27 Şubat 2017 Pazartesi

ATMA AĞAM



ATMA AĞAM

Kırlar şehri Kırşehir’e göç eyledi, bizim Kürt elleri. Salih çocuk on bir yaşında Kuyular Köyü İlkokulu’nu büyük bir başarı ile bitirdi. Köyde ortaokul olmadığı için, oğlunun eğitimini oldukça ciddiye alan babası Şiho bu çocoğun geleceği parlak deyip, tası tarağı topladı. En yakınlarındaki il olan Kırşehir’e yerleşmekte karar kıldı. Salih, kız kardeşi Saliha, annesi Fatma, babası Şiho ve komşuları el birliği ile çok da fazla olmayan eşyalarını bir araya topladılar. Aile dostları Kaman’lı Tüpçü Musa’nın sevgiyle "Kızıl Kızım" dediği kamyonetine yüklediler. Salih, Tüpçü Musa ile birlikte kamyonetle, Şiho, Fatma ve kızları Saliha da arabaları ile önden Kırşehir’e gitmek üzere yola koyulmaya hazır oldular. Kuyular Köyü'ndeki hazin vedalaşmaya bütün komşuları, hısım ve akrabaları da geldiler. Ailecek herkese ayrı ayrı sarılıp, helalleştiler. Sağ olsunlar Kuyular Köyünde sevenleri çoktu. Şiho'nun ailesinin ardından kovalar dolusu sular döküldü. Islak toprağın o anlatılamaz mis kokusu, bir anda uzaklaşan Kızıl Kızın ardında bıraktığı gri toza karıştı.
Şiho Kırşehir’de Ahi Evran Mahallesi'ni boydan boya ikiye bölen Kuyubaşı Caddesi’nde üç oda ve bir salon bir ev kiraladı.
Kuyular Köyünden yaklaşık üç saatlik bir yolculuktan sonra karısı Fatma ve kızları Saliha ile birlikte yeni evlerine geldiler. Usta bir şoför olan Tüpçü Musa ve beraberindeki Salih de çok geçmeden kamyonetle gelip, evin önünde durdular. Tüpçü Musa, Şiho’nun Kırşehir iline bağlı Kaman ilçesinden iyi bir arkadaşı, yılların kadim dostuydu. Aralarından kelimenin tam anlamı ile su sızmıyordu. İyi, kötü ve dar günlerinde birbirlerinin yanında olabildikleri kadar dimdik duruyorlardı.
Musa bebekliğinden beri oğlu gibi gördüğü Salih’i çok severdi. O’na yol boyunca geçtikleri yerleri tanıması, ufkunun genişlemesi için tek tek anlattı. Hirfanlı Köyü’ne gelmeden baraj gölünün en tepesinde durdu. Uçsuz bucaksız mavilikte biriken Kızılırmağın suları alabildiğine devasa bir göl halindeydi. Mavi sular Salih'in köyünde çok rastlanmayan göz kamaştıran yeşilliğin her tonunu koluna takmıştı. Kürt köylerindeki ağaç ve yeşillik fukaralığı olduğu halde, bu Türk köylerinde tam tersine bir zenginliğe dönüşüyordu. Kızılırmak, bir çölü andıran bozkırın bedeninde gök mavisi ile safir taşlardan oluşan uzun bir gerdanlığı, yanı sıra dört bir yanda öbek öbek yer alan ağaçlar, göz alıcı, parıltılı birer zümrüt broş, küpe veya benzeri paha biçilmez birer, alımlı takı görünümündeydiler. Toprak doğanın yeşilliği ve mavilikle adeta kucaklaşmıştı.
Salih’in akıllı ve iyi bir aile terbiyesi aldığı her halinden belli oluyordu. Babası ve annesi özveride bulunup, iyi bir yatırım yapıyorlardı. Bu genç insan bunu hak ediyordu. Musa, arkadaşı ile ne kadar gurur duysa azdı. Salih’in çok başarılı ve aldığı eğitimle de, vatana millete faydalı olacağı O'nun ışıldayan, kara-üzüm gözlerinden belliydi.
Hirfanlı Barajı’nın bu yöreye ne zaman kazandırıldığını, baraja adını veren köyün sakinlerinin de Salih gibi Kürt olduklarını ayrıntılarıyla anlattı. Bölgedeki Kürt köylerinin kendisinin en iyi müşterileri olduğunu, onlardan şimdiye değin hiç bir zarar görmediğini, karşılıklı olarak birbirlerinden çok hoşnut olduklarının altını da çizmeyi unutmadı.
Tüpçü Musa yolları Hacı Bektaş kasabasından geçerken, kamyonetinin fren pedalına bir kez daha asıldı. Araç içindeki yükle hafif sarsıldı. Salih oturduğu yerde ileri doğru gidip geldi ve ne oldu diye merakta kaldı. Tüpçü Musa bu kasabada türbesi bulunan Hacı Bektaşı Veli’yi, O’nun dünyasını, insanlık ve doğa sevgisini, engin hoşgörüsünü, ne denli derin insani bir güzelliğe sahip olduğunu anlatıp, hararetle devam etti.
“Ah be oğul. Biliyorsun seni kendi çocuklarımdan ayırt etmem. Keşke vaktimiz olsaydı da, seni Hacı Bektaşı Veli’nin türbesine de götürüp, gezdirebilseydim. Oradaki havayı sen de güzelce solusaydın. Bu saygın insanı seninle ziyaret etmiş olmanın iç huzurunu, gönüllerimizin derinliklerinde kalıcı misafir eyleseydik. Söz sana bunu bütün ailen ile birlikte en yakın zamanda gerçekleştireceğiz. Ben de senin baban sayılırım. Biliyorsun amca baba yarısıdır.” Salih, Tüpçü Musa’yı can kulağı ile dinledi. Başını kaldırıp, teşekkür mahiyetinde uzun uzadıya gülümsedi. Tüpçü Musa'nın sevgiyle elinden tutu, Kızıl Kıza doğru yürüdüler. Kamyonet Salih ve ailesinin acı ve tatlı yaşanmışlıklarının belirgin izlerini taşıyan eşyaları ile hızla kalkış yaptı. Hacı Bektaş kasabası bütün mistikliği ve hoşgörüsü ile geride kaldı.
Yeni evlerine yerleşmeleri çok zamanlarını almadı. Tüpçü Musa’nın da yardımı ile eşyaları taşıdılar. Şiho araç ve mazot parası  olarak koltuk altları terli beyaz gömleğinin cebinden çıkardığı iki yüz lirayı Musa’nın pantolon cebine koydu. Musa almamakta direndiyse de Şiho'nun ısrarı daha baskın geldi. Musa parayı çıkartıp, elli lirasını sevgi ile gözlerinin içine bakan Salih’e başını okşayıp, harçlık olarak verdi. Ailecek bir kez daha Musa’nın dostluğuna şahit oldular.
Şiho zamanla Kızılırmak ve Delice ırmaklarının vadileri arasında yer alan Kırşehir’i çok sevdi. Ozanlar diyarıydı, bu şehir. Kimler yoktu ki; Dadaloğlu, Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Şemsi Yastıman, Aşık Said, Aşık Dursun Kaya, Aşık Musa, Ekrem Celebi ve diğer değerler. Şiho, Neşet Ertaş’ın sesine ve müziğine bayılıyordu. Balkona küçük bir masa atıyor, teybe koyduğu Neşet Ertaş kasetinden en sevdiği nağmeler yayılıyordu. Yudumladığı rakı ve müziğin etkisi ile olduğu yerde sızıp, kalıyordu. Karısı Fatma ve çocukları kolundan tutup, zorlanarak O'nu içeri alıyorlardı.
