31 Ağustos 2010 Salı

QIRO

QIRO

Sevgili okuyucuya, derinden çekeceğim besmelenin ardından; pek fazla çetrefilli yönleri olmayan beni, izninizle yine ben tanıtayım. Bendeniz Hüsi Meleke’nin büyük oğlu namıdiyar Şixo. Öyle görünüyor ki; Camili Köyünde herkes kendi hikayesini anlatıp, bu yolla ebedileşmeye çalışıyor. Kendi kendime düşündüm; o halde ben de önlüğümde az da olsa var olan taşlarımı dökeyim. Bu ebedileşmeye çalışanlar kervanına, müsaadeniz olursa ben de katılayım dedim. Bunu ne denli başarırım bilememem ama, hiç girişimde bulunmamaktan daha yeğ olsa gerek. “Buyrun burdan yakın” falan yok. Elbette benim de kendime göre anlatacaklarım vardır. Şu habire deliler gibi döneduran yerkürede; malumunuz yedi milyarı aşkın ve günün yirmi dört saati hareket halinde olan insan yaşıyor. Her bireyin de kendince bir hikayesi var. Benim hikayem belki de öyle çok çekici olmayabilir. Bu konuda iddialı değilim. “Ne kadar para, o kadar köfte” misali olmasa da, elbette benim de herkes gibi aktaracağım bir şeyler var. Müsaadenizle fazla zaman kaybetmeden, söze başlayacak olursam:
Bana bu köyde kürtçede gözünü kısarak bakan anlamına gelen “Qiro” da derler. Zaten bu lakabım telaffuz edilmeden, benim kast edildiğim biraz zor anlaşılır. “Havva Ananın dünkü çocuk” sayıldığı, “çayın kardan demlendiği” bir coğrafyada yer alan şirin köyümde; hemen hemen herkesin bir veya iki lakabı vardır. Yukarıda Allah var; tüm bu lakaplardan Allahın hiç bir kulu gocunmaz ve bunların pek çoğu olumsuz anlamda olmasına rağmen. Örneğin hiç kimsenin lakabı “aslan – cengaver – yakışıklı- cömert veya mert” değildir. Bu arada gördüğünüz gibi, kürtçemizle övünmek gibi olmasın ama, kürtçede “qıro” dediğiniz zaman ne dediğiniz tek kelime ile anlaşılıyor. Türkçe veya başka dillerde bu tür açıklamalar için insanın harfiyen kulağını göstermek için, kolunu boynundan aşırarak göstermesi gibi bir şey. Eeh bu kadar fark da olsun tabii, “farkı fiyatı” diyerek, şu ölümlü dünyada fiyakamızı bir kez de biz atalım. Ben elbette dil uzmanı falan değilim, ama bildiğimi affınıza sığınarak yine de aktarayım dedim. Ben olsam olsam Camili Köyü’ nün uzmanı olabilirim. Neden derseniz? Sormayın gitsin; çünkü mevzuat bir hayli derin.
Köydeki insanların boy ortalamasına göre, uzun sayılırım. Hani gençliğimde söylemesi ayıp; öyle az buz yakışıklı değildim. Dümdüz sırma saçlarım vardı. Bu saçlar hala var tabii. Hani pek çoğu beni terk ettilerse de, vefalı olanlarla (renk değiştirseler de) karınca kararınca da olsa, var olan imajımı sürdürmeye çalışıyorum. Kalanlar da renk değiştirdi. Övünüyorum gibi gelebilir size ama elim ayağım, yüzüm gözüm düzgün sayılır. Rahmetli Ayhan Işık modeli bıyıklarım benim her daim medarı iftiharım olmuşlardır. Onları neredeyse gün boyu yüzlerce kez elleyip, adeta yerinde duruyorlar mı diye kontrol ederim. Biraz önce sözünü ettiğim saçlarım da aslında kumral sayılırdı. Kumrallık uçup gitse de, hala dikkatlice bakıldığında bu pekala gözlemlenebilir. Her insanda mevcut olduğu gibi, benim kısık bakan kahve rengi gözlerimin üzerinde de yer alan ve gerilmiş bir yayı andıran kaşlarım gür sayılırlar.
