmasına sadece üç dakika kadar bir zaman kalmıştı. Çıkışa kan ter içinde geldim. Kendimi yorgunluk, uykusuzluk ve gerginlikten pelte gibi hissediyordum. Çıkış kapanmıştı, fakat uçağı görüyordum. Çıkıştaki yetkililer uçağa binemeyeceğimi söylediklerinde bütün kanım beynime fırladı. Yeniden yalvardım yakardım, ağladım, sızladım. Yerlere kapanıp, çocuklar gibi tepine tepine hüngür hüngür ağladım. Görevliler şaşkınlık içinde bana bakıp, beni yerden kaldırmaya çalışırlarken, yardımcı olamadıkları için üzgün olduklarını söyleyip, özür diliyorlardı.
Kendime geldiğimde uçak çoktan havalanmış, istikbalim, geleceğim de, bir daha gelmemek üzere çekip gitmişti. Udumu çıkışın yan tarafında bulunan sandalyeye koymuştum, oradan alıp, tekrar havaalanının salonuna geldim. Bir kafede oturup, kahve içip kendime geldim. Havaalanının çarşısında renk renk elbiselerin sergilendiği vitrinlere boş gözlerle uzun uzadıya baktım. Gidip gelenler arasında uçma telaşı olmayan bir kaç kişi, musiki ile yakından ilgili olacaklar ki, beni tanıyıp selamladılar. Bir şeyler sormak isteyenlere özür dileyip, vaktimin olmadığını söyledim.
Biraz daha kendime gelebilmek, üzerimdeki stresi, yükü ve gerginliği atabilmek amacı ile oyalandım ve tekrar bir taksiye binip, otele döndüm.
Otelin giriş kapısından adımımı yeni atmıştım ki, resepsiyondaki genç beni görür görmez, afalladı. Şaşkınlıktan gözleri kocaman açılmıştı. Her iki elinin parmaklarını birbirinden ayırıp, kafasının iki yanında birleştirip, avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Abi..,  Abi… Nasıl olur, yaşıyor musunuz siz?”
“Ne demek istiyorsun, delikanlı, burada olduğuma göre elbette yasıyorum. Nasıl bir soru bu?”
“Ama abi… Nasıl desem. Sizin bineceğiniz uçak düştü.”
“Ne diyorsun sen? Aman Tanrım, ne korkunç bir durum bu,” dediğimi hatırlıyorum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ama olay çok vahimdi. Başımdan kazanlar dolusu kaynar su dökülmüş gibiydi. İnanılır gibi değildi. Hayatın bir kez daha ne kadar çok büyük tesadüfler içerdiğini, insan yaşamının ne denli ince bir ipliğe bağlı olduğunu gördüm. Ben yaşarken, onca insanın bir anda yaşamını yitirmesini göz önüne getirdim, içim burkuldu, resepsiyondaki gence sarılırken, göz yaşlarıma hakim olamıyordum. Havaalanında akan göz yaşlarım yerini başka duygular esliğinde devam ediyordu. Onca insan bir anda sevdiklerinden, yaşamdan, aşktan, müzikten, güzelim dünyadan ve bütün tutkularından ansızın ayrılmak zorunda kalmışlardı.
O uçağa binmiş olsaydım, dünyadan erken ayrılmış olmama dair olan serzenişimin yoğunluğu daha da katı olacak, dolayısı ile yaşamdan daha da erken kopmuş olacaktım. Bundan sonra elimde kırık ama tamir edilmiş bir udla yaşamaya devam edecek ve bana biçilen ikinci ömür dilimini bekleyecektim. Ama ben eski ben değildim. Aşka, sevgiye, musikiye ve hayata dair her şeye yeniden devam ettimse de, ben başka biri olup, çıkmıştım. Sinirlerim allak bulaktı. O gün bugündür, kendi üzerimdeki kontrolümü ne yazık ki, yitirdim. Ve yaşam göz kamaştıracak kadar hayli güzeldi, sadece insanların bundan sonra bana katlanmaları ve beni çekilmez bu halimle kabullenmeleri gerekiyordu. Yani çevremdeki insanların, arkadaşlarımın, ailemin ve dostlarımın işi zordu.

Amsterdam, 24 Ocak 2014






 

  

7 Ocak 2015 Çarşamba

KEŞKE



Can ciğer dostların benliklerini kaptırdıkları, yavaş yavaş tatlı bir ılıklık veren hararetli sohbetleri esnasında, ansızın yeri ve zamanı gelen, o anda fazla gecikmeye mahal vermeden kullanımı bir zaruret gösteren argo, aynı zamanda insanın dilinin kolay kolay söylemeye varmadığı müstehcen içerikli bir deyimdir. Deyim yeni il olan Yalova şehri ile ilgili. Yalova’nın ilçe olarak hüküm sürdüğü uzun dönemde bu yerleşim yerinin kaymakamı olmak, bu bilinen argo deyimden dolayı bir hayli sıkıntılıydı. Hani makamı veya kimliği ne olursa olsun, varlıkları kaale alınmayan kişiliklere karşı kullanılırdı. Ve söylenen aynen şöyle idi, diyeceğim ama biz yine de aynen olduğu gibi değil de, biraz kırparak söyleyelim. Ama siz zaten bu satırları okuduğunuzda da, belden aşağı olup, uçkur çözdüren sözcükleri kendi kendinize sansürsüz mırıldamışsınızdır.