Televizyon kanallarının arasında gezinedururken, Neşet Ertaş ile ilgili bir röportajın yayımlayacaklarını duydu. Bu habere çok sevindi. Hemen bir video kaseti ayarlayıp, o gün programı kayıt etti. Daha sonraları bu kaseti defalarca izledi. Neşet kendisine özgü o doğal aksanı ile babasına ait anılarını, O'na karşı olan büyük saygısını ve kendilerinin mütevazi yaşantılarını olabildiğince doğal ve içten bir anlatımla tatlı tatlı aktarıyordu. Sürekli var olagelen diz boyu yoksulluk yetmiyormuş gibi, büyük ozan bir de onurunu alabildiğine kıran, hisli yüreğini burkan, insanından küstüren, o kahreden horlanmayı her daim ensesinde hissediyordu.
“Unesco” tarafından “yaşayan efsane” olarak kabul gören bir değere, ülkesi ve kendi insanı tarafından reva görülen elbette bu olmamalıydı. Bu ülkede ne yazık ki aynı akıbeti yaşayan bir birinden daha değerli sayısız insan vardı. Her biri bu uğurda çok büyük bedeller ödeyerek, bu fani denilen diyardan buruk ayrıldılar.
Kayıt ettiği videoda Neşet Ertaş’in söyledikleri Şiho’nun diline adeta pelesenk oldu. Aklına düştükçe mırıldandı.
“Çicekdağı ilçesinin, eski adıyla Abdallar, şimdiki ismi ile Gırtıllar Köyünde dünyaya geldim. Bubam Kırşehir’den çıkmış. Keskin’e gelmiş. Anamınan evlenmiş. Babam saz çalardı. Bana da kemanı verdi. Düğün çalardık. Geçimimiz verilen bahşişlerden olurdu. On dört yaşımda aldım sazımı, İstanbul’a gittim. Aç kaldım, Karın tokluğuna iş bulamadım.
Daha sonraları Ankara’da gazinoda çalışırken Leyla isimli bir kızla tanıştım. Hemen evlendim. İki kız ve bir oğlumuz oldu. Mutlu olamadık. Askerden sonra da boşandık."
Haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Salih ortaokulu bitirdi ve liseye başladı. Anne ve babası Salih ile gurur duyuyorlardı. Ama yılların yorgunluğu olsa gerek, geçen zaman karı koca arasında pek gurur duyulacak bir ortam bırakmadı. Sevgi ve saygıyı alıp götürdü. Şiho karısını sürekli dövüyordu. Salih ve kız kardeşi bu duruma çok üzülüyorlardı. Her gün annelerinin bir tarafı yara bere içindeydi. Babalarına tavır koyup, günlerce küs kalmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Saliha babasının yegane eseri olan yara ve şişlikleri, anneannelerinin hatırası, kar beyazı, etrafı renga renk boncuklarla işlemeli tülbendini sıcak sulara batırıp, pansuman yapıyordu.
Güzel bir bahar sabahı Salih ve Saliha okula gitmişlerdi. O günün sabahında da, pek çok defa olduğu gibi tersinden kalkıp, güne başlayan Şiho, kahvaltıda yumurtasının istediği gibi pişmediğini bahane edip, küplere bindi. Tekme tokat Fatma’ya girişti. Fatma can havli ile kendisini balkona attı. Dayak faslı bütün hızı ile balkonda da, komşularının aralanan perdelerinin ardındaki gizli bakışlarına aldırmaksızın devam etti. Ortada büyük bir utanç vardı. Ama bu Şiho'nun umurunda değildi. Kendisini kaybetmişti. Rastgele tekmeliyordu.
O sırada bir düğünden dönen ve yalnızlığı içine artık tak eden bir Abdal,balkonun altından geçip evine doğru yol alıyordu. Balkondaki patırtı ve gürültüyü duyan Abdal başını balkondan yana kaldırıp, sağ elini gözüne siper edip baktı. Şiho pat küt dövmeye devam ediyor, bir yandan da tehditler savuruyordu.
“Atayım mı seni aşağıya? Söyle atayım mı? Vallahi de billahi de atacağım seni. Ölümün benim elimden olacak.” Durumun ciddiyetini gören Abdal bütün cesaretini toplayıp, yukarı doğru yalvarırcasına haykırdı.
“Ağam atma ne olur? Yalvarıyorum, atma O’nu bana ver. Sana lazım değilse, bana lazım. Ne olur atma, bana ver.” Şiho kulaklarına inanamadı. Ayağından çıkardığı terliği Abdalın kafasını nişan alıp hızla fırlattı. Neye uğradığını bir anda kavrayamayan Abdal, kafasına gelen terliğin verdiği acı ile olduğu yerde kıvrandı. Başından rahmetli Muharrem Ertaş’ın hatırası, eskimeye yüz tutmuş, sekiz köşeli şapkası yere düştü. O an kafasındaki acıyı unutup, şapkayı büyük bir saygı ile yerden alıp, sızlayan kafasına tekrar geçirdi. Kendi kendisine söylendi. Ardına bakmadan  sızlayan başını bastırıp uzaklaştı.
"Ağam ne dedim ki? Senin işine yaramıyorsa, atma bana ver dedim. Atma yazık olur. Bana ver. O kadar. Bunda kızacak ne var ki?”
Hiddetinden kendisini tutamayan Şiho komşularının gözünde bir kez daha küçüldü.
O günden sonra kısadan hissesini çıkaran Şiho, ellerini saklı tutup, bir daha karısına ilişmedi. Elinden geldiğince O’nun gönlünü hoş tutmaya çalıştı. Evliliklerinin ilk yıllarındaki güzel mutluluğu tekrar yakaladılar. Fatma’yı balkondan aşağı atmadı. Zamanla Fatma da büyüklük gösterip, O'nu affetti. Ne de olsa kocasıydı.
Salih ve Saliha da başarı merdivenlerini istikrarlı bir şekilde birer birer çıktılar. Tüpçü Musa’nın da kulağına gelen, arkadaşının yaptıklarına dair tatsızlıklar, yerini iyi gelişmelere bıraktı. Hal böyle olunca, Musa sık sık ailecek Şiho ve Fatma’nın ziyaretine geldi. Karşılıklı oturup, Şiho ile kadeh tokuşturdular. Artık yakışıklı, kocaman bir delikanlı olan Salih’in başını okşayıp, harçlığını vermeyi de ihmal etmedi. Ailecek iki kez birlikte Hacı Bektaş Veli'nin türbesine gittiler. Salih iyi bir eğitim aldığından dolayı çok mutluydu. Kırlar şehri Kırşehir, Kuyular köyünden mutluluğu büyük bir yıkıma ramak kala, zor bela yeniden yakalayan Salih ve ailesinin yeni yurdu oldu. Salih'in ağzı kulaklarındaydı.