Yıllardır kendi köyümde yaşıyorum. Aslına bakarsanız; güzel şipşirin bir köy. İstanbul’u görmedim ama, bu koca şehrin yedi tepenin üzerinde yer aldığını söylüyorlar. Tesadüf bu ya bizim köyümüz de şimdilerde yedi tepenin üzerinde kurulu. Başlangıçta yedi tepe değildi tabii. Köyde yerleşim alanı zamanla genişleyip, tezat bu ya köyden şehre göçle birlikte (gonca gülünü yedi tepeli köyünde her bırakanla birlikte) oldukça azalan nüfusa rağmen, yerleşim alanı da iyice yayılarak, günümüzdeki yedi tepeyi kapsadı. Komşu köylüler; benim köyümüz Camili’yi İstanbul ile karşılaştırdığı duysalar, buna bir hayli gülecekler. Bunda gülünecek bir şey yok elbette, inanmıyorlarsa gelip saysınlar. Bakın bir, iki, …. beş, altı ve alın size yedi tepe. Onların köyleri yedi tepenin üzerine kurulu değilse bunda benim suçum olmasa gerek. Şimdiye kadar anlattıklarımdan köyümün aşığı olduğumu bilmem çıkardınız mı? Evet öyle. Fazla lafa gerek yok. Herkes bir şeylere sevdalı. Kimileri ela gözlü sevdiceğine, pala bıyıklı yiğidine, tanrısına, doğaya, resme, edebiyata veya herhangi bir şeye aşıktır. Ben de kendi köyüme aşığım diyebilirim. Benim için varsa da yoksa da benim köyümdür. Şimdiye kadar kendi köyümün dışında aldığım her nefes beni adeta boğdu. Bakın kış mevsiminde bu iki yüz haneli köyde taş çatlasın yirmi evin bacası tüter, yaşam izleri görülür. İnsanlarımız bu yedi tepeli güzelim köyü terk ettiler. Kimi Ankara’nın, kimi Sincan’ın, kimi de başka şehirlerin ve başka ülkelerin yolunu tuttu. Pek çok insan çil yavruları gibi dağılıp, dört bir yana gittiler. Dört bir yana deyince aklıma köyde Memedi Efenin kızının hikayesi geldi. Bundan yaklaşık olarak otuz sene kadar önce köyde hemen hemen her evin en az kırk elli kadar koyunu vardı. Koyun sürüleri öğle üzeri köye sağılmak amacı ile geldiğinde; köylüler sürülere doğru gidip, kendi koyun ve keçilerini sürüden ayırarak evine götürür ve orada kendi ağıllarında sağdıktan sonra, tekrar sürüye katardı. Şimdi elbette sürü falan kalmadı. Hayvancılık da daha pek çok şey gibi tarihe karıştı. Bırakın koyun yetiştirmeyi, tavuk bile yetiştiremez hale geldik. Köylü olduğumuz halde yumurtayı gidip, köy bakkalından alıyoruz. Her ne ise, olan olmuş; ölmüş ile olmuşa çare bulmak, bildiğiniz gibi olası değil. Nerde kalmıştık; evet Ülger’in hikayesinde. Ülger’in de toplam iki tane koyunu vardı. Ülger öğle üzeri köyde herhangi bir eve ziyarete gittiğinde, telaşla:
“Evi anane(aman anacığım) ben kalkayım, davarlar geldi, her biri bir tarafa dağıldı.” der ve zengin kalkışı ile ayağa kalkar, havasını atar, gerekli mesajı verir, taşı gediğine koyduktan sonra kendisini kapının dışında bulurdu. Evet Ülger’in de davarları vardı ve her biri bir tarafa dağılmıştı ve onları bulup, bir araya getirmek, sürekli geviş getiren ve çirkin ağzından salyalar akıtan deveye hendek atlatmaktan daha zor olacaktı. Sizi bilmem ama bu hikayeyi oldum olası çok tutmuşumdur. Diğer taraftan da Ülger’e hep acımışımdır. Her ne zaman bu hikaye aklıma gelse köyün içine dalıp, Ülger’in davarlarını arayasım gelir. Hayalimde Ülger’in koyunlarından birini bazen Üççoyu Hesse’nin, bazan da Hüssi Vizo’nun (aman Allah’ım isme bakın Vizo, acep bu ne demek ola ki? Bu kelimeyi araştırmak gerekir. Vizyonla ilintisi var mı acep? Olsa dahi bundan ne anlamalıyız?) evinde Ülger’in koyunlarını bulur ve kendisine teslim eder, Ülger bacımdan hayır duaları alırım. Her defasında Ülger bacımın yüzündeki mutluluğu görür ve mutluluktan sekiz köşe olurum. Bu hayale çok kapıldığımdan, oldukça hayır duası alırım. Bu demektir ki cennetin kapıları bu hayali hayır duaları ile bana sonuna kadar açık. Açılın kapılar, yol verin ben geldim. Her ne kadar İran’lı büyük şair Ömer Hayyâm;
“Cennetin yedinci katı,
peygamberlerin,
Altıncı katı meleklerin,
Beşinci katı iyi kullarının,
Yar bizim olsun,
Şarap testisi bizim olsun.
