5 Şubat 2019 Salı

AYNA









AYNA 
"Ayna benim en iyi arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez." 
               Charlie Chaplin 
Sılo açık kahverengi gözlerine sabah güneşinin keskin ışınları apansız düşmesin diye, sağ elini gür kaşlarının hizasında siper etti. Aheste adımlarla evinin terasına çıktı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, doğup büyüdüğü Heştiyar Köyü’nde de günün berrak, göğün alabildiğine mavi olduğu bir yaz ortasıydı. Keyfi yerindeydi. Halep kumaşı pırıl pırıl siyah takım elbisesi ile onu görenler, elli yaşında olduğuna inanmakta hayli zorlanırlardı. Giyiminin düzgün olması çok önemliydi. İstanbul Kız Kulesi kabartmalı, uzun köstekli-gümüş saatini sekiz düğmeli yeleğinin yan cebine özenle yerleştirdi. Bıyıklarını keyifle çekiştirip boncuk mavisi göğe doğru burdu. Evin tek ağacının terasa doğru sarkan gümüş yapraklı dallarından, haşmetli burnuna buram buram iğde kokusu doluştu. Ağacın üst dallarından birine konan ürkek bir serçe iki kez öttü ve ardından da hızla kanat çırpmaları ile belirsizliğe yöneldi. 
Varlıklıydı. Babadan kalma arazilerine çevre köylerde herkes imrenirdi. Bu yıl da ekinlerinden beklediğinin üzerinde bir verimlilikte mahsul elde etti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Bir dediğini iki etmiyordu. Oturduğu iki katlı, altı odalı geniş konak çevredeki köylerde parmakla gösterilirdi. Dört bir yanı insanda büyük saygı uyandıran, işinin erbabı Ermeni ustalar tarafından yapılan, el emeği göz nuru ahşap oymalarla bezeliydi. Konağın her kapısı, penceresi, pervazları ve dolapları görülmeye değer birer sanat harikasıydı. 
Diğer yandan bugün onun için oldukça önemli bir gündü. Hayatının yeni bir dönüm noktasıydı. Bu muştulu güne verdiği ehemmiyetten aynanın karşısında uzunca vakit geçirdi. Saçlarına briyantin sürdü, yanaklarına, boynuna avuç dolusu lavanta dökündü. Üç çocuğunun annesi, karısı Makbule yaklaşık bir yıl önce, yakalandığı amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Geçen bunca zaman boyunca yeniden evlenmek maksadı ile kafasını aylarca yordu. Üç çocukla yalnız yapamıyordu. Bu yaştan sonra bir erkek için bir başınalık da katlanılır değildi. Akrabaları ve komşuları sonunda imdadına yetiştiler. Yapılan uzun araştırmaların ardından talihli gelin adayı komşu köy Bektaşlı’da bulundu. 
Edul henüz on beşindeydi. Köylülere göre ise evlenme yaşı çoktan gelip geçiyordu. Sılo’nun akrabaları Edul’ün babasının ‘ağzından girip burnundan çıkarak’ zoraki rızasını aldılar. Her hâlükârda kızları varlıklı bir eve gelin gidecek, ‘bir eli yağda ve bir eli balda’ rahat edecekti. Daha ne isterlerdi ki? Edul’ün gönlünün olup olmadığını sormak akıllarına dahi gelmedi. O, öyle veya böyle, müstakbel kocası ellili yaşlarda da olsa, çocuk yaşında bu evliliği onaylamak zorundaydı. Evlenecek olan kızların fikirlerinin sorulması görülmemiş ve adetten de değildi. Abesti. 
Konak avlusunun orta yerinde paçalı iki ak güvercin yarışırcasına takla atmaya başladılar. Yere konmaları ile birlikte öpüşür gibi gagalarını tokuşturuyor ve tekrar havalanıyorlar. Evin köpeği Kocabaş olup biteni ağzı açık ilgiyle izliyor. Sılo’nun gözleri de bir anda gösteri yapan bu kuşlara ilişti.
Ak güvercinlerden biri kendisi, diğeri ise yeni karısı Edul oluverdi. Hayal âlemine derinlemesine daldı. Bu manzaradan kendisini koparıp alması kolay olmadı. Evet, güzel ve mutlu günler onu bekliyordu. Özlemle beklediği an her geçen dakika daha da yakınlaşıyordu. Gülümsedi. Gözleri parladı. Tütün tabakasından bir sigara aldı. Muhtar çakmağından sızan gaz ve tütün kokuları birbirine karıştı. Boca ettiği sigara dumanını ciğerlerinin derinlerine doğru çekti. Sonrasında arkaya doğru taralı parıltılı düz saçlarının üzerinde, bir bacayı andıran burnundan gri bulutlar uçuştu. Nikotin hoşlukla genzini yaktı. Konakta 'İn cin top oynuyordu.' Kimsecikler kalmadı. Bir bardak çay olsun verecek tek insan yoktu. Üç gün ve gece süren curcunalı düğün kalabalığının ardından bir başına kalakaldı. Adetler gereği damadın evde beklemesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. 
Kadınlı erkekli düğün alayı zılgıtlar, türküler, davullar ve zurnalar eşliğinde Edul gelini almak üzere çok da uzak olmayan Bektaşlı Köyü’nün yolunu tuttular. Akşam karanlığına kalmaz, alıp gelirlerdi onu. Sılo krallara layık bir düğünle ikinci defa dünya evine giriyordu. Düğünün çevre köylerdeki yankısı bir hayli ses getirdi. Şanına şan kattı. Gıpta ettiler. Böylelikle onu kahretmeye devam eden yalnızlığı da son bulacaktı. Kamanlı abdal ustalar tarafından çifte davul olanca güçleri ile dövüldü. Çifte erik zurna kafalar gökyüzüne kaldırılıp öttürüldü. Boy boy halaylar çekildi. Yüreklerindeki kıpırtılarla genç kızlar ve erkekler terli ellerini yeni halaylar için heyecanla birleştirdiler. Karun sofralarını aratmayan yer sofralarında ziyafetler verildi. Koçlar ve danalar kurban edildi. Çevre köylerden yüzlerce davetli düğüne katılımları ile şenlendirdiler. Heştiyar Köyü’nün semaları kadın davetlilerin attığı zılgıtlarla art arda yankılandı. Davul sesi çölü andıran bozkıra yayılan uzaktaki köylerde kulağa hoş geliyordu. 
Sılo’nun en büyük oğlu Mustafa yeni eşi Edul ile aynı yaştaydı. Diğer oğlu Selim on üç ve Arif ise on bir yaşındaydı. Gelin evinin örme taşlı geniş avlusunda onlarca metre uzunluğunda halaylar “Ki zawa? Ki zawa? – Kim damat? Kim damat?” bağrışmaları içinde döndü. Allı, yeşilli, pullu ipek mendiller sallandı. Havaya kurşunlar sıkıldı. Konağın tavan direğine takılan al bayrak nazlı nazlı sallandırıldı. 
Gelin alayı Edul’u Bektaşlı Köyü'ndeki baba evinden zılgıtlar eşliğinde alıp, Sılo’nun konağına doğru yola çıktılar. Damat evinin önünde çekilen son halayların ardından, damat Sılo arkadaşları tarafından sırtına vurulan onlarca yumruktan sonra gerdeğe girdi. Edul odanın bir köşesinde yatağın kenarına korku içinde ilişmişti. Kocasının içeri girdiğini görünce usulca ayağa kalktı.
Başını masumiyetle önüne eğdi. Buğulu ürkek bakışlarla beklemeye koyuldu. Sılo karısının duvağını usulca kaldırdı. Yüz görümlüğü hazırdı. Cebinden çıkardığı ve kırmızı bir kurdeleye dizili beş tane reşat altını karısının boynuna taktı. Sıkıca bağladı. Anlından öptü. Edul titrek elleri ile boynuna takılan altınlara dokundu. Çok da umurunda değildi. Ellerinin titremesi devam ediyor, yüreği hızla çarpıyordu. 
Genç gelin Edul’un bu evlilikten bir kızı dünyaya geldi. Çocukluğunu bir dem olsun yaşayamadan çocuk anne oldu. Annelik nasıl bir şeydi, nasıl yapılırdı? Bilemiyordu. Anne olması, benliğinden çocuksu duygularını alıp götürmeye yetmedi. Yaşayamadığı acı veren bu evreyi yüreğinden söküp atması mümkün değildi. Bu duygu kalbinin derinliklerinde yatıyordu. 
