BÜYÜKCAMİLİ’DE QUATTRO STAGIONI
Antonio Vivaldi 1725 yılında notalarını kaleme aldığı
dört ayrı konçertonun her biri, bilindiği gibi mevsimlerden birini anlatır.
Vivaldi eşsiz güzellikte bir coğrafyaya sahip olan ülkesi İtalya’ya
ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimini müzik notaları ile o diyarlara
gelişini kulaklarımız yolu ile beynimize ulaştırır. İtalya çizmesinin
doğusundaki Adriya Denizi ve çevrili olduğu batıdaki Tirejen Denizi’nin
kıyılarına, Sardinya, Sicilya, Elba, Akdeniz’deki irili ufaklı bir çok adacığa, Po vadisine, Alp Dağlarına, Montblanca Tepesine, Toscana, Umbria, Lazio ve
Campina ovalarına, Po, Tiber ve Arno Irmakları Maggiore, Cano ve Garda
Göllerinin kıyılarına bu dört mevsimin hangi güzellikler ile gelip, sihirli bir
şekilde nasıl kondukları anlatılır.
İlk konçerto olan ilkbaharda keman uyuyan bir keçi
çobanını anlatırken, viyola çok heyecanlı bir köpeğin havlamalarını dile
getirir. Diğer konçertolarda da mevsime göre yaşananlar müzik notaları ile
verilirken, dinleyenler kendi yorumları ve yarattıkları fantezileri ile hayatı
gözlerinin önünde canlandırarak, derin bir hayal dünyasına dalıp
giderler.
Bu denemede ise; İç Anadolu’nun kalbinin
derinliklerinde yer alan Camili Köyü ve çevresine, dört mevsimin İtalya’ya
kıyasla, nasıl geldiği anlatım olarak aktarılırken, okuma esnasında arka fonda
ölümsüz besteci Vivaldi’nin bu eserini bir yandan dinliyor olursanız, bu
bütünlüğü yakalamanızda büyük ölçüde yardımcı olacaktır .
İLKBAHAR,
Güneş, Camili Köyünden yola çıkıp, Pur yaylasına doğru
giderken, üç kilometre sonra Efendi’nin çeşmesinin üst tarafında yer alan, Qolit
Tepesinin üst kısımlarına sabah yansımasını,
sarı ve kırmızı renklerini yatık bir konumda saldı. Tepenin ortalarında bir yerde, gizli
bir çukura yuvasını yapan Kınalı Kekliğin kapalı gözleri ışınlardan rahatsız olup,
kamaştı. Kınalı Keklik hızla üst üste gözlerini kırpıştırarak açıp, kapadı.
Ardından kanatlarını çırpıp, altında gözü gibi baktığı yumurtalarına bir yandan
göz atarken, biraz da havalandırdı. Mutlu bir halde gülümserken, yine güneşin
ışınları ile gördüğü rüyaların etkisi ile mayışıp, uyanmasını biraz erteleyen
Baybay Baykuş bulunduğu taşın üzerinde aniden uyandı. Uzun uzun guklayıp, az
ileride bulunan Kınalı Kekliğin mutlu ve aynı zamanda mağrur ifadeli
bakışlarına gözü ilişti. Guklamasını bıçakla kesilmiş gibi aniden yarıda
bıraktı. Kınalı, inatla yumurtaların üzerinde oturmaya devam ediyor, güneş
geçen zamanla birlikte ortalığı daha da ısıtıyordu. Baybay Baykuşun merakı
büyüktü. Kınalı kaç yumurta yapmıştı, yavrular ne zaman kabuklarını
kıracaklardı, isimleri ne olacaktı, kaçı erkek kaçı dişi olacaktı.
Baybay Baykuş treni çoktan kaçırmıştı. Gönül işleri
şimdiye değin hiç yaver gitmedi. Bulduğu bir solucanı, küçük bir serçeyi veya
lezzetli bir kurbağayı oturup, siyah noktalı sarı gözlerini, kur yaptığı,
gönlünü kaptırdığı dişi bir baykuşa dikip, O’nunla paylaşamadı. Dünyayı birlikte omuzladığı bir sevdiği olmadığından, bir iki tane olsun tatlı söz söyleyemediği
gibi, tek bir sözcük de işitmedi. Çok mutsuzdu. Yapayalnızdı.