Ama peşin olsun.”
gibi tehlikeli bir söylemde (inanılmaz ama on birinci yüzyıl gibi bir zamanda) bulunduysa da biz yine de, bildiğimiz yolda yürüyelim.
Unutmadan size anam ve babamı biraz anlatayım. Babam Hüsi Melek’eydi. Şimdi aklıma geldi; herkes babasının adıyla anılırken, benim babam neden anasının adıyla anılıyor. Dil veya kulak alışkanlığından olsa gerek, şimdiye kadar bu konuda hiç düşünmemiştim. Kim bilir belki de babaannem, dedeme göre daha baskın biriydi. Böyle olabilir ama, yine de bana soracak olursanız; kadın dediğin de kadın gibi olmalı. Şairin dediği gibi:
“İstanbul’da ne var?
İstanbul’da İstanbul var.”
Bana göre “gerçek bir kadında da kadınlık olmalı.” Kadın da belli meziyetler olmalı; huyu - suyu, edebi, nezaketi, saygısı, görgüsü, işvesi ve edası... Öyle iki arada bir derede olmamalı. Galiba en güzeli doğal olanı olsa gerek. Zannıma göre bunun dışına çıkıldığı zaman; biraz kabak tadı veriyor. Evet hepimiz insanız, önce insan olunmalı ama laf aramızda kadına da kadınlıktan başka bir şeyin yaraşmadığı bir gerçek. Ben bunu bilir, bunu derim. Bana katılmayabilirsiniz.
Allah rahmet eylesin, babam hakkın rahmetine kavuşalı epey bir zaman oldu. Babam kendi halinde, kimseye zararı olmayan, çevresi ile uyumlu olan bir insandı. Kimsenin etlisine sütlüsüne pek karışmazdı. Aynı zamanda çalışkan ve becerikli bir insandı. Tüm iyi insanlar gibi, onun da mekanı cennet olsun. Sağ olsunlar babam ve annem yemediler yedirdiler, giymediler giydirdiler ve önce Allah’ın sonra onların sayesinde bu günlere geldik. Yaradana çok şükür.
Annem rahmetli köydeki renkli kişiliklerden biriydi. Renkliliği de annemin Türk kökenli olmasından geliyordu. Annem Tevde daha çiçeği burnunda genç bir kızken babamla evlenip, bizim köye gelin gelmiş. Kısa sürede yörede konuştuğumuz Kürtçeyi çok iyi öğrenmiş olmasına rağmen, dildeki o elastik yapıdaki konuşma beceresine bir türlü sahip olamadı. Kürtçeyi sürekli ağır bir aksanla konuştuğu için, konuşması köylülerimize alay konusu olurdu. Oysa annem köye, geleneklerine, göreneklerine, A dan Z ye her şeyine uyum sağlamıştı. Bir tek kusuru, o ağır aksanıydı. Her anne gibi o da biz çocuklarını çok severdi. Bir kuş misali kanatlarını hep üzerimizde bulundururdu. Köylüler de onu sağ olsunlar çok severlerdi ve herkes kendisine büyük saygı ve sevgi gösterirdi. Çok çalışkan, gecesini gündüzüne katan, yuvası için çırpınan bir kadındı. Köyde en güzel şekilli tezekleri (tepik, kerme ve tezek ürünleri) o yapar ve bunlarla köyün en ihtişamlı “Qelaxını” (tezeklerle yapılan geçici kulübe) o inşa ederdi. Bu qelaxın tüm plan, proje ve mimari çizimlerini kendisi yapardı. Yaptığı tezeklerin kaliteli olmasından dolayı, beton ve demirden de çalma gibi bir sorunu da zaten olmadığından, bu qelaxlar Amerika’daki ikiz kuleler (Gerçi onlar sonradan yerle bir oldular. Anamın qelaxları da rahmetlinin ölümünden sonra aynı akıbete uğradılar. Bunlar herhangi bir saldırıya falan maruz kalmadılar ama kimsesizlikten onlar da ortadan kalktılar.) gibi dimdik ayakta kalırlardı. Aslında bana sorarsanız bu qelaxlar bizim geniş yelpazeli kültürümüzün bir parçasıydı. Bunlar korunmalı ve Unesco tarafından sit alanları olarak ilan edilmeliydiler. Ama nerde bizde bu incelik, bırakın kültürümüze sahip çıkmayı, kendimize sahip çıkarsak o da hiç yoktan iyidir.