Bebeğini doyuruyor ve ev işlerini yapmasının hemen ardından sevinçle dışarı fırlıyordu. Baba evinde yaşayamadığı çocukluğunu, kocasının evinde Sılo’nun oğulları ile oynadığı oyunlar ile gideriyordu. Neler oynamıyorlardı ki; saklambaç, ip atlamaca, seksek, çelik çomak ve en çok da evlerinin önündeki büyük taşın üzerinden atlıyorlardı. Böylesi anlarda Edul kendisini unutuyor, avuntu ile dünyanın kendisi için de var olduğunu hissediyordu. Çok gecikmeli de olsa, biraz olsun çocukluğuna adım atması çiçeği burnunda anneye iyi geldi.  
Onu mutlu kıldı. Kendi yaşındaki üvey çocukları da Edul’u çok sevdiler. Çünkü o kendileri için bir üvey anneden çok, en iyi arkadaşlarıydı. Onun vakit bulup kendileri ile oynaması için can atıyorlardı. Üvey annelerini, aynı zamanda arkadaşları olan bu çocuk kadını üzmemek ve yüreğini hoş tutmak için adeta yarış halinde oldular. 
Edul kızı Sultan’dan ve Sılo’nun oğulları ile oynamaktan arta kalan zamanının büyük bir kısmını odasında duvara asılı altın varaklı aynanın karşısında geçirmeyi çok seviyordu. Onun derinliklerinde uzun uzadıya çehresine bakıyor, gülümsüyor, uzun siyah saçlarını tarıyor ve çoğu zaman kimselerin duymayacağı bir sesle konuşuyordu. Kimseler onun ne konuştuğunu duymadı, anlayamadı. Bu onların arasındaki bir sırdı. Ayna da en az Edul kadar ketumdu. ‘Ser verirler, sır vermezlerdi.’ 
Aynayı kendisine sırdaş edindi. Bu can dostu aracılığı ile Tanrıya yönelik adeta biteviye bir haykırış halindeydi. Karşısında bir insan varmışçasına derdini anlatadurdu. Yüreğindeki ol kanamalı yaraları bir bir açtı ve onunla paylaştı. Belki de daha çok yaşamadığı çocukluğunu, kardeşlerine olan özlemi, yanlış bir karar veren anne ve babasını anlattı. Akarsuya bırakılan rüyalar misali sıkıntılarını aktardı. Kendisini bir tek o anladı. Ona uzun uzun gülümsedi. Görünmeyen iki kol uzandı ve Edul’u bağrına sıkı sıkı bastı. Edul’un kara gözlerinden süzülen masumiyet gözyaşlarını kuruladı, teselli etti. Edul için bu büyülü bir aynaydı. En büyük avuntusu, en yakın arkadaşı ve dostuydu. Bütün hayatını onunla paylaştı. Döktüğü her gözyaşının ardından, aynasının da birlikte ağladığına inanıp ak bezlerle güzelce sildi. Parlattı. Öpücükler kondurdu. Belki de baktığı içinin aynasıydı. Uçsuz bucaksız parlak derinlikte aradığı kendisi ve çocukluğuydu. 
Duvara asılı kalmaya mahkûm edilen dostuna, dünyadaki en güzelin Edul olup olmadığını sormayı, kendisi Pamuk Prenses olmadığından gerek görmedi. Bu tür sıkıcı sorularla sırdaşının canını sıkmadı. En güzel o olsaydı ne olacaktı ki? Elbette fark etmeyecekti. Ama aynası güzel ve parlaktı. Şavkı parıltılarla bütün odasına yansıyordu. Onunla aralarında kimselerin göremeyeceği ve hissedemeyeceği çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardı. Bunu kimselerin bilmesine de gerek yoktu. 
Evliliklerinin üzerinden çarçabuk dört yıl kadar bir zaman geçti. Hiçbir belirti göstermediği halde, oldukça sağlıklı görünen kocası Sılo ani bir hastalığa yakalandı. Kapısı tıklatılmayan doktor kalmadı. Hastane hastane dolaşıldı. Her türlü tedavi için gidilmedik yer kalmadı. Ancak hastalığına çare bulunamadı. Dört ay gibi bir zaman geçmeden de hayata gözerini kapadı. Ardında karısı Edul’u dul, üç oğlunu ve küçük kızları Sultan’ı babasız bıraktı. Edul sonradan da olsa Sılo’yu 'kaderim' deyip kabullenmiş ve sevmeye de başlamıştı. Onun için kocası bir yerde koruyucu ve baba şefkati veren birisiydi. O nedenle üzüntüsü büyüktü. Kızı Sultana ve oyun arkadaşları ve aynı zamanda üvey çocukları Mustafa, Selim ve Arif’e sarılıp yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı. 
Dul kalan Edul daha çok gençti. Sılo’nun kardeşleri bir araya gelip abilerinin dul eşinin istemesi halinde baba evine gitmesinde karar kıldılar. Sılo’nun çocukları buna karşı direndilerse de Edul’un da gitme yanlısı olduğunu görünce kabullenmek zorunda kaldılar. Sultan’a da kimsenin bakamayacağı düşünüldüğünden, Edul kızını da beraberinde alabilecekti. 
Ayrılık günü gelip çattı. Bunu öncesinde Sılo’nun kardeşleri Edul ile konuştular. Mal varlıklarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu, kendisine istediği kadar para veya ne arzu ediyorsa verebileceklerini, buna hakkı olduğunu, ağabeylerinin ve çocuklarının üzerinde çok hakkı olduğunu söylediler. Dolayısıyla bunu hak ediyordu. Ancak Edul hiçbir şey istemediğini söyleyince, çok zorlamalarına rağmen kabul ettiremediler. 
O oyun arkadaşları üvey oğulları ile ayrılacağından dolayı çok üzülüyordu. Onları beter özleyecekti. Tek tek kucaklaşmalarla, hüzünle vedalaştı. Sevgi ile sırtlarını sıvazladı. Kendisini unutmamalarını ve mümkünse sıkça ziyaretine gelmelerini sıkıca tembihledi. İleride güzel kızlarla evlenmelerini, çok mutlu olmalarını ve babalarının mezarına gitmeyi ihmal etmemelerini söyledi.  
Rüzgâr uğultulu bir solukla esiyor. Bir sonbahar sabahıydı. Boynu bükük Edul sağ eli ile sıkıca kızının elini tuttu. Sol kolunun altına sıkıştırdığı altı varaklı ayna ile ağlamaklı, buruk duygularla Sılo’nun evinden, içinde ezilmiş bir gülün hüznü ile ayrıldı. Onu görenler kıymeti harbiyesi olmayan bir aynayı yanında götürmesine anlam veremediler. Ama bu ayna belki de onun tek umuduydu. Onu da beraberinde götürmek istemişti. Rüzgârın etkisi ile hafiften sallanan ayna etrafına güneşten aldığı ışıkları yansıttı. Bu genç dul kadını uğurlayanların gözleri kamaştı. Rüzgâr apansız dindi. Kocasının atı Bozo ahırda sesini yükselterek hüzünlü kişnedi. Kocabaş kuyruğunu sallayadurdu. "Gitme, ne olur." dercesine kırpıştırdığı parlak gözleri ile baktı. Olduğu yere çöktü. Bu sırada Edul’un kulaklarının dibinde bir fısıltı duyuldu. 
“Ağlama Edul ağlama! Yazık günah sana. Harap ettin kendini. Kazara beni de elinden düşüreceksin. Şuracıkta paramparça olacağım. Yeter. Senin için çok üzülüyorum. Ama yalvarıyorum ağlama artık!”
Gözyaşlarını sular seller akıtan Edul çok ilerlemeden hüznün de verdiği dalgınlıkla, köyünün yolunda aynasını elinden düşürdü. Paramparça olan ayna ile birlikte hayalleri de onu terk etti. Yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabileceği, acısını ve dertlerini paylaşacağı kimsesi kalmamıştı. Kırılan aynanın her parçasına ağlayan anne ve kızın oldukça hüzünlü onlarca çehresi yansıdı. Boncuk boncuk akaduran yaşlarla cam kırıkları ıslandı. Kim bilir, bu belki de yaşanan acıya daha fazla dayanamayan, beraberinde götürdüğü dert ortağının intiharı idi.