Karıncalar çoktan uyanıp, iş başı yaptılar. Eşek
arıları vızıltılarla kıçını haince ısıracakları eşeklerin arayışına çıktılar.
Bok böcekleri kendilerinden büyük, top haline getirdikleri esrarengiz yüklerini
belirledikleri bir istikamete doğru yuvarlamaya başladılar. İki tilki,
kurtların akşam sefasından arta kalan bir leşin etrafında dans eder gibi
dolanıyorlardı. Qolit Tepesinin eteklerindeki yoncalar, çimler, ayrık, semiz,
ısırgan, kuzu kulağı otları, kengerler, deve dikenleri, çiğdemler, papatyalar,
gelincikler ve diğer bitkiler üzerlerindeki kırağı damlacıklarından ürpertili
sıçrayışlarla kurtulup, yüzlerini güneşe döndüler. Yeni güne daha bir gelişme ile çiçeğe durarak, boy atarak başladılar. Her bitki, kendince yeryüzünü
anlatılması güç olan muhteşem bir güzelliğe bürünmesi için katkıda bulundular.
Mutaassıp bir diyar olan Camili Köyünde, bu ilkbahar
sabahı, çoğu evin büyükleri güne abdest alıp, nasırlı, yumuşak, kadife, tombul,
kıllı, yaşlı, ince ve küt parmaklı ellerini açılmış avuçlar halinde yukarı
çevirip, sabah namazını kılarak başladılar.
Heyderi Hecike ve karısı Kör Zewe de aynı eylemle günü
selamladılar. Güneş balkonu iyice ısıttı. Şöyle bir su döküp, el süpürgesi
ile tozunu alıp, ortalığı böylelikle serinletmek iyi olacaktı. Bir gözü hiç
görmeyen Kör Zewe, gören gözüne gelen güneşe karşı siper ettiği elini indirip,
mutfaktan alıp geldiği su dolu kovanın alt kısmında tutarak, cıssssss sesleri
ile balkonuna bir serinlik getirdi. Köyün içlerine doğru birileri uzaklarda
başka birisine sesini duyurmaya çalışarak, uzun uzadıya hikaye anlatır gibi
bağırdı. Karşı taraftan da kürtçe “Ere… ere…- Evet… evet…” sesleri geldi.
Horozlar çoktan ürümelerini bir yana bırakarak, rengarenk tüylerini sallaya
sallaya, günün ilk sevişmesi için, gözüne kestirdikleri tavukların peşinde koşuyorlardı.
Heyderi Hecike yakınlarındaki Kaman ilçesinin Çarşamba
pazarından, karısı Kör Zewe’nın sıkı sıkıya tembihlediği kıska soğanları
unutmamıştı. Zaten unutsaydı, hali haraptı. Kör Zewe kıska soğan torbasını
alıp, bahçesinin yolunu tuttu. Buram buram toprak kokan bahçesinde küçük küçük
eşelediği çukurlara, oturduğu yerde, her defasında sol ayağını ileri geri
iteleyerek, baş parmağının altına aldığı kıska soğanını bahçesine gömdü.
Aslında bunu yapmakta biraz geç kalmıştı. Az ilerideki komşusu Köy Muhtarı
Mille’nin karısı Naze’nin bahçesine iki hafta önce ektiği soğanları çoktan
çillenmiş ve belki de bir haftaya kalmaz yenir hale geleceklerdi. Geç olsun,
güç olmasındı. Hiç yapmamaktan yeğdi.
Öğle sıcağı iyiden iyiye bastırırken Kör Zewe artık
iyice gölge alan balkonundaki sedirin üzerine yorgun düşüp, uzandı. Balkon
demirine konan minik bir serçe etrafına bakınırken, Kör Zewe’nin ani
horlamasından ürküp, bir kadının bu kadar yüksek sesle horlamasına hayretler
ederek, köyün içlerine doğru kanat çırptı. Sıcaktan Kör Zewe'nin alnı iyice
terledi. Serçe ürküp kaçsa da, sinekler hiç bir korkuya kapılmadan, derin
uykudaki bu kadının alnına usta bir pilot inişi ile geniş ve artık
kırışıklıkların gelip iz bıraktığı piste kondular. Kör Zewe bundan rahatsızlık
duydu, elini alnına götürdü, gören gözünü elinin tersi ile oğuşturdu. Olduğu yerde zorlukla doğrulurken, bu Kürt köyüne
uzaklardan imam olarak tayin edilen, Bitlis’li Kürt hocanın isteksizce okuduğu ezan, bütün sessizliği
ortadan kaldırdı.
