16 Nisan 2016 Cumartesi

TOPAÇ






TOPAÇ

Yazılmadık ne kaldı? Gecenin kırkının kırkında, kafasının derinliklerinde bir topaç misali dönüp duran soru idi bu. Kaygan zeminde şaşılası bir hızla dönmeye devam eden topaca, Baran oğlan bir yandan akan burnunu çekerken, bir yandan da kamçısını ustaca, olanca gücü ile vurdu. Topaç biteviye kavisler çizip etrafına bir renk yelpazesi saçarak döndü. Yatağına yatmak üzere uzanan adam çitten binlerce koyunu kazasız belasız atlattığı halde, uyku göz kapaklarının altından süzülüp, bütün istemine ve uğraşılarına rağmen giremiyordu. Hızla topaca değen kamçının sesini, yattığı yerden O da duyar gibi oluyordu. Kafasının içinde O’nu yiyip bitiren soru da aynen Baran oğlan’ın tokacı gibi hızla dönüyordu. Bir kez daha kendi kendisine sordu. “Yazılmadık ne kaldı?” Yaşam enine boyuna incelenmeden kaleme alınmıyor. Düşünceler kağıda döküldüğü andan itibaren kalıcı hale gelip, o andan itibaren değer kazandığına göre, ne yapıp yapıp yazmak gerekiyordu Eteğindeki bütün taşları döküp dökmediğini aklından geçirdi. Bu kadar az mı taşı vardı? Belki de bunlar taş bile sayılmazdı. Yok canım, o kadar da değildi. Taş olmasalar dahi, herhalde kum taneleri de sayılmazlar, diye düşünmekten kendisini gayri ihtiyari alıkoyamadı.
Uykusu elinden kanat çırpan bir kuş misali kaçıp, uzaklaştı. Karanlıkta tatlı bir horultu ile mışıl mışıl uyuyan karısını dinledi, bir müddet. Ne güzel, anında uyku moduna geçiş için, kendisinde bulunmayan bir düğmesi vardı, galiba. Oda karanlık olmasa, bir de tavanda direkler olsa idi, en azından direklere bakar, onları sayar veya üzerindeki budak izlerinden kendince şekiller çıkarırdı. Topaç dönüyor mu hala? Evet… Evet dönüyor. Hem de bütün hızıyla. Kamçı sesi ne ise de, ya Baran’ın burnunu çekişi dayanılır gibi değildi.
Her şey yazılmış olamazdı. Kıyıda köşede gizlenmiş olan temalar mutlaka vardı. Yazmak için bir konu bulmak üzere, kafasında bildiği bütün zulalara baktı. Hatta yattığı yerden evdeki bütün çekmeceleri karıştırdı. Olmadı. Anında memleketine ışınlandı. Anadolu’yu ışık hızı ile bir baştan bir başa dolaştı. Mevsimlerden bahardı. Çiğdemler, papatyalar, nergisler ve gelincikler topladı. Kengerlerden sakız yaptı. Tavşanların peşinden koştu. Kurtlara ve tilkilere kocaman gülümsedi. Yüreğinin yağını yakan dost ziyaretlerinde bulundu, Halil İbrahim sofralarına oturdu, buğulu rakı kadehini tokuşturduklarının dertlerini dinledi, acılarını ve mutluluklarını paylaştı, sımsıkı kucaklaştı, tokalaştı, acı kahveler içti. Ama ne Baran oğlanın topacı dönmemezlik etmeyip durdu, ne de kafasında beynini kemiren soru.Dünya tatlısı karısı horlamaya devam ediyordu. Yazılmadık ne kaldı?
Dünyada milyonlarca insan elinde kalem, yüzlerce dilde, yüreklere hitap eden en güzel kelimeleri büyük ustalıkla bir araya getirip, Baran oğlanların topaçlarının dönmesine hem de hiç aldırmadan, yazma yolu ile kafalarındaki soruyu kovalayıp, üzerlerindeki ağırlığı bir tarafa atıyorlar. Çok uzun zaman biriminin akabinde, üzerlerindeki yükü atabilmelerinin oldukça değerli getirisi olan ürünlerini gururla imzalayıp, sevgi ve saygıları eşliğinde, sırada kuyruk oluşturan okuyucularına tatlı bir gülümseme ile uzatıyorlar.
Bugüne değin o kadar çok şey yazıldı ki. Her eli kalem tutan kendince; “acaba yazılmadık ne kaldı” sorusuna bir yanıt bulup, yazma eylemine koyuldu. Aşkın, sevdanın bin bir türü, ak güvercinler, zeytin dalları, barış, kardeşlik, doğanın her hali, çayır çimen, karıncalar, sararıp solan yaprağın dalından düşüşü, dağ, taş, annelerin gözyaşı, sıla özlemi, halkları için yola çıkanların şanlı direnişleri, yarin nazı, işvesi, cilvesi, gamzesinin güzelliği, saçlarının lülesi-buklesi, baharın gelişi, lapa lapa yağan kar, çağlayan dereler, arıların vızıltısı, kanat çırpan kelebekler, börtü böcek. Atına atlayarak, uzun ipek yelesine yapışıp, kendince bir adalet sağlamak isteği ile sarp dağlara vuran eşkıyanın destanı, “İnce Memed” olup yazıldı. Hiroşima’da ölen, ama çocuklar şeker yiyebilsin ve öldürülmesin diye, kapıları birer birer çalıp imza toplayan Japon kız çocuğu, görüşmecinin; demir parmaklıklar ardında yarinin hasretinden prangalar eskiten, Kürt diyarından, “uyy havar” diye bağıran ve dağlardan sesinin en yüksek tonu ile şehirlere seslenen, sigarası karanfil kokan adama götürdüğü yeşil soğan, Fransız ellerinde güzelliklerinin anlatımı mümkün olmayan Elsa’nın gözleri insanı mest edecek şekilde yazıldı. Bu yazılanlardır ki, Küçük Prens görmenin gözle olmadığını, bunun bir yürek işi olduğunu gösterip, büyük bir yanılgıdan bizleri kurtardı. Böylelikle bir gerçek daha gün ışığına çıktı.
Ne güzel insanın çalakalem, dizginsiz, bir çırpıda yüreğinden geçenleri önce imbiklere biriktirip, sonrasında yazın yolu ile unutulmayacak-kalıcı hale getirmesi. Bir atasözünde bu aynen şöyle vurgulanır. “Alim unutmuş, kalem unutmamış.”
Baran oğlanın kırbacının sesini uzandığı yerde duyan ve kendince, mavi gözlü dev şairin de dediği gibi; “bizim tarafta olmaya ve yeni bir alemden yana olmaya çalışan” adamın kafasında aynı soru durmaksızın dönüyordu. Büyük bir girdabın içinde buluyordu kendisini. Bir şeyler mutlaka vardır. Kalemin ucu kör kalmamalı, açılıp yürekten damıtılanları ak kağıt üzerine kıvrak bir raksla aktarmalı, tabi kafamız elimizin ne yazacağına hükmederse. Yazılmadık ne kaldı? Bundan sonrasında yazılmak üzere kalan  salt güzellik olsun. Kalemlerin mürekkebi daim olsun.