“Bırak lo… Kim s….. Yalova kaymakamını.” Evet en nihayetinde yıllar önce Yalova ilçelikten, il statüsüne terfi ettirildi ve gelen her kaymakam da bu sıkıntılı durumdan ve alaya alınıp, makamlarını dahi söyleme çekincesinden kurtuldular. Devletimiz böylelikle büyük bir işe el atmış oldu. Sorunu tam anlamı ile kökünden çözdü. İnsanları da böylesi nahoş bir durumdan kurtardı.

Bu durumda akla şöyle bir şey de gelebilir elbette. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmek istemesinde olduğu gibi, onlarca yıldır il olabilmek babında çırpınan pek çok kasaba bulunmakta. Acaba onlar da il olmak maksadı ile yavaştan yavaştan ortaya Yalova ile ilgili bir deyime benzer bir yakıştırma mı üretip, yaysalar. Kim bilir belki de, kendileri için bir çözüm yolu olabilir. Devlet baba bu ilçenin düştüğü güç durumu göz önüne getirip, bu yerleşim birimlerini de il konumuna kaydırabilir. Bizden söylemesi.

Armutlu da Yalova iline bağlı kaplıcaları ile ünlü bir sayfiye ilçesidir. Buranın yerli halkının omuzlarını dikleştirip, kafasını hafif kaldırarak; devletimiz buraları Rumlardan temizlendikten sonra, 9 Ağustos1934 tarihinde Atatürk Armutlu’ya geldi. O zaman ilçemizin adı Rumca Armodies idi. Atatürk buranın adının, bundan sonra Armutlu olmasını söyler ve o günden bugüne kasabamızın adı (öyle ahım şahım dişe dokunur miktarda armut yetiştirmediğimiz, armut ile ilgili hiçbir özelliğimiz olmadığı halde, ki biz zeytincilik yapıyoruz), böyle kalır.

Armodies'in adının değişmesi ile dini bütün bir Almancının, kan ter içinde ekmeğini çıkarmak için yüzlerce metre yer altı cehennemine, binbir dua ile indiği madenden, kömür karası yüzünü yuduktan sonra, derin bir nefes alıp ciğerlerini oksijen ile doldurup, yeniden çıktığı yer yüzünde, tesadüfen karşılaşıp tanıştığı, sarı gür bukleli Maria ile evlenmesinin getirdiği sonuçlar arasında büyük benzerliklerin var olduğunu görebiliriz. Onu imana getirip, bütün kötü batıl düşünce ve inanışlarından da arındırır. 

Maria da kendisi gibi “pürü ak” olduktan sonra, bu iyilik timsali muhteşem insana yeni bir isim de vermek gerektiğini düşünür ve adını Meryem olarak değiştirir. Böylelikle kendisi ve müstakbel eşine cennetin kapıları sonuna kadar açılmış olur. Bu göğsü iman ve iyilikler ile dopdolu yeni ermiş insanın adı artık Meryem’dir. Bakıldığında Maria ile Armodies’in kaderleri aynıdır. Her ikisi de köklü bir temizlik ve arındırmanın ardından, gurur duyacakları sıfır kilometre kimliklerine kavuşmuşlardır.

Konu yerleşim yerlerinin isimleri olunca; Anadolu’nun kadim halklarından Ermeni’lerin ikamet ettikleri bazı köy ve ilçelerin isimleri günümüze değin değişmeden gelmiştir. Tatvan, Eleşgirt ve Mazgirt bu ilçelerden bazılarıdır. Bu elbette çok küçük bir kırıntı dahilinde olsa da, aynı zamanda minik kırıntı dahilinde olumlu bir detaydır. Gönül isterdi ki; bu tür olumlu detaylar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması değil de, gururla insani bir duruşu sergilemeye çok daha yakın olan, böylesi ayrıntıların hayatımızda sayılamayacak kadar çok olmasıdır.

Ne yazık ki, bu güzelim tablonun çok ama çok uzağındayız. İyi niyetli, güzelim insanlar, insanlığın gönlünde yatan bu tablonun çizilmesi için fırçalarını alıp, var olabilecek en güzel renklere batırıp, eşitlikten, kardeşlikten, adaletten ve diğer bütün insani güzelliklerden yana harikuladelikler yaratmaya her ne zaman yeltendilerse, barbarlıklar bu girişimleri zorbalıklar ile bastırdılar, fırçaları kırıp, boyalarını döktüler. “Mutluluğun resmini çizmeye” çalışanlar, hayatlarının baharında, bunun bedelini gencecik canlarını vererek ödediler.

Sonuç olarak gelinen noktada; keşke Yalova kaymakamlarına böylesi abes bir yakıştırma yapılmasa idi. Yaşadığımız coğrafyada, dünyada kimse kimseyi zorbalıklarla “burası benim yerim deyip” yeryüzüne ve gökyüzüne çizdikleri gayri insani çemberlerden, kimseler kimseleri temizlemese, Rumcada adı Armodies olan Armutlu’nun adı değişmese, bütün insanlık vatanları olarak gördükleri dünyada bir arada binbir güzellikle, kardeşçe yaşasa, temennisinde bulunmadan edilemiyor. Tabi Maria da, zorlamalarla kandırılmasa, kendi adının seçimini kendisi yapsa ve Maria olarak kalsa.  

