AMSTERDAM
Nahoş burukluğu ile bilinen ve "gurbet" olarak tabir edilen bu diyarda da var değilim artık. Bütün kapılar yüzüme kapandı, üst üste kitlendi ve ben artlarında biçare kalakaldım. Bütün varlığımla vursam, tekmelesem de kimseler duymuyor feryadımı. Her şey bir anda oldu. Sanki; Kızılderililere özgü tipik bir sessizlikte, hatta parmak uçlarında çıkagelen sinsi, hain ve çıyansı bir kasırgaya bir anda kapılı verdim. Yitip gittim ben. Savunmasız kalakaldım. Heyhat ki ne heyhat... "Ben ölem lo.” Yalnız yitip giden ben olaydım! Böylesine hepten kahrolmayaydım. Oysa beraberimde en kıymetlimi, en sevdiğimi, üzerine adeta tir tir titrediğimi ve günün yirmi dört saati bana ihtiyacı olanımı da alıp gittim. Yazık. Ne yazık! Şimdilerde birer ölüyüz biz, ben ve oğlum. Lal olduk, tutuldu dillerimiz, dövmez göğüslerimizi sevgi yüklü yüreklerimiz, görmez ışıltılı gözlerimiz, işitmez kulaklarımız ve sevgiliye dokunamaz, işmar edemez oldu heyecanlı ellerimiz. “Dost” deyi seslenmez artık yüreklerimiz. Oysa baba-oğul yaşanacak ne güzel günlerimiz vardı daha. Dünya şairi, Hayyam’ın da yüzlerce yıl öncesinde dediği gibidir aynen bizim hüzünlü ahvalimiz.
“Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik;
Yüzlerce incimiz vardı delinmedik.”
İlerlemiş yaşımla benim belki yüzlerce, ama oğlumun binlerce incisi vardı daha. Apansız ardımızda bıraktık hepsini. Hayata doyamadı oğlum. Ben de doyamadım onun boynundan koklamaya. Doyamadık baba oğul birbirimize sıkı sıkı sarılmaya, gözlerimizin içine durmaya, atacağımız yankılı şen şakrak kahkahalara, ol güzelliklere, yaşamın getirisi mücadelelere, sevmeye, sevilmeye, dost gülücüklü daha çok güzel insanın arasında olmaya, arkadaş sohbetlerine, yârin yanağına, güllerin kokusuna ve bir anda en eksileni ile güzelim hayata. Müsaadeniz varsa, varıp gideyim derim. Bekler beni kıymetli oğlum!
Hayatta bir ben ve bir de o kıymetlim var benim. Biz bizeydik hani. En kıymetlimdi o benim. Gözümün nuru, yüreğimin pır pır edişi, başımın üzerinde uçuşan narin kanatlı perim, ağzımın bal tadı, dilimdeki en güzel şiir ve mırıldandığım aşk şarkısıydı benim oğlum. Acıkmıştır, yemekler yapmalıyım. Kar beyazı masa örtüleri serip sofralar donatmalıyım. Üstünü başını giydirmeliyim. Mis amber kokular sürmeliyim. Göğsümü delercesine bağrıma basmalıyım. Hayır... Hayır. Belki de yüreğime saklamalıyım. Kimseler görmesin. Kimseler işitmesin ve alıp gitmesin. Şaştım kaldım. Evet… Evet… Oldu olacak, iyisi mi, bir güzel öpüp koklamalıyım onu. Çoktan kapımızın tıkırtısına kulak kabartmıştır. Engellidir oğlum benim. Tutmaz elleri, tutmaz ayakları. Varıp gideyim. En kıymetlimdir benim, biçare bekler beni!