Amsterdam, 16 Nisan 2016

22 Mart 2016 Salı

BOZKIRIN KIRGINLIĞI


                                                                                                                   Resim: Hatip Konukçu




BOZKIRIN KIRGINLIĞI

Aşk ile üflenen renkli billur camların kırılganlığında, alabildiğine hassas, tarihi dokusu hayli zengin, kalplerde yaşayan şairin de kıyasladığı gibi “Havva Ana’nın daha dünkü çocuk sayıldığı” Anadolu topraklarının yaşlı yüreğinden bi yol söz etmeye görün,  akıllara ilk gelen, bozkır olur. Öyle ki uçsuz-bucaksız, bir o kadar da yorucu, tekdüze git git bitmezdir o. Art arda düzlük, dere ve tepedir. Gözlerinizi kırpıştırıp, olmadı, asker selamına durur gibi elinizi kaşınız hizasında siper edip, gerekli gölgeliği edinmenizle birlikte ve ardından daha da kolay görmenin getirisi ile bir de derinlemesine bakmayı denediğinizde, gözlerinizi önüne serilen alabildiğine tarım alanları, bir tutam buraya, bir tutam oraya, bir diğeri şuraya, öbekler halinde ev ev serpiştirilmiş köyler ve kasabalardır İç Anadolu’da bozkır. Nuh`a buralardan da salıncaklar, hamaklar ve beşikler verilmiştir ve bilinen o ki; bozkırda da fukaralıktan bir hayli utanılır, hem de ele güne karşı çırıl çıplak.
Pek çok il, ilçe ve köy iri veya ufak olmalarına hiç bakmaksızın bir halaya tutuşmuş gibidir.Ritmi yüksek muhteşem görünümlü halayın başında sırası gelmişse, adil bir şekilde kimi zaman Ankara, kimi zaman Sivas veya Konya’dır. Olmadı, Çankırı, Yozgat, Bala, Polatlı, Tepeköy, Küçük Camili, Haymana’nın Bumsuz Köyü veya Kaman ilçesinin Hirfanlı Köyü’dür ışıltılı al mendili şevkle sallayan.
Bir de upuzun, safir taşları ile bezeli maviş maviş göz kamaştırarak ışıldayan, Kızılırmak adlı bir gerdanlığı vardır bozkırın. Büyük bir coşku ile akan mavi sularında bol kılçıklı sazan ve kefal cinsi balıkların dans ettiği, bozkırın uzaklara olan özlemini giderebilmesi için kavalyesi İç Anadolu’yu koluna taktığı gibi Karadeniz ile buluşturur bu ırmak. Baharın gelmesi ile birlikte, bütün düzlüklerde ve yükseltilerde gökkuşağının olanca renklerinde binlerce çeşit kır çiçeği, renk yelpazesi güneşle buluşup, yeryüzünü her defasında kalbinin atışları ile büyük bir heyecan duyan allı pullu bir geline dönüştürür. Kır çiçeklerinden burcu burcu yayılan mis amber kokuları ciğerlerinin derinliklerine çeken her canlı o an mest olur ve başı döner. Ateş böcekleri raks edip çıkardıkları kıvılcımlar ile ışıklar saçarken, cır cır böcekleri bestekarlarının kaleme aldığı bütün eserleri, kimi zaman koro halinde, kimi zaman da sololar halinde, büyük bir titizlikle notalarını okuyup, muhteşem konserlerini icra ederler. Bin bir renkli tüyleri ile keklikler bir kuytudan diğer birine kendilerine has ötüşleri ve paytak yürüyüşleri ile ilerlerler.
Bozkırın sürgün Kürdü olarak, komşu bir Türk köyünden yaşlıca bir amca ile tesadüfen bir yerlerde karşılaştığınızda size sorduğu ilk soru;
“Yeğenim, demek Camili köyündensin. Sizin orada bizim Şiho vardı. Ayşık’ın Şiho diyorlardı. Nasıl hayatta mı kendisi. Çok iyi bir insandı doğrusu. Arkadaşımdı kendisi. Sizin oradan bizim köye gelin de aldık. Dur bakalım yeğenim, neydi adı. Ha… Hatırladım. Hasko’nun Ruffo diyorlardı babasına. Ama aslan gibi çalışkan, evini çekip çeviren, saygıda kusur etmeyen, ailesi ve geçimi için dişi-tırnağı ile mücadele eden bir gelin. Sonra defineci Hinto vardı. O da sizin oralı mı idi? Türkçesi çok kıttı. Ama misafirperver ve çok da saf bir insandı. Evinin önünde yer altından çıkardığı, iri bir adamın dahi içine girip saklanacağı büyüklükte bir küp vardı. Bir keresinde evine yolumuz düşmüştü, Tanrı misafiri olduk. Sağ olsun bizi yere göğe konduramamıştı. Demek sen de Malı Bevlerdensin. Babanın adı ne idi acaba, belkim tanırım kendisini. Ayşık’ın Şiho’yu görürsen çok selamımı söyle. Kaman’a yolu düşerse buyursun gelsin acı bir kahvemizi içsin. Yeğenim seni de beklerim. Manifaturacı Talip diye sorarsan herkes tanır beni.”
Bozkırın dört bir yanında korku içinde zıplayan benekli tavşanların, belki yiyecek bir tek havuçları yoktur, ama her ihtimalde mutludurlar. Tilkiler her zamanki sinsilikleri ile tavuk kümeslerine durmadan dadanırlar. Gecenin zifiri karanlığında Hüsso’nun kıllı kolları, çifte benli şişko karısı dayı kızı Fato’nun beline dizginlenemeyen bir şehvetle sıkıca dolanırken, tavuk ve horozların can havli ile çığlıkları yayılır köyün sessiz derinliklerine. Hüsso apansız kollarını isteksizce geri çeker, ne oluyor diye bir an için sırt üstü uzanır. Gelen seslere kulak kabartır. Loş karanlıkta hızla alıp verdiği nefesini kontrol altına almaya çalışarak yan gözlerle göğsü inip kalkan eşi Fato’ya bakar. Fato hışımla yatağında doğrulur.
