PEMBE ŞALVAR
Gün ağardı. Akşamın ürperti veren o
tatlı serinliği yerini insanı hoşlukla mayıştıran adeta çehresini şefkatle
okşayan bir ılıklığa, ilmek ilmek büyüyen gecenin karanlığı da göz kırpıştıran
alacalığa bıraktı. Camili’de güneş bir kez daha yürekleri ısıtan yüzünü
göstermek üzere, kısa süreliğine gittiği diyarlardan çıkageldi. Anlaşılan gezip
tozması hayli iyi geçmişti. Bodur Süleyman Hoca’nın okuduğu "uzun
sesli" ezan, ölü sessizliğinin ortasına apansız bir çığ gibi düştü.
Horozlar kendi kendilerine "Hay Allah yine şeytana uyduk,
uyuyakaldık." diye hayıflandılar. Kanat çırpıp, haremlerinde horul horul
uyuyan tavukları gagaları ile dürtüp uyandırdılar. Bu saatten sonra ötüp
ütmemek konusunda ikirciklenseler de, "adam boş ver" deyip,
"yarına Allah kerimdir" tesellisi ile gıklarını çıkarmadılar. Olanca
hınçlarını hala uyuklamakta olan tavuklardan çıkardılar. Gagaları ile üst üste
tavukların kafasına yaptıkları seri dalışlarla sakinleşmenin yolunu aradılar.
Yine de bağırıp çağırmaktan kendilerini alıkoyamadılar.
"Kime diyorum? Hadi, kalkın tembel tenekeler. Önce
elbirliğiyle şu kahvaltıyı hazırlayın. Ardından da yumurtlayacak mısınız, ne
halt edecekseniz, bir an evvel işinize bakın. Etrafı bok götürüyor. Bütün gün
kıç sallıyorsunuz. Hepinizde pasaklılık diz boyu. Akşama kadar 'tok tok' uyuyup
duruyorsunuz. Yumurtlamasanız, sahibiniz sizi köye gelen jandarmalara kurban
eder. Boyunlarınıza bıçağı çalıp, yağlı bulgur pilavının üzerine butlarınızı
lime lime edip koyar. Kendinizi, mavzer çatan kurbağa giyimli jandarmaların
midelerinde bulursunuz. Üstüne bir de ayran içtiler mi, keyiflerine diyecek
olmaz. Gidecekleri bir dahaki köye kadar karınlarını ovuşturup dururlar.
Gençliğinize yazık olur. Bana göre hava hoş. Koskoca 'kümes sarayda' benden bir
tane var. Beni gözden çıkaramazlar. Ben sizin için söylüyorum. Sonra 'vay ben
görmedim, ben duymadım' yok, bilesiniz. Benden söylemesi."
Sonrasında evlerin loş ışıkları söz
birliği yapılmışçasına bir bir odaları aydınlatmaya başladı. Namaz kılan Camilili
erkeklerin çoğu evlerinde kalmayı yeğledi. Alaca karanlıkta kör topal uzaktaki
camiye varmak için çukur ve dereleri aşmayı göze alamadılar. Serçe kuşlarının
umut veren ötüşlerini dinleyip, ibadetlerini evlerinde ifa ettiler. Yozgat’a
bağlı Yerköy Kasabası’ndan olan cami hocası Bodur Süleyman bir kez daha büyük
bir hayal kırıklığı ile beş kişiden oluşan bir cemaate sabah namazını gönülsüz
kıldırdı.
Pur ve Paşa Dağı Yaylalarının
ardından çıkagelen güneş, ortalığı bu kurak diyarda bir anda güllük-gülistanlığa
çevirdi. Uzun uzadıya gülücüklerle işmarının ardından orkestrasına devasa
büyüklükteki yüzlerce davulu ritim halinde çaldırdı. Yankısı Kızılırmağın
coşkulu mavi sularında ustalıkla kulaç attıktan sonra karşı kıyıya ulaştı.
Kaman ilçesi ve köyleri de uzaklardan gelen davulların hoş seslerine uyandılar.
Ses dalgaları Ürgüp peri bacalarının arasında ve mağaraların içinde birer serçe
bulutu halinde uçuştu. Uzun uzadıya çalınan davullara bir ara verildi. Güneş
soluğunu devasa alevler halinde verdi. Kalın böğürtülü sesini olabildiğince
yükseltti. Bakanların gözleri yangın yerine döndü. Kulakları bir müddet sağır
oldu. Tutundukları toprak titredi. Etrafı bir anda gelip geçen yoğun toz ve
duman bulutları kapladı. Ve güneş o gür sesini dört bir yanda yankılandırdı.
