MÜJGAN
Akşam yemeğinin hemen ardından yağmur başladı. Sonrasında, fındık
büyüklüğünde dolu ile kol kola giren yağmur, daha da yoğun yağmaya devam etti. Ansızın kopan fırtınayı merakla izliyorum. Göz gözü görmese
de ben görmeye çabalıyorum. Kıvrımlı ağaç
dalları sağa, sola, ileri ve geri hareketlerin görüldüğü hızlı ritimli bir tango dansındalar. Ol insanlar evlerine
kapandılar. Dışarıda sıcak soluğu yağmur ve doluya karışan kimseler yok. Güne
gittikçe bastıran akşam karanlığı hakim oluyor. Sokak lambalarından cılız ıslak
ışıklar yayılıyor. Islak ışıkların kendilerine hayırları olmadığı gibi, sokağı
da aydınlatmaktan acizler. Bir an camlar kırılacakmış hissine kapıldım. Ama bu
yersiz bir kaygı olmakla kaldı. Yemeğin vermiş olduğu rehavet ve cama vuran
dolunun ninniyi andıran ritmik sesi olacak ki, oturduğum koltuğun kenarına
kafamı koyar koymaz, derin bir uykuya dalmışım.
İç Anadolu bozkırının kalbindeki köyümdeyim. Her tarafı diz boyu yeşil otlar kaplamış.
Otlar arasına üzerlik, çakır dikeni, deve dikeni, geven, kılıçotu, ayrık,
yonca, sığırkuyruğu, gelincik ve peygamber çiçekleri de serpişmiş durumda. Suya
hasret bu kurak topraklar bolca yağmur almış olmalılar. Bu verimlilik ve
yeşilliğin bolluğu bunu gösteriyor. Daha kimselere rastlamadım. Karşılaştığım
ilk kişiye bunu bir yol sorarım. Etraftan inek, koyun, eşek, köpek ve horoz
sesleri geliyor. Karşı mahallede Hamza evinin terasından ağabeyi Yaşar’a
"Kaman’a ne zaman gideceklerini" avazı çıktığı kadar bağıra bağıra
soruyor. Yaşar gitmekten vazgeçtiğini aynı tonda bir bağırışla iletiyor. Hamza
ağabeyinin bir kez daha yan çizmesine bozuluyor. Kaman'a gitme sevinci
kursağında kalıyor. Otların yoğunluğu yürümemi zorluyor. Dikenlerden sakındığımdan köyün içlerine doğru yolculuğum uzuyor. Daha sekiz
yaşındayım. Ahhh... Sormayın gitsin. Çocukluk öylesine güzel ki. Her şey,
herkes ve her renk ön yargısız birbirinden daha güzel. Tamamı ile pür ve
aksınız. Böylesi çok daha insani. Büyümeme kararı alıyorum. Hiç değilse beş yüz
yıl çocuk kalmakta kararlıyım.
Okuma ve yazmayı henüz çözdüm. Babam, annemin bütün
çoraplarımın yırtıldığını söylemesi üzerine, geçen hafta yeni siyah bir çorap
aldı. Okumayı söküp sökmediğimi denemek maksadı ile okutacak başka bir şey
yokmuş gibi, çorabın üzerindeki etiketi okumamı söyledi. Bir çırpıda okudum.
Doğrusu helal olsun bana. Analar ne yiğitler doğururmuş görsünler.
"Ra... raa... fet ço... ço... çorap... la...la.. rı."
Babam beni uzun uzadıya alkışladı ve öptü. Çok gururlandım. İçim içime sığmadı.
Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne bakar halde mutlu mutlu gülümsedim. Sırtımı
babama yasladım.
Bir çocuk için hece hece de olsa okuyabilmek; loli
şekeri, tahin helvası, karpuzun ortası, gül reçeli, dondurma, şerbet ve bal
gibi bir şey. İlkokul ikinci sınıftayım. Arkası silgili daha iki kez
tıraşlanmış sarı bir kurşun kalemim var. Bir de kırmızı bir kalemim var ki, onu
kullanmaya kıyamıyorum. Kırmızı kalemimle sadece konu başlıklarını yazıyorum.
Onu çantamda gözüm gibi saklıyorum. Yarısı kargacık burgacık yazılarla dolu üç
ortalı çizgili bir deftere de sahibim. Babam Ankara'dan aldı. Kalemtıraşım yok.
Babam bir dahaki sefer eğer Ankara'ya giderse, onu da alacak. Yine de Karun kadar
zenginim yani. Defterimin kapağı onlarca kırmızı elmanın sarktığı bir ağaçla
resmedilmiş. Canım elma çekiyor birden. Ama tek elması dahi olmayan biri kadar
da fakirim.
