HEMZE Û
EMNE
Hamza ve Kahramanmaraş’ın o güzeller güzeli kömür gözlü Emine’sí, onların nefeslerini kesecek kadar içlerini kıpır kıpır eden sevdaları ile birbirlerine deliler gibi aşıktılar. Uzun bir nişanlılık döneminin ardından, nihayet yirmi gün
önce dünya evine girdiler. Tomurcuklu çiçekleri; Hamza’nın
basık, Emine’nin ise o biçimli küçük burnunda olan evliliklerini, bütün dost ve akrabalarının davetli olduğu, pullu al
mendillerin kelebekler misali tiril tiril sallandığı, dillere destan onlarca metre boyunda
halayların çekildiği, üç gün-üç gece süren dillere destan bir şenlikle taçlandırdılar. Davullar ve zurnalar susmak nedir bilmedi. Dört bir yandan gelen akraba ve konuklar ağırlandı. Kurbanlar kesildi. Sofralar kuruldu. Aslan sütü kadehler havada art arda çınladı. Emine'nin ak gelinliği birbirinden değerli onlarca takıya bezendi. Doğrusu ağızları kulaklarında olan çiftin mutluluğuna da diyecek yoktu. Ağır Kürt aksanı ile Türkçeyi kendilerine has bir şekilde konuştuklarından, birbirlerine Hemze ve Emne diye sesleniyorlardı.
Mutlulukları ne yazıktır ki kısa sürdü. Yüzlerindeki o kocaman gülümsemeleri bir anda döküldü. 1978 yılının son günleri idi. Soğuğun iyice dayattığı bu kış günlerinde, insanlar yeni bir yılı bin bir umutla kucaklamaya hazırlandıkları bir zamanda, olanlar oldu. Şehrinin gök kubbesine kara bulutlar gelip bağdaş kurdular. Hemze o sabah çakır gözlerini yeni bir güne açtığında, kendilerinin ve çevredeki pek çok komşularının kapılarının üzerinde boya
ile çizilmiş, uzun zaman baktığı halde anlam vermekte zorlandığı bir çarpı
işareti ile karşılaştı. Çok geçmeden ürperti veren uluma sesleri eşliğinde, bütün evler barbarca yağmalandı. Masum insanlar her türlü silah, satır, orak ve baltalarla hunharca öldürüldüler. Büyük bir korku ve panik içindeki halk, çil yavruları gibi dört bir yana dağıldılar. Saklanabilenler öldürülmekten kurtuldular. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyor, yaşlılar
korkudan tir tir titriyorlardı. Evler kundaklanıp ateşe veriliyor, sokak orasında biçare insanlar katlediliyorlardı. Sokaklar bir anda birer kan gölüne dönüştü. Arşı ağıtlar sardı. Kim kimi neden öldürüyor bilinmiyordu. Yaşananlar inanılması güç, alabildiğine büyük bir barbarlık eseri idi. Kahramanmaraş isim değiştirip, kanlı Maraş oldu.
Görüldüğü üzere vaziyetlerinin pek berkemal olmadığını
gören Hemze, kendisini kısa sürede toparladı. Emne'si ile sağ salim kurtulmuşlardı. Şehri hemen terk ettiler. Aklıselim düşünmek zorundaydılar. Doğup
büyüdükleri, atalarının mezarlarının yer aldığı, yüzlerce anısının olduğu bu
topraklarda yaşam hakkının kendilerine tanınmadığını gördüler ve bir karar almak
zorunda kaldılar. Canından çok sevdiği Emne’sinin başına bir hal gelmeden onu alıp
bu diyarlardan çok uzaklara gitmeliydi. Kimselerin bilmediği ulaşılmaz dağların
ardı belki de en güvenilir yerdi.
O yılların siyah beyaz televizyonunda sürekli
seyrettiği Heidi adlı çizgi filminde yer alan Alp Dağlarının etekleri yeni mekânları
oldu. Bu sarp dağlar Heidi, arkadaşı Peter, Büyük Babasına ve keçilerine mutlu bir yaşam
sürmeleri için kucak açtığına göre, biçare halde kapılarına dayanan Hemze ve
Emne’ye de misafirperver davranırdı. Bütün bu hayallerle çarçabuk pasaport
çıkartıp yüreklerinden atmalarının hayli zor olacağını bildikleri büyük bir gam ile atalarının topraklarını terk ettiler.