Amsterdam, 5 Şubat 2019  
 
 

26 Ocak 2019 Cumartesi

MEHREŞ





MEHREŞ 

Heciban Aşireti İç Anadolu’ya göç eyleyeli asırlar oldu. Sere serpe, delice bir coşku ile yıllar yılı akaduran Kızılırmak'ın kıyılarına yerleşen, bu aşirete mensup köyler kendilerini geçen zamanla birlikte; Kesikköprü, Küçükcamili, Büyükcamili, Bektaşlı, Kuyular, Heştiyar ve diğer isimlerle adlandırdılar. Uzun süreli ikirciklenmelerinin ardından, en nihayetinde bozkırda yerleşik hayata geçtiler. Bundan sonrasında ise yeni büyük kayıplara, ağır bedellere ve zayiata mal olacak bir sergüzeşt yolculuğuna çıkmayı göze alamadılar. Yerleştikleri yeri kısa sürede benimsediler. Yad ellerde; ellerini uzattıkları komşu Türk köyleri ile sıkı dost oldular. 
Aylarca süren zahmetli sürgünlükleri esnasında, beraberlerinde getirdikleri koyun, keçi ve büyük baş hayvanları her geçen gün yeni sürüler halinde çoğalttılar. İlkel araçlarla da olsa bölgedeki uçsuz bucaksız arazilere buğday, arpa, kavun, karpuz ve mısır ektiler. Doğacak her yeni güne umut olsun diye en çok da bahar ektiler. Kendi aralarında kız alıp vermelerle akrabalıklarını da arttırdılar. İyi ve kötü günlerinde sarsılmaz destekleri ile yan yana dimdik durmasını bildiler.   
Osmanlı hükümeti göçe zorladığı Heciban Aşiretinin direnişini zamanla bastırmış olsa da ancak bölgeyi tamamı ile kontrolü altına almakta zorlandı. Son dönemlerde Kürt elleri Heciban Köylerinde Mehreş (Karayılan) adlı bir asinin adı çokça duyulur oldu. Köylüler bu eşkıyaya hayranlık duyuyor, sahip çıkıyor, onu öz evlatları gibi bağırlarına basıyor, üzerine titriyor ve kolluyorlardı. Öyle bir zaman geldi ki, Mehreş artık zenginlerin mal varlıklarının bir kısmına zorla el koyuyor, edindiği ganimeti fakirler arasında paylaşıyordu. Bu hareketi ile yoksulların gözündeki değeri her gün artıyordu. Hecibanlılar bir efsaneden bahsediyorlar gibi kendi aralarında, Mehreş'in kahramanlıklarını bire bin katımla anlatıyorlar ve onu adeta kutsuyorlardı. Onlara göre Mehreş ölümsüzlüğü olan mübarek bir şahsiyetti. Ne zenginlerin marabalarının ne de müfrezelerin kör kurşunu onun ölümsüz bedenine alimallah işlemezdi. O okunmuş, büyülü ve görünmez bir zırha bürülüydü. 
İri kıyım, dünya güzeli, süt beyaz gülüşlü, göynük çehreliydi Mehreş. Püskül püskül sarkan kaşlarının altındaki gözleri çakmak çakmak ve kartal bakışlıydı. Kumral burma bıyıkları onu daha da heybetli kılıyordu. Yosun gözlerinden birini hafifçe kısıp, bir kız güzelliğindeki yavuklusu mavzeri ile gezden-gözden ve arpacığın silme tepesinden nişan almaya görsün, hareket halindeki her canlıyı hayli uzağında da olsa yere sereceği gibi, meteliği bile havada vınlatacak kadar işinin ehliydi. Zorlandığı tek konu; olanca manevra yetisine, cesaretine rağmen, bulunduğu coğrafyanın çok da engebeli ve dağlık olmaması nedeni ile pisipisine bozkır düzlüğünde canlarından sorumlu olduğu özverili adamlarının avlanma kaygısıydı. 
Kıvrımlı, maviş Kızılırmak boyundaki kayalıklarda saklanmak artık mümkün değildi. Yakalanma tehlikesi dayatıyordu. Korunaklı herhangi bir mağara dahi bulunmuyordu. Bir an evvel yakınlarda sarp bir dağa sığınmalı ve orasını kalesi haline getirmeliydi. Bölgedeki araziyi avucunun içi gibi bildiğinden en nihayetinde Paşa Dağı'na sığınmakta karar kıldı. 1400 metrelere varan rakımı ile Paşa Dağı ona yar ve yurt olabilir, saklar ele vermezdi. 
Mallarını gasp ettiği, camız gibi semiren varsıllar kazan kaldırıp bu asinin bir an evvel yakalanması için Osmanlı hükümetine şikâyette bulundular. Zenginlerden gasp ettiklerini hakkaniyetli bir şekilde avurtları avurtlarına geçen yoksullara pay ediyordu. Mehreş altlarına atlar çektiği yeni adamlar edindi. Kendisini daha güçlü kıldı. Elleri mavzerli adamlarını sıkı bir silahlı eğitimden geçirdi. Sıkı talimlerin ardından bütün adamları iğneyi deliğinden vuracak kadar birer keskin nişancı haline geldiler. Artık kendisine kuvvet olan adamlarına daha çok güvendiğinden, gönlü de yeterince rahata ermişti. Sağlamdı. Varsın ölüm kendisini kollasındı. 
Bahardı. Yaşanan güzellik insanın ruhunu adeta kalaylıyordu. Doğan günün ardından yağmurun ha yağdı ha yağacak denildiği bir anda, gök kubbeden apansız ıslaklığın çiselediği bir sabah Paşa Dağı'na doğru yola çıktılar. Umutluydular. Güneş yeniden çıkageldi. Şerbet şirinliğinde bir göyüzü Camili Köyünün tavanında devasa camgöbeği mavisi bir çarşaf olup yayıldı. Uzaklarda at arabalarına yükledikleri birkaç ev eşyası ile Paşadağ ve Pur Yaylalarına doğru yola çıkan Camilili köylüler de tıpkı onlar misali umutluydular. At üstündeki adamlarının gölgeleri abartılı uzadı. Büyükcamili Köyü kırsalında yolları yarılanmış oldu. Mehreş kızıl yeleli atı Bozkır’ın üzerinde bir heykel misali dikeldi. Bozkır’ın ipeksi yelesini okşadı. Neşeliydi. Gözlerini kırpıştırdı. Derin bir nefes aldı. Sağa ve sola gerdan kıran, burnundan üst üste soluyan atının üzerinde binlerce dönüm ekili tarlanın zümrüdi yeşilliğine ve uzayıp giden bozkıra, gök maviliğindeki bir deryaya bakar gibi hayranlıkla bakakaldı. Bahar topraktan fışkıran tekmil tomurcuklarını patlatarak alabildiğine bir güzellikle hüküm sürüyordu.
Rengârenk kanatlı onlarca kelebek benekli atı Bozkır’ın şavkıyan bedenine kondu. İhtişamlı onca kelebeğin bir anda akın ettiğini gören birkaç çekirge küçük sıçramalarla kendilerine yer olmadığı hissi ile Mehreşin atından yere kondular. Narin gelincikler ve papatyalar boyun eğip saygıda kusur etmediler. Tavşanlar bir koldan selama durdular. Kaplumbağalar kabuklarına çekilip sessizlikleri ile duraksadılar. Kirpiler bin bir merakla ol dikenlerini sırtladılar. Burunlarını korkusuzca havaya kaldırdılar. Keklikler kendi aralarında konuşmadılar. Tilkiler bütün sevimlikleri ile gülümsediler. Tarla fareleri olup biteni görebilmek için inatla yukarılara zıpladılar. Deve dikenleri mor çiçekli topuz başları ile gelenleri buyur ettiler. Karıncalar ağızlarında sıkıca tuttukları darılarını bir kenara bıraktılar. Bir bok böceği samanyoluna doğru belirlediği yönünü duraksattı, arka ayakları ile itelediği kendisinden büyük larva topundan ayaklarını usulca çekti, ağzı açık olup biteni seyre daldı. Doğa bu atlı ve silahlı adamlarla barışıktı.   
Yağmurun araziyi ıslatması ile bozkır toprağının kendine özgü mis kokusu Mehreş’i ve adamlarını mest etmeye yetti. Doğanın kokusu gibisi yoktu. Dörtnala giden atlar Sırtladıkları yiğitleri uzaklara taşıdılar. Çimlerin arasında art arda derin topuk izleri bıraktılar. İleride Paşa Dağının bulunduğu istikamette bin bir renge bezeli, göz kamaştıran yay şeklinde bir alkım belirdi. Adeta nur halindeki bu renk cümbüşü Heciban Aşiretinin bu yiğidine varacağı dağı işaret etmek için apansız görünür oldu. 
Yola çıkmadan önce yanındaki adamlardan Reşo ile Bektaşlı Köyü’ndeki çocukluk arkadaşı, can ciğer dostu Çavuş’a haber saldı. Paşa Dağı’na yerleşeceğini ve kendisini bundan sonrasında orada bulabileceğini bildirmeyi ihmal etmedi. Can dostunun onun varlığından her an haberdar olması gerekiyordu. Çavuş’a en az kendisi kadar güveniyor, onun bir dediğini iki etmiyordu. Çavuş; arkadaşı-kardeşi Mehreş'in köyü Heştiyar'da ardında bıraktığı karısının bir oğlan çocuğu doğurduğunda, atına atladığı gibi biricik dostunun sığındığı yerde soluğu almış ve müjdeli haberi vermişti. Mehreş mutluluktan yanaklarından kirli sakalının ve burma bıyıklarının aralarında kaybolan gözyaşları ile arkadaşına sıkı sıkı sarılmıştı. Arkadaşının vefasını ve o anı hiç unutamıyordu. Aynı zamanda muhtar olan Çavuş köye döner dönmez, Mehreş’in dünyaya gelen ve Muhittin adını verdiği oğlu için konu komşuya lokum ve şerbet dağıttı. 
Mehreş'in Paşa Dağı’na adamları ile yerleşmesinin ardından, ikinci günü taş misali ağır bir gecenin şafağında, çakılların üzerinde yampiri adımlar atan Osmanlı müfrezeleri dağın çevresinde pusuya yattılar. Günün ağarması ve dağın tepesine oturması ile birlikte saldırmayı planladılar. Ancak Mehreş’in ileri gözetleyicileri kuşatmayı anında fark ettiler. Nefes nefese durumu liderlerine bildirdiler. Söken şafakla birlikte ilk atış hükümet güçlerinden geldi. Saatler boyu sürecek bir yaylım ateşi başladı. Her iki taftan kum misali kurşunlar kaynadı. Kayalıkların ardında siper alan Mehreş ve adamları ile amansız bir çarpışma yaşandı. Askerlerin çemberini kan ter içinde yardılar. Zenginden alıp fukaraya dağıtan Mehreş askerleri püskürtüp büyük bir yenilgiye uğrattı. Doğan öğle güneşi ile birlikte her yan yalıma kesiverdi. Paşa Dağı'nın gölgesi dev adamlar boyu uzadı. Sessizlik hâkim oldu. Ürküp kaçan tavşanlar, tilkiler, tarla fareleri ve diğer canlılar yeniden yuvalarına döndüler. 
Hükümetten bu konu ile ilgili olan görevliler, Mehreş’in Bektaşlı Köyünden Çavuş ile çok yakın arkadaş olduklarını biliyorlardı. Hasımlarını alt edemeyeceğini anlayan yetkililer Çavuş’un köyüne gitmeye karar verdiler. 
Çatışmanın ertesi günü öğle üzeri, başlarında bir zabit ile silahlı yeni bir birlik atlarını hızla Çavuş’un evine doğru koşturdular. Atların topuk seslerini duyan Çavuş merakla evinin kapısını açtı. Olup biteni görmek için iyice belerttiği gözleri ile baktı. Çok geçmeden bir süvari birliği atlarının ağızlarına takılı gemleri çekiştirip durdular. Atlar uyumlu bir koro halinde kişnediler. Çavuş’u ve bütün ailesinin etrafını kuşattılar. Omuzlarında pırpırları olan zabit püsküllü kamçısını çizmelerine hafiften vurup Çavuş’a hiddetli bir sesle gözdağı vermeye koyuldu. 