“Lo sen ne duruyorsun? Git bir bak hele yine o uğursuz tilki mi geldi, ne oldu?” deyip, hevesi kursağında kalan Hüsso’yu paralar. Hüsso aklında “Aman be tilki, zamanı mıydı şimdi. Bir on dakika sonra gelseydin ne olurdu sanki” deyip, sitemini yüreğinin atışları dahilinde sessizce dile getirir. Aşk kokusunun dört bir yanına iyice sindiği odada, telaşla giydiği pantolonunun kemerinin metal tokasından ve cebindeki bozuk paraların şıngırtıları yayılır. Devasa genişlikteki bozkırda, o an hayat bulan sevişmelerden biri gün ağarırken, mutlu son ile bitmez. Film kopar ve yarım kalır.
Kürtler müziklerini büyük bir gizlilik içinde sindire sindire dinlerler. Türkçeyi mümkün olduğu kadar kusursuz öğrenmeye çalışsalar da, dillerinin bir yerlerine söküp atamadıkları aksan, bir kene gibi yapışıp, kalır. Söküp atamazlar. Radyolarında ve televizyonlarında büyük bir zevkle dinledikleri, bozkırın ölümsüz ozanı Neşet Ertaş’ın türküleri, bozlaklar yayılır. Türkülerde “yar tatlı dilli, güler yüzlüdür. Mezar arasında harman olmaz. Mühür gözlü sakınılır, kıskanılır. Zahide’ye kurban olunduğu halde, O sevdiğinin belini kırar,” acımasızdır. Ozan “aydos” diye yeri göğü inletir. Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Aşık Veysel ve diğer değerler zenginleştirir bu bozkır diyarı.
Türk ve Kürt köyleri yüzlerce yıldır, yan yana, komşu ve kardeştirler. Bozkır sabahlarında Kürt köylerinde de radyo ve televizyonlarda Yurttan Sesler korosu coşkulu türküler dillendirir. Kürt Hüsso kendisini kaptırır, mırıldanmadan edemez. Muazzez Turing, Özay Gönlüm ve Bedia Akartürk aynı güzellikte kabul görür. Bu köylerde de yare gitmek için “ibibiklerin ötmesi, sütlerin kaymak tutması” beklenir. Birbirine sınır oluşturan aynı toprakların mahsulü buğdaydan yufka ekmeklerini yaparlar. Zaman gelir aynı bulgura kaşık sallanır, birbirlerine sundukları nar kırmızısı çaylar aynı tarzda üflenerek yudumlanır. Teneffüs edilen hava farklı değildir. Türk veya Kürt demeden aşık olunur, yaşanan onca aşk ve sevdanın akabinde, binlerce evlilik yapılır, mutlu yuvalar kurulur. Yakın akraba olunmanın ardından, yüz binlerce çocuk doğdu, doğuyor. Samanyolu, kuyruklu ve diğer sonsuz sayıdaki yıldızlar aynı semalarını ıpışıl aydınlatıp, süsler. Lakin gelinen noktada Hüsso yine de biraz kırgın gibidir. Bi yol olsun Aram Tigran, Ayşe Şan, Mehmet Arif Cizrawi veya Şıvan Perver’in Kürtçe müziklerinin tek bir sözcüğü yükselmez, kardeşleri olduğunu söyledikleri, yüzlerce yıldır bir arada yaşadıkları Türk köylerindeki insanların dudaklarının arasından, radyo ve televizyonlarından. Tek kelime Kürtçe  kelime öğrenilmez. Bu dilde “sevgi, aşk ve barış” sözcüğü nasıl söylenir diye hiç merak edilmez. Hiç kimse bu yasaklı adeta lanetli bir hal alan dilde, pır pır atan yüreğinin sesine kulak verip, “Seni seviyorum” diyemez. Arkadaşım, kardeşim, komşum dediği insanların isimlerini dahi telaffuzda hayli zorlanırlar. Devlete olan malum küskünlükleri bir tarafa, bir yanları sönük, kırgın, eksik ve duygulu yürekleri hep buruktur hor görülen bu insanların. Bir anlam veremezler, onurları hoyratça kırılır, boyunları bükülür her birinin. Kuyruklarının olup olmadığı her an gündemdedir. Bu konu bir türlü açıklığa kavuşturulmamıştır. Komşuları Türk köylerinin kafasının içinde dönüp dolaşan, varlığını her daim koruyan bir sorudur bu durum.
Kaplumbağalar sırtlarında görünmez ağır bir yükü alıp, başka bir istikamete doğru aheste aheste taşır gibidirler. Tarla fareleri deliklerinden çıkıp, dim dik sağa ve sola selam dururlar. Kirpiler sivri iğnelerini sevdiceğine batırmadan, incitmeden ve özenle sakınarak sevişirler. Her kuş kendi dilinde özgürce ötüşür. Uğur böcekleri, bal arıları ve tırtıl olmayı bir tarafa bırakan kelebekler ihtişamlı albenileri ile çiçek çiçek dolanıp, nazla kanat çırparlar. Kurtlar sürüler halinde avlarının peşinde dolanıp, çarşaf beyazı karlarda yürüyüp izlerini belli ederler. Yaz mevsiminde, hasat öncesi buğday, çavdar ve arpa başakları sahibinin yanık yüzünü gülümseterek, nazlı nazlı sallanırlar. Gelincikler çıkacak olan en hafif bir rüzgardan korku ile sakınıp, kuytularda toprağa kök salarak saklanırlar. Papatyalar boy boy sarı ve beyaz renklerinin kombinasyonunu en güzel bu geniş topraklarda sergilerler. Yöre papatyaları ile bakılan bütün fallar, her defasında “seviyor” ile sonlanır. Kışlar sert ayazlı, kuru soğuk, yazlar oldukça sıcaktır, safir gerdanlıklı uçsuz-bucaksız bozkırda.