 

 Yalova-Armodies, 30 Aralık 2014



23 Aralık 2014 Salı

DALGALAR


DALGALAR

Evvelinde, 
Onlarca yılın öncesinde yani,
Hunharca dalgalara boğdurulan, 
Şimdilerde her anımsadığım da,
Kırık camlarla dolu,
Yüreğimin inim inim acılar ile koptuğu,
Memleketimin,
Işıl ışıl aydınlık, 
O güzel yüzlü yiğitleri.
Şimdi,
Soğuk bir kış gecesinde,
“Duvarları yalasa da,
Yine aynı azgın dalgalar,
Üstelik oyalama çabasında olsalar da,
Aldırmadan edemiyor,
Kırık gönlüm.
Ve göğsümde onbeş yara,
Onbeş hançerin saplandığı kalbim”
Ey güzeller güzeli "Sevgili Sevgili";
Geçen her günde,
Yok edilip,
Ayaklar altında çiğnenirken,
Yer yüzünden,
Aşk,
Sevgi,
Güzellik,
Ve de insanlık.
Yok… yok aldırmadan edemiyor,
Kırık gönlüm.
Evvelinde, 
Onlarca yılın öncesinde yani,
Dalgalara,
Azgın dalgalara boğduruldu,
Memleketimin,
Işıl ışıl aydınlık,
O güzel yüzlü yiğitleri.


Silivri, 22 Aralık 2014

16 Aralık 2014 Salı

ÖDÜNÇ YUMURTALAR


ÖDÜNÇ YUMURTALAR

Her insanın ayrı bir dünya olduğu söylenegeldiği gibi, yine her insanın gizemli bir hikayesinin varlığı dillere pelesenktir. Bu uygun anlar, ortamlarda ve derin muhabbetlerde tekrarlarla, altı itinalı çizilerek dile getirilir. Tek tek etrafımızdaki bireylere baktığımızda, bunun gerçekten de böyle olduğunu görürüz. O nedenle; her canlının üzerinde kendince dik durmaya çalıştığı dünya, içine milyarlarca dünyayı tıkış tıkış sığdırır. Bu noktada, dünya insanlığının farklı duyguları, hırsları, tutkuları, birbirinden tepeden tırnağa, olaylara bakışında, düşünme tarzlarında, ilgi alanlarında ve diğer pek çok konuda değişkenliği vardır. Var olan ayrıcalıklar, düşünülüp, göz önüne getirildiğinde, bu başınızın dönmesine yeter de artar ki, güzel ve muhteşem olan da aslında bu benzemeyişlerdir.
İtalya’nın en büyük ressam, heykeltıraş, şair ve bilginlerinden biri olan Michelangelo 1501 yılında yapımına başladığı ve dört yıl boyunca gecesini gündüzüne katarak başardığı, beş buçuk metre boyundaki kral Davut heykeli ile tarihe adını büyük kratlı pırlantaları yan yana tek tek dizdirerek, yazdırmayı başardı ve ölümsüzleşti. Michelange’ya ölümsüzlüğü getiren bu eser, aynı zamanda Dünyanın yapılan ilk çıplak heykelidir. Heykel insan anatomisinin en ince detayları açısından alabildiğine kusursuz ve pürüzsüzdür.
Michelangelo, aynı muhteşemlikte olan Musa adlı eserini bitirdikten sonra, çekici ile devasa yapıtının dizine hızla vurur ve “konuşsana” diye haykırır. Davut Heykelinde mermer ötesindeki o dudak uçuklatan inanılmaz gerçekliğini görenler, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Bu harikulade figürü, bu denli büyük bir mermerden nasıl çıkardığını şaşkınlıkla soranlara;
“Ben sadece bu mermer kütlesi içindeki figürü gördüm ve O’nu özgür bırakana kadar etrafını yonttum.” diye yanıtlar.
Günümüze değin bin bir çekiç darbesi ile yontulup, hayat verilen taş ve mermerlerle devam edecek olursak, bir Davut ve Musa ihtişamındaki diğer bir eser ise, Romalı Plinius’un dünyanın en güzel heykeli olarak gördüğü  Afrodit’tir. Bu bilinen bir öyküdür. Afrodit Akdeniz coğrafyasının, kadın gibi kadın olanıdır. Bu büyülü heykelin yaratıcısı, çok uzağımızda değil, ötede bir koşu, "üç ödünç yumurta" alıp geleceğimiz yakınlıktadır, Atina’lı Praksiteles'dir.