“Bak Çavuş Muhtar, senin vatan haini Eşkıya Mehreş ile ne kadar sıkı fıkı olduğunu bilmiyor değiliz. Aylardır bu asinin peşindeyiz. Bugün yarın kendisini haklayıp adalete teslim edeceğiz. Fakat bu iş fazlaca uzadı. Bu size ilk ve son ihtarımdır. Ya bu kara dinli eşkıya başını kendi ellerinizle yakalar ve devlete teslim edersiniz, ya da bu bozkırı siz Hecibanlılara haram eder, derilerinize saman doldurur, hepinizi hapislerde çürütür, sürüm sürüm süründürürüm. Ölümlerden ölüm beğenin. El mi yaman, bey mi yaman, hepiniz göreceksiniz. Bu konuda zinhar kancıklık istemiyorum. Size bir hafta kadar mühlet. Olmadı siz bilirsiniz.” Çavuş duydukları karşısında donakaldı. İki silahlı muhafızın kolları arasında korku ile yere diktiği bakışlarını kaldırdı ve komutana doğru seslendi. 
“İyi ama komutan sizin bu kadar top ve tüfekle yakalayamadığınız Mehreş’i biz nasıl yakalarız? Nasıl olur böyle bir şey. Size aşiretimiz adına yalvarıyorum. Medet. Yapmayın etmeyin. Ayaklarınızın altını öpeyim, biz nasıl başa çıkarız. Allah rızası için acıyın bize.” Sesi ağıt gibi duyuldu. Olmadı. Sustu. Telaşla askerlerin kolları arasında etrafına bakındı. Beklediği mucize ortaya çıkmadı. 
“Rızası mızası yok. Ben diyeceğimi dedim ve emrim kesindir. Gözünüzün yaşına bakmam. Siz Kürtlerin dediği gibi: 'Ya herro ya merro.' O kadar. Bir hafta sonra gelip o eşkıyayı sizden alacağım.” Komutan tehdit savurmaya devam ededururken, adamlarına ‘yürüyün’ mahiyetinde püsküllü kamçısını havada sallayıp atına atladı. Köy arasındaki patika yoldan metrelerce yükseklikte ve uzunlukta bir toz bulutu yükseldi. 
Gün kuşluk oldu. Kara haber çok geçmeden Hecibanlılar arasında duyuldu. Çavuş arkadaşına nasıl ihanet edeceğini bilemiyordu. Bunu yapmak yerine toprağın altını boylaması daha yeğdi. Lakin bu durum yalnız kendisini ilgilendirmiyordu. Devletin zulmü bütün Hecibanlıları yerinden yurdundan edecek, süründürecekti. Devlet dediğim dedikti. Yapacağım dediği zaman uçarı kaçarı yok, sözünü yerine getirirdi. Çarnaçar bunu yapmaya mecburdu.  
Muhtar Çavuş adamları ile uzun uzadıya düşündü ve sonunda bir karara vardılar. Mehreş’i yakalayıp teslim etmekten başka çareleri yoktu. Köyden güvendiği bir haberciyi Paşa Dağı’na Mehreş’in yanına saldı. “Önemli bir konuda kendisinin yardımına ihtiyaç duyduğunu ve akşam yemeğinde kendisini ağırlamak istediğini” iletti. Mehreş akşamüzeri bir başına bastıran karanlığın üstüne yürüdü. Arkadaşı Çavuş’a doğru, doludizgin atını çatlatırcasına koşturdu. İki saat gibi bir süre sonra kapının önünde heyecan içinde beliren arkadaşına sıkı sıkı sarıldı. Gözlerinden öptü. Arkadaşının saklamaya çalıştığı tedirginliği ise gözünden kaçmadı. 
“Hayrola Çavuşum? Nedir bu garip halin? Yaban mıyız? Bir şey mi oldu? 
Anlayamadım bu olmadık telaşın neden?” 
“Kardeşim gelmiş, senin ki de laf mı? Ben heyecanlanmayayım da kim heyecanlansın. Buyur başım gözüm üstüne hanemden içeri buyur. Hoş geldin, sefalar getirdin. Nicedir gözüm yolundaydı. Çok göresim geldi. Hemen sofraya buyuralım. Yoldan geldin. At koşturdun. Bir lafımızla hemen geldin. Sağ olasın, var olasın.” 
Çavuş etrafına emirler yağdırdı. Çok geçmeden krallara layık bir yer sofrası kuruldu. Özlem gidererek iştahla yemeklerini yediler. Sakız gibi apak bir sofra örtüsünün üzerinde sunulan izzeti ikramın ardından, sıra tavşankanı çaylara geldi. Çaylar yudumlandı. Çavuş eliyle doldurduğu dördüncü çay bardağını uzattı. Bakışlarını Mehreş’in mavzerine çevirdi. 
“Mehreş can bu mavzer yeni mi? Ne kadar güzel. Bir bakabilir miyim?” Çavuş mavzeri eline aldı ve ilgiliymiş gibi gözükmeye çalışıp silaha göz gezdirdi. Ardından mavzeri ardına koydu. 
“Ooo… Mehreş can sanıyorum hançerin de yeni. Üzerindeki taşlar da kıymetli olsa gerek. Ona da bakabilir miyim?” Mehreş kuşağından çektiği hançeri hiç kuşkulanmadığı can yoldaşına uzattı. Çavuş hançeri alır almaz ardına attı. Bu sırada Mahreş’in yanında bulunan Çavuş’un adamları topluca üzerine çullandılar. Onu kıskıvrak yakaladılar. Ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlayıp bir odaya kilitlediler. Mehreş kapatıldığı odadan avaz avaz bağırdı. Celallendi. 
“Çavuşşşş… Çavuş. Kavlimiz bu muydu? Bu yaptığın hiç kardeşliğe sığdı mı? Ben sana arımı, namusumu teslim ettim. Hayâ etmeden bana bunu nasıl yaptın. Tüh sana. Boyundan posundan da mı arlanmadın. Allah belanı versin. Ama ben bunu senin yanına komam. Er veya geç bunun hesabını sana sorarım. Burnundan fitil fitil getireceğim. Beni sırtımdan hançerledin. Yazıklar olsun sana. Çavuşşş… Çavuş. Kardeş bellediğim hain Çavuş. Şıvgalarımı kırdın. Bundan sonra en büyük düşmanım sensin. Bunu böyle bil.” 
Çavuş büyük bir utanç içerisinde eksiklenmiş bir halde evinden çıkıp dışarı çıktı. Hükümet güçlerine Mehreş’in yakalandığı haberi salındı. Sabaha doğru askerler tarafından kement üstüne atılan kementlerle elleri ve ayakları sıkı sıkıya bağlanan Mehreş’i, hapse tıkmak üzere yola çıktılar. 
En yakın dostu tarafından “pusatsız, duldasız ve üryan” bırakılan Mehreş yıllarca hapislerde yattı. Mahkemelerde süründü. Olmadık eziyet ve işkencelere maruz kaldı. Hapislik, eziyetler ve işkenceler hiç umurunda değildi. Sadece can arkadaşı bildiğinin kendisini gammazlaması ve sırtından hançerlemesi ona çok koyuyordu. Bu yapılan yenilir, yutulur cinsten değildi. Hapislerde çürüdü. Ama sonunda çıkan bir afla salıverildi. Çilesini doldurmuş ama yüreğinde yıllardır rahatsızlık veren duygularından arınamamıştı. Bu yarayı bir an evvel iyileştirmeliydi. Hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ertesi gün akşamüzeri intikamını almak üzere köye ulaştı. 
Görünmeden Çavuş’un evinin etrafında saklana saklana dolandı. Onun karısının ve çocuklarının gözlerinin önünde intikamını almak istemiyordu. Evin yanındaki ahıra usulca kimselere görünmeden sığındı. Ahırda karanlıkta geviş getiren koyun ve keçilerin aynı anda kendisine doğrulan gözleri birer yıldız olup karanlığı deldiler. 
Durumdan huylanan Kart Horoz tünediği yerden havalanıp hesap sorarcasına Mehreş’in ayaklarının dibine kondu. Ahırın köşesinde başına geçirilen torbaya doldurulan arpalı samanla ziyafet çeken Çavuş’un kır atı kafasını kaldırıp huzursuzlukla kişnedi. 
Ahırın penceresinden bakan Mehreş ay ve yıldızlardan gün misali aydınlanan gecenin ilerleyen saatlerinde Çavuş'un elinde bir ibrik ile tuvalete gittiğini gördü. Yüreği hop etti. Anında eli belindeki tabancaya gitti. Tabancayı sıkıca kavradı. Pencereden Çavuş’u nişan aldı. Fakat içinden hiç değilse tuvalete gidip gelsin, ondan sonra deyip tabancasını yeniden beline koydu. Zaman geçmek nedir bilmiyordu. Geçen her dakika saatlere dönüştü. Nihayet Çavuş ağır adımlarla başı önünde dışarı çıktı. O an soluğu taştı. Mehreş tez elden kavradığı silahını eski arkadaşı hasmına doğrulttu. Eli tetikte titriyordu. Alnında terler boncuklar halinde akmaya başladı. Daha önce hiç böyle olmamıştı. Kalbi göğsünü yırtarcasına dövüyordu. Ellerinin titremesini bütün çabasına rağmen durduramadı. Silah tutan eli ölü gibi yanına düşüverdi. Kendisini kavi tutmak için dişlerini sıkıp direndiyse de nafile. Bir an durdu kalbinin sesini dinledi. Olmadı. 
Çavuş evinin kapısını gıcırtılarla aralayıp tekrar içeri daldı. Yatakta horlayan karısının yanına uzandı. Kolunu kısık, ölgün titreşimli gaz lambasının loş karanlığında onun boynuna doladı. Karısının boynundaki tuzlu ter koluna yapıştı. Horlaması duruldu. Sökün eden sessizlik dalıp gitmesine neden oldu. Mehreş'i düşündü. Bir anda gözlerinden boncuklar halinde nedamet yaşları yanaklarından boynuna doğru aktı. Hayatının en büyük seçimini yapmak zorunda bırakılmıştı. Bir yanda insanları ve bir yanda da kardeşten de çok ileri dostu. Çıkan af ile o da salındı mı? Şimdilerde nerede ve nasıldı? Bilemiyordu. Gelsin, alsındı canını. Gıkı çıkmazdı. Yüreğinde ayyuka çıkan depreşen bir utançla, kaplumbağa misali kabuğuna çekildi. 
Mehreş öfkeyle ahırın içinde hapiste yıllarca attığı voltaların benzeri ile fır döndü. Deliye döndü. Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Bu denli zayıf olamazdı. Karamsarlıkla içine döndü. Kendisini derinlerinden kabarcıklar halinde yukarı doğru fışkıran suyu ile boğulan bir kuyu gibi hissediyordu. Çavuş'un al kanını mutlaka akıtmalıydı. Lakin yapamadı ve bunu kendisine bir türlü kabullendiremedi. Küplere binen bu adamı gören koyun ve keçiler ürküp yana çekildiler. Kınalı Eşek hiçbir şeye aldırmadan kıçını döndü. Ne yapacağını bilemiyordu. Ama kan dökmeden de kalbi rahatlamayacaktı. 
Gökyüzünün kırpık ve parlak yıldızların arkasına saklandığı bir geceydi. Dört bir yan yayılan nurdan balkıyordu. Çavuş derin uykusunda duyduğu yankılı bir silah sesiyle uyandı. Yalım karası gözlerini sıkıca kapamış olan karısının boynundan kolunu hızla çekti. Çok ürktü. Silah sesinin geldiği ahıra doğru koşturdu. Kapıyı açıp baktığında benekli atının kanlar içinde yere yığıldığını gördü. Ortalarda kimseler yoktu. Ahırda yoğun gübre kokusuna genzini yakan bir barut kokusunun karıştığını hissetti. Atın al kanından yükselen buğu gözlerine doluştu. Çavuş en yakın arkadaşına ettiği ihanetin utancı ile yere çöktü. Atının üzerine kapandı. Gözyaşlarına boğuldu. İçi burkuldu. İri elleri ile dizlerini dövdü. Gün yüzüne çıkmak istemedi. Son pişmanlığın fayda getirmeyeceğini biliyordu. Bağırdı, çağırdı. Ama sesini duyan olmadı. 
Kart Horoz erkekliğinin sarsılmaz şanından olsa gerek, yaşadığı korkuları bir tarafa bıraktı. Yeni günü muştulamak üzere gagasını olabildiğince açık bir halde havaya kaldırdı. Defalarca öttü. Sabahın bakirliğinde, bozkıra ipil ipil bir gün doğdu. 