Biz beş erkek kardeşiz. Anamız üstümüze toz kondurmazdı. Büyüyüp hepimizin eli iş tutar hale gelince, evimize gelen misafirlere büyük bir gururla bizleri tek tek parmağı ile göstererek, askeri bir disiplinle girmiş olduğumuz sıradan öne çıkararak tanıştırırdı. Söylemesi ayıp, ben biraz becerikliyimdir, elimden her iş gelir diyenlerdenim. Bir gün babam rahmetlinin bizim eşeğe binip, köyümüzün dışında bulunan bostana gitmesi gerekiyordu. Derken eşeği bu uzun yolculuk için hazırladı, gerekli eşyalarını yanına aldı. Fakat ortalıkta eşeğin sırtına atacağı herhangi bir semer olmadığı için hayıflanarak eşeğin sırtına bir çul attı. Ben o zamanlar gencim, babamın üzüldüğünü görünce, o eşeğin sırtında ayaklarını ileri geri sallayıp, bostana doğru yola koyulurken ben de bir semer yapıp, babamın gönlünü almak üzere gerekli malzemeyi bir araya getirdim. Akşama babam eve döndüğünde yarınki bostan seferi için semer hazır durumdaydı. Anam, babama büyük bir gururla adeta;
“Gördün mü? Bak analar ne babayiğitler doğuruyor” dercesine büyük bir itina ile yaptığım semeri gösterdi. Tüm bu anlattıklarımdan sonra, demem o ki; anam bu günden sonra beni birilerine tanıştırırken semerci diye tanıştırmaya başladı.
Aşağıdaki tanıştırma faslı köylülerimizin dilinde hala bir tekerleme gibidir:
“Şıxo’yu mın semerciyi (Şiho’m semerci),
Nuri’yi min rakiciyi (Nuri’m rakıcı), Kardeşim Nuri o sıralar bazen bir iki kadeh atardı.
Yaşar’i min tamirciyi (Yaşar’ım tamirci),
Memik’i min şoförü ( Mamık’ım şoför),
Yusuf’u min ji delaliyi (Yasuf’um biricik).”
Küçük kardeşimiz Yusuf o sıralar herhangi bir işi olmadığından ve yaşı da bize göre daha küçük olduğundan, onu da gördüğünüz gibi “güzelimiz – biriciğimiz” olarak tanıtırdı.
Koskoca köyde kimseler kalmadı. Bilseniz kendi kendime nasıl hayıflanıyorum, içim gidiyor, yüreğim sızlıyor. Hepsi teker teker burayı terki revan eyledi. Hani suyu mu çıktı da terk ettiler diyeceğim ama, su nerde ki suyu çıksın, olmayan şey çıkar mı? Köyden kente öylesine bir akım oldu ki (yalnız bizim köy değil elbet), kentler; devasa köy kentlere dönüştüler. Bir zamanların halkın umut taciri Karaoğlan’ın da hayalleri böylece kendiliğinden (o hayata veda ederken), gerçekleşmiş oldu. Camili Köyü olduğu gibi Sincan’a doluştu. Bir kamyona bir iki parça eşyasını dolduran, as solistimiz Ankara’lı Namık’ın türküleri eşliğinde, zaman zaman tankların cirit attığı Sincan’ın yolunu tuttu.