“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola.
Şerler def ola. Şerler def olaaa.......
.........................................................”
Süt dolu arpa, buğday ve darı
başakları boyun eğip, saygıyla, bir koldan selama durdular. Hep bir ağızdan;
“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola...
Şerler def ola, Şerler def ola...” diye bağırdılar.
Hatmi
çiçekleri ve deve dikenleri uyum içinde coşkuyla başlarını salladılar. Ayrı bir
koro halinde yol boylarında, ekin tarlalarının aralarında yer alan papatyalar,
narin gelincikler, civan perçemleri, emzik otları, çirişler, kazayağı, yemlik,
kekik, çıtlık, hindiba, şevketi bostanlar, hardal, ayrık otları, ebe gümeçleri,
yoncalar, serçeler, keklikler, çinte ve keten kuşları, güvercinler, kargalar,
tarla fareleri, solucanlar, çekirgeler, kara sinekler, eşek arıları, uğur-ateş
ve cırcır böcekleri de cılız bir koro halinde, ürküntü, korku ve bir o kadar da
istekle;
“Sabahlar hayrola... Sabahlar hayrola...” diye seslerini hep
birlikte yükseltmeye çalıştılar.
Nidalar
Kızılırmak boylarındaki Kürt ellerini aşıp Kırşehir, Yozgat ve Sivas Türk
ellerine kadar dalgalar halinde ulaştı. Pur ve Paşa Dağı yaylalarının ardından
çıkagelen haykırışa, Türk elleri de elbette cevapsız kalmadı. Hazırlıkları
tamamdı.
Yiğitler
yiğidi Dadaloğlu’nun sazının tellerinin inlemeleri ve dünyayı titreten gür
sesiyle pür dikkat dinlemedeki Kürt ellerine doğru haykırdı.
“Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür
Bir firkat geldi de coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.”
Dadaloğlu
nöbetini avuçları patlatan bir alkış tufanının ardından büyük ozan Muharrem
Ertaş’a devretti. Ve bu kez de yürek yakan bir ses İç Anadolu coğrafyasını
darmadağın, toz duman eyledi.
“Aydost Aman
Yalandır bu dünyanın ahiri yalan
Aldatıp gül yüzlümü elimden alan
Mısır'a sultan etsen de istemem kalan
Ben ölüp ellere kaldıktan keri.”
Kürt
elleri bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu tam bir bombardımandı. Uzun
süre düşünseler de verebilecekleri bir cevapları ne yazık ki yoktu. Kendi
ellerinde yetişmiş, bu denli bir büyüklükte sazının döşüne vurup, ortalığı toza
dumana boğacak bir ozanları yoktu. Hep bir ağızdan suspus kaldılar. Çok
geçmeden Kırşehir ellerinden, baba Muharrem Ertaş sazını üç kez saygıyla
öptükten sonra usulca, çoğu zaman kendisine gönlünün kırık-gücenik olduğu oğlu
Neşet Ertaş’ın kucağına usulca bırakıverdi.
Neşet
Ertaş her zamanki gibi başladı.
“Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni, Roman, İngiliz veya
Fransız hiç bir farkım yoktur benim. Ben bütün insanlığın ayağının turabı ve
gönüllerinin hızmatçısıym. Sizlere çektiğimiz dertlerin türkülerini yakıp,
dillendirmeye başarabiliyorsam; ne mutlu bana!” 'İnsan hazinesine' doğru İç
Anadolu bozkırının dört bir yanından büyük alkış sesleri yükseldi.
“Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.”
Sıra Keskin ellerinden Hacı Taşan’daydı. O da büyük bir saygı
ile ceketinin önünü ilikleyip, yine sazını üç kez öpüp, tezenesini dans
ettirdi.
“Bugün ayın ışığı
Elinde bal kaşığı
Yine nerden geliyon?
Mahlenin yakışığı.”