Güneş kızıllığa bürünüp, evlerin ardında kayboldu.
Karşı mahallede Aber’in kuzuları, kırlarda otlamaktan gelen koyunlar kuzularına
kavuştular. Karşılıklı yüksek sesle meleşip, “anneee… kuzummmm…” diye
birbirlerine sarıldılar. Kör Zewe akşam yemeği için bir tepsiye koyduğu bulgurda
taş olup olmadığını tek gözü ile seçerken, bulduğu küçük bir taşı beton zemine
attı. Betondan küçük bir çınlama sesi yükseldi. Zewe’nin yüzünde hafif bir
gülümseme belirdi.
YAZ
Sıcaklar dayanılır gibi değildi. Sıcaklardan ortalığı adeta sarımtırak bir renk aldı.
Camili’ler ellerine geçirdikleri her bezle özellikle alınlarında ve
boyunlarındaki boncuk terleri siliyor, bükülmeyen sert ve yayvan olan her
şeyi yelpaze gibi sallayıp, serinlemeye
çalışıyorlardı. Aylardan Temmuzdu. Ekinler iyice sarardı, beklenen büyük gün
hasat zamanı geldi kapıya dayandı. Köye her gün tekerlekler üzerinde bir fabrikayı andıran, sarı ve yeşil renklerde biçerdöverler
geliyorlardı. Bütün umutlar, iyi bir mahsule bağlıydı. Köylüler telaşlı
oldukları kadar aynı zamanda mutluydular.
Biçerdöverlerin köye geldiğini duyan Heyderi Hecike,
karısı Kör Zewe’yide alıp, Ankara’dan köyüne geldi. Yol üzeri ilçeleri
Bala’dan, yörede şehir ekmeği de denilen bir kaç somun ekmek ve ihtiyaç
duydukları alış verişlerini yaptılar. Kesikköprü beldesine yaklaşırken,
pantolonunun arka cebine koyduğu keten şapkasını çıkarıp, kafasına taktı. Nasıl
ki yaşı ilerleyen bir kadının başının açık olması hoş karşılanmazken, yine
şapkasız ileri yaşlardaki bir erkek de kabul görmüyordu yörede. Araba,
“Ziyaret” olarak adlandırılan yokuşu zorlanarak çıktı. Karanlık daha
bastırmamıştı. Güneşin etkisi hafif kırılmış olsa da, o boğucu hava hala
hakimdi. Arabanın açık olan camlarından, içeri tatlı bir rüzgar doluşuyordu.
Kör Zeve çözdüğü eşarbına tekrar düğüm attı. Hayderi Hecike zorlu rampayı
geride bıraktı. Arabanın vitesini önce ikiye, sonrasında da üçe aldı. Hızla
Küçük Camili Köyü’nü geçip, alaca karanlıkta Büyük Camili’ye doğru süzüldü. Köy
mezarlılığının yanından geçerken okudukları
fatiha süresinin ardından Heyderi Hecike sağ elini direksiyondan çekip, yüzünü sıvazladı.
Kör Zewe’nin araba sürme gibi bir sorumluluğu olmadığından her iki eliyle
yüzünü sıvazlarken, gören sağ gözünden akan yaş sağ avucunun içini ıslattı.
O’nun anne ve babası da bu mezarlıktaydı. Daha pek çok yakını ve çok küçük yaşta ölen oğlu İsmail de burada yer alıyordu.
Arabanın içinde duaları daha çabuk okuyan
Kör Zewe’nin “amin” nidası daha önce yankılandı. Direksiyonun arkasında,
köylülerine bir bir elini arabanın camından çıkarıp, sallayarak selamladı.