İlk yıllarında pek çok zorlukla karşılaştılar. Başta
kültür olmak üzere, dil, din, gelenekler, insanların yürümeleri, oturmaları,
kalkmaları, yemeleri ve içmeleri dahi çok farklıydı. Yapayalnızdılar. Zamanla
her türlü zorluğun üstesinden gelmeye çalıştılar. Farklılıkları anlamaya ve
yeni dostluklar edinmeye başlamakta fazla gecikmediler. Zirveleri oldukça
yukarılarda olan Alp Dağlarının eteklerinde, başkent Viyana yakınlarında
medeniyetin solunduğu, bütün renklerin yeşil ile cilveleştiği doğadan ibaret bir hayatla ayrılmamak üzere sıkıca kucaklaştılar.
Amansız hayatın içinde alabildiğine yer alırlarken, dayatılan zorluklarla mücadele içinde geçen her yıl, Hemze ile Emne’nin birbirlerine duydukları sevdayı azaltmanın yerine, bu güzelliği daha
da çoğalttı. Oğulları, kızları ve torunlarının dünyaya gelmesi ile mesken ettikleri
Avusturya’nın başı karlı dağlarında vasat hayatlarını renklendirdiler. Yaşanmış
onca acıya karşın, yüzlerinde her an büyük gülümsemeleri bir an olsun eksik
olmadı. Alp Dağlarından esen tatlı serinlikteki rüzgârlar yüreklerini
okşamalarla geçedururken, onlar hayatı adeta alaya alıyorlardı. Birbirlerine
karşı sürekli espriler yaparak, şakalaşıyor ve hayatın getirisi zorlukları bir
tarafa atıp, günlerini gün etmeye çalıştılar.
Yüreklerinin en derininden birbirlerine “Hemze… Emne…” diye seslenirlerken aşk dolu kalpleri adeta
bedenlerini terk edip, havada buluşuyordu. Hemze günün yorgunluğuyla ağrıyan
başından dolayı kıvranmalar içindeyken, kocaman bir patatesi tavada
kızartacakmış gibi doğruyor, sonrasında da bu beşibirlik altın liraları bir ipe
diziyordu. Kolye halindeki patates
dilimlerini alnına, boynuna doluyor, uzun kır bıyıklarının arasından geçirip
bağlıyordu. Bir avize gibi oturma odasının içinde dolanıyor, geçmek nedir
bilmeyen baş ağrısına isyan ediyordu. Odun ateşi ile yana kuzinenin başından
ayrılmıyordu.
Günlerden bir gün hastalık sırası Emne’ye geldi. Hiç
beklemediği bir anda apandisinin patlaması ile Emne’yi yakındaki hastaneye kaldırdılar.
Hemze ameliyat sonrası elinde kocaman bir buket çiçek ile hayat arkadaşının
ziyaretine gitti. Çiçekleri hemşireye bir vazo içine koydurup masanın üzerine
koydu. Bir zangoç gibi karısının yanı başında durdu. Karısının solgun yüzünü gören Hemze hasta yatağına doğru geldi ve
Emne’nin kulağına harf harf dökülen bir sesle seslendi.
“Emne, canım benim. Malum hastasın öldürmeyen Allah
öldürmüyor ama yine de ben sorayım. Emne ölürsen seni nereye gömelim?” Duyduklarının
ciddi olduğu kanısına varan Emne avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Çöpe at Hemze, çöpe… Anladın mı hiçbir yere götürmene
gerek yok, bildiğin çöpe at.” Emne’nin bu beklenmedik haşin çıkışının ardından
neye uğradığını şaşıran Hemze, tez elden yelkenlileri olduğu gibi suya indirdi.
Getirdiği çiçek buketinden kızıl bir gülü seçip Emne’nin eline tutuşturdu. Alnından
öptü. Espri yapayım derken, biraz aşırıya kaçmıştı.
“Yok, Emnem yok. Ben latife yapayım dedim. Yüzünü
güldüreyim dedim. Sen beni yanlış anladın. Yoksa haşa nasıl böyle bir şey diyebilirim. Kimseye de değil,
he mi de Emne sana, öyle mi? Haşa! Aha bu gül gibi sen de benim biricik
gülümsün. Senin dikenin bile yok. Kurban olduğum.” gibi iltifatlarla Emne’nin
gönlünü zor etti. Can yoldaşı çok geçmeden hasta yatağında Hemze’ye yeniden
gülü gülüverdi.
Emne aynı zamanda Hemze’nin danışmanıdır. Her konu
Emne’ye sorulur, gerektiğinde onay alınır ve akabinde icraata geçilirdi. En
basit bir matematik işleminde dahi Hemze anında bu konuda Emne’nin derin görüşünü
alırdı.