Hacı
Taşan’ın bu güzel türküsüne ayakta kulak veren Büyükcamili’nin her zaman “iki
dirhem bir çekirdek” giyinen, ayağında siyah rugan ayakkabıları eksik olmayan
muhtarı Qefer, bir anda ayna gibi parlayan rugan ayakkabılarına parlaklığına
uzun uzadıya baktı. Ceketinin önlerini iki eli ile aşağı doğru çekiştirip,
düzeltti ve ardından güneş ışınlarının yansıdığı oturma odasının duvarındaki
kırık aynada kendisini hayranlıkla seyreyledi. Saçlarını özenle taradı.
Kaşlarını düzeltti. Vaziyet gayet berkemaldi. Evet, türküde adı geçen “mahlenin
yakışığı” kendisinden başkası değildi.
Ozanlar geçidine uzak ellerden misafir sanatçı olarak katılan
Ali Ekber Çiçek de diğer saz ustası arkadaşlarından geri kalmadı.
Misafirliğinin ve sanatının hakkını verdi.
“Kırkların ceminde
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar dost dara düş oldum.”
Üst
üste büyük bir coşku ile adının telaffuz edildiğini duyan, Heyderi Hecike,
kendisinden bahsedildiğini, ozanın kendisini çağırdığı intibasına kapıldı.
Yüreğinde kıpırtılarla etrafına bakındı. Oysa etrafta kimsecikler yoktu.
Gülümsedi. Bunun uzaklardan gelen bir deyiş olduğunu anlayınca, O da bildiği
kadarı ile türküye eşlik etmeye çalıştı. Heyderi Hecike bütün canlılar ve var bitkiler
yükselen türkülere kulak verip mest oldular.
Ali Ekber Çiçek’ten sonra sözü Şemsi Yastıman aldı. O da
Kırşehir yöresinden şölene katıldı.
“Biter biter de Kırşehir’in gülleri biter.
Şakıyıp dalında bülbüller öter.”
Bu oyun
havasının Heciban Köylerinin semalarında yankılanmasının ardından kimileri
ustalıkla, kimileri de acemi ve mahcup hareketlerle ceylanlar misali sekiyip,
içlerindeki kıpırtılara boyun eğdiler.
Yüreğinin gözleri ile derinlerden dünyaya bakan ve gören;
Sivas ellerinden Aşık Veysel çatallaşan sesi ve sazının melodileri ile yerini
aldı.
“Uzun ince bir yoldayım.
Gidiyorum gündüz gece.
Bilmiyorum ne haldeyim.
Gidiyorum gündüz gece.”
Hecibanlar
bir anda kendilerini esrik bulutların altında uzun ve ince bir yolda buldular.
Yorulanlar oldukları yere çömelip dinlendiler. Testiler dolusu Paşa Dağı
ayranını yudumladılar. Yolun gerçekten de söylendiği gibi, ince ve uzun ama
zahmetli de olduğunda hemfikir oldular. Tanrıdan kolaylıklar dilediler.
Sıra
Kamanlı Çekiç Ali’ye geldi ki, O da ustalığını göstermekte yoldaşlarından geri
kalmadı. Çok hoş yerel bir aksanla ağzından bal akıttı.
“İrafa koydum narı
Ağlarım zarı zarı.
Küstürdüm de yolladım.
İreyhan boylu yarı.”
Heciban
Kürt ellerinde kimileri Çekiç Ali'ni rafa koyduğunu söylediği, köylerinde çok
nadir olarak görülen narı beyhude aradılar. "İreyhan boylu" yarin
küstürülmesine de gönülleri razı gelmeyen ve üzülenler de olmadı değil. Yar
küsmeye görsün, işte o zaman en büyük zifiri karanlıklar yaşanacak demekti.
Dünya hepten çekilmez olacaktı.
Kızılırmak
boylarında yer alan onlarca Kürt köyünden, onlarca yıl böylesine güzel ses ve
seda çıkmadı. Derken Kesikköprü’den güzel mi güzel bir ses yükseldi ki, bu güne
kadar hiç kimseler “Kardeş Türküler ve Bajar Gruplarının” solisti Vedat
Yıldırım kadar, “Mirqut, Pembe Şalvar ve Kara üzüm habbesi” türkülerini
böylesine muhteşem bir ses ve yorumla seslendiremedi. Onlarca yıldır yöresinden
yükselen deyişleri dinleyen Kürt ellerinin de geç de olsa artık söyleyecek
türküleri var.
“Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey,
ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil,
şarkı söylemek istiyorum...”
Amsterdam,
2 Ağustos 2017