Camili’ler aralarında uğultu halinde ekinlerin verim
oranlarını gölgeliklerde, cami avlusunda, duvar diplerinde, evlerin
balkonlarında ve ekin tarlalarında, traktör römorklarının altında yemek ve yufka
ekmeklerle avurtlarını doldurarak tahminlerde bulunuyorlardı. Giri Kullung
olarak adlandırılan bölgedeki bir ekin tarlasında bulunan biçerdöverlerin
gürültüsünü duyan tarla fareleri, tavşanlar, acele edebilirlerse kaplumbağalar
ekinleri ezilmek korkusu ile terk ediyorlardı. Başaklardan arındırdığı sapları
açılır kapanır bir kapaktan dışarı atan biçerdöverlerin ardından kargalar, tiz
sesleri ile bağrışarak uçuştular. Biçerdöver sürücüsü dolan depoyu haber vermek
için, ekin sahibini uzun uzun öten klakson sesleri ile uyardı. Ekin sahibi
Heyderi Hecike çocuğunun kulağını büker gibi traktörün kontağını çevirdi.
Traktörden patlamalı bir ses yükseldi, sağ büyük tekerleğin altındaki karınca
yuvasında büyük bir katliam yaşandı. Karıncaların inlemeleri ve imdat
çığırışları traktörün sesinin gölgesinde duyulmadı. Camili’liler İtalya’daki
çiftçiler gibi, hasat sonrası dans etmediler, ama kirli sakallı yüzlerinde
belli belirsiz bir gülümseme oluşurken, Tanrının bugününe de şükür ediyorlardı.
SONBAHAR
Sıcakların etkisi bir hayli geride kaldı. Günün
ortasında apansız uğultular eşliğinde rüzgarlar esiyor. Camili’nin kırlarında
artık tamamen kuruyup, köklerinden kurtulup, özgürlüğüne kavuşan çalı-çırpı
rüzgara kapılıp, köyde evlerin arasında bir yandan diğer bir yana savruluyor.
Ve evlerin camlarından rüzgar uğultu halinde boş bulduğu aralık ve çatlaklardan
girmeye çalışıyor. Kapı ve pencerelerden biri açık unutulmuşsa cereyan yapıp,
hızla çarpıyorlar. Rüzgar beraberinde evleri toz, toprak ve kum katmanları
altında bırakırken, köydeki gelinlerin başlarından aşkın olan işleri daha da
artarken, hain bakışlı kaynanalar, onları göz hapsine alıyorlar. Bu yetmezmiş
gibi kirli sakallı, çürük dişli kayınbabalar da günün her saati çilekeş
gelinlerin çay sunumlarını bekliyor, gecikme halinde serzenişlerde
bulunuyorlar.
Kör Zewe bahçesindeki zerdali ağaçlarına bakıp, bu yıl
da beklediği ürünü alamadığını, var olanı da kuşların yediğinden şikayetçi
oluyor. Bu düşüncelere dalmışken, tohum ekmek için hazırlık yapan Heyderi
Hecike mibzeri bağlamak için, eğildiği yerde ıhlayıp-puflarken bir yandan da
çekiç ile traktörün dingiline hızla vuruyor. Uzaklardan çınlamalar halinde
çekiç sesleri yükseliyor.
Art arda çıkan rüzgarlar Kızılırmağın yüzeyini
dalgalandırırken, sazan balıkları su yüzüne çıkıp kısa süreli rakslarının
ardında yeniden mavilikte kayboluyorlar. Çok ağaçlı bir bölge olmadığı için
sonbahar ile birlikte sararıp, solan yaprak da fazla değil. Bu nedenle sonbahar
kendisine özgü hüzün ağırlılığını insanlara çok hissettirmiyor.
Leylekler, turnalar, kırlangıçlar, yaban kazları,
yaban ördekleri ve diğer göçmen kuşlar son hazırlıklarını yaptılar ve daha
sıcak diyarlara gitmek üzere, Camili semalarında kafileler halinde uçarak,
bahçesinde telaşla dolanan Kör Zewe’ye kanat çırpıp, veda ediyorlar.
Çok az cemaati de olsa Bitlis’li hocanın Kürt aksanı ile
sesi bir kez daha ikindi namazı için gökyüzünde yükseliyor. “Ellahu ekber…
Ellahu ekber…” Dini bütün bir kaç kişi köyün çeşitli yönlerinden tek noktaya,
camiye doğru, tren kaçıracaklarmış gibi bir telaşla üst üste aradaki mesafeyi
adımlıyorlar. Rüzgar istifini bozmadan camiye giden Heyderi Hecike’nin
şapkasını savurdu. Heyderi Hecike şapkasının ardından koşturdu ve yakalayıp,
sıkı sıkıya kafasına geçirip, tedbir olsun diye camiye kadar bir eliyle tuttu.