Datça yakınlarında Knidos’da, tepelerinde hoş sarı bir sıcağın hakim olduğu bir gündür. Praksiteles çok sevdiği, bugünün deyimi ile “kankası” bir ressam arkadaşı ile sahilde bir yandan içkilerini yudumlarken, aynı zamanda da sanat içerikli koyu bir sohbete dalmışlardı. Aniden, hemen tepelerindeki manastırdan rahibelerin koşturarak denize doğru kahkahalar atarak geldiklerini gördüler. Rahibeler suya ulaştıklarında elbiseleri ile bedenlerindeki bunaltıdan kurtulmak için hemen maviliğe daldılar. Rahibelerden biri, vücudunun muhteşemliğinden emin olmuş olacak ki, O üzerindekileri bir fazlalık görüp, derin sulara çıplak olarak kendisini attı. Praksiteles gözlerine inanamaz, şaşkınlıkla kocaman açılan gözlerinin önündeki bu güzelliğin, bu muhteşem vücudun heykelini mutlaka yapması fikri, o an beyninde şimşek gibi çakar.
Ertesi gün soluğu manastırın kapı tokmağını hızla vururken alır. Telaşla baş rahibeden, çıplak rahibenin heykelini yapıp yapamayacağını sorar. Bunu rahibenin kendisine sorulması gerektiği yanıtını alan Praksiteles, hemen orada O’nu buna ikna eder ve bu göz kamaştıran detaylardaki inanılmaz güzelliğin heykelini yapmaya başlar.
Zaman zaman çekiç seslerine ara vererek, çok merak ettiği hikâyesine de dikkatle kulak verir. Her insanın olduğu gibi, O’nun da bilinmeyen bir hikayesi vardır. Rahibe bir adam öldürdüğünü ve mahkemenin kendisini idama mahkum ettiğini anlatır. Karar anında, avukatı hemen kendisinin yanına gelerek, üzerinde bulunan elbiselerini hızla yırttıp, mahkeme heyetine O’nun anlatılamaz güzellikteki vücudunu gösterir. Ve yargıçlara avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle bağırır;
“Vicdanınız bu eşsiz memeleri yok etmeye razı gelecek mi?” Bu gencecik kızın memelerinin inanılmaz-muhteşem güzelliğini gören yargıçlar, aynı anda yaptıkları yeni bir değerlendirme ile O’nun ömür boyu bir manastırda kalmasına karar verirler, Praksiteles eserini Knidos Afroditi diye adlandırır. Bir mermer kütlesinden, bu hazin hikayesi olan rahibenin heykeli çıkmış olur.
Nazım da bizim topraklarımızda yetişmiş “kelimelerin romantik heykeltraşıdır”. Nazım’ın da her şiiri birer afrodit heykeli güzelliğindedir. Büyük şair “güzel güneşli günlerin görüleceğini” vaat ettiği “nikbinlik” adlı şiirinde şu satırlara yer verir.
“Uuuuy! Çocuklar kim bilir
Ne harikuladedir
300 kilometre giderken öpüşmesi”.
Şimdiye değin üç yüz kilometre giden veya aynı anda öpüşen, kaç kişi vardır bilemiyoruz. Ama Nazım’in bu konuda da elbette bir bildiği vardır. Görülen o ki; dünyayı içinde barındırdığı dili, ırkı, dini, kültürü ve bütün farklılıkları ile kabul eder, güzel bir dünyanın gereksiz fazlalıklarından arınması ile sağlanacağında hem fikir olursak, beyinlerimizden ırkçı, şoven ve milliyetçi duyguları silip atarsak, belki de üç yüz kilometre giderken öpüşmenin vereceği hazda bir yaşantıyı da yakalamış oluruz. Çok dini bütün günler yaşadığımız bu dönemde, yazıyı da, bu atmosfere uygun bir dua ile kapatmak gerekir, aksi halde abesle iştigal etmiş oluruz.
“Tanrı bütün dünya insanlığına, üç yüz kilometre giderken öpüşmenin tadında bir dünya nasip eylesin. Amin!”