Amsterdam, 27 Şubat 2017

12 Şubat 2017 Pazar

VUSLAT

   
     
        
VUSLAT

         Israrla yanına oturmamı istedi. Yaklaşık beş yıldır görüşemiyorduk. Oturduğu yer minderini alıp, yanına koydu. Oturmam için işaret etti. Kendi minderini verdiği için oturmakta ikirciklendim. Çok özlemişti. Çok özlemiştim. Hafiften çekik görünümlü kestane rengi gözleri yalvarır gibiydi. Bakışlarını çok da dalyan olmayan boyumda gezdirdi. Bir an yanına oturmayacağımı sandı. Gözlerinin feri kaçtı, yüzünü hüzün kapladı. Yüreğine belli belirsiz bir korku oturdu. Başka bir minder alıp, usulca yanına oturdum. Gözlerinin çekikliği kalmadı, içleri gülü gülüverdi. İçimi mis gibi bir anne kokusu sarmaladı. Her canlının annesi dünya güzeliydi, ama en güzel benimdi.
         Elimi avuçlarının içine aldı. Çizgilerini inceler gibi baktı uzun uzadıya. Avuçlarındaki elimde yüreğinin atışlarını hissediyordum. Yüreği, başında dumanı ile başı karlı dağların, zümrüt ormanların arasından geçip, kurdu, kuşu, çiçeği, böceği ardında bırakan, bir yolcu trenin çalışmasını andırıyordu.
         Bir sonbahar günü gelmiştim. Ülkede her şey farklılaşmıştı. Ama annemdeki değişiklik başkaydı. Büyük bir sihirle var olan sevecenliğine, daha büyük bir oranda yenisini güzelliklerle katmıştı. Yüzündeki çizgiler derin ve daha belirgin bir görünümdeydi.
         Yüreği ile bakmaya koyuldu. Derinden ve içten konuşan yüreğini avuçlarımın arasına hiç beklemediğim bir anda bırakıverdi. Konuşan o değildi. Özlem dolu yüreğiydi ve ben tek çıtırtının gelmediği bu ölü sessizliğinde bütün anlatılanı duyuyordum.
         “Ne olur, söyle oğul, nasılsın? İyi misin? Bir bilsen, ayrı kaldığımız bunca zaman zarfında, senin hakkında ne çok şeyi merak eder oldum. Bir an için aklımdan, fikrimden çıkmadın. Alıp verdiğim her nefeste seni merak eder oldum. Boğazımdan aşırmaya çalıştığım, Allah’ın verdiği her lokmayı seninle paylaşmak istedim. Muzip yanını unutmadım. Şimdi bana, ‘paylaşmak istediğin halde, neden bu kadar şişmanladın?’ diyeceksin. Biliyorum. Deme be oğul. Yemekten değil, vallahi de billahi de. Belki de sıkıntıdandır. Ne bileyim, hani derler ya, su içsem yarıyor. Belki de öyledir. Sence de değil mi?
         Evin içinde, bitmek nedir bilmeyen işleri yapıp duruyorum. Yükümü taşıyan, ağrıyan dizlerimle dört bir yana koşturuyorum. Demek ki, bu kadar hareket de yeterli değil. Şehirli hatunlar gibi spor salonlarına mı gitmek gerek? Ondan mıdır onların o bellerinin inceliği, kalçalarının biçimliliği, göğüslerinin dikliği? İnan kadın halimle görünce çok imreniyorum.
         Laf aramızda, senin de artık evlenme çağın gelmedi değil. Derler ya hani, mevlam şöyle helal süt emmiş birisini rast getirse, fena mı olur? Evlilik zor iş. İnsan kimi zaman oluyor ki, kendisine dahi katlanamaz oluyor. Başka bir insana katlanmak, aman Allahım hem de günün yirmi dört saati. Tatili, bayramı, hafta sonu dahi olmayan zorunlu bir birliktelik. Bütün bu söylemeye çalıştıklarım, arada bir sevgisizlik varsa tabi. Saf ve temiz bir sevgiyle; ne bayram, ne de hafta sonu olmasını ister insan. İşte o zaman, deliye değil, sevene her gün asıl bayramdır.