Bahar yeniden kopa geldi. Hem de bütün renkleri, sıcaklığı ve güzelliği ile birlikte. Lakin insanlar ben ve oğlum gibi olmaktan, düştüğümüz hale düşmekten tedirgin ve korku içindeler. Yalvarıyorum, bırakın beni. Gitmem gerek. Razıyım ben de kapanayım evime, hem de bir ömür boyu. Söz çıkmam, bir adım dahi atmam kapımızdan dışarı. Yapmayın, etmeyin. Bakın dışarda cıvıl cıvıl bir bahar. Kuşlar uçuyor maviliklerde. Kelebekler pür telaş kanat çırpıyor. Arılar vızıldıyor hep bir ağızdan. Komşu Maria hatun yeşil elmasından sağlıklı dişleri ile büyük bir ısırık alıyor, kırpıştırıyor zümrüt gözlerini. Hoş kadın doğrusu. Allah sahibine bağışlamakta gecikmemiş. Willem'dir adı. Boylu poslu, yakışıklı ve iyice bir adamdır kendileri. Oysa ben durmamalıyım, varıp gitmeliyim. Yolumu gözler en kıymetlim olan birileri!
Akasyalar pembiş pembiş çiçeklere duruyorlar. Ayıptır, günahtır. Halden anlayın artık. Ocağınıza düştüm. Düşün yakamdan. Biliyor musunuz? Gitmesem güneş sönecek. Dünyayı kör bir karanlık kaplayacak. İnanın bana ne olur, yalvarırım inanın. Oğlumun kızıl gülleri kuruyacak. Pembe orkidesi patır patır çiçeklerini dökecek. Yatağında uzanmış en kıymetlim bekler beni! Bu ne çaresizliktir ey Tanrım? Merhamet nedir bilmeyen, bu kasırganın rüzgarına kapılıp gitmek zorunda mıyız? Hem de en kıymetlim ile beraber. Elini yüreğine götür, merhamet eyle bi yol. Varayım gideyim. Bekler, çok bekler en kıymetlim benim!
Bağıra-çağıra, fısıltı ve içsesimle kendi kendime; “Yapma, etme tutun hayata tırnağın, dişin, elin, kolun, etin ve kemiğin ile...” diyorum. Ama nafile. Çekiliyor kanım, çıkmıyor nefesim, tutunamıyor… Tutunamıyorum. Var git oğlum var git. Gelme peşimden. Kal güzel şehrimizde. En kıymetlim. Beni bekleme oğlum!
Bilesin ki; evimizde benim elime bakan en kıymetlim var. Onun yüzü suyu hürmetine, düş yakamdan, bırak beni, bırak gideyim diyorum. Lakin kulakları sağır, gözleri kör ve yüreği çakıl taşı dolu. Bildiğim bütün dillerde yalvar yakar oluyorum. Bırakmıyor yakamı. Ah keşke, kavranan yaka sadece benim olsa, gam yemeyeceğim elbet. Vız gelecekti bana. Hiç umurumda olmayacaktı ölüm. Varıp gitsem. Sıvışsam buralardan. Buruşturduğu yakamı kurtarsam uzun tırnaklı ellerinden. Varıp gidemeyecek miyim? En kıymetlim evimizde bekler de beni!
Oğlumun doğup, büyüdüğü ve yirmili yaşları ardında bıraktığı, benimse ömrümün çoğunun geçtiği, abartısız dünyanın en güzel şehirlerinden birisinde kendimizce yaşadık hayatımızı. Öyle ki, yüzlerce kanal ve binlerce köprüsü, yegâne şehircilik planı ile taçlanmıştır şehrim benim. Dillere destan güzelliği, bir çivinin dahi çakılmasının hoş görülmediği, yüzlerce yıla dayanan tarihi dokusunun azami itina ile korunduğu bir yerleşim yeri. Tuhaf sayılabilecek cazibesi ile parlak bir inci, bir sevda şiiridir yaşadığımız Amsterdam, yani rüyalarımın şehri. İşte bu şehirde, bizim evimizde bekler en kıymetlim beni!