Amsterdam, 26 Ocak 2019    


  

14 Ocak 2019 Pazartesi

JET TOSTOS





 JET TOSTOS

Bozkırın o bunaltan kavurucu sıcaklarından ve dondurucu ayazından korunmak, çalılık veya ormanlık bir alanda yaşamaktan çok daha zor. Böyle buyurdu ulu Tanrı ve görünen o ki; biçilen ömrü bu coğrafyada sürdürmekten başka, ufukta bir yol da görünmüyor. Lakin yapılacak bir şey yok. Kimselerin beni bundan sonrasında da şefkatle kucaklayıp, başka ülke veya diyarlara götüreceğini de hiç sanmıyorum. İlerleyen satırlarda naçizane anlatımımla, herhangi bir serzenişte bulunuyormuşum gibi bir intiba uyanmasını istemem. Tam tersine bulunduğum konumdan oldukça memnunum. Uzak diyarlara kıyasla bulunduğum ortam daha sakin ve dingin denilebilir. Hal ve vaziyet bu olunca da haliyle bu diyarda sürdürdüğümüz hayat daha az riskli bir hal alıyor. Yırtıcısı, parçalayıcısı ve hırlısı daha az. Elbette çamlık, ormanlık, çağıldayan dereler ve sazlıkların arasında bulunsaydık, ortamın arz ettiği tehlikeye rağmen belki de iyi olabilirdi.
Atik, hızlı ve aceleci görünen karakterimden dolayı bana bulunduğumuz yörede, yani Büyükcamili Köyü civarında “Jet Tostos” derler. Daha pek çok özelliğim var. Ama ne gerek var, şimdi hepsini tek tek anlatımımla kafanızı yormaya. Şu var ki okumayı seviyor ve okuyan herkesi de seviyorum. Siz de şu an okuyor olduğunuza göre, bu sizi de seviyorum demektir. Kim olduğumu hemen açıklayacağım. Kendimi onlarca bol gölgelikli, püfür püfür esen, uzun usturuplu cümlenin kuytuluğuna saklayıp, apansız ben buyum demek de istemiyorum. Öyle fazla sürpriz meraklısı değilimdir. “Develer tellal, pireler berber iken, guguk kuşu terzi, kaplumbağa fırıncı ve eşekler yine hamal iken...” diye başlamamın da gereği yok. Ama bu tekerlemede ben fırıncıyım. Yani bir kaplumbağayım. Kaplumbağa olarak sürdürdüğüm hayat öykümü naçizane anlatımımla, sizleri bunaltmadan sürdüreceğim.
Qolit Tepesi ve Kül Höyük taraflarında yerleşik olan pek çok akraba, dost ve arkadaşımız kaplumbağa var. Dostluğumuz sadece kaplumbağalardan ibaret değil elbette. Diğer canlılarla da kız alıp vermeksek de, iyi ilişkilerimiz var. Bu geniş bozkıra yayılan alanda bulunan kirpiler, baykuşlar, tilkiler, kuşlar, kurbağalar, yılanlar ve tarla farelerinden oluşan pek çok dostumuz ve arkadaşımız var. İnsanlar bize zarar vermeseler de, sıkı bir dostluğumuzun olduğu da söylenemez. Bugüne değin uzaktan uzağa gülümseme ve selamlaşmanın ötesine gidemiyoruz. Sofralarına konuk olmadık, sofralarımıza konuk olmadılar. Onlar sürekli önemli işlerle haşir neşirler. Özellikle de bizim sürekli ayar vermeye çabaladığımız tabiatın dengesini alabildiğine bozmak için ellerinden geleni rant uğruna artlarına bırakmıyorlar. Bunu her geçen gün bütün canlıların dünyasında meydana gelen tehlike  oluşturan değişimlerden dolayı hissediyoruz. Dünyayı sadece kendileri için değil, bizler için de yaşanmaz hale getiriyorlar.
Gezegenimizde nefes alıp veren her canlı dünyamıza zenginlik ve renklilik katıyor. Her kaplumbağanın sırtında bir dünya taşıdığı söylenegelen bir söylemdir. Aslında bu hayata tutunan herkes için geçerlidir. Her organizmanın ayrı bir dünyası ve özgün hikâyesi var. Güzel olanda bu olsa gerek.
Neler mi yapıyoruz? Aslında pek çok şey. Ama bu sıralarda akşam serinliğinde düzenlediğimiz spor müsabakaları ile yoğun bir şekilde meşgulüz. Ben daha çok futbol müsabakalarında yer alıyorum. Bölge hayvanlarından oluşan spor kulüplerimiz var. Son üç yıldır Qolitspor’un kalecisiyim. Defansımızda kirpi Mujik ve ön santrforumuz ise Cingöz Tilki. Cingöz bir zamanlar Camili Köyünden Kör Zewe’nin Mor İbik adlı horozunu avlayan tilki. Kaderin cilvesi bu ya, lakin ava giderken avlanmıştı. Kör Zewe’nin kocası Çıtak Haydar tarafından tüfekle vurulması esnasında kuyruğu kopmuş, ele güne uzun süre madara olmuştu. Cingöz ilk zamanlar kuyruğunu yitirmesinden dolayı bir hayli alay konusu olsa da, şimdilerde bu biraz unutuldu. Doğrusu kendisi iyi bir golcü. Sezar'ın hakkını yine Sezar' teslim etmek gerekir.  Kuyruğunun koparılmasından sonra hedefine daha hızlı koşar hale geldi.
Her ne zaman Kirpi Mujik rakip takımın bir golünü önlese, karısı Tujik, çocukları, Juju Can, İpek, Zarife ve Kadife sevinç çığlıkları ile yeri göğü inletiyorlar. Aman ne heyecan, şaşar kalırsınız. Onların bu sevinci ve coşkuları sarı-yeşil formalı takımımıza müthiş moral veriyor. Doğrusu sevgili Tujik’ten daha iyi bir amigo düşünemiyorum. Cingöz'ün bu yıl şampiyon olmamızdaki payı ise asla yadsınamaz. Qolitspor bu süper oyuncuya hep minnettar kalacaktır. Gelecek hafta Küllü Höyükspor ile final maçımız var. Ama bizim savunmamızda kirpi Mujik ve santrforumuz Cingöz Tilki olunca bize sahada yenilgi yok.
İnsanlar biz kaplumbağaları “yavaş akrabalar” olarak adlandırmakta haklılar. Maceracı canlılar değiliz. Elbette bir tavşan misali hızlı olmayı, bir sıçrayışta iki metre mesafeyi geride bırakmayı bizler de isterdik. Varsın olsun. Hiçbir yere gitme acelemiz yok nasıl olsa. Tabiat bize de böylesi bir özellik kazandırmış. Ama biz kaplumbağalar âleminde, ağırlığımızdan olacak; düşünürlerimiz ve filozoflarımızın sayısı azımsanamaz.
Böylesi entelektüel şairimizden değerli birini daha yeni kaybettik. Çok üzücü bir günümüzdü. Geçen hafta Pazar günü bir şiir dinletisine giden ve bu diyarda çok sevilen ozanımız Poetik Kaplumbağa, Küçükcamili’den gelip, hızla Pur Yaylası istikametine giden traktörün devasa tekerleklerinin altında kaldı. Feci bir ölümdü. Traktör sahibi Dişo kaza ve belaya karşı kurutulmuş, nereden bulduysa, bir kaplumbağa yavrusunun asılı olduğu direksiyona sahip olamadı. Poetik Kaplumbağa’yı ezip geçti. Olay yerine geldiğimizde Dişo üzüntü içindeydi. Bir kenarda oturup hıçkırıklarla ağladı. Şairimizin benekli kabuğu yerle bir olmuştu. Ama hiçbir şey Poetiğimizi bize bir daha getiremezdi. Ne kadar da nazik, arkadaş canlısı, duygusal ve yardımsever bir kişiliğe sahipti. Papatyalara ve gelinciklere bayılırdı. Bu güzelim çiçekler kendisine ilham verirdi. Geriye şiirleri ve bundan sonrasında deviremeyeceği binlerce sözcük boynu bükük kalakaldılar. Sevdaya tutulan her kaplumbağa artık onun şiirleri ile söze başlayıp, sevdiğinin gönlünü fethedecek. Benim de sevdiğim bir şiirinden birkaç dizeyi sizlerle paylaşmak isterim. Aklımda kaldığı kadarı ile, umarım beğenirsiniz.
“Zavallı lum lum kaplumbağa,
Sırtında evin, çarpık aheste adımların.
Yan çizedurursun sola sağa.
Ne eyledin ki gök gözlü, lokum yâre?
Peynirler mi sundun, tulum tulum.
Oylum oylum selvi boylum da diyemem ki sana.
Süklüm püklüm, lum lum kaplumbağa.”
Taziyeye katılım hayli yoğundu. Büyükcamili Köyünün muhtarı Qefer'in nezaket gösterip, gönderdiği taziye çelengi Poetik Kaplumbağa’nın eşi Şaziye’yi ve çocuklarını çok duygulandırdı. Kısmet olursa değerli ozanımıza Qolit tepesinin yamacında anıt bir mezarlık yapılacak ve böylelikle burası onun ebedi istirahatgahı olacak.
Kaplumbağa da olsanız, demem o ki; aşksız yaşanmıyor. Bütün canlıların edinebileceği en büyük ruhsal gıda sevgidir. Onu insansa insan, kaplumbağa ise kaplumbağa, eşekse de adam gibi eşek yapan sevgidir. Gençliğimin bu evresinde yakaladığım ölümsüz aşka-sevdaya büyük kıymet biçiyorum. Adı ne gizli, ne de saklı kalsın. Dünyada bulunan bütün canlılar ve bitkiler bilsin. Öyle “edebiyat tarihçilerinin araştırmalarına” da gerek duyulmasın. Adı Şadiye. Kendisini sık sık ziyaret ediyorum. Ne zaman yola çıkıp Şadiye’me doğru yola koyulsam, beni gören her insanoğlu;
“Bu Jet Tostos kaplumbağa yine hangi cehennemin dibine doğru gidiyor.” diye kendi kendisine homurdanıp duruyor. Kim bilir belki de elimdeki güzelim çiçek buketini kıskandığındandır. Sevdiğimin kapısını bilinen bir türkü eşliğinde usulca tıklatıyorum. Onu üzmelere asla gelemem. Bundan bütün benliğimle sakınırım. Şadiye'min ağzından çıkan her kelime benim için birer emirdir.
“Nerede o mis gibi leylaklar
Sararıp solmak üzre yapraklar
Bana mesken olunca topraklar
Beni yad et Şadiye'm başın için.”
Elimdeki leylaklar ve yapraklar tazeliğini korur. “Daha ben geldim Şadiye’m” demeden, Şadiye’min uzun ince boynu dünya güzeli kabuğundan süzülür, kendimi dünyanın en mutlu kaplumbağası hissederken, yanaklarıma baldan tatlı onlarca öpücük kondurulur. Başımı olabildiğince göğe uzatır, esrik bir halde, kendi kendime olmadık havalara girerim.
Sevdiğimin güzelim sert kabuğunu okşayadururken; okudunuz mu bilmem, John Green’in "Kaplumbağa Kabuğunda Dünya" adlı eserinde yer alan methiye dizelerini seçerim. Bu güzelim sözcükleri Şadiye’min kulağının dibinde usulca fısıldarım. "Kaplumbağa kabuğunda, aradığım sensin. Binlerce defa seçtiğim. Asla kaybetmeyeceğim. Sonsuzum sensin. Yıldızlarım. Gökyüzüm. Nefesim. Hepsi sensin.” Şadiye’m anında mest, bense mutlu olurum.
Kendimi belki övmüş gibi görünüyor olacağım ama öyle değil. Şu konuya da değinmeden edemeyeceğim. Ben dahil kaplumbağaların terbiyeciye ihtiyacı yok. Bugüne değin ne kusurumuz olmuş? Terbiyemiz yeterince yerinde. Kimselerin tavuğuna kış dediğimiz yok. Haktan, hukuktan, bilim ve ilimden yana olduğumuz bilinegelir. Doğaya ve bütün canlılara karşı saygımız sonsuz. Barış, hoşgörü, adil bir paylaşım ve güzellik en büyük temennimiz. Böylesi köklü bir aile terbiyesi edindik. Bir de aşk ve sevgi içinde yaşıyor olunca keyfimize diyecek yok. Gerisi yalan. Bana kalırsa bütün canlıları içine alan, tabiatın o sıcacık koynu hepimize yeter! Dünya güzel.