Not: Bu arada ekonomik kriz günleri içindeki komşumuz Atina’dan ödünç aldığımız yumurtaları da (gizlenen bir ekonomik krizi yaşayan bizler), unutmadan geri verirsek iyi olur.

Amsterdam, 16 Aralık 2014











  

9 Aralık 2014 Salı

MAVİŞİSTAN


MAVİŞİSTAN

“AYRIM
Gigo kendine bir gözlük aldı
Neye baksa hep mavi görüyor
Gökleri mavi- denizleri mavi
Sevdiği kızın gözleri mavi
Mavi görüyor hep neye baksa

Etrafına bakınıyor burnunda gözlüğü
Sen diyorsun ki denizler mavidir
                                     oldum olası
Sen diyorsun ki gökler mavidir
                                     oldum olası
Yeni oldu bu diyor - inanmıyor sana

Gigo kendine bir gözlük aldı
Maviyi mavi görüyor artık
                   ZAHRAD – Çeviri: Can Yücel”

MAVİŞİSTAN


Dünya tatlısı Gigo çocuk, harçlığını biriktirip, aldığı mavi gözlüklerle maviyi, mavi görüyor. Konu bu denli basit; sihirli bir değnek rolu oynayan bir gözlükle, bütün gerçeklikleri görmek istemeniz halinde, dünyada olup biten her şeyi olanca çıplaklığı ile görmeniz mümkün. Oysa bu güzelim ülkenin, gözünüzün alabildiğine dört bir yanı, hem de gelmişi, geçmişi ve şu an devam edegelen geçişi de, görmek istemeyenler tarafından  görülemeyen bir mavilik. 
1915’li yıllarda katledilen bir milyona yakın Ermeni komşumuzun jenosidi mavi.
Dersim’de süngülenen binlerce insan mavi.
Zorla göç ettirilip, evlerine ve mallarına el konulan Rumlar mavi.
Karda yürürken “kart-kurd” sesleri çıkaran dağlı Türk olan Kürtler mavi.
İnançlarından dolayı gayri insani muamelelere maruz kalan, horlanan, baskı gören Aleviler mavi.
Ateşe verilen binlerce Kürt köyü mavi.
Savaş uçakları ile yerle bir edilen doğa mavi.
Alış veriş merkezleri yapılmak için yok edilen parklar, kökünden sökülen ağaçlar mavi.
Yerinden yurdundan edilen milyonlarca Kürt mavi.
Vahşice öldürülen binlerce faili meçhul mavi.
Yalan dolan dolu tarih mavi.
Terazisi oldum olası bozuk adalet mavi.
Kuşların uçmadığı, kervanların geçmediği dağ başlarında öldürülen, her iki tarafın binlerce yoksul çocuğu mavi.
Alınan rüşvet, hortumlanan devlet kasası, yolsuzluklar, ihaleler, torpiller, “gelen yakinimdir” yazan kartvizitler mavi.
Gözaltında kayıplar mavi.
Jitem, ergenekon, kontrgerilla mavi.
Annelerin görülmeyen gözyaşları, duyulmayan çığlıkları, dinmeyen acılar mavi.
İşkenceler, foseptik çukurları, darbeler, tecavüzler, küfürler, hakaretler, kötü muamele, faşizan baskılar mavi.
“Türkiye seninle gurur duyuyor”, Allahu ekber nidaları ile yapılan linçler, işlenen cinayetler mavi.
Milyonların yaşadığı onur kırıcı, dizboyu yoksulluk mavi.
Milyonlarca gencin işsizliği mavi.
Karanlığa dört nala koşuş mavi.
Maraş, Çorum, Sivas-Madımak mavi.
Kızıldere, Susurluk, Robotski, insanına dışkı yedirilen Yeşilyurt Köyü mavi.
Zengin ve fakir arasındaki dipsiz uçurum mavi.
Nazım Hikmet, Deniz, Yusuf, Hüseyin, Kaypakkaya İbrahim, Anter Musa, Kaya Ahmet, Güney Yılmaz mavi.
Başı açık, başı kapalı kadınlar mavi.
Edebi ile rakı-şarap içen mavi.
Zorunlu din dersi mavi.
Çocuk istismarı mavi.
Töre cinayetleri mavi.
Magandalar mavi.
Trafik canavarı mavi.
Milli eğitim, milli fizik, milli matematik, milli değerler mavi.
Madenlerde “yüzme bilmediklerinden” dolayı ölen madenciler mavi.
İş güvenliği mavi.
Türke yapılan Türk propagandası mavi.
"Bir Türk Dünyaya bedeldir" mavi.
Minikcik çocukların varlıklarını başka varlıklara armağan etmesi mavi.
“Ne mutlu Türküm” diyebilmek mavi.
Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmaması mavi.
Hep başkalarının askeri olma merakı mavi.
Ermeni kökenli bir şair olan Zahrad’in ayrılık şiirindeki Gigo adlı çocuk aldığı mavi gözlükle denizin, gökyüzünün ve sevgilisinin gözlerinin mavi olduğunu görüyor. Ülkemizde de devletin her kademesindeki yetkiliye, görevliye ve mavilikleri sarı gören daha milyonlarca insana, saymaya çalıştığımız ve sayamadığımız daha yüzlerce maviyi görmeleri için milyonlarca mavi gözlük mü almak gerekiyor, acaba. Bu gözlükler ile Gigo çocuk gibi onlar da, ülkemizdeki yüzlerce maviliği görebilirler mi? Belki de yapılması gereken eğitimin milli olmaktan çıkarılarak, mavileştirilmesi midir?


Amsterdam, 9 Aralık 2014



 