“Kızın yemek yaptı,
sensiz yedik,
çatla da patla kaynana.
……………………….
……………………….
Kaynanayı ne yapmalı,
Kaynar kazana atmalı.”
Görünen o ki; kızın yemek yapması için artık Sincan’a taşınmak gerekiyordu. (Doğrusu kızın ne yemek yaptığını da merak etmiyor değilim. Yemek dediği de sakın bulgur pilavı olmasın. Korkarım bu menünün dışına çıkılmamıştır.) Erkek çalışacak, hanımı yemek yapacak ve Camili’de geride bıraktıkları kaynanaları olmadan yemeklerini sadece kendileri yiyeceklerdi. Aksi halde yetmiyordu. Yaşam kaynana ile var olan yemek paylaşılamayacak kadar zorlaştı. Eskisi gibi tarla ve tapanın bir getirisi yok. Çiftçilik hepten yok oldu. Gelen gideni karşılayamaz hale geldi. İşin hamallık yönü de cabası. O kadar insanımız buraları bırakıp, başka diyarlara gittiler. Oralarda acaba aradıklarını buldular mı? Mutlu oldular mı? Umarım öyle olmuştur. Perperişan olmamışlardır. Sağlıklı bir ortamda kalıyorlar mı? Çocuklarının eğitimine gerekli önemi veriyorlar mı? Geçim denen baş belası sıkıntı kendilerini bunaltıyor mu? Bu ağır yükün altından kalkabiliyorlar mı? Orada birlik ve beraberlikleri ne düzeyde? Birbirlerine destek oluyorlar mı? Tüm bu soruları kafamdan atamıyorum. Allah burada bizim, oralarda onların ve tüm dünyada iyi insanların yanında olsun diyelim. Elimizden de başka bir şey gelmiyor. Göç olayında öngörülen felsefe veya amaç bu muydu? Bilemiyorum ama, haklılık payım da yok değil gibime geliyor. Bilmem siz de benim bu derin sosyolojik analizime katılıyor musunuz?
Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, ben hep köyümde kaldım. Bundan sonra da başka bir tarafa gideceğim yok. Bu köyün vazgeçilmez demirbaşıyım. Çivimi duvara çakıp, ceketimi asmışım. Anlayacağınız kendi toprağımda kalıcıyım. Yıllardır buralarda büyük bir su sorunumuz olmasına rağmen; evimin etrafına güzel büyükçe bir avlu yaptım. Bir de artezyen kuyu açtırdım, su pompasını çalıştırdım mı, oluk oluk bileğim kalınlığında su akıyor. Zamanla insanın gözlerini kamaştıracak güzellikte (Ben “qır” olduğum için gözlerim kamaşmıyor.) bir bahçem oldu. Bu bahçenin içinde her türlü meyve ağacım mevcut. Sebze ve meyveye (malümünüz geçim sıkıntısının diz boyu olduğu bir zamanda) çok şükür para vermiyorum, her türlüsünü kendim yetiştiriyorum. Bir görseniz ne kadar güzel ve büyük kayısı ağaçlarım var. Mevsimi geldiğinde kocaman kocaman kayısılar veriyorlar. Hem de şekerpare denilen cinsten. Bu meyve konusunda Malatya’nın meşhur olduğu bilinir. Ama benim kayısılarımın da bunlardan aşağı kalır yanı yok sanıyorum. Ağaçlarıma gözüm gibi bakıyorum, inanır mısınız; onları kendi çocuklarımdan ayırt etmiyorum. Bizim buralarda nedendir bilmiyorum ama, ağaç sevgisi pek gelişmemiştir. Oysa ben de ise tam tersidir. Ağaç benim her şeyimdir. Bahçemde her biri birer sülün gibi süzülüyorlar. Onlara baktıkça kabaran yüreğimde bir sevgi selinin oluştuğunu görüyorum. Bu sevgiden yoksun yaşamak çok büyük bir fakirlik olsa gerek.