Amsterdam, 22 Mart 2016

7 Mart 2016 Pazartesi

KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ



 KÜÇÜK CAMİLİ’NİN EZO GELİNİ

Yüksek yer anlamına gelen ve ismi ile de müsemma olup, konumu gereği bir hayli yukarılarda olan Bala, her bahtı karanın yüreğine çöken, o istenmeyen kasvetli karanlığı aklamak gayesi ile görmek istediği, Başkent Ankara’nın bir ilçesidir. Devlet sarsılmaz varlığını göstermek gayesi ile bu küçük ilçeye de elbette bir karakol, askerlik şubesi ve hapishane hizmetini çok şükür esirgememiştir. Bala’ya bağlı kardeş Türk köylerinden sonra, bir arada bulunan Kürt köyleri de Kızılırmak’a paralel bir şekilde, İç Anadolu bozkırında bir Oltu taşı tespihin taneleri gibi art arda ilçe topraklarında sıralanırlar. Bu tespihin bir telkari ustasının ince gümüş işçiliği ile süslenmiş olan imamesi, büyüklüğü gereği ile Kesikköprü beldesidir. Köyler arasında büyük benzerlikler olsa da, yine de her yerleşim birimi kendince farklılıklar ve şirinlikler sergilerler. Küçük Camili de yer yer ağaçların bulunduğu bu köylerden biridir. Yaklaşık yüz haneli köy; kuruluş esnasında sanki korkulu bir durumdan kaçarcasına, önceleri küçük bir vadiyi andıran bir alana konumlandılar. Yerleşim olarak ilk bakışta insana köylülerin bir şeylerden saklanma ihtiyacı duyduğu gibi bir hissi verse de, daha sonraları yüreklerden duyulan korkunun silinmesi ile daha yukarılara, Ankara yolunun yükseltisine çıkarak, alanlarını bu zuladan fazla taşmayacak şekilde iç içe geçmiş evlerin yapımı ile sürdürdüler.
Küçük Camili eşrafından Sılo, hanımı Ayşe ve oğlu Hüseyin şafak sökmeden uyandılar. On dokuz yaşlarındaki kızları Hediye ve on yedisinde çiçeği burnunda delikanlıları İhsan’ı uyandırmadılar. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Bir kaç evden sarı ışıklar süzülüyordu. Demek ki bu saatte başka uyananlar da olmuştu. Ankara’ya giden köy minibüsü neredeyse böyle gece yarıları yola çıkıyordu. Kuyular’dan başlayıp, Kesikköprü’ye kadar olan bütün köylerden yolcuları toplayıp, bir kısmını Bala da bırakıyor, kalan yolcular ile de Ankara’ya doğru yola devam ediyordu. Silo’nun gözü gelecek olan minibüsteydi. Çok geçmeden köy ilkokulunun yanında bir ışık belirdi ve kıvrımlı yolda minibüsün parlak farlarından yayılan göz alıcı ışık bütün köyün üzerinden geçip, yaladı. Silo aniden telaşlandı. Çantalarını bir araya getirip, hanımı Ayşe’ye ve oğlu Hüseyin’e seslendi.
“Hadi çabuk olun. Dolmuş geldi. Acele edin, yoksa bizi bırakıp giderler.” Hüseyin askerden yeni gelmişti. Baba ve annesinde bir telaş olsa da, O’nun yüreğinin atışları çok daha farklıydı. Hayırlı bir iş için Ankara’ya gidiyorlardı. Gece hiç uyumamış saçlarına jöle sürmüş ve bir güzel taramıştı. Sakallarını kesmiş ve inceden bıraktığı bıyığına dokunmamıştı. Avuç dolusu kolonyalar dökünüp, babasının yanına geldi. Sabahın bu erken vaktinde gelen bu kolonya kokusu başını döndürse de, oğlunun böyle üstünü başını düzeltmesi, bakımlı olması ve özellikle de artık evlenme yaşına gelip, çok önceleri Ankara’ya taşınan akrabalarının kızı Selma’ya gönlünü kaptırmış olmasından da oldukça memnundu. Aslında O da düz siyah saçlarını arkaya doğru iyice tarasa ve Ayhan Işık bıyıklarını biraz daha inceltse iyi olacaktı. Ama artık bu işlem için çok geçti. Allahtan Ayşe güzel giyinmiş, uzun kıvırcık saçlarını güllü bir eşarpla örtmüş, gür kaşlarındaki fazlalıkları cımbız ile  almıştı.
Oğlunun evlilik yolundaki seçimi doğrusu çok yerinde idi. Selma’nın babası da hem akrabası hem de arkadaşı idi. Bir kaç gün önce Ankara’ya giden bir akrabası Hamit ile haber gönderip, hayırlı bir mesele için gelip, misafir olacaklarını bildirmişlerdi. Minibüsün orta koltuğunda üç kişilik yere, cam tarafına Ayşe, ortaya Hüseyin ve kenara da Sılo oturup, sanki oğullarını koruma altına aldılar. Aracın tekerleği yerdeki bir çukura girdi, hafif bir sarsıntıdan sonra yola koyuldu ve ışıklar bir kez daha Küçük Camili Köyü’nün irili ufaklı evlerini taradı. Köyün dört bir yanını köpek havlamaları ve öten horozların sesleri sarmıştı. Güneşin doğmasına daha zaman olmasına rağmen, yolculuğa çıktıkları bu yaz gecesi de bir kaç haftadır devam eden bunaltıcı sıcaklardan nasibini almıştı. Köy imamı İbrahim hoca sabahın köründe uyanmak zorunda olduğu bu işini aslında pek de sevmiyordu. Karısı şişko Emine ve iki kızı ne güzel mışıl mışıl uyumaya devam ediyorlardı. Evinden çıkıp sabah ezanını okumak üzere ayağını sürüyerek yürürken, minibüsün içindeki yolculara baktı. Kel kafasındaki külahını hareket ettirip, minibüs yolcularına yine isteksizce selam verdi. Minibüsteki erkekler de bir ağızdan mırıldandılar;
“Ve aleyküm selam.”
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra, Bala’da inmesi gereken yolcular indiler. Boşalan yerler tekrar doldu ve Ankara’ya doğru yolculuk devam etti. Ankara’ya geldiklerinde güneş iyice yükseldiğinden, sıcak daha bir baskın hale geldi ve sabahın alaca karanlığı yerini berrak bir aydınlığa bıraktı. Minibüs hayırlı işin sahiplerini garajlara yakın bir yerde bıraktı. Anne,baba ve oğul ilk iş olarak bir pastahaneye daldılar. Bir masaya ailece oturup, ısmarladıkları su böreği, simit ve çayla kahvaltı yaptılar. Ardından Hüseyin tezgahtara kendilerine bir kutu çikolata hazırlamasını söyledi. Tezgahtar bir operatör titizliği ile çekiştire çekiştire plastik eldivenler giyip, işe koyuldu. Kutunun içine sanki çikolata değil de beşibirlik altınları diziyor havasında idi. Kırık çikolatalardan birisini Hüseyin’e verip, taze olduklarını damat adayına tescilletti. Çikolata paketi oldukça ihtişamlı gözüküyordu. Kız tarafı akrabaları da olsa, bırakacakları ilk intiba önemli idi. Sonuçta onlar da bilinen “naz tarafı” idiler.
Caddeden geçmekte olan bir taksiyi çevirip, bin bir telaş içinde bindiler. Sılo ön tarafa, Hüseyin ve annesi de arka koltuğa oturdular. Sılo şoföre dönüp;
“Kardeşim biz Keçiören Gazino durağına gitmek istiyoruz. Sana zahmet en kısa yoldan bizi oraya götür müsün?.” Şoför “emriniz olur amca bey” mahiyetinde saygı ile kafasını eğdi ve sarı kırmızılı tespihini geçirdiği vites koluna dokunup arabayı büyük bir heyecanın yaşanacağı, mutluluk menziline doğru yola çıktı. Arabada müzik olarak arka fonda  Şarkıcı Ümit Besen;
“Nikahına beni çağır sevdiğim, istersen şahidin olurum senin.” diye yalvarırcasına şarkı söylüyordu.