         Senin için de bu insan kimdir? Huylu mudur, huysuz mudur? Güzel midir, çirkin midir? Emdiği süt helal ve pastörize midir? Allah bilir. Demem o ki, hani öncesinden, yaratan bütün bu bildiklerini biz annelerin kulağına çıtlatsa. Biz de gardımızı ona göre alsak. ‘Adam mı ölür? Yol yapılınca.’ Kusura kalma, karıştırdım. Aklım başımdan gitti. Bu eskiden çokça dinlediğiniz bir türkünün sözleriydi. Bu türküyü ben de severdim, sizlerle dinlerdim. Ne diyordum? Çıtlatma meselesinde kalmıştık. Senin muzipliğin tuttu yine. İçinden geçeni biliyorum. Çekirdek çitlemesi değil, biliyorsun. Tanrının insan kulağına çıtlatması. O da alabildiğine yukarılara çekilmiş. Ne zaman yönelsen, bir şeyler sorsan, bırak çıtlatmayı, yaptığı tek şey; bilmiyorum, görmüyorum, söylemiyorum, duymuyorum. En küçük bir ip ucu yok.
         Hayat insana zamanla karşısındakini bir bakışta, yürüyüşünden, ağzından çıkan tek kelimeden, oturup, kalkmasından anlar hale geliyor. Bu konuda mihenk taşı oluveriyor. O’nun gerçek altın olup, olmadığını anlıyor. Ama ‘köprüyü geçene kadar, ayıya dayı deme’ maharetlerini çok iyi gösterenler de yok değil. Senin için daha ortada fol olmadığı gibi, yumurta hiç yok. Umarım zamanla folda bulacağımız yumurta da cılk çıkmaz.
         Sıkıldığını biliyorum. Uzattım bu konuyu. Kusuruma bakma. Her geçen gün yüreğim daha çok cam kırığı ile doluyor. Anne yüreği. Acı ve kahır neden hep baskın gelir, bilemiyorum.”
           Dışarıda hafif bir güz esintisi vardı. Çok geçmeden yağmur çiseledi. Tam karşımızdaki sedirde oturan babam, annemin içinden konuştuğunu bildiğinden sessiz kalmayı tercih ediyordu. Belki de öncelik bayanlarda, özellikle annelerde diyordu. Eteğinde dökmesi gereken irili ufaklı çokça taşının olduğunu biliyordu. Annem konuşmasını sürdürmeye yeniden koyuldu. Dile gelen bakıp, gören yüreğiydi.
         “Senden sonra buralarda neler olduğunu, elbette sen de bulunduğun diyarda takip etmişsindir. Bu konudaki duyarlılığını biliyorum. Dünyayı, insanlığı, olup biteni nasıl takibe aldığını biliyorum. Bahçelerimizde buram buram mis gibi kokan nadide çiçeklerimizi kömür karası postalları ile çiğnediler. Gencecik fidanlarımızı, acımasızca kökünden söktüler. Ülkenin dört bir tarafındaki hapishanelerin zindanlarından, insanım diyen herkesin yüreklerini paralayan, işkence görenlerin feryatları yayıldı. İşkenceciler, günlük yaşamlarına devam ettiler. Hiç bir şey olmamış gibi, evlerine koşturup çocuklarını kucakladılar. Geceleri kadınları ile seviştiler. Olan gencecik fidanlara oldu.
         İşin kötü tarafı, ülkeyi terki diyar ettiğin günden beri, insanımız çok değişti. Hiç bir şeye aldırmaz, ama herkesi gammazlar oldu. Huyu suyu tamamen başkalaştı. Elli yıl gerilere itelendik. Her zamanki gibi; yoksul daha yoksul oldu. Varsıl daha çok palazlandı.
         Hep anlatan ben oldum. Biraz da sen anlat hele. Gittiğin yer nasıl bir diyardı. İnsanları bizlere benziyorlar mıydı? İyiler miydi? Ne yedin, ne içtin? Anlat!”
         Annemin ellerini bırakıp, daha önceleri sert yapılı olduğunu bildiğim babamın yüzüne baktım. Karizması hala yerindeydi. Bildiğim sert görünümlü çehresinin yerini, olgunlaşan bir meyvedeki yumuşama vardı. O da tıpkı annem gibi sevecen ve özlem doluydu. Özlem gidermemiz uzunca bir zamana yayılacaktı. Kimyası tamamen değişen insanımızla bir bütünlük sağlamak zorlayacaktı. Annemin anlatmaya çalıştığı değişim gelip, beni de bulacaktı.
         Güneş iyice indi. Pencere kenarına konan kırlangıç camdan içeri baktı. Göz göze geldik.
         “Ooo… Beyefendi, nihayet teşrif etmişsiniz. Hoş geldiniz. Özlettin anne ve babayı. Bir daha bu kadar uzun sürmesin vuslat. Tamam mı?" deyip, uzaklara kanat çırptı.