Amsterdam, 15 Ocak 2019















4 Ocak 2019 Cuma

BAĞ BOZUMU ZAMANI





BAĞ BOZUMU ZAMANI


“Duygulandırmayan kişi yavandır.”   Kant


Zaman diye adlandırılan, insan ömrünü durmaksızın törpülediğine aşikar olduğumuz kavramdan irice sayıla bilinecek bir dilim, ol umursamazlığı ile ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde. Bu dilim; kan kırmızısı şerbetli bir Diyaribekir karpuzunun bir parçası olsaydı, belki de iştahla yenirdi. Böylelikle istemimiz dışında sular-seller misali durmaksızın akaduran zamanı gönlümüzce durdururduk. Ama değil.
Zaman böylesi bir durumda hareket halinde iken, afili güneş ise sanki böbürlenecek bir maharetmiş gibi, her gün küsmeyi kendisine alışkanlık haline getirdi. Akabinde ardına bakmadan bir başına küskün uzaklaştı. Bu karpuz diliminde-pardon zaman diliminde sararan, kimileri ise kızıllaşan ağaç yapraklarının tamamıyla kapladığı kaldırımlara, küskünlüğünden olsa gerek,  huzmelerini daha eğik konumda salmaya koyuldu. Mevsim gereği hava artık çok da sıcak değil. Hatta bazı aralar üşüme hissi; bütün bedeninizi kaplayan cildinizin kapılarını açmak üzere ürpertilerle alabildiğine zorluyor. Hal böyle olunca da insanlara; zeytinyağı ile yapılacak sarmalık bir lahana misali kat kat giyinmek kalıyor.
Yeryüzünde yaşamlarını idame ettiren insanlar ve irili ufaklı bütün diğer canlılar kendilerine biçilen özgün rollerle günlük uğraşılar içindeydiler. Öykümüzün kahramanı, tıp fakültesinde genç bir öğrenci olan İclal'in ne yaptığına göz atacak olursak, onun bütün gün amfide ders dinlemekten bitap düştüğünü görürüz. Sürekli ders notları aldı. Masaya dayadığı sol dirseği ile çenesini sıkıca desteklediğinden, nar kırmızısı ojeli tırnakları ipeksi yanağında derince izler bıraktı. Çantasını ve kitaplarını ders bitiminin hemen ardından, bir çırpıda topladı ve kendisini adeta can havliyle fakültenin dışına attı. Küskün güneş misali o da ardına bakmadan, olabildiğince hızlı adımlarla kaldırımda çıkardığı senkronize topuk sesleri dahilinde kalabalık Ankara sokaklarında kayboldu. Bu güzel ve alımlı genç kızı gören çiçeği burnunda delikanlılar ona uzun süre hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar. Gençler göz hapsine aldıkları ve her adımında uzaklaşan kadının silueti silinip görünmez hale gelince, bakışlarını buruk duygularla yere indirdiler.
Ankara Zafer Çarşısına her ne zaman gitse kendisinde anlayamadığı bir rahatlama hissediyordu. Belki de kitaplar ona iyi geliyordu. Bu yer altındaki izbe, büyük kısmı kitapçı dükkânlarından oluşan çarşı, onun için tam bir rüyalar âlemiydi. Buraya ayak bastığı anda kendisini adeta büyülenmiş hissediyor, "Evet, İclal in wonderland – İclal harikalar diyarında.” diye de mırıldanmayı eksik etmiyordu. Kitaplardan yükselen ve genzini yakan o müthiş tozlu koku, onu esrik etmeye yetiyordu. Bu nedenle müptelası olduğu bu çarşıya, bir an evvel ayak basmalıydı. Böylelikle yorucu günün ardından kendisine en kısa zamanda gelebilecekti.
Kitapçı dükkânları arasında mekik dokudu. Yeni çıkan kitapları koklamalarla ve büyük bir merakla maviş gözlerini daha büyük açıp incelemeye koyuldu. Kısa kısa yeni yayınlanan şiirlere göz gezdirdi. Dudak bükümleri ile gözlerinde gülümsemeler belirdi. Sevgili misali sırtlarını ve kapaklarını özenle okşadığı kitapları bulundukları yere usulca incitmeden koydu. Kimseler görmese sevdiği kitapları tek tek öpecekti. Çok beğendiği yeni üç şiir derlemesini satın aldı. Dünyalar onun oldu, günü mutlulukla taçlandı. Başının esrikliği daha bir artı.
Beko da aynı duygularla soluğu sıklıkla Zafer Çarşısında alanlardandı. Yıllar önce memleketi Silvan’dan bavulunu sırtladığı gibi eğitimi için başkent Ankara’ya gelmişti. Dağlar ardında kalan müthiş özlem duyduğu memleketine bir hayli uzak düşen bozkır ortasındaki Ankara, onun için yeni bir dünya ve yeni arkadaşlıklar demekti. İlk yıllarda uyum sağlamakta bocalasa da, çok geçmeden ayak uydurmasını bildi. Pek çok içten dostluklar edindi. Zorluklarla da olsa Ankara Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Şimdilerde bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalışıyordu. Bu iş yorucu da olsa, her şeye rağmen memnundu. O da iş sonrası kendisini Zafer Çarşısına atıp, İclal gibi aynı sarhoşluğu yaşamak isteyenlerdendi.
Çarşının dışında rüzgâr uğultular halinde kimseleri dinlemeden, şişkin avurtları ile durmaksızın üfleyip hazan mevsiminin kaldırımlara renk cümbüşü halinde serpiştirdiği ağaç yapraklarını, kararsızlık karmaşası içinde değişik yönlere doğru savuruyor. Dükkân ve mağaza sahipleri içeri adımını atan her müşteri ile umuda kapılıyorlar. Lokantalardan taşan yoğun kebap, lahmacun ve pide kokuları sokaktan geçenlerin açlık hissini ayyuka çıkarmaya yetiyor. Ne yazık ki; İclal gibilerin sayısı çok değil. Az okunuyor ve çok kitap satılmıyor.
İclal son zamanlarda uğrak yerlerinden biri haline getirdiği ve çayını çok beğendiği, çarşının bir kıyıcığında yer alan, sarıya boyalı duvara asılı tabelasında “Doğu Çayevi” yazan küçük mekâna doğru ilerledi. Kitaplarla haşir neşirliğinin ardından sıcak bir çay yudumlamak, çoğu zaman bedeninden uzaklarda olan onu derdest edip kendisine getiriyordu.
Çay evinin önüne oturmak için sandalye yerine yerden çok yüksek olmayan kürsüler yer alıyordu. İclal biraz çekinceli de olsa artık çay ocağının sahibini de tanıdığından rahatlayıp bir kürsüye oturdu. Çay ocağının sahibi Beko’nun hemşerisi yaşlı Hikmet Amca güzelliği dikkatleri çeken genç kız İclal’i görünce bıyıklarının altından gülümsedi. Kısa bir zamandır mekânına takılan İclal’in çayını nasıl içtiğini biliyordu artık. Çok geçmeden açık ve tek şekerli çayı İclal’e sundu.
Hikmet Amca az ileride dikeldi. Bu güzeller güzeli genç kızın çayından ilk yudumunu almasını bekledi. Sonrasında ellerini namaz kılar gibi hafif çıkık göbeğinin altında mahcupça kavuşturdu. Yüzünde her daim muhafaza ettiği doğallığın eşliğinde gülümseyerek baktı.