Aynı romantiklikte insanın içini bayıltan bir kaç şarkının ardından, kız evinin bulunduğu apartmanın ikinci katında kendilerini buldular. Zili damat adayının annesi Ayşe çaldı. Bu arada Hüseyin bir yandan elindeki çikolata kutusunun üzerindeki süsleri düzeltirken, diğer yandan da bir davulu aratmayan hızla çarpan kalbine derin nefes alıp vererek söz geçirmeye çalışıyordu. Kapıyı gelin adayı Selma’nın annesi Sultan açtı.
“Aaa… Buyurun, biz de sizi bekliyorduk. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.” Beklenen misafirler Selma’nın babası Fevzi tarafından da buyur edildikten sonra, misafirler devam edegelen heyecanlarını biraz daha arttırarak gösterilen yerlere oturdular. Selma diğer odada gelen misafirlerin telaş ve heyecanını aratmayacak duygular içinde hazırlanıyordu. Ev sahibi Fevzi’nin hal ve hatır sorularından sonra, Selma’nin da gelmesi için beklemeye koyuldular. Bu arada Fevzi ve hanımı Sultan sanki Hüseyin’i ilk defa görüyorlarmış gibi baştan ayağa süzmeye başladılar. Hüseyin’in kalbinin atışları biraz olsun dinmiş olsa da, Selma’nin oturma odasına girmesi ile çarpıntıları yeniden ayyuka çıkıp, tavan yaptı. Yerinden hafifçe kalkıp, titreyen eli ile aynı durumda olan Selma’nın elini sıktı.
Selma’nın getirdiği kahveler içildikten sonra, kız isteme faslı da tatlıya bağlandı ve Sılo cebinden çıkardığı nişan yüzüklerini dualar eşliğinde, mutlulukları gözlerinden okunan gençlerin parmaklarına taktı. Bir yıllık nişanlılığın ardından, Küçük Camili Köyünde yapılan üç gün  ve üç gece süren düğünün ardından Selma ve Hüseyin de dünya evine girdiler.
Selma gelin olarak Ankara’dan Küçük Camili Köyüne geldi. Köy hayatına uyum sağlaması uzun sürmedi. Kaynanası Ayşe ve kayınbabası Sılo ile birlikte oturuyorlardı. Selma’nın da köydeki diğer gelinler gibi çalışkanlığını ve hamaratlığını göstermesi gerekiyordu. Bu konuda elinden geldiğince evin içinde koşturuyordu. Evliliğinin üzerinden bir hafta geçmişti ki, her zamanki gibi erkenden kalktı. Bütün ev halkına kahvaltı hazırlamadan önce tandır damını ve evin avlusunun içini süpürmek için yörede “çalgı” denilen, kırlardan toplanan bir ottan yapılan süpürgeyi eline alıp, işe koyuldu. Dışarıda çok güzel bir hava hakimdi. Evin çatı kiremitlerinin arasına yuva yapan serçeler yavrularına buldukları yiyeceklerin sunumunu yapıyorlar ve serçe yavruları da sevinç çığlıkları atarcasına ötüyorlardı. Serçe cıvıltıları Selma Geline bir melodi gibi geldi. Eğildiği yerden doğrulup, bu seslere bir müddet kulak kabarttı. Sonra kaldığı yerden işine koyuldu. Önce karanlık tandır damından başladı. Kıyıda köşede her tarafta öbekler halinde buğday serpişmişti. Selma kendi kendisine kaynanası Ayşe’nin ve görümcesi Hediye’nin temizlik yönünden pek de titiz olmadıklarını düşündü. Serpişmiş olan buğdayları ve diğer kalıntıları süpürüp avlunun bir köşesinde topladı. Tozu dumana katarak bütün avluyu süpürdü. Bu arada kaynanası Ayşe sabah mahmurluğu ile uykulu gözler ile gelinin ne denli  çalışkan olduğunu aklından geçiriyordu. Evet helal süt emmişti, oğluna ve ailelerine layık bir gelindi. İlk intibası seçimleri isabetli ve çok kıt olan notu da Selma Gelin için tamdı. Çevresindeki komşulara ve gelip giden akrabalarına gelinini anlata anlata bitiremiyordu. Görgü, beceri, saygı ve sevgi gibi bir insanda olması gereken olanca meziyet gelininde toplanmıştı. Çiçeği burnunda gelinin üzerine yoktu. O her yönden bir numara idi.
Bütün ev halkı uyandıktan sonra yine evin gelininin hazırladığı kahvaltı sofrasına geçtiler. Sılo sofradan kalkıp evinin arkasındaki traktöre binip, tarlasına doğru gitmek için ayağa kalktı. Selma hemen sofradan kalkıp, kayınbabasının ayakkabılarını bulup, getirdi. Kunduralarının basık olan arka kısımlarını düzeltti. Sılo ayakkabılarını giyerken yan gözlerle çayını yudumlamaya devam eden hanımına göz ucu ile bakıp, göz kırptı. O da gelinlerine olan notunun tam olduğuna dair mesajını büyük bir memnuniyet ifadesi dahilinde sofradakilere sezdirmeden iletti.
Sılo evin arkasına geldiği zaman bir köşede komşularının bütün tavuk, horoz ve kazlarının bir köşede buğday yediklerini ve kavgaya tutuştuklarını görünce şaşırıp kaldı. Nereden gelmişti bu buğday ve bu kadar hayvanın evinin avlusunda ne işi vardı. Anlam veremedi, acelesi olduğu için traktörüne binip gitti. Tarladaki işi tahmin ettiğinden daha çabuk bitti ve tekrar eve geldi. Traktörünü aynı yere koyacaktı ki, biraz önce görmüş olduğu, kendisinin ve komşuların hayvanlarının gagaları açık, yere uzandığını görünce gözlerine inanamadı. Ne olmuştu bu kadar hayvana? Hemen hanımına seslendi ve acele gelmesini söyledi. Ayşe de gelince, O da şaşıp kaldı. Çok geçmeden toprak arasına karışmış olan buğday tanelerini görünce olup biteni anlamakta gecikmedi. Ellerini dizlerine vurarak;
“Eyvah… Eyvah Selma tandır damına attığım fare zehrini de süpürmüş. İnsan bilmez mi o buğdayların zehirli olduğunu. Ne yapacağız biz şimdi, komşulara ne diyeceğiz? Bu nasıl bir bela?” diyerek bütün komşuları başına topladı. Her gelen kendisine ait olan kazlarını ve tavuklarını cansız yatar halde görünce Silo ve Ayşe’nin gözlerine “ne yaptınız siz bunlara” der gibi ters ters bakarken, kayınbaba ve kaynana da yeni gelinleri Selma’nın yüzüne aynı terslik ile baktılar. Selma Gelin ne yapacağını şaşırdı. Bütün komşulardan, kaynanasından ve kayınbabasından yalvaran gözlerle özür diledi. Eşi Hüseyin olup biteni görünce O da eşi adına herkese dönüp;
“Komşular, Selma buğdayın zehirli olduğunu bilmemiş. Kusuruna bakmayın. Ama zararınız ne ise karşılarız. Ne olur bu olayı tatlıya bağlayalım.” diye bir açıklamada bulundu. Komşular yeni gelinin tecrübesizliğine verip, zararlarının da karşılanacağının verdiği rahatlık ile hayvanlarını geride bırakıp, evlerinin yolunu tuttular.
Komşuların dağılmasının ardından Hüseyin ve Selma köyün dışında kazdıkları bir çukura ayaklarından tutup, ters tuttukları tavuk, horoz ve kazları bu çukura atıp, üzerini toprakla kapladılar. Küçük vadide yer alan bütün evlerde gündem, Sılo’nun yeni gelinin icraatı idi. Onca kanatlı hayvanın katliamından sonra Küçük Camili Köyü’nün Ezo Gelini’ne verilen bütün puanlar, bir çırpıda geri alındı. Köylülerin notu da artık, ne yazıktır ki, kocaman bir sıfırdı.