La Fonten’in Camili Köyündeki cırcır böceği, kış için
hiç bir hazırlık yapmadığı gibi, Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunda saz
çalmaya pek niyetli değil. Cırcır böceği bütün yaz solo konserler verip, berbat
“gıy-gıy” sesleri ile insanların başını ağrıttı. Görünen o ki; zil çalan midesi
ile karıncanın kapısını tıklatmasının zamanı, her geçen gün daha da
yakınlaşıyor.
KIŞ
Binlerce iğnesi ile canlıların bedenini derinlemesine
ısıran, dondurucu rüzgar durmaksızın esiyor. Özellikle insanlar “tirtir”
titriyorlar. Evlerin çatılarından aşağılara doğru sarkıtlar halinde buzlar, her
an kopup insanların başlarına düşme tehlikesi ile asılı kalıyorlar. Evlerin
bacalarından, Aladdin’in lambasından çıkan dumanlar gibi dumanlar yükseliyor,
ortada “dile benden ne dilersen” diyen cinler gözle görülmüyor.
Yerler buz tuttuğundan, Kör Zewe evinden az ilerideki
tandır damına giderken, hiç dans bilmediği halde, bırakın dansı, Camili köyünde
harika bir “Kuğu Gölü Balesi” icra ediyor. Ha düştü, ha düşecek dediği
karısının imdadına, Heyder Hecike çok atik hareketlerle yetişti. Çok geçmeden,
günlerin kısalması nedeni ile erkenden bastıran karanlık ile birlikte, ani
baskın veren beklenmeyen misafirlere, Kör Zewe’nin demlediği, fokurdayan çayın
buharları mutfağı kapladı. Başka ne yapabilirim derken, misafirlerine bir de
mısır patlatayım dedi ve patlayan mısırlardan bazıları tencereden patırtılar
ile zıplayıp, etrafa sıçradılar. Heyderi Hecike misafirlerine hal hatır
sorarken, bir yandan da çayın neden geciktiğini merak ettiğinden, yüksek sesle karısı Kör Zewe’ye seslendi. Kör Zewe “geldim… geldim…” diye hemen
karşılık verip, mis gibi kokan, dans eden buharların yükseldiği ince belli
bardaklar ile misafirlerine tavşan kanı çaylar sundu. Sohbet odadakileri çok
eskilere götürdü. Kör Zewe soba sönmesin diye, gürültü ile bir kaç kürek taş
kömürünü harlanmış olan ateşin üzerine attı. Ateş çatırdayarak önce
alevlendiyse de, sonradan söner gibi oldu, ama alttan yanmaya devam etti. Kör
Zewe hem yorulmamak hem de sıcak kalması için iki eliyle tuttuğu çaydanlıkları
getirip, sobanın üzerine koydu. Sobanın üzerine damlayan çay taneleri cosurtulu
sesler çıkarırken, damlacıklar dans ederek, buharlaşıp yok oldular. Odanın
içini çaydanlıklardan yükselen bir buhar kapladı. Camlar buğulandı ve
misafirlerin on dört yaşındaki kızları Beriwan camlardan birine kocaman bir
kalp çizdi. Beriwan’ın babası Hüsso, karısı Fate’ye bakıp, bu kız ne halt
ediyor diye ters ters sorgulayan gözlerle baktı. Beriwan olup, biteni görünce
buğulu cama çizdiği kalbi, içi acıyarak sildi. Heyderi Hecike olup biten hiç
bir şeyi görmedi. Kör Zewe zaten telaşlıydı. İçilen çaylar ile birlikte, sunulan patlamış mısırlar
avuç avuç, açılıp kapanan ağızlarda çıtırtılı sesler çıkartılarak yendi. Beriwan anne ve babasına küstüğü için, butün ısrarlara
rağmen patlamış mısırdan bir tane dahi yemedi. Bütün akşam annesinin arkasına saklandı. Misafirleri sıkılmasın diye televizyon kanallarını
“zaplayan” Heyderi Hecike ekranda güzel tabiat manzaralarını görünce, bu
yayında durdu. Televizyondan yükselen müziğin yabancısı da olsa, melodiler
kulağa oldukça hoş geliyordu. Hafif tozlu ekranın alt kısmında açıklama olarak, Heyderi Hecike’nin okumakta biraz
zorlandığı “Vivaldi - Quattro Stragioni” vardı.
Amsterdam, 8 Haziran 2015