7 Aralık 2014 Pazar

ORTA DİREK

Foto: Judith van den Blond

ORTA DİREK

Büyük Camili Köyü’nden Hayderi Hecike’nin önceleri limon sarısı, şimdilerde ise kurbağa yeşili olan, iki katl
ı evinin avlusunda yer alan tandır damının tavanından onlarca yıldır, bir tavan direği bir metreye yakın dışarı doğru, ne ile karşılaşacağını kestiremeden, ikircikli bir eda ile boynunu kabuğundan dışarı çıkartan bir kaplumbağa misali uzatır. Bilinen o ki; binayı yapan Laz usta olmadığı halde, bu uzantı nedendir bilinmez. Burası bir Kürt köyü olduğuna göre, binayı yapan da, olsa olsa Laz ustadan pek de geri kalmayan bir Kürt usta olsa gerek.
Onlarca yıldır bu direk yağmur-çamur, yaz-kış derken, artık ömrünün son demlerini yaşayıp çürümeye yüz tutsa da, henüz tamamı ile, teslim bayrağını açıp, yerlere düşmedi. Ömür törpüleyen zamana ve iklim koşullarına  miadı dolana değin, boyun eğmeden karşı koymaya, direnişini taçlandırmaya, olanca benliği ile inadım inat; “Nuh deyip, peygamber demeden” devam ediyor.
Yaz mevsimleri genelde kurak geçen bu bozkırda, kazara yağan yağmur sonrasında nemlenip, tam kurtlanacağı sırada, apansız çıkan; insanın içini, kemiklerini, beynini ve yüreğini sımsıcak ılıtan, süzme halis balı andıran ışıl ışıl güneş, direkteki bütün ıslaklığı alıp, O'nu çürümekten kurtarıyor.
Gün oldu, Heyderi Hecike ailesi bu direğin bir işe yaraması gerektiğini düşünüp, O’na bir misyon yüklediler. Öyle ya, boş yere miskince boynunu uzatıp, durmak olmazdı. Küçük bahçeyi sulamak için tandırın yanındaki kuyudan su çekildikten sonra, mesela üzerinde “Komili” yazan tenekenin ipi ile ortalıkta dolanıp durmasına gerek yoktu. En iyisi tenekeyi, kullanım sonrası bu direğe asmaktı. Böylelikle tandır damının direği de bir işe yaramış olacaktı. Tandır damının direğinin bilinen ikinci bir işlevi daha vardı. Kimi zaman ne yapacaklarını bilmeden sıkılan Heyderi Hecike'nin ve komşu çocukları tenekeyi alıp, bir kenara bıraktıktan sonra direğe iki tarafından kalın bir kendir bağlayıp, üzerine de bir minder koyarak kurdukları bu ilkel salıncakta sallandılarsa da, O bütün çocukları kurşun gibi ağırlıkları ile memnuniyetle sırtladı. Küçük sayılan bu insanların büyümeleri için, çocukluklarını doyasıya yaşamaları gerekiyordu. O nedenle, bir kez dahi “offf” demeden, çocuklar eğlenirken, O da büyük haz alıp, hep tatlı tatlı gülümsedi.
Zamanla Komilinin tenekeciği paslanmaya yüz tutsa da, üzerinde yer alan zeytin resimleri daha iştah kabartan cinstendi. Bir an için düşünüp, zihnimize bir takım soru işaretleri ile rahatsız edecek olursak, bu tenekenin unutulmaya yüz tutmuş olan geçmişine de bakmış oluruz. Nereden çıktı şimdi, işimiz gücümüz yok da Heyderi Hecike’nin evindeki direkte asılı olan tenekenin tarihini mi araştıracağız diyenler olabilir, elbette. Tandır damının direğini merak edip, araştırdığımıza göre, buna asılı olan tenekeyi de, bildiğimiz kadarı ile bu konuda da biraz olsun kafa yormamız gerekli dersek, herhangi bir yanılgıya düşmemiş oluruz.
Kim bilir bu “çeşm-i siyah” zeytinler, Ege’nin hangi güzel insanları tarafından yetiştirildi, hangi emektar eller tarafından özenle, narin dallarından koparıldı, işçilerin alın terleri karıştı, yağı çıkarıldı ve bu tenekeye hapsedildi. Derken günlerce süren bir yolculuğun akabinde Camili Köyüne getirildi. Kimler tarafından yemeğe “katık”yapıldı ve iştahla yendikten sonra, hangi beşerin midesindeki isyanı güzellikle bastırdı.
Günlerden bir gün; Komili’nin riviera zeytinyağı tenekesine Heyderi Hecike tarafından kulp takıldı, kendirler bağlandıktan sonra, taş duvarlı kuyuya gürültülerle boş indirildi, su ile doldurulmuş olarak binlerce defa çıkarıldı. Heyderi Hecike'nin karısı Zewe’nin öbekler halinde ektiği yeşil soğan, tere, maydanoz, domates, salatalık ve diğer sebzeler, her defasında bir güzel sulandı. Tavuğa, horoza ve köpekleri Karabaş’a su verildi. “Kuçelere sular serpildi, yar gelende toz olmasın deyi”. Yar geldi mi gelmedi mi bilemiyoruz, ama her iki ihtimalde de sular serpildi. Tenekeciğin kaderinde Camili Köyü’nde Heyderi Hecike’nin evinde faydalı olmaya ve işlevini bir başka alanda sürdürmeye devam etmek varmış. Her işlevinin ardından, çürümeye yüz tütmüş asırlık olmasa da, geçmişi onlarca yıla dayanan bu direğe kulpundan asıldı. Bu teneke yıllardır burada asılıp, Komili’nin reklamını yaptığı halde Camili Köyü’nden Heyderi Hecike delikli bir kuruşluk reklam parası almadı.
Diğer yandan, dünyamızı sarıp sarmalayan acımasız sistem; insanları önceleri, fakir, orta direk ve varsıl olarak bildiğiniz gibi üçe ayırmıştı. Daha sonra bu sayının çok olduğunu düşünmüş olmalı ki, en iyisi bu kutuplaşmayı ikiye indireyim, arada uzlaşıcı bir taraf gibi görünen orta direk olmayıversin demiş olmalı. Aralarında gayri insaniliğin hat safhası olarak görülebilecek uçurumla bu iki rakip, birbiri ile didinip, dursun. Öyle iki arada bir derede, ne üdüğü belirsiz bir taraf olan orta direk falan da olmayıversin. Bütün güç, donanım ve baskı araçları da varsılların elinde olduğuna göre, yoksulun vay haline. Zengine, sefa içinde hayat sürdürdüğü, fakiri inim inim inletip, sömürdüğü "karada ölüm" zaten yoktu.
Kaplumbağa her defasında boynunu tehlike anında sert ve desenli kabuğunun içine çekse de, Camili Köyünde Heyderi Hecike’nin evinin tandır damının tavanından dışarı sarkan direk, bir kez olsun korkuya kapılıp, “ağır abi” olarak da adlandırabileceğimiz, evini sırtında taşıyan hayvan misali kafasını içeri doğru çekmedi. O her daim, kendisine yönelik bütün saldırılara karşı direndi. Özünden, tandır damının orta tavan direği olmaktan bıkıp usanmadı, kendisi olmaktan zerre kadar ödün vermedi. Öyle ya; "direnmek yaşamayı da beraberinde getiriyordu", değil mi?.