Amsterdam, 7 Mart 2016

28 Şubat 2016 Pazar

THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF





http://unutulmazfilmler.co/the-first-grader-birinci-sinif.html#izle

FİLM 24 - THE FIRST GRADER – BİRİNCİ SINIF

 

 

Kimani Maruge. O da kim diye soracaksınız. Bir süre öncesine kadar, bana da böylesi bir soru yöneltilseydi, aynı tepkiyi verirdim. Ama artık değil. Çünkü Maruge ile en nihayetinde tanışma şerefine nail oldum. Maruge Kenyalı özgürlük savaşçısı bir ihtiyar. Hem de dün akşamdan itibaren bizimle birlikte yaşıyor. O bembeyaz inci dişleri ile gülümseyen dünya tatlısı ihtiyar, mütevazi evimizin her köşesinde dans ediyor.

Maruge’nin elinde bir mektup. Bu mühürlü evrakın resmi bir kurumdan geldiği belli. Lakin Maruge ne yazık ki, okuyup yazamıyor. Dişleri gibi beyaz olan kağıt parçasında ne yazılı olduğunu da bir o kadar çok merak ediyor.

Yıl 2002. Kenya hükümeti ülkedeki bütün vatandaşlarına parasız eğitim hakkını tanıyor. Maruge 84 yaşında. Üzerinde adının yazılı olduğu zarfın içindeki mektubu okuyamıyor. Madem eğitim hakkı verilmiş, o halde ben de bulunduğum dağ köyündeki ilkokula gider yazılır ve öğrenirim diyor. Öyle de yapıyor. Mektuba uzun uzadıya bakıyor. Aklına gençlik yılları geliyor. İngiliz sömürgecilerinin kendilerine yaptığı işkenceler gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor. Maruge ser veriyor ama sır vermiyor. Günlerce işkencelere maruz kalıyor. Ama ağzından tek kelime alamıyorlar. Hayatı esir kamplarında geçiyor. Okuyup yazmayı öğrenemiyor. Ama kendisinin bedeni ile yaptığı dansı, güneş ışınları onun ıpışıl beyninde yapıyorlar.

Bir de güzeller güzeli karısı var, ince belli, güzel bakışlı. Maruge gibi aynı incilerin devamı olan dişleri ile kar beyazı gülümsüyor. Maruge’nin elinden tutup, sevişmek için mısır tarlalarının arasına çekiyor. Maruge yüzünde kocaman bir gülümseme ile dans ederek karısının ardında adam boyundaki mısır tarlasında kayboluyor. Ve Maruge’nin karısı hala gülümsüyor.

Mısır tarlalarında sevişmelerinin ardından çikolata renginde iki tane çocuğu oluyor Maruge’nin. Bir özgürlük savaşçısı Maruge. Çikolata çocukları büyüyüp, yürümeye başlıyorlar. Özgürlük savaşı çocukları ile arasına uzunca bir zaman koymuştur. Çocukları gözünde tütüyor. Bir eylem için başka bir bölgeye intikal ederken, istilacı düşmanları İngilizlere yakalanıyor Maruge.