Kurşun kalemimin ucu çabukça kırılıp tükenmesin diye
çok fazla bastırmadan, “Ali topu at. Ayşe topu tut.” diye özenle kıvrımlı bir
şekilde yazıyorum. Lakin beceriksiz Ayşe (kız işte ne olacak) topu
tutamıyor. Zavallıcık Ali de Ayşe’ye
öylesine aşık ki! Onun topu tutması için yavaşça atıyor. Topu tutamayan Ayşe
küsüp okul duvarının dibine çömeliyor. Aşk bu dile kolay. Ali koştura koştura
anında Ayşe’nin yanı başında beliriyor.
“Özür dilerim Ayşe. Galiba çok hızlı attım.” Sıkıca
örgülü saçını tuttuğu Ayşe ile hemencecik barışıyor Ali. Topu yeniden daha da
yavaş atıyor. Ayşe en nihayetinde topu tuttu, sıkıca sarıldı ve sevinçten
havalara uçtu. Ali’nin yanağına bir öpücük kondurdu. Ali'nin masum çehresi al
al oldu. Yüreği titredi, bir hoş oldu.
Babam ve annem gencecik insanlar. Onlar daha tanyeri
ışımadan uyanıyorlar. Ben uyumaya devam ediyorum. Keyfime diyecek yok. Çocuk
dokunulmazlığım var. Babam otuz iki, annem ise henüz yirmi yedi yaşında. Daha
çok uzun yıllar yaşayacaklar. Beni yapayalnız bir başıma bırakmayacaklar. Kurda
kuşa yem olmayacağım. Babam sağlıklı, dinç ve yakışıklı. Uzun boylu, filinta
gibi, bir delikanlıdan farksız. Annem de genç, ama kısa boylu ve topluca. Üzüm
karası gözlerinin içi gülüyor. Anlatılmaz güzellikte derin bir sevgi ve
şefkatle bakıyor. Mutluyum. Lakin annem babamın yanında oldukça kısa kalıyor.
Arada bir dengesizlik var. Onlar iyi birer anne ve baba. Babam traktörü ile her
gün tarlaya gidiyor. Ekiyor ve de biçiyor. Bir elimiz yağda, diğer elimiz balda
olmasa da, Tanrı'ya şükür aç ve açıkta kalma korkumuz yok.
Arkadaşlarımla gün kararıncaya kadar dışarıda oyunlar
oynuyorum. Ama çok acemiyim. Oyunda çelik bir tarafa, çomak da bir tarafa
gidiyor. Çelik çomağın çok ırağına düşüyor. Bu becerimi hepten yitirmişim.
Uzuneşek oyununda diğer çocukların yükü altında eziliyorum. Belim kırılacak
diye korkuyorum. Bütün bedenime apansız ağrılar giriyor. Ağlamaklı bir halde
oyunbozanlık yapıp oyundan çıkıyorum. Saklambaçta kan ter içinde kalıyor ve
anında sobeleniyorum. Sek sek ve beş taş oyununda da bir o kadar beceriksizim.
Kocaman dünya sadece köyümden ibaret. Dünyada milyonlarca
yerleşim yeri olduğu halde yalnızca komşu ilçemiz Kaman’ı birkaç kez gördüm.
Kaman öylesine güzel ki, yemyeşil ve kocaman. Üç katlı, hatta dört ve beş katlı
binalar var. Dükkanlar oyuncak dolu.
Çocuklar bisikletlere biniyor. Ne güzel. Her tarafta musluklardan şarıl şarıl
sular akıyor. Çeşmenin musluğuna ağzınızı dayadığınız zaman anında suya kana
kana doyuyorsunuz. Her tarafta büyük camekânlı lokantalar. Buram buram yemek
kokuları geliyor. Renk renk dondurmalar. Simitler. Ayakkabı boyayan çocuklar. Dilenciler.
İlkokulun önünde
tek sıralar halinde askeri disiplinle “hazır ol” vaziyetinde, başlarımız
olabildiğince dik, gururla andımızı okuyoruz.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem: küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir.
……………………………………”
Var olan varlığımızı da Türk varlığına armağan
ettikten sonra, mutlu birer minik Türk olarak sınıflarımıza doluşuyoruz.
Sınıfa ite kalka büyük gürültülerle girdik. Ardında
öğretmenimiz geldi. Bir anda hepimiz ayağa kalktık. Dolaplarda üzerinde iki
mavi elin tokalaştığı Amerikan yardımı süt tozu kutuları duruyor.
Günlük yoklama yapıldı. Sınıfta her adı ve okul
numarası okunan yüksek sesle “buraaaa…” diye seslendi. “Burdaa…” seslerinin
kesilmesinden sora öğretmen cebinden çirkin yazılı bir kâğıt parçası
çıkartıyor. Altı kişinin adını okudu. Aralarında ben de varım. Sınıfta yaklaşık
kırk öğrenci var. Kafalarımız iki numara tıraşlı. Bizi kimin gammazladığını
biliyorum. El yazısından tanıdım. Bekçi Ahmet'in oğlu Muammer. Sınıfta birkaç
tane de kız öğrenci var. Onların saçları tıraşlı değil. Uzun siyah saçları
örgülü. Yanakları al. Ayten'in al elma yanaklarında derin gamzeleri de var.