“Emne… İki kere iki kaçtı? Yaww…”
“Dört Hemze dört. Kuruş bilmez Hemze, dört.” Emne bu
durumda işlem sonucunu büyük bir gurur ve bilmişlikle en az beş kez tekrarlardı.
Hemze de bunun altında kalmaz tabi.
“Ee… Sağ ol Emne. Allah-u Teâla senin o kutsal gölgeni
başımızdan eksik etmesin. Hızır yar ve yardımcın olsun. Sen olmasan biz ne
yaparız. Perişan oluruz. O zaman ben sütçüye bu dört Euro’yu veriyorum ha!”
“Ver Hemze ver tabi. Adamın hakkı kalmasın. Hadi neyse
Allah-u Teâla senin gibi bir tatlı belayı da başımızdan eksik etmesin.”
Hemze’nin iki tane oğlu ve bir de kızı vardı. Her üçü
de evlenip çoluk çocuğa karıştıklarından Emne’si ile yalnız yaşıyorlardı.
Oğullarından biri veya kızı, kış mevsiminde geleceklerse ve o gün kar da yağmış
ise, Hemze şafakla birlikte kalkar, evinin bahçesine kadar olan en az yüz
metrelik yoldaki bütün karları kürerdi. Bunu gören Avusturyalılar büyük bir
şaşkınlıkla ona bakar, bir anlam veremezlerdi. Lakin bu sık sık tekrarlana gelince
onlar da artık Hemze’nin ya oğlunun ya da kızının geleceğini anlarlardı.
Bazıları bu duruma alışık olduğundan, kimi Hemze’ye kahve, çay, ekmek arası
peynir ve hatta çorba dahi getirenler vardı. Böylelikle onlar da bu renkli
kişilikle yakınlaşıp, yaşamlarını daha anlamlı kılmaya talip oluyorlardı.
Eğer yaz mevsimi ise ve çocukları geliyorsa, gelmeden
bir saatlik yolda onları en az on kez arayıp geldikleri güzergâh hakkında bilgi
alıyor, daha ne kadar yollarının olduğu konusunda bilgi sahibi oluyordu.
Arabalarının yaklaşması ile de hemen yola çıkıyor, üzerine fosforlu sarı bir
yelek giyip trafik polisi görevini üstleniyordu. Sigaradan sararmış dişlerinin
arasında tuttuğu düdüğünü sert komutlarla öttürüp, dur ihtarlarında
bulunuyordu. Bütün bu zorlu uğraşıların ardından, çocuklarını sağ salim
evinin bahçesindeki parka alıyordu.
Geçmişin serpiştirdiği ağular güzelim yüreklerine çimdikler ata ata bugüne geldiler. Kalplerindeki gamı defetmekte bir hayli zorlandılar. Şimdilerde Hemze ve Emine iyice yaşlandılar. Ama Alp
Dağlarının eteklerindeki hanelerinde hala onların karşılıklı sevgi dolu
sataşmaları duyulur. Komşular anlamadıkları bir dilden bağrışmalar dahilinde
yapılan bu esprilerden anlamasalar da, bu gürültülerin her birinin birer ilanı
aşk olduğunu bilirler. Hatta onların yıllardır sönmek nedir bilmeyen, emek
verdikleri aşk ateşlerini kıskanırlar. Onların semalarında gökyüzü maviş gülümser.
Tek olumsuz bir durum vardır ki o da, Hemze üzerinden
onlarca yıl da geçse, gördüğü her çarpı işareti karşısında biraz ürker, yüzüne bir anda kan yürür ve o
yerden uzaklaşma eğilimine girer. Belki de bir çarpım işleminde, çoğu zaman
bildiği halde bilmiyormuş gibi yapması, iki işlem arasındaki X harfinden
dolayıdır. Dağlar kızı Heidi ile Alp Dağlarının havasını soluyor, buruk bir
mutluluğu vardır, ama kapısının üzerine çarpı işareti koyan kimselerin olmamasından
dolayı da kendilerini oldukça güvende hissediyorlar. Şayet çarpı işaretleri ile bir
ilginiz yoksa, olur ya, sizin de yolunuz günlerden bir gün Alp Dağlarının eteklerine doğru düşerse; Hemze ve Emne’nin evlerinin ve gönüllerinin kapıları sonuna kadar
açıktır. Onların muhteşem mutluluklarına tanık olur, defi gam eder, güzelim aşk duygusundan doyasıya tadar, haz ve
feyiz alırsınız.
Amsterdam, 26 Mart 2018