Elinde mektup. Maruge okuyamıyor. Yakalandığı gün geliyor gözlerinin önüne. Düşmanları onu konuşturamayacaklarını biliyorlar. Karısını ve çocuklarını alıp, getiriyorlar. Maruge’nin konuşmaması halinde çocuklarını ve karısını öldüreceklerini söylüyorlar. Güzel gülüşlü özgürlük savaşçısı direniyor, dünyanın en ketum insanına dönüşüyor. Gözlerinin önünde önce karısına ve sonrasında küçük çikolata çocuklarının kafasına dayadıkları silahlardan sesler yükseliyor. Cansız bedenleri kesilen ağaç dalları gibi yere düşüyor her üçünün de.

Bir deja vu yaşıyormuş gibi bir hisse kapılmadan edemiyor insan. Maruge elindeki mektubu incelerken inci dişli karısının ve çikolata çocuklarının katledilişlerini anımsarken, filmi izleyen duyarlı insanların da gözlerinin önüne son arzusu, oğlu Hüseyin’in idamının kendisinden sonra yapılmasını isteyen, bu isteği dahi kabul edilmeyen Seyit Rıza ve Şeyh Said’in katledilmeleri geliyor. Yıllar sonrasında ise ataları Şeyh Said ve Seyit Rıza gibi idam sehpasına dimdik yürüyen Türkiye halklarının yiğit evlatları Deniz, Yusuf, Mahir, Hüseyin ve daha onlarca özgürlük savaşçısının katledilişleri gözlerinin önünde belirirken, gözlerden boncuk boncuk yaşlar dökülüyor.

Güzel gülümsemeli kadın ve çikolata çocuklarının al kanları, “beyaz adam” dedikleri barbarların istilası altındaki ülkesinin topraklarına karışıyor.

Maruge okuma yazma öğrenmek için 84 yaşında köyünün ilkokuluna gidiyor. Jane öğretmen ile konuşuyor. Bayan öğretmen Jane Obinchu önceleri, bu yaşta kendisinin küçük çocuklar ile aynı okula gelmesinin uygun olmadığını, yetkililerin de buna izin vermeyeceklerini söylese de, Jane Maruge’nin ısrarlarına dayanamaz ve kabul etmek zorunda kalır.

Maruge kendisinin diktiği okul üniforması ile altı-yedi çocuğun oturduğu bir okul sırasında oturur. Çok çalışkan bir öğrencidir. İlk önce küçük “a” harfinin yazılısını öğrenir, Harfin yazılışı “bir yuvarlak-bir de çubuktur.” Sınıfta beş rakamını her zaman ters yazan Kamau adlı bir iğrenci vardır. Jane öğretmen bütün çabasına rağmen Kamau’nun yaptığı bu yanlışın önüne geçemez. Bunun üzerine devreye 5 rakamını yazmasını yeni öğrenen Maruge girer. Maruge Kamau’ya aynen şu taktiği verir.

“Bak Kamau. Uzun boyunlu bir adam ve koca bir göbek. Ve bu adamda bir iş var” deyip 5-rakamının üst çizgisini de çizip, Kamau’ya uygulamalı öğretir.

Elbette filmi izlemeyenler de Justin Chadwick’in yönetmenliğini yaptığı “The First Grader – Birinci Sınıf” adlı bu filmi izleyeceklerdir. O nedenle filmi daha fazla anlatmanın gereği var mı? Bu durumda insan bilinen bir fıkranın dimağından geçmesinin önüne geçemiyor. Müsaadenizle.

Kasabanın birinde polisiye filmlerini çok seven bir adam vardır. Kasabanın sinemasına yeni bir polisiye filminin gelmesini dört gözle bekler. Günlerden bir gün çok sevilen bir polisiye filminin afişleri kasaba sinemasının panolarında yerini alır. Ve kasabalı adam ilk gösterim için günün erken saatlerinde gelip, biletini alır. Fakat sinema salonu ana baba günüdür. Karanlıkta boş bir yer bulamayan bizim polisiye filmsever adamımız, el yordamı ile teşrifatçıyı bulup çağırır ve kulağına eğilir;

“Evlat ben polisiye film hastasıyım, ne olur, ne yap yap bana ön sıralardan bir yer bul.” der. Müşterinin yağlı olduğu kanısına varan teşrifatçı çocuk, elinden geleni yapar ve ön sıralardan bir yere adamcağızı oturtup, elini açarak bahşişini bekler. Adam uzun araştırmalar sonucunda cebinden parayı çıkartıp, teşrifatçının eline tutuşturur. Verdiği para bahşiş olarak çok gülünç bir miktardır. Çocuk bir avucundaki yirmi beş kuruşa bir de adamın gözlerine elindeki el lambasını tutarak bakar. Akabinde adamın kulağına eğilip;

“Abi sana bir şey diyeyim mi? Abi katil şoför” der ve film kopar. Daha fazla bir anlatımla izlemeyenler için filmi koparmanın gereği yok. Filmleri günümüzde dahi kırpılmaktan kurtaran olmadı. Sansür dizboyu. Günümüz dünyasında ellerini kollarını sallayarak dolaşan katillerin kimler olduğunu birilerinin kulağımıza fısıldamasına gerek yok. Katiller malum. Sinema salonlarının karanlığını aratmayan dünyanın karanlığı.

Ve inci dişli, güzel gülümsemeli Maruge’nin karısı elinden tutup, mısır tarlalarının içine doğru çekiştiriyor. Ve evimizin her tarafında Maruge’nin güzel ve büyük gülümsemesi. Babasından öğüt olduğunu söylüyor;

“Kulaklarıma topraklar doluncaya kadar öğreneceğim.” Maruge kendi dilinde “UHURU” - yani özgürlüğün yolunu bizlere de gösteriyor.

Maruge’ ye bir çay ikram edelim mi? Biz de hiç değilse misafirperverliğimizi göstersek iyi olur. İyi seyirler!