“Nasılsın kızım? İyi misin? Derslerin nasıl gidiyor? Bildiğim kadarı ile okul bitiyor artık değil mi? diye İclal’i Kürt aksanının ağır bastığı çatal sesi ile soru yağmuruna tuttu.
“Çok teşekkür ederim Hikmet Amcacığım, iyiyim. Evet, kısmetse bu yıl mezun oluyorum. Uzun bir süreçti. Ama emeğime değdi sanıyorum. Ondan sonra iş aramam gerekiyor. Herhalde ilk önce hastanelerden birinde stajyer doktor olarak başlarım.”
“Maşallah. Ne güzel kızım, ne güzel. Umarım her şey dilediğin gibi olur.  Başarıların daim olsun.” Bu sırada Beko da çay ocağına doğru geldi. Hikmet Amca dikeldiği yerden Beko’nun geldiğini görünce İclal ile girdiği sohbeti özür dileyerek yarıda bıraktı.
“Ooo… Beko hoş geldin yeğenim. Buyur geç otur. Ne iyi ettin de geldin. Bak, biz de İclal kızımla laflıyorduk. Hayırlısı ile o da bu yıl tıp fakültesinden mezun olacak. İstersiniz sizleri tanıştırayım. İclal kızım bu avukat Bekir Bey. Aynı memleketliyiz. Silvan'dan yani. Bekir bu hanım kızımız da İclal.”
Beko tanıştırıldığı ve ürpertilerle elini sıktığı İclal’in eşsiz güzelliği karşısında şaşakaldı. "Bir gelin gibi kızardı." Hiç beklemediği, bu tesadüfi tanışma fırsatını yakaladığından dolayı Beko’nun yüreğine doğru art arda sıcak mutluluk katreleri aktı. Titrek bir sesle;
“Çok memnun oldum.” deyip ütülü pantolonunun dizlerini çekiştirip İclal’in karşısına oturdu. İclal’in göz kamaştıran cazibesi karşısında bir an lal olan Beko kısa sürede kendisini toparladı. İclal de ilk defa gördüğü bir Galler Prensini andıran bu filinta gibi yağız delikanlıdan kendisini alamadı. Gözleri; tanıştırıldığı gencin ağzına neredeyse doluşan kömür karası bıyıklarına takılı kaldı. Bu arada Hikmet Amca merakla bakan gözlerini kırpıştırmalarla Beko’nun demli ve şekersiz çayını verdi. Rahatsız etmemek adına tezgâhının ardına geçti. Biriken çay bardaklarını köpüklü sıcak sularla yıkadı.
Beko utangaç bir tavırla süzdüğü İclal’in elindeki şiir kitaplarını görünce, lal olmaktan sıyrıldı.
“Ne güzel. Ahmet Arif, Edip Cansever ve Nazım. Tesadüf bu ya benim de çok sevdiğim ve pek çok şiirlerini ezbere okuduğum büyük şairler. Doğrusu çok güzel bir seçim.”
“Öyle mi? Demek siz de şiir seviyorsunuz ve üstelik ezbere de okuyorsunuz. Ne güzel, ben de çok sevdiğim halde hiçbir şiiri aklımda tutamıyorum. Acaba rica etsem, bana şuracıkta sevdiğiniz bir şiiri benim için okur musunuz?”
Beko oturduğu yerde İclal’in aldığı kitaplardaki şairlerden üst üste birer kısa şiir okudu. İclal daha önce defalarca okuduğu bu şiirleri, inanılmaz güzellikte, duygu yüklü ve vurguların yerli yerinde yapıldığı bir sesten dinleyince sermest oldu. Başı hızla döndü. Yüzündeki gamzelerin çukurlukları derinleşti. Gözlerinden mavilik bal olup etrafa saçıldı. Beko’nun karşısında oturan eşsiz bir dünya güzeli oluverdi. Teşekkür mahiyetinde Beko’nun omuzuna dokundu.
“Ağzınıza, yüreğinize sağlık. Ne çok etkilendim bilemezsiniz. Ses tonunuz ve şiirlerin güzelliği beni alıp götürdü. Okuduğunuz şiirlere değer kattınız. Müthiş etkilendim. En kısa zamanda başka şiirleri de sizden dinlemek isterim." Şiir temalı bu kısa tanışmanın ardından, birbirlerinden ve Hikmet Amcadan aynı anda hatır isteyip ayrıldılar.
Beko ertesi gün büyük bir sabırsızlık ve umutla aynı saatte çay ocağına koşturdu. Dışarıda düne kıyasla daha dingin bir hava vardı. Kızılay semtinde her zamanki gibi yoğun bir kalabalık, yüreğinde kıpırtılar olan genç bir avukatı da kucaklayıp içine almış bir halde koşturuyordu.
Beko uzaktan Hikmet Amcayı gördü. Saygıyla el salladı. Çaycı Hikmet Amca genç delikanlının hangi duyguları taşıdığını anlamakta gecikmedi. Yine bütün tatlılığı ile gülümsedi. İclal henüz görünürlerde yoktu. Beko oturduğu kürsüde etrafına bakınadururken çok geçmeden başka bir kalabalık, benzeri heyecan veren güzelim duyguları yüreğinde sımsıkı taşıyan İclal’i küçük bir dalga halinde önüne katıp Doğu Çayevine getirdi.
“İnanmıyorum. Bekir Bey ne tesadüf, siz de mi buradasınız. Ben Hikmet Amcanın çayını çok seviyorum. Bu arada dün okuduğunuz şiirler hala kulaklarımda çınlıyor. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Sizi gördüğüme çok sevindim. Yoksa kim bilir sizi bir daha ne zaman görebilirdim. Hay aksilik telefon numaranızı da almamıştım.”
“Ben de sizi gördüğüme inanın çok sevindim. Sizi tekrar görmek çok güzel. Sizi tanıma fırsatını yakaladığımdan dolayı ki, bunu sevgili Hikmet Amcaya borçluyum, kendimi çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Hoş geldiniz. Neler yaptınız bakalım, görüşmeyeli? Aldığınız şiir kitaplarına göz gezdirebildiniz mi? Ne dersiniz? O halde bir çay alırsınız değil mi?” Kısa aralıklarla cevabı alınan soruların ardından samimi, sıcak, hoş ve derin bir sohbet başladı. Yüz yıldır tanışıyorlarmış gibi yüreklerinde tatlı karıncalanmalarla birbirlerinin gözlerinin derinliklerine daldılar.
Bütün hafta boyunca aynı mekâna yüreklerinde kanat çırpan kelebeklerle gidip gelen taze sevdalılar, son gelişlerinde Doğu Çayevinden ayrılmalarının ardından, Hikmet Amcanın görüş alanından çıkar çıkmaz, büyülü kitap kokularını içlerine çeke çeke Zafer Çarşısından el ele çıktılar. Kuş misali cıvıltılar çıkarıp, uçuşuyorlardı.
Zaman diye adlandırılan kavramdan, kan kırmızısı şerbetli Diyaribekir karpuzu olmasa da, öykünün başındaki iriliği biraz daha küçülen dilim, umursamazlığından ödün zerre kadar vermeden ot biçimi-orak ve bağ bozumunun arası bir yerlerde seyir halinde olmayı sürdürdü. Sararıp solan yaprakların büyük bir kısmı çöpçüler tarafından süpürüldü. Süpürgeden el çabukluğu ile sıvışmasını bilenlerin hali de pek hal değildi. Yönünü şaşıran rüzgâr tarafından bir o yana, bir bu yana savrulmaktan yakalarını kurtaramadılar. Beko, omuzuna başını bir bulut hafifliği ile koyan İclal’e duygu seli bir ses ile dünya şairlerinden birbirinden güzel sevda şiirleri okumaya devam etti. Aşk ısrarla kapı zilinden elini çekmeyi unutuverdi.