Amsterdam, 12 Şubat 2017 

7 Şubat 2017 Salı

YATSI VAKTİ





YATSI VAKTİ

         O'nun da payına düşen, bin dokuz yüz otuzlu yıllarda, birileri tarafından çekilen kurada Büyükcamili Köyü'nde hayata katılmak oldu. Öykü kahramanımız sevgili Şaho’nun çok da uzun olmayan yaşamına göz attığımızda, bu zorlu uğraşıya kendisinin pek de tutunamadığını görürüz.
         Ailenin ilk çocuğuydu. İç Anadolunun uçsuz bucaksız bozkırında, Kızılırmağın yanı başında yer alan Camili Köyü’nde yerleşik olan anne ve baba bir erkek evlatlarının olması ile büyük bir mutluluk hissettiler. Anne ve babanın yoksullukları diz boyuydu. Elde olmayan, avuçta, üstte ve başta da yoktu. Ek bir boğaz olarak ailelerine katılan oğullarına Şahin adını verdiler. Zamanla bu isim, kürtçede sürekli yapılageldiği gibi, Şahin adı kolaylaştırılarak, Şaho’ya dönüştürüldü.
         Şaho on beş yaşına gelmişti ki, art arda anne ve babası yakalandıkları hastalıklara yenik düştüler. Bir kız ve erkek kardeşi ile bir başlarına kaldılar. Küçük kardeşi Hasan henüz yedi yaşındaydı. Komşu köylerden birinde yaşayan ve daha varsıl olan teyzeleri Hasan’ı evlatlık aldı. Şaho babadan kalma tarlalarını sürüp, geçimini sağlamaya çalıştı. Bir kaç yıl sonra kız kardeşi Site de evlenince, Şaho tamamen bir başına kaldı. Yalnızdı. Mutsuzdu. Yoksuldu. O’nun da artık evlenme çağı gelmişti. Komşu ve akrabaların araya girmesi ile Küçükcamili Köyü'nün “kızkurularından” Cevriye ile dünya evine ite kalka girdi. Evlilikten yana olsun bahtının açık olmasını çok isterdi. Gönlünde yatan akça pakça bir kadındı. Ama o da olmadı. Karısı olacak kadının koynuna girmek, O’na adeta korku veriyordu. Ne olurdu. Hiç değilse bir tarafı biraz güzel ve kadınsı olsaydı. Yakasına yapışık yaşadığı "kara bahtı - kem talihine" boyun eğmekten başka da çıkar yolu kalmadı.
         Şaho’nun da bu dünyada kendisince yer aldığı hayatta, "Heyyt... Durun hele siz orada. Ben de varım." demesi gerekiyordu. Bu da sadece filtresiz Birinci sigarasını ciğerlerinin dipsiz kuyularına hapsetmekle olmuyordu. Tek tesellisi oğlu ve üç kızıydı. Ufaktan ufağa başladığı yalanlarla farklı olmak isteğindeydi. Her karşılaştığı insanın dikkatini üzerine çekmek gayesi ile ayak üstü, iki yakası bir araya gelmekte zorlanan, kırk tane olur olmaz abartılı kuyruklu yalanını bir çırpıda aktarıyordu. Öyle ki, bu uzmanlık alanında, adeta yuvarlanan bir kar topu gibi büyüyen ünü, zamanla bütün Heciban köylerinde yankılandı. Parmak ile gösterilir oldu. Tırnakları ile kazıyarak geldiği şanına ve şöhretine diyecek yoktu.
         Büyükcamili Köyü muhtarı Gafur kaymakamlıkta resmi işlemler için gittiği Bala ilçesinde aldığı gazeteyi heceleyerek okudu.
         “Tunceli Belediyesi Türkiye’nin en iyi yalancısını belirlemek için, Tunceli’de Palavra Meydanı’nda yapılmak üzere ülke çapında bir yarışma düzenlemiştir. Yarışmaya Türkiye’nin her tarafından yalan konusunda uzmanlaşmış olanlar iştirak edebilirler. Yarışmaya katılacak adayların bir dilekçe ile başvuru yapmaları gerekmektedir. Yarışmanın büyük ödülü beş bin Türk Lirasıdır.” Muhtar Gafur bunu okur okumaz aklına hemen Şaho ve Küçükcamili Köyü'nden Fethi geldi. Gazeteyi onlara gösterip, yarışmalara katılmaları için katlayıp kareli ceketinin cebine koydu. Köye geldiği zaman, ilk olarak bu her iki adayı yanına çağırdı. Yarışmaya katılmaları için birer dilekçe yazdırdı. Referans olarak dilekçelerin altına kendisi de usturuplu bir muhtar imzası attı. Köylülerinin böylesi bir yarışmada birinci gelmeleri elbette ki çok önemliydi. Böylelikle Heciban köylerinin ünü bu kültürel ağılıklı alanda ülkenin dört bir yanına yayılacaktı.
         Çok geçmeden Tunceli Belediyesi’nden beklenen o müjdeli haber geldi. Her iki yarışmacı da kabul edilmişlerdi. Yarışma kuralları gereği, her katılımcının beraberinde beş kadın ve beş tane de erkek misafiri davet ediliyordu.
         Şaho, Fethi ve beraberinde gidecek olan misafirleri bütün hazırlıklarını yaptılar. Yarışmaya katılmak üzere Tunceli Belediyesi’nin tanzim ettiği bir otobüs ile yola çıktılar. Yolları uzundu. Çok da cazibesi olmayan İç Anadolu bozkırının tekdüze bir görünüme sahip coğrafyasını aştılar. Tunceli şehrine yaklaştıkça doğa insanı hayran bıraktıracak bir dişkenlik gösteriyordu. Her taraf meşe ağaçları ile kaplı olduğu gibi, zirveleri karlar ile kaplı sarp dağların varlığı da, tablodan farksız tabiatı eşsizleştiriyordu. Munzur, Peri Çayı ve diğer doğa zenginlikleri bölgeyi çok ayrıcalıklı kılıyordu.  