Amsterdam, 7 Aralık 2014


1 Aralık 2014 Pazartesi

KUM KENT


KUM KENT

Yolu bir tesadüf eseri Büyük Camili Köyüne düşenler bilirler. Ankara’dan dillere destan İç Anadolu bozkırının yüz yirmi kilometre içlerine, hani bir ok misali kalbine doğru, o zavallı görünümlü fakir tepelikler ve düzlüklerinin, yeşilden yok denecek kadar yoksun olduğu hat izlendiğinde ve şimdilerde şehre göç ile insanın yüreğini burkan, terk edilmişlik izlenimini veren, dört yüz yıl öncesine dayanan bir sürgünlüğün, küskünlüğün ise hala yaşandığı, bir Kürt köyüne varılır. Yolumuz ne diye buraya düşecek diye düşünenler de olabilir tabi. Kimin ne zaman nerede ve nasıl bir zorunlulukla Dünyanın herhangi bir yerinde (ki Camili Köyü de bu diyarlardan biridir) bulunacağı belli olmaz, gibi güçlü bir ihtimal de yok değil. Dost, akraba ziyareti derken bir de bakmışsınız ki, Dünyanın hiç bilinmeyen bir yöresinde, kendinizi bu coğrafyanın topraklarına ayak basarken bulabilirsiniz. İlk etapta, konuşulması inatla sürdürülen Kürtçe dilinin farklılığı (yörede artık yarı yarıya Türkçeleşse de), gündelik hayatlarındaki gelenek, göreneklerin ve Anadolu'nun odak noktasındaki bu yerleşim biriminin insanlarının yaşam stillerinin ayrıcalığı, sizleri bir hayli şaşırtabilir.  
Daha iyi bir yaşam, çocuklarına eğitim ve kendilerine iş olanağı umuduyla yurt dışına gitmek zorunda kalan Camililer, ucundan da olsa bu el kapısı diyarlarda, yakaladıkları yoksulluğun biraz daha uzağındaki hayatlarını sürdürürlerken, yurt dışına gidenlerin bir kısmı, bu ülkelerin yerlisi olan insanlarla evlilik veya birliktelikleri de oldu. Gidenlerden Fatma, Ayşe, Selma, Döne belki Hans, Johan veya Günter’lerle evlenemedilerse de; Ali, Bilo, Ömer ve Mesut toplumumuzda erkek  olmanın baskın ayrıcalığını kullanarak; bu toprakların dilberleri Maria, Monica, Heidy ve Nathalli’ leri ile birlikte bir hayat kurdular. Camili köyünün bu dışa açılımlı cesur gençleri, geneli sarışın olan bu eşlerini, dünyanın dört bir yanından; Hollanda, Almanya, Belçika, Norveç, İsveç, Finlandiya ve Avrupanın diğer ülkelerinden, her yıl beraberlerinde alıp, büyük bir gurur eşliğinde terk edilmiş köylerine getirdiler. Böylelikle Camili Köyü kendisine uğrayacak tesadüfi ziyaretlere değil de, meraklı gözlerle gelen, kendilerine yeni ve farklı hayatların kapılarını sonuna kadar açan, gelinlerin tavafına ev sahipliği yaptı. Onları olanca misafirperverliği ile ağırladı, yeni akrabalıklar oluşturdu, al kanları, uzaklarda başka ülkelerde dünyaya gelmelerine karşın, kanları yine de al olan ailelerinin bu fertleri ile karıştı.
Camili’ye gelmeniz halinde, kimselerden ayak bastı parası alınmadığı gibi, kendi çapınızda “papa” olup, beklenmedik bir girişimde bulunup, bu kurak toprağı öpmenizi de kimseler sizden beklemez. Ama kendinizi tutamayıp böylesi bir eyleme girişmeniz halinde, kimseler size engel olmaz, Bu sevgi gösterisi hareketiniz, Tanrı’nın Camili Köyüne yerleşmelerini buyrup, bunu onların kaderi haline getirdiği, bu müstesna yerin sakinleri tarafından da yadırganmaz. Bu kendilerini ancak başlarda biraz şaşırtsa da, aynı zamanda onure etmekten öteye geçmez.
İki yüz haneli köyün, her ne kadar kıtalar arası köprü ve Dünya şehri İstanbul kadar yedi tepesi olmasa da, var olan dört yükseltiden birine çıkıp, sol elinizi daha iyi görmek amacı ile gözlerinizin üzerinde seyreden sarı sıcağı gölgeleyip, köyde kaç tane ağaç olduğunu, sağ elinizin işaret parmağını fazla sallamanıza gerek kalmadan sayabilirsiniz. Dünyanın ciğerleri olarak kabul edilen ağaçların sayısı çok yüksek olmadığından, minik parmaklarını tutarak, saymayı yeni öğrenmiş olan, baba ve annesinin büyük gurur duyduğu, dört yaşındaki bir çocuk için de çok zor değildir.
Camili Köyünün en büyük yükseltisi, erk hesabına mazlum insanların canını yakarak omuzlarındaki yaldızlı yıldızlar altında yedi büklüm olan hangi rütbeli subaya ait olduğu bilinmese de, hatırı sayılır bir rakımda olan Paşa Dağıdır. Şimdilerde nüfusun azalması ile birlikte, Paşa Dağının eteklerine onlarca yıl önce bir kaç ilkel yapının yapılması ile bu yükseltinin adı ile anılan yayla artık işlevini yerine getirmemektedir. Köyün dört bir yanı, nerede ise evlerin içlerine doğru uzanan uçsuz bucaksız tarıma açık tarlalar ile kaplıdır. Bu tarım alanları bugün de yöre halkı için büyük önem taşısa da, yavaş yavaş insanların tek umudu olmaktan çıkmıştır. Çünkü yaptıkları tarımın getirisi, uzun yıllardır götürüsünü karşılamamaktadır. Bu nedenle köylülerin düğünlerinde çeyiz alımları, ev dizmeleri ile girdikleri büyük borç batakları, hasat zamanı olan “harmana” diye söz verilerek, ertelenememektedir. Varılan uzlaşı sonunda, ödeme eskiden bereket yüklü, son otuz yıldır kısır hasat zamanına ertelense de, verilen bu söz pek güven vermez. Bu nedenle, eskiden olduğu gibi; artık borçlanan da, alacaklı olan da böylesi bir riske girmemektedir.