 

 


Amsterdam, 27 Şubat 2016


6 Şubat 2016 Cumartesi

YALNIZLIĞIN SENFONİSİ




YALNIZLIĞIN SENFONİSİ

“Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum
Yalnızlığım yollarıma pusu kurmuş beklemekte
Acılar gözlerini dikmiş üstüme nöbette
Bekliyorum bekliyorum bekliyorum
Hadi gelin üstüme korkmuyorum.”
                                   Sezen Aksu
Yapayalnızdı O. Her yönü inişli çıkışlı altmışlı yaşları aşan, hercai ömrünü; art arda ve üst üste düşen domino taşları gibi çarçabuk devirdi. İnce sızılar halindeki acıları ile yek başına kalakaldı. Yalnızdı O. Bütün yaşamı boyunca, arayıp durduğu bulamadığı ruh ikizi idi. Bir gün olsun, apansız yükselen pırpır bir kalp çarpıntısı ile fellik fellik aradığım “işte bu O” diyemedi. Hayatında ürperti veren, tüylerini şaha kaldıran ölü sessizliği, boşluk ve acımtırak burukluk her anında beraberinde oldu. Umut ibresi bulunduğu yerde hafif bir titreşim gösterip, harekete geçmedi. Kıtlık yıllarının ambarları gibi bomboş olan kalbi, bilmediği avuçların içinde ezilip sıkıldıkça sıkıldı. Anlatılamaz katran karası bir duygu idi bu. Yalnızdı O.
Son çare belki de tılsım tutar deyip, kendisine ait insan boyundaki, metrelerce uzunluktaki uçsuz bucaksız ağlama duvarlarının diplerinde, olmadı olabildiğince yüksek olan tepelere çıkıp, çocuklar gibi gözlerini yummasının ardından, avazı çıktığı kadar “elma… elma…” diye bağırdığı da oldu. Ama her ne hikmet ise, bir yerlerden çıkıp gelen, diyarına uğrak veren, sorup sual eyleyen, istemlerine uygun birileri olmadı. Nafile. “Armut” demekten her daim kaçındığı halde, aradığı bulunmaz insan, zulasının derin dehlizlerinde bugüne değin kalmayı yeğledi. Yalnızlık koynundan çıkmazı, kapısından eksilmezi oldu O’nun. Sevdiği bir cana hasretini, eğilip kulağına fısıldayacağı birileri yoktu ve yalnızlığı pamuk yumağı bulutlarda idi . Kim bilir, kıyametini getirecek olan, O’nun bu hercümerç yalnızlık duyguları idi.
Her nereden duydu ise, idolü olan, belki de şimdi adını telaffuz etmek istemediği yazarlardan birinin söyledikleri, var olan aklını yıllar yılı başından alıverdi. Ne demişti, ah demez mi olaydı dersiniz, ama arayışının şiarı ve aynı zamanda mihenk taşı oluverdi bu deyiş.
“Dünyanın en harikulade varlığı, güzel göğüslü zeki bir kadındır.” deyip, büyük konuşmuştu, adını sanını hatırlamadığı kişi.
Bir bedende aradığı her iki olmasa olmaz kıstası, bir arada bulamadı. Birisini bulsa diğerinden eser yoktu. Olmadı. Yolunun kesiştiği kadınlar; O’na göre ya güzel bir et yığını veya zeki, kurnaz ve kafasında kırk tilkinin cirit attığı birileri olmaktan daha ileri gitmedi. Aradaki orantı uçurumlardan farksızdı. Hayatını dilediği gibi biri ile doyasıya paylaşıp, yaşam oburu olamadı. “Armudun sapı, üzümün çöpü” deyip, “ince eleyip sık dokurken” sonunda gelip, çakılı kaldığı noktada yapayalnız kalmaya mahkum oldu O. Böyle olunca da, her geçen gün yeni bir yaprağını gövdesinden düşürüp, eksildikçe eksildi.
Mahalle bakkalı Mıçı Dayı’dan aldığı yumurtalar dahi çift sarılıydı, Mıçı Dayı da yalnızdı. Ama sattığı yumurtaların sarıları kol kola girip, yalnız olmadıklarını suratına haykırıyorlardı. Burnuna buram buram kokan yumurtalar, tereyağında kızarınca daha fazla dayanamadı. Ve çavdarlı ekmeğinden bir parça koparıp, çatalına batırdı, sonrasında kayısı kıvamındaki çifte sarılara tek tek bandırdı, damaklarında hissettiği lezzet harikaydı. Bu tat sarıların birlikteliğinden mi geliyordu, diye düşünmeden edemedi. O yalnız, mahalle bakkalı Mıçı Dayı, güneş, yıldızlar, dağlar, Ağrı dağının yamacında tırmanmaya çalışan yaşlı kaplumbağa, mavi bir çizgi halindeki okyanuslar, Kaf dağının ardındaki prenses, “yalnızlığı insanlarla dolu” olan Kafka ve bulutların ardındaki mekanında, gizli-saklının kâr etmediği, herşeyi bilen, gören, duyan Tanrı yalnız.
Beyninde saplantı haline gelen bu kriterler olmasaydı, bu girdabın uzağında kalacağı için belki de oldukça kasvetli olan yalnızlığı, bu denli katmerli olmayacaktı. Görünen o ki, bir laz türküsünde dile getirildiği gibi;
“Bu dünyada fayda yok öteki de şüpheli.” Şu an hala bulunduğu diyarda aradığını bulamayacak gibi. Olur ya bir yanlışlık eseri, dosyasında bir karışıklık olur da, cennete yolu düşse, orada da kendisine sunulacağı vaat edilen kırk huride arayıp, bulamayınca, Tanrıya elinin tersi ile gerisin geri gönderecek miydi?
Oysa aradığını bulsaydı, hani zekasının doğrultusunda, estiğin son kertesinde, güzel göğüsleri ile ceylanlar misali seken bir kadını olsaydı, cenneti dünya denilen bu gezegende, şimdi ve peşin yaşayacaktı. Kendisini salt kendisi ile paylaşmayacaktı. Ufuklara doğru derinlemesine dalıp gitmeyecekti. Hayatı sürekli kopuşlardan ibaret olmayacaktı. Umutsuzluk, değersizlik, anlamsızlık ve boşluk duygularına zerre kadar yer olmayacaktı. Ama şimdilik O yapayalnız ve bu dünyadan hala fayda yok, bir diğeri de şüpheliydi. Ve;
"Sen açık renkli Acem halısısın, yalnızlık ise çıkmayan Bordeaux şarabının lekesi. Yalnızlığın Fransa'dan taşınmış, yaranın acısı Ortadoğu'dan gelmiştir. Kadınsız erkekler için, dünya çok geniş, keskin ve ağır bir karışımdır, tıpkı ayın arka yüzü gibi."  der, Haruki Murakami.

Amsterdam, 6 Şubat 2016




KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...