          İki günlük yorucu bir yolculuğun ardından Şaho, Fethi ve taraftarları olan akrabaları Tunceli Belediyesi’nin misafirhanesine yerleştiler. Yarışmaya daha iki gün vardı. Türkiye’nin dört bir yanından engin tecrübe sahibi yalancılar Tunceli’ye geldiler. Şaho ve Fethi yarışma öncesi karşılıklı antrenmanlar yaptılar. Her ikisi de gayet iyiydiler ve kazanacaklarından emindiler. Ünleri Heciban diyarını aşmış, isimlerini duyanlar bu kabiliyetlerinden dolayı, bu ikilinin adını şapkalarını sıcak soğuk demeden çıkartıp, saygı duruşuna geçiyorlardı. Bu denli bir saygıyı görmek için gece ve gündüzlerini birleştirip, büyük çaba göstermişlerdi.
         İki günün ardından nihayet yarışma sırası Şaho ile Fethi’ye geldi. Yarışma bir yağlı güreş karşılaşmasını aratmıyordu. Sunuculuğu Ovacık’lı Rıza yapıyordu. Tunceli’li bilge deli Sevuşen de sakallarını sıvazlayıp, meraklı gözlerle Palavra Meydanı'ndaki yerini aldı. Her müsabakanın ardından avuçlarını patlatırcasına alkışladı. Tellal Rıza, Şaho ve Fethi’yi davet etmek üzere Palavra Meydanı’nındaki yerini aldı. Elini kaldırıp, göbeğini iyice ileri doğru çıkardı.
“İki yalancı çıktı Palavra Meydanı’na, ikisi de birbirinden merdane.” Bu sırada seyirciler arasında yüksek sesli büyük gülüşmeler oldu. Tellal Rıza dilinin sürçmesini hemen düzeltme yoluna gitti.
         “Pardon. Her ikisi de birbirinden yalancı. Sağ yanımda başkent Ankara’nın Bala ilçesinin Küçükcamili Köyünden Fethi. Sol yanımda aynı ilçenin Büyükcamili Köyünden Şaho.” Palavra meydanında büyük bir alkış tufanı koptu. İlk sözü Fethi aldı.
         “Efendim… Geçen baharda Kızılırmak’ın bizim köy tarafına bir kabak çekirdeği ekmiştim. İki ay sonra gidip baktım ki; kabak ırmağın karşı tarafına dallarını atmış. Dallar öylesine büyük ki, üzerinden kervanlar ırmağın karşı tarafına gidip geliyorlar.” Küçükcamili’li misafir taraftarların erkekleri büyük bir coşku ile ıslıklarla tezahüratlarda bulundular. Kadınlar ise avazları çıktığı kadar zılgıtlar attılar.
         Sıra Şaho’ya geldi. Şaho meydanda oturduğu hasır sandalyeye iyice kuruldu. İnce dudaklarının arasında artık bitmek üzere olan Birinci sigarasının izmaritini baş ve işaret parmaklarının uçları ile tutup hızla sektirerek yere attı. Kasketini geriye itip, yarışma yalanını ortaya attı.
         “Ben de geçen yıl bir tane bakır kazan yaptırdım. Kazanın içinde kırk tane işçi, kırk gün kırk gece çalıştılar. Hiç bir ustanın çekiç sesi diğerine gitmedi.” Fethi; 
         “Yapma be Şaho.  Öylesine büyük kazan olur mu hiç?” diye çıkıştı. Bunun üzerine;
         “Ee… Fethi kardeş, senin yetiştirdiğin bu kadar büyük kabağına, benim de bir kazan yaptırmam gerekiyordu.” diye açıklama yapınca Palavra Meydanı'nda büyük bir alkış tufanı koptu. Bu kez nispet edercesine, Büyükcamili erkekler ıslık çaldılar, kadınlar da zılgıtlar attılar. Bu sırada kalabalığın arasında yer alan Sevuşen elini savurup;
         “Hassiktir lan, böyle yalan mı olur.” deyip, Palavra Meydanı’ndan uzaklaştı. Belediye’nin oluşturduğu jüri, Yarışmanın birincisi olarak Şaho’yu gösterdiler. İkincilik de Heciban köylerine kısmet oldu. Küçükcamili Köyü’nden Fethi ise Şaho’dan sonra geldi. Beş bin liralık ödül Şaho’ya verildi. İkinciliğinden dolayı Fethi’ye de bin liralık teselli ödülü verildi.
         Şaho’yu Büyükcamili'li erkekler omuzlarına alıp, Palavra Meydanı’nda tur attılar. Meydana tekrar dönen Sevuşen ve Tunceli Belediye başkanı gelip, Şaho ve Fethi’yi tebrik ettiler. Belediye başkanı bu kültürel etkinliğe sundukları katkıdan dolayı, kendilerine birer buket çiçekle teşekkürlerini sundu.
         “Sizin sayenizde böylesine kültürel ağırlıklı bir etkinlikle, belediyemiz dünyada unutulmayacak bir ilke imza attı. Sizlere müteşekkirim. Heciban diyarına Dersim ahalisinin selam, saygı ve sevgilerini götürün lütfen. Yolunuz açık olsun. Sağ olun, var olun. Dilinize sağlık.”
         Sevuşen her iki yarışmacıyı bağrına basıp, gözlerinden öptü. Dersim misafirperver, iki ezeli rakip Şaho ve Fethi mutluydular.
Şaho köyünde büyük coşku ile karşılandı. Omuzlara alınıp, havaya atıldı.
         “En büyük Şaho. Başka büyük yok. Büyükcamili Şaho ile gurur duyuyor.”
Bütün gün köy meydanında davullar ve zurnalar çaldı. Zılgıtlar eşliğinde uzun kuyruklardan oluşan halaylar çekildi.
         Bin dokuz yüz seksen üç yılında bir sonbahar günü, sık sık olduğu gibi bir kez daha elektrikler kesilmişti. Şaho’nun karısı hasta kocasını karanlıkta bırakmamak için bir mum yaktı. Ancak elektriklerin kesintisi uzun sürünce, zaten kısa olan mumun fitili de bitti. Mum kendiliğinden söndü. Odayı kor  bir karanlık bastı. Şaho gözlerini yumdu. Uzun kaşlarla üst tarafı çevreli kestane rengi gözlerini bir daha açmamak üzere kapattı.  