Güneşin alnında kala kala sararmış binlerce güzelim insan pedal çevirir kanal boylarında. Laleler bütün renkleri ile boyun eğer. Nergisler göğe yükselirler. Aheste döner yel değirmenleri. Bir o yana, bir bu yana sandallar çırpınır kanallarda. Titrek gölgeleri sulara düşer dans eden tarihi, eğik evler. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca insan akın akın gelir ve her bir köşesini kolaçan ederler, güzelim şehrimin. Ama ben gitmeliyim, bekler en kıymetlim benim!
“ACILAR DENİZİ
Ben acılar denizinde boğulmuşum
İşitmem vapur düdüklerini, martı çığlıklarını
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını
Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını
Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını.”
Ümit Yaşar Oğuzcan
Biçare kaldık. Babadan oğula geçti virüsü ölümün. Tutunamadım güzelim hayata bir kerte daha. Ciğerlerimizi deldi, kevgire çevirdi lanet ve de illet “corona” adlı bir virüs. Bütün acımasızlığı ile inim inim inliyor dünya insanlığı. Ahh… Çıksa bir sesim, bağırabilsem avazım çıktığı kadar, duyurabilsem, desem ki; “Ben öleyim lo… Sen kal be oğul.” Ağıtlar yaksam. Dünyayı yıksam. Saçımı başımı yolsam. Yalvarıyorum dayan. Gelme… Gelme babanın ardından. Bu yol yol değil. Sen ki; yaralı, dalları bıçkılanmış gencecik taze bir fidansın. Tez elden, var git oğul var git, uzak dur ölüm diyarından. Yakışmaz ki, sana ölüm. Kalkıp geliyorum, bekle beni, en kıymetlim benim!
Hasta yatağımda bir başıma uzanır beklerim kalleş ölümü. Nefessiz kalıyorum. Görüştürmüyorlar kimseleri. Diyarıma dahi uğratmıyorlar dostlarımı. Haber salamam ki, Allah’ın tek bir kuluna. Elim kolum bağlı benim. “Merhaba” diyeceklerime geçer diyorlar benden ölüm. Acep ne haldedir dersiniz, biricik oğlum benim? Kayıp gitse de yorgun ellerimden hayatın çürüyen ipi, binlerce kez sorarım; “yüreği atmaya devam eder mi, kıymetlimin?” Demem o ki; “Ben öleydim lo…” Yoksa benden mi sana geçti ölüm? Doktorlar, hemşireler bırakın ne olur beni. Varıp gideyim. Evimizin bir kıyıcığında, pembe orkidemizin yanı başında, yatağında bekler en kıymetlim beni!
Övgülere boğduğum, yerlere göklere sığdıramadığım, aşığı olduğum, güzellikler şehri, yar dediğim, bağrıma bastığım Amsterdam, demek mezar oldun bize. Merhamet eylemedin bana ve kıymetlime. Yar olmaktan vazgeçti, çekti kaygan yosunlu ellerini şehrim benim. Kalmamalıyım sarmaş dolaş ak çarşafların arasında. Kopar bedenindeki bütün hortumları. Kalk be adam kalk yatmanın zamanı mı? Baharda yakışmaz ölüm oğluma. Bekler…. Bekler o beni. Varıp gitmeliyim biçare yavruma, biriciğime, hem de en kıymetlime!
Bahar uçup gitti. Kanal boylarında çevrilen bisiklet pedalları kitlendi, kanalların suyu çekildi, sandallar parçalandı, köprüler yıkıldı, laleler soldu, kızıl güller kokusuz kaldı. Nergisler yerlerde sürünür, yel değirmenleri dönmez, şehre tek insan gelmez oldu. Eğri evler kuruyan kanallara gölgelerini salmıyorlar artık. Dansları durdu. Komşu Maria hatun evine kapandı hepten. Yeşil elma kurtlandı. Ama ne olursunuz, müsaade buyurun. Destur, el medet. Varıp gitsem derim. Kıymetlim, evimizde dört gözle, sabırsızlıkla bekler beni!
Amsterdam, 17 Nisan 2020