Amsterdam, 4 Ocak 2019



















































































29 Aralık 2018 Cumartesi

GRİ RENKLERİN SERENADI









GRİ RENKLERİN SERENADI

Yoğun istek ve yaldızlı davetiyenin gönderilmesi üzerine Rıfkı da hemşehrilerinin davetine icabet etti. Bu bir sünnet düğünü, yani onun deyimi ile “kutsal bir çük kesim kutlamasıydı.” Rıfkı'nın vazgeçemediği bir huyu vardı, o da gittiği her yerde etrafında olup biteni dört gözle kolaçan etmesiydi. Bu özelliğinden kendisi de hoşnut değildi. Ama başka türlü hareket etmesi de elinde değildi. Bu kez de mekâna adım atar atmaz gözlem kulelerini tam teşekküllü devreye sokmakta gecikmedi. Kendileri izlenimlerini bizlerle paylaşmak meyli gösterince de, zat-ı alilerini kırmak olmazdı. Evet, o halde buyralım ve buradan yakalım.
Anne ve baba; oğulları vatana millete çok hayırlı ve de yararlı bir hizmette bulmuşlar gibi başları havalarda, adeta seke seke bulutlarda yürüyorlar. Düşme tehlikeleri olduğu halde yere inmek gibi bir niyetleri yok. Oğullarında var olan (gurur vesilesi) küçük nesneyi sanki elbirliği ile kısalttırıp daha da minnacık ve görünmez hale getirmemişler de, bu kutlama ile adeta malumun ilanında bulunuyorlardı. Evet, bu küçük yaşında evlatları yer çekiminin olduğunu ileri sürüyor ve aynı zamanda tekerleği icat ettiğini de dünyaya haykırıyordu. Ebeveyn olarak bir hayli gururlu ve oldukça da mutluydular. Olup bitenden bihaber beş yaşlarındaki sünnet çocuğu, bir omuzdan bir diğerine seyri sefer eyliyor. Oğulları başlarını bulutların ardındaki mavi göğe değdirdiğine göre, bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Bu tören Rıfkı’nın da mensubu olduğu İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin töreniydi. Kurbanlık çocuk üzerinden korkuları henüz atamamış ve etrafında bulunan herkesi “ucundan azıcık” der gibi görüyor. Kendisine de bu konuda herhangi bir şey sorulmamış, rızası alınmamıştı. İhtiyar heyeti karar vermiş ve tez elden mümkün olabildiğince kısaltma yoluna gidilmişti. Oldu da bitti maşallah.
Sünnetle birlikte erkek çocuğu erkekliğe doğru giden sarsılmaz hükümranlık yolunda, bu müstesna törenlerle ilk adımını atıyordu. Oysa bu kız çocuğu için hiç de böyle değildi. Aynı adımı kız çocukları da daha doğal bir yolla attıkları halde, bunun görülmesi, duyulması ve bilinmesi büyük bir utanç vesilesiydi. Bunun mutlaka büyük bir sır halinde, aile arasında gizli tutulması gerekiyordu. Bu eşek baklası ağızda ıslanmalıydı. Böylesi bir durum söz konusu olamazdı. Olmaması gereken bir ayıp işlenmiş olurdu.
Sanatçılar çağrılmış. Davul zurna eşliğinde boy boy halaylar çekiliyor. Al mendiller havada kınalı keklikler misali sallanıyorlar. Rıfkı kendi insanını gözlem altına almaya çalışıyor. Manzara hiç de iç açıcı değil. Gözlerinin önünde çok renksiz bir topluluk ileri geri hareket halinde. Yine bendeniz Rıfkı da dahil olmak üzere, var olan insanların yüzde doksanı obez ve kısa boylu. Bacaklar üst beden kısımdan daha kısa. Tenler kavruk. Çok da güzel diyemeyeceğimiz erkekler ve kadınlar cirit atıyor. (Benden başka rasathanenin kapısını açık tutan var mı, bilemiyorum. Olur ya deyip, gözlem yapan bu gözlerden kaçınıp, bütün gece ihtişamlı kıçımın üzerine oturdum. Olduğum sandalyeye sinik bir halde tünedim.) Erkeklerde tembellikten kirli sakal takıntısı hakim. Bayanlar tombul bedenleri ile adeta bir simit sopasına dizilmişler gibi bir görüntüye sahipler. Simitler susamlı ama çıtır değil.
Giyimler oldukça zevksiz ve de renksiz. Dünya renklerinin köküne kibrit suyu dökülmüş. Yas havasında iç karartan gri ve siyah tonlardan gözlerimi alamıyorum. Bu renklerin dışındaki renkler tabu. Gömleğinde hafif pembe çizgiler olan tek şahıs benim, onlar da çok belirgin değil. Pembe, biraz daha yüreklenip boy gösterse, anında ıslak imza ile tescillendiği “gay” payesini almamak elde değil. İç Anadolu Kürtleri olarak dünya renklerinden kaçışımız nedendir anlamakta oldukça zorlanıyorum. Var olan onca fukaralığa (gelenek görenek, yeme içme, siniklik, her alanda acemilik, kültürel gelişmişlik, özgüven, bilim, sanat ve daha pek çok kazanım) yetmezmiş gibi bir de usturuplu renksizliği diz boyu katmışız ki, içler acısı. Giyinin kardeşlerim allı, sarılı, morlu, mavili, yeşilli, olmadı pembeli giyinin. “Yaşanan bu korku neden?” diye avaz avaz bağırmamak içten değil.
Belki de bu renk yoksunluğunu sonradan edindik. Oysa asırlar öncesinde zapturaptla terki diyar edildiğimiz coğrafya her türlü rengin diyarı. Hem de allı pullusundan. Bir başka bukalemun oluverdik. Sırtımızdaki renk değiştirme yetisini yitirdik. Tatsız tuzsuz bir topluma dönüştük. Şimdi bulunduğumuz coğrafyanın vasat renksizliğine ayak uydurur olduk. Zenginliğimizin göstergesi alımızı pulumuzu, "biz burada yoğ iken" var olanlar tarafından yadırganmaması için ya sakladık, ya da gaz yağı döküp yaktık. O gün bugündür yeni yurdumuz bozkıra benzemeye çalışıyoruz. Koyu tonlar genlerimize işledi.
Sohbetler; “Kemikli Kuyu bölgesindeki tarlanız ne kadar buğday verdi? – Doğal gazınız aylık ne kadar geliyor? – Yeni telefonumu beğendin mi? - Kaç tane dairen var? – Mercedesin kaç model?” benzeri sorulardan ibaret. Düzey bir hayli düşük. Yerlerde sürünüyor.
Bizim Hecibanlar Aşiretini hep büyük şair Bertolt Brecht’e benzetirim. Daha önce de bu benzerliğe değinmeye çalışmıştım. Bilindiği gibi Brecht Nazi Almanya’sı döneminde Danimarka’ya sürgüne gider. Bütün iyimserliği ile ülkesi Almanya’daki vahşetin kısa süreli olacağını düşünür. İçinde yurduna her daim yarın yeniden dönme umudunu hiç eksiltmez. Ve bu duygularla aşağıdaki dillere pelesenk olan şiiri kaleme alır.
“bir çivi çakma duvara
iskemleye savur ceketi
üç günün telâşı niye
yarın gidersin buradan

bırak sulama fidanı,
sulama fidanı
neye yarar bir ağaç daha
0 daha boy atmadan
neşeyle gidersin buradan”
Oysa yüzlerce yıl geçti. Bu topraklarda, yani İç Anadolu coğrafyasında artık kalıcıyız. Brecht’in dönecek bir diyarı olabilir. Ama bizim öyle bir şansımız olmadığı gibi, görünen o ki; pek de dönme meraklısı değiliz. Büyük vitrinleri tıka basa elbiselerle dolu mağazalar ucuzluk yarışı içinde. Sadece gri renklere yönelmeyelim. Bedenlerimizi biz de allı pullu giysilerle donatalım. Sarı, kırmızı, pembe, yeşil, mor ceketlerimizi, gömleklerimizi ve fistanlarımızı asmak için çivilerimizi bütün renklere boyadığımız duvarlarımıza çakalım. Fidanları sulayalım ki, onlarda dünyanın bütün renklerinden mis kokulu çiçekler açsınlar. Renkli bir İç Anadolu’ya kapılarımızı açalım. Çük kesim kutlamalarına yapacağımız yatırımları, yoksunluğunu çektiğimiz değerlere, en başta da eğitime yapalım. Ama renkliliği de bir an evvel edinelim. Bu değişimi beyinlerimizde yapalım. Dünyaya daha büyük gülümseyelim, derim.
Çük kesim kutlaması bütün hızı ve duyulan gururla devam ediyor. Hayat önce “tespih edilip, sallanıyor.” Akabinde “erik dalı gevrektir, amanın basmaya gelmez.” gibi bir tez ileri sürülüyor. Kollar havada. Yemin billah fazla değil, “ucundan azıcık.”


Amsterdam, 28 Aralık 2018  

10 Aralık 2018 Pazartesi

ATEŞ BÖCEKLERİ












ATEŞ BÖCEKLERİ

Hasat sonrası, yaz ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı 35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı. İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi. Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini, biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı. Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı. Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz. Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı. Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı. Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur. Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür. Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?” Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi. Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü. Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu. Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde dolandı.
Kesikköprü Köyünde harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı. Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber saldı.
“Murat yalvarırım bizden vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan, ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü! Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.

Amsterdam, 11 Aralık 2018


KIPRAŞMA

      KIPRAŞMA   Yıllar önce köyü Camili’den Ankara’ya göç eden, eğitim hayatının ardından da oraya yerleşen Halis Bey, geldiği yörede...