Amsterdam, 7 Şubat 2017
















30 Ocak 2017 Pazartesi

BONCUK

                                                                       Resim : Hatip Konukçu

BONCUK

Yeni aldığı araba gök mavisi idi. Adını Boncuk koydu. Hayallerinde gözlerinin önünde mavi kanatlı bir kelebek misali uçuşup duran arabasına, en nihayetinde kavuştu. Kolay olmadı tabi. Uzun zaman çalışıp, Boncuk için para biriktirmesi gerekti. Bir yandan da memleketteki karısına ve çocuklarına da para gönderdiğinden, bu birikim kolay olmadı. Yaklaşık on yıl önce Köyü Kesikkoprü’den kalkıp, Almanya’nın Kamp-Lintfort şehrine geldi. Bu şehirde arkadaşı olan bir kaç köylüsü daha vardı. Çalıştığı vida fabrikasında mesaiye kalmasına gerek olmayınca,  soluğu çok geçmeden köylülerinin yanında alıyordu. Onlar ile birlikte yemek yapıp yiyorlar, memleketten haberler, çocukları, fabrika ve Alman kadınları sohbetlerinin ağırlıklı konuları oluyordu. Kimi zaman arkadaşları Feyzo’nun evine gelseler de, genelde Hasan’ın evinde toplanıyorlardı. O’nun evi daha geniş ve merkeze de yakındı.
Fabrikadan çıktığı gibi acele ile evine geldi. Boncuk tam kapısının önünde duruyordu. Yavaşça geldi ve komşularının görebileceği korkusu ile çaktırmadan Boncuk’a yanaştı. Güneş arabanın camına yansıdığından, cam elmas taşları gibi parlıyordu. Daha yeni tanıştığı bir sevgilinin ipeksi tenini okşar gibi elini arabasında gezdirdi. Elleri gıcır gıcır gök maviliğinde kayboldu. Çok mutluydu. Allah’ın bugününe de şükürdü. Kesikköprü’de kalsa, on tane de ömrü olsa böylesi bir arabaya sahip olması imkansızdı. Ne olacaktı ki, babadan kalma elli dönüm tarlayı ekip biçecek, su misali akıp giden ömrünün büyük bir kısmını tepeyi tırmanıp, baraj kulübüne gidip, kendisi gibi işsiz güçsüz arkadaşları ile “okey” oynayıp, bira içecekti. Okey oyununu Almanya’da da oynuyor ve birasını da içiyordu, hem de daha kaliteli olanından. Fabrikada iyi bir işi vardı. Para kazanıyor ve çoluk çocuğunu perişan etmiyordu. Onlardan ayrı kalmak elbette kolay değildi, ama en yakın zamanda onları da Alamanya’ya aldıracaktı. Karısı Güle’ye kırmızı bir manto giydirecek ve her gece O’nun kollarında, koynunda mışıl mışıl uyumayı hayal ediyordu. Her sabah cıvıl cıvıl gülen oğlu ve kızının öpücükleri ile uyanıp, işinin yolunu tutacaktı.
Fort Taunus bir arabaydı. Koltukları geniş, spor direksiyonu olduğu gibi, gaza tam basınca uçarcasına yüz seksen kilometre hız yapabiliyordu. Daha önceki sahibi Christina adlı yaşlı Alman bir bayandı. Arabayı iki yıl önce almış ve ilerleyen yaşı dolayısı ile çok da kullanmadığından, fazla kilometre yapmamıştı. Arabayı alır almaz, cebinden çıkardığı nazar boncuğunu iç aynasına doladı.
İlk kez Hasan’in evine arabası ile gidecekti. Hasan, Ali, Süleyman ve Kadir de evde olacaklardı. Beş kafadar arabasına doluşup, Köln’e eğlenmeye gideceklerdi. Feyzo direksiyona kuruldu, kemerini bağladı, iç ve dış aynalara bakıp, ayarını tekrar yaptı. Debriyaja basıp, kontağı çevirdi. Zil gibi çalışan bir motor sesi yükseldi. Ardından gaza basıp, Hasan’ın evine doğru yola koyuldu. Trafik yoğun değildi. Acemi bir şoför de olsa, yol boyunca fazla zorlanmadı. Hasan’ın evinin önünde durdu. Kapı zilini çalıp, arkadaşlarını aşağı çağırdı. Patır kütür üçüncü kattan inen diğer Kesikköprü’lüler hayranlıkla Feyzo’nun arabasına baktılar. Hepsi teker teker Feyzo’yu tebrik edip, “hayırlı olsun” dileklerinde bulundular. Feyzo’nun yüzündeki gülümseme oldukça büyüktü. Arabaya binip. Köln şehrine doğru yola çıktılar.
Otobanda Boncuk beş Kesikköprü'lü kafadarın altında hızla akıp, onları Köln şehrine doğru uçuruyordu. Hasan Feyzo’ya dönüp;
“Ula Feyzo bu araba en fazla kaç kilometre yapıyor?”
“Valla kardaş tam gaza basarsan yüz seksen kilometre yapabiliyorsun. İsterseniz biraz daha hızlı gideyim mi?” Bu defa Ali devreye girdi;
“Vallahi iyi olur. Şöyle bir yüz altmış yap bakalım nasıl olacak?” Feyzo gazda bulunan ayağını daha da bastırdı. İbre yüz altmışı gösteriyordu. Hızla akıp giderlerken, aniden bir flaşın yandığını görünce, Feyzo gazdan ayağını aniden çekti. Yanında oturan Hasan’a;
“Hasan sen de flaş yandığını gürdün mü?”
“Evet ya, bana da öyle geldi. İstersen buradan hemen dönüp bir daha bakalım. Aynı hızda gelip, yanılıp yanılmadığımıza bakalım.”
“He vallahi doğru söylüyorsun. Ben de çok merak ettim.” Feyzo yavaşlayan arabanın direksiyonuna var gücü ile asılıp döndü. Yaklaşık iki kilometre sonra Köln’e giden yola tekrar girdiler. Arkada bulunan Kadir, Ali ve Süleyman’dan ses çıkmıyor, ama onlar da ne olacağını çok merak ediyorlardı. Arabada aynı hızla biraz önceki noktaya tekrar geldiler. Bir kez daha bir flaş yandı. Dikkatli baktıkları için bu kez yansımayı daha belirgin gördüler. Bundan bir şey çıkmayacağına kendi aralarında ikna olup, gamsızca yollarına devam ettiler. Köln bulundukları Kamp-Lintford şehrine kıyasla daha büyük ve güzel bir şehirdi. Canlı müziklerin çaldığı bir Türk restaurantında karınlarını bir güzel doyurdular. Onlarca kez kadeh tokuştudular. Kol kola girip halaylar çektiler, çifte telli ve diğer oyun havaları ile hayli zamandır birikmiş olan kurtlarını bir çırpıda şehri Köln’de döktüler.