Camili’de umut dünyası arazilere, köyün beş kilometre ötesinde boydan boya kıvrımlarla uzanan Kızılırmak bir yol uğrak vermeksizin, uzaklarda süzülür ve tek bir damla suyunu bu geniş tarım alanlarına verimliliği artırmak adına bahş etmez. Kelimenin tek anlamı ile, nazlı ama bu topraklar için hiç de cömert olmayan “Kızılırmak gürül gürül akar, Camili’li Kürt de bakar.”
Bir zamanlar Camili, sofusu, dini oldukça bütünü, sarıklı, hacı ve hocası bir hayli çok olan, bu alandaki namı uzaklarda dahi konuşulan bir köydü. Komşu köyler daha ılımlı bir yapıya sahip oldukları için, bu farklı oluşumun hakim olduğu yeri, İran’da ruhani liderlerin, mollaların yetiştiği, Ayetullah Humeyni’nin de doğum yeri olan Kum Kent’e benzetmelerinin ardından, böyle de adlandırdılar. Böylelikle Camili Köyü, ince espriler eşliğinde, biraz da alaycı bir edayla Kum Kent olarak da anılır oldu. “Kızınızı veya oğlunuzu nereden evlendirdiniz?” diye soranlara, verdikleri cevap, yüzlerinde alaycı bir tebessümle; “Nereden olacak, yahu. Çok uzaklardan değil, komşu köyümüz Kum Kent’ten” oldu.
Dünyanın neresinde olursanız olun, salt tesadüfen değil, İç Anadolu bozkırının içlerine, farklı atan kalbine doğru yolunuz düşerse, her Camilili evlerinin ve gönüllerinin kapılarını size, en küçük bir ikircikliğe kapılmadan, güneş yanığı yüzlerinde kendilerine has büyük bir gülümse, kocaman açılan sıcak bir kucak ile sonuna kadar açar. Kısıtlı olan olanaklarını, Kürt misafirperverliği ile sımsıcak paylaşırlar.
Doğum yeriniz neresi olursa olsun, gözlerinizi Dünyaya ilk açtığınız yer, ilk göz ağrınızdır. Uzaklarda, el kapılarında, iki arada bir derede sürdürülen hayat insandan bir daha asla en küçük zerresi dahi getirilemeyecek, pek çok değeri alıp, götürüyor. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan, her Türkiye’linin gurur vesilesi Nazım’ın dediği gibi;
“Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
Kilometrelerle umut, tonlarla keder, taradığım saçlar, sıktığım eller.”
Yolunuzu Camiliye doğru çevirin, gözünüzü korkutmayalım, ayak bastı parası vermenize gerek olmadığı gibi, Papa olup, toprağını da öpmek zorunda değilsiniz. Camili’ye, diğer adı ile Kum Kent’e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.


 Amsterdam, 1 Aralık 2014

21 Kasım 2014 Cuma

GAK GAK




GAK GAK
Her yılın mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan, kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar fora yelken kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan, yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren “gak-gak”tan başka bir şey değildi.
Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun asıl duymak-görmek istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi. İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar ve  gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla tanıştırıyorlardı.
Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan, evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine “beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel kafalı adam.
Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası, yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor. Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.
Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı “tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı. Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü. İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.
Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler, ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler. Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu, anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.
Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince, bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti. Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı. Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi. Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.
İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve mutluluğu bulmalıydılar.  Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda, avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.
Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip, karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.

Amsterdam 20 Kasım 2014



KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...