Mehmet Öğretmen adını okunanların tahtaya çıkmasını
söyledi. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Ama tahtaya çıkış pek de hayra alamet
değildi. Çok geçmeden öğretmen kocaman bir sopa ile karşımızda dikeldi.
Korkudan ödümüz kopuyor. Dayak atılacak ama neden olduğunu bilemiyoruz. Ben
altı kişilik sıranın en sondayım. Sopalı Mehmet Öğretmen hırsla ağzını açtı ve
gözlerini yumdu.
“Uzatın lan ellerinizi. İt oğlu itler. Açınn… Açın
bakalım ellerinizi. Demek evde Kürtçe konuştunuz ha. Lannn… Ben size kaç defa
Kürtçe konuşulmayacak demedim mi? Ne anlıyorsunuz lan bu saçma sapan dille konuşmaktan?”
Sopalar en öndeki arkadaşımızın eline inip kalkarken, bacaklarımdan aşağı sıcak
bir sıvının akıp ayakkabılarımın içine doluştuğunu hissediyorum. İçim ürperdi.
Bir hoş oldum. Uzun kömür karası saçları örgülü kızlar, en ön sıralarda
oturduklarından, olup biteni en önce onlar görüyorlar. Son anda kendimi tutmaya
çalışsam da tutulacak bir şey kalmamıştı. Dere dolup taştı. Çok geç. Yapılacak
bir şey yok. Sopa ikinci ve üçüncü sırada bulunan öğrencinin avuçlarında yerini
bulurken, kızlar da bana bakıp kendi aralarında alaylı bir şekilde gülüyorlar.
Utancımdan sıranın bana geldiğinin farkında değilim.
Başımı bir karıncanın kafası gibi öne eğik tutuyorum. Milli duygularla hindi
misali kabaran ve intikam hırsına bürünen Mehmet öğretmen taşan dereyi görecek
halde değildi. O delinen yasağı onarmakla meşgul. Bu milli bir meseleydi.
Camili Köyünde de bu misyon zatı alilerine verilmişti. Sopa dört kez son hızı
ile indi-kalktı. Dört Kürtçe kelime, dört sopa demekti. “Ne kadar para, o kadar
köfte.” Avuçlarım kan kırmızısı şişmiş, iki köfteye dönüşmüş halde sıralarımıza
döndük. Belden aşağım ıslak ıslak. Tahtanın önünde sarımsı rengi andıran buhar
dumanlarının yükseldiği bir gölet. Mehmet öğretmenin kunduraları gölette.
Dersimiz coğrafya. Konu Türkiye’de göller. Van Gölü, Tuz Gölü, Eğridir
Gölü… Ve yeni bir katılım ile Sarı Göl.
Hayırlı uğurlu olsun.
Köfteler sızım sızım sızlıyor. Tuz kokulu illet
ıslaklık yapış yapış. Anneme ne diyeceğim? Ellerimdeki köftelerin ağrısı geçse
bari. Masanın altında kıvranıyorum. Çiş kaşındırıyor. Halim hal değil.
Anlaşılan mutlu birer küçük Türk olduğumuz halde, var
olan varlığımızdan bir kısmını Türk varlığına armağan edememişiz. Bu devasa
varlığımızı acaba hangi zulamızda sakladık? Ben de bilemiyorum. Bu minnacık
varlığımızı armağan etsek bile, cürmümüz ne ola ki?
Televizyonda yankılanan bir şarkının sesi ile uyandım,
kendime geldim.
“Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız
Gitti dostlar, şölen bitti, ne eski heyecan, ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.”
Uyandım. Yağmur
ve dolu dinmiş. Nihayet göz gözü adamakıllı görür hale gelmiş. Her taraf süt
liman. İlk yüz yıl köfte yememe kararı aldım. Olmayan köfteden nefret ediyorum.
Kahrolsun köfte.
Gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken, on
yıl önce kırk dokuz yaşımda “müjganın” kirpik anlamına geldiğini öğrendim. Türkçede de kirpik kelimesi olduğu halde ne diye Farsça
bir kelime ithal edilmiş, doğrusu onu da anlayamadım. Müjganda yaşlar, dışarıda
dolu karışımlı yağmur ve kara tahtanın önünde sarı göletler. Sınıfın en ön
sıralarında kikirdeyen kız öğrenciler. Bacaklarımda ve ayakkabılarımda
sıcaklığını hala hissettiğim kaşıntılı illet bir ıslaklık. Dışarıda ıslak
ışıklar.
Yaşasın… Biliyorum. Müjgan kadın değilmiş. Geçte olsa bunun kirpik anlamına
geldiğini ben de biliyorum artık. Hem de bir on yıl kadar.
Amsterdam, 12 Mart
2019