Ağaçsız bir hayatı düşünemiyorum. Bakın gözünüzün önünde alabildiğine uzanan bu uçsuz bucaksız bozkırda; bir gelin edası ile salınan şu boy boy zümrütlerin güzelliğine, rüzgarda çıkardıkları gizemli sese, nazlıca dallarını sallamalarına, milyonlara varan güzelim yapraklarına, cıvıldaşıp;
birbirlerine kur yapan envayı çeşit kuşu dallarında konuk etmelerine, verdikleri cennet meyvelerine, balı aratmayan reçinesine, tadına doyum olmayan serin gölgesine ve daha pek çok güzelliğe. Saymakla bitmez. Benim dilim ancak bu kadarına döndü. Belki de daha bilmediğim, aklımın ermediği daha nice yararı vardır, bu güzelim canlıların.
Kendimi bildim bileli yüksek bir yere çıkıp, köyümü seyretmeyi çok severim. Bu benim en büyük zevklerim arasındadır. Eskiden bundan daha büyük bir haz alırdım. Fakat dediğim gibi bu göç olayından sonra, bu işin tadı da kısmen kaçtı. Daha önceleri seyre daldığım zaman pek çok insanın hareket halinde olduğunu, kimin ne yaptığını, kimin kime misafirliğe gittiğini gözlemlerdim. Oysa şimdi tek tük insan görürsem seviniyorum. Yine evimin balkonundayım. Köyümü yakın takibe aldım. Lakin ortalıkta in cin top oynuyor ve cinler bir sıfır önde. Köylülerim gitmeselerdi;
Elo Qiro’yi disa hilşiyayi çardaxe bi çeve xwu qır li gund dineri – Bak Qıro yine evinin balkonuna çıkmış, kısık gözlerle köyü seyrediyor.” derlerdi. Varsın Qıro deselerdi, bunda gocunacak bir şey yok. Ahh.. Burada olanaklar daha iyi olsaydı da, kendi topraklarında kalsalardı. Bu arada kaynanalarını kaynar kazana atmalarına gerek olmasa gerek. Ama köyde bırakıp, benim başıma da bela etmeseler tabii ki iyi olur. Hikayenin başlarında gonca güllerini yedi tepeli köylerinde bırakıp, gidiyorlar dedimse de yanılıyorum. Bıraktıkları olsa olsa pörsümüş deve dikenleridir. Benim şekerpare kayısılarım ancak bana ve aileme yetiyor. Gelin kardeşim, kazana mı atıyorsunuz, ne yapıyorsanız yapın! Alın başımdan kaynanalarınızı, diyesim geliyor. Benden bu kadar. Bu böyle biline ve kusura da bakılmaya, lütfen…


Amsterdam, 22 Ekim 2007 

KAMAN

KAMAN
Okuduğum makalede, Japon arkeologlarının yaptığı kazılar ve incelemeler sonucu; pek çok medeniyetten geriye kalan zengin bulguların ışığında, doğup büyüdüğüm köyün çok yakınında bulunan Kırşehir ilinin Kaman ilçesinin, dünyanın merkezi olduğu gibi yerinde bir iddia ile ilgiliydi. Bu ilçe günümüze değin pek çok medeniyete; örneğin Hititler, Frigler, Asurlular, Persler, Roma ve Bizanslılara ev sahipliği yapmış, tarihi zenginliği ile bilinen bir yerleşim yeri, Heredot Baba’nın da başlıca ilgi alanıdır.
Kaman gerçekte söylenildiği gibi dünyanın merkezi konumunda bir yerdir. İç Anadolu’nun bozkırında gözlerini dünyaya açan bizlerin, o yörede, çevremizdeki en yakın şehir olduğu için zaten küçücük dünyamızın da doğal merkezi, odak noktası, bütün yolların geçtiği Roma’sıydı.
Yöremiz insanının Kaman ile ilgili anılarının ardı arkası gelmez. Gazetedeki bu yazı beni tüm benliğimle alıp çok gerilere götürdü, o zaman diliminde kalmak istedimse de bir saniyelikte olsa, bunda başarılı olamadım.
Köyümüzde hali vakti az buçuk da olsa yerinde olan herkes, her hafta Çarşamba günü Kaman’a akın ederdi. Bu hala günümüzde de süre gelen kronikleşmiş, köklü bir gelenek. Diyar köyleri adı şanı varlığı ve yokluğu belli olmayan ve birilerine Bala’lı olduğunu söylediğin zaman, hani insanların ablak ablak suratına bakıp ,"affedersiniz ama sözünü ettiğiniz şey yenilir mi yoksa içilir bir şey midir" gibi abes soruların sorulmasına ramak bıraktıran bir ilçe. Diyeceğim o ki; köylerimiz Bala’ya bağlı olduğu halde bizler var olan iletişimden dolayı olsa gerek, kendimizi belki bir Kaman’lıdan daha çok Kaman’lı gibi görürdük, ne de olsa dünyamızın merkeziydi.