Kamp-Lintfort’a geldiklerinde hayli yorulmuş olduklarını hissettiklerinden, herkes hemen evine gitti. Feyzo uzun zamandır felekten böylesi bir gün çalmamıştı. Önce Boncuk ve ardından da arkadaşları ile birlikte olmak O'na bir hayli iyi geldi. Şimdi sırada Boncuk’a binip, ver elini Türkiye demek vardı. Bunu gecenin ilerleyen saatinde hatırlayınca bütün bedenini bir karıncalanma ve yüreğini tarifsiz bir heyecan kapladı. Kızı Dilek’i, oğlu Neco’yu, karısı Güllü’yü, Kesikköprü’deki çocukluk arkadaşlarını, akrabalarını, her şeyi ve herkesi çok özlemişti. İzinli olarak geleceğini daha önce mektupla karısına da bildirdiğinden O’nun da haberi vardı. Kim bilir Güllü nasıl bir heyecan sarmalı içindeydi. Her ikisi için de birbirlerinin uzağında günler geçmek bilmiyordu. Bu özlem bitmeli idi.
İki gün çabuk olmazsa da geçti. Bütün hazırlıklarını tamamladı. Elbise, para, pasaport, yiyecek, içecek ve hediyeler hepsi tamamdı. Sabah erkenden uyandı. Bütün eşyalarını mavi arabasına itina ile yükledi. Ardından “ya bismillah” deyip, Boncuk’un motorunu çalıştırdı. Yolu uzun ve yorucuydu. En geç iki, iki buçuk günde Kesikköprü'de olmalıydı. Çocukları, karısı ve akrabaları dört gözle yolunu gözlüyorlardı. Hasretlik tam anlamı ile tavan yapıp, canına tak ettiğinden yollar O’na “viz gelir tırıs giderdi.”
Yaklaşık üç gün boyunca gece ve gündüz demeden art arda sıralı birbirinden farklı güzellikteki ülkeleri,kültürleri, zümrüt ormanları, dağları, tepeleri, dereleri ve ırmakları aşıp, bir aksam üzeri kendisini yorgun argın kırmızı toprakla boyalı evleri ile Kesikköprü’de buldu. İlçesi Bala hala yükseklerde fakirliğini inatla sürdürüyordu. Belki de ülkenin en az gelişme gösteren ilçesi idi.
Alaca karanlıktı. Köy içinden geçerken arabanın camından elini çıkartıp, büyüklere salam veriyor, küçükler ise şaşkın bakışlarla ilk defa gördükleri bu güzel maviş arabaya bakıyorlardı. Evinin virajlı yolunu hızla girdi. Yerden bir toz bulutu yükseldi. Tozların bir kısmi Boncuk’un üzerine geldi. Diğer bir kısmı da, köyün içinde yol buyunca uzanan Kızılırmak’in mavi suları ile buluştu. Evi Köy meydanındaki caminin hemen ardındaydı. Güllü mavi bir aracın kendilerine doğru geldiğini görünce çığlık çığlığa;
“Kızım dilek, Neco… Koşun babanız geldi.” On üç yaşına yeni basan yanağında yer yer çillerin yer aldığı, uzun saçlarını annesinin at kuyruğu gibi ördüğü Dilek ve kömür karası iri gözlü Neco anında annelerinin yanı başına ışınlandılar. Arabanın teybinde bir İbrahim Tatlıses kaseti vardı ve ses sonuna kadar bangır bangırdı.
“Ayağında kundura,
Yar gelir dura dura,
Ölürüm ben ölürem.
Nere gitsen gelirem.”
Allahtan Güllü’nün bir yerlere gittiği yoktu, bıraktığı yerde kıpır kıpır bir yürekle, pür telaş özlemle Feyzo’yu bekliyordu.
Feyzo ailesi ve akrabaları ile uzun uzadıya hasretlik giderdi. Baba ve annesi yıllar önce iki yıl ara ile vefat etmişlerdi. Köyüne gelip gitmediği dönemde de pek çok insan bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Güllü’sünü de yanına alıp, Kesikköprü’ye özgü kırmızı toprakla sıvalı evlerin arasındaki patika yollardan geçip, taziye evlerini tek tek dolaştı. Kızılırmak mavi sularında onlarca çeşit balığı ve pek çok canlıyı barındırıp, aynı zamanda doyurarak nazlı bir eda ile akmaya devam ediyordu. Irmak kenarı ve evlerin bahçeleri daha da çok yeşile bürünmüştü. Köyü büyüyüp gelişme gösteriyordu. Cami önüne toplananlar, hararetli sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Feyzo bu diyarda bulunmadığı zamanlar, devlet tarafından tarlaların sulanması için her tarafa su kanalları yapıldı. Buğday ve arpa yerine çoğu yere kavun ve karpuz bostanları ekili idi. Bunun yanı sıra, kimyon, ayçiçek, fasulye ve nohut tarlaları da boy gösteriyordu. “Akıp duran su artık Kürdün baktığı değil, kullandığı su idi.” Köyündeki bu gelişmelerin yanı sıra, daha çok gencin Ankara veya çevre illere gidip, eğitimlerine devam etmeleri de Feyzo’yu oldukça mutlu etti. Geleceği gençler ellerinde tutuyorlardı. Onların eğitimli-donanımlı birer birey olmaları her şeyden çok daha önemli idi.
Sayılı gün çabuk geçti. Feyzo yaklaşık bir aylık bir izninin ardından, ailesi, arkadaşları, akrabaları ve bütün köylüleri ile vedalaşıp, “kendisinin yaratmadığı, ölümden beter” gurbet yoluna yeniden düştü. Geldiği yolu takip edip, Kamp-Lindfort’a döndü.
Evinde olmadığı zaman ne olup bittiğini de merak etmiyor değildi. Bu zaman zarfında Almanya’yı da özlediğini fark etti. Bu ülkenin düzeni, sistemi ve insana olan yaklaşımı da azımsanacak türden değildi. Anahtarlarından birini ara sıra gelip, evini kontrol etmesi ve çok sevdiği küpe ve sardunya çiçeklerine su vermesi için Hasan’a vermişti. Hasan bütün postasını da alıp, yukarı getirecekti. Valizlerini yüklenip, yukarı çıktı. Kapıyı açar açmaz köşedeki küpe ve sardunya çiçeklerine baktı. Çiçekleri daha da serpilip, gelişmişlerdi. Sağ olsun Hasan suyunu zamanında vermeyi ihmal etmemişti.
Daha sonra önemli bir postasının olup, olmadığına baktı. Masanın üzerinde bir yığın mektup vardı. Çoğu iş yerinden ve reklam postası idi. Aynı resmi kuruluştan iki ayrı mektubu görünce şaşırdı ve acele ile açtı. Her iki mektupta da, Köln yolu üzerinde aynı noktada fazla hız yapmaktan 90 Alman Markı tutarında iki adet trafik cezası vardı. Mektuplarda aynı zamanda direksiyon arkasında birer de resmi vardı. Resimlerden birinde gür bıyıklarını çekiştiriyor, diğerinde ise saçını düzeltiyordu. Fotoğraftaki gibi bıyıklarını tekrar çekiştirip, usturuplu bir küfür savurdu. Evi havalandırmak için camı açtı. Dışarıda çok sıcak olmasa da parlak bir güneş hakimdi.

Amsterdam, 30 Ocak 2017






KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...