Kaman bize dünyaya bulunduğumuz bozkırdan açılan, ilk hemde yeşilin tüm tonlarının hakim olduğu zümrütten bir pencereydi. Küçükken traktörlerin römorklarına binip Kaman’a doğru yol aldığımız zaman yirmi yirmi beş kilometre sonra bizdeki tekdüze bozkır yerini yavaş yavaş bir zümrüt yeşiline bırakırdı. Bu haliyle biz çocuklara yepyeni bir dünyaya açıldığımız intibasını verirdi. Şehre yaklaştıkça bu yeşillik hepten sökün edip, bozkırlı olduğumuzu göz ardı ederek acımasızca üstümüze üstümüze doğru gelir, çocuk gözlerimiz alışık olmadığı bu yeşilin güzelim tonlarından adeta rahatsız olurken, şehre yaklaştığımızda alışık olduğumuz tek katlı evlerin damların yerini, iki hatta üç dört katlı binalara bırakırdı ki, bu o zamanlar haliyle var olan çok güdük hayal gücümüzü allak bullak etmeye yetiyordu.
Ünlü ozan Dadaloğlu bu ilçenin yetiştirmiş olduğu halk kahramanı ozanlardandır. Dadaloğlunun mezarı da dünyanın en iyi cevizlerinin yetiştirildiği bu ilçededir. Kaman’lılar Dadaloğluna vefa borçlarını kentin ortasına büyükçe bir heykelini dikerek ödemeye çalışmışlar. Dadaloğlu hemşehrileri Kaman’lıların kulaklarına sanki şu mısralarını hala mırıldanır gibidir:
“Çıktım yücesine seyran eyledim.
Cebel önü çayır çimen görünür,
Bir firkat geldi de coştum ağladım.
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.”
Kaman’a doğru traktörler (hava koşulları elverdiğinde) ve köy minibüslerine doluşup yola çıktığımızda, yol boyunca çeşitli köylerden geçerdik. Bu köyler sırası ile Bektaşlı (Rostıka), Dalkıranlar (Günde Heşiyer), Kuyular (Emera) gibi bizim yörede yer alan komşu köylerdi. Bu saydığım köylerin bizim köyümüz Büyük Camili’den (Camliye Mezin) hiç bir farkı yoktu. Dolayısıyla aynı kuraklık, aynı geri kalmışlık, aynı ekonomik ilişkiler, aynı ruh halline sahip siyam ikizi komşu köylerdi.
Yine bir Çarşamba günü babam, annem ve köyden pek çok kişi ile birlikte Kaman’a gitmek üzere yola çıkmıştık. Bizim yöre köylerini aşıp, Kaman köylerine doğru geldiğimizde sırası ile Hirfanlı, Benzer, Kızıközü ve digerköyler bir inci tanesi gibi art arda dizilivermişlerdi. Bu köylerden Kızıközü
adlı köy; o zamanlar bizim yörede belalı bir köy olarak bilinirdi. Bir kısım gençleri, hani genelleme yapmadan diyeceğim, çevre köylere kıyasla daha suça yatkındılar.Köyün adı Kızıközü olduğu halde bizim köylüler, bu nedenle köyü Kızılözlü diyeadlandırırlardı.
Yıllar sonra akıl edip köyün tabelasına baktığımda yanlışlığı nihayetgörmüş ve bunu bizim köylülerin, bu köy hakkında zaten var olanön yargılarının etkisiyle ve edindikleri olumsuz intibadan dolayı karalama
gayesi ile kasten böyle söyledikleri kanısına vardım. Traktörle KızıközüKöyünü tam geçmiştik ki, yolda yürümekte olan tahminen on yedi on sekizyaşlarındaki bir genç koşa koşa gelip römorkun basamaklarına basarakrömorkun içine insanlara doğru eğilerek ve kadınlardan birisini hedef
alarak aniden:
“Teyze senin ağzına sıçım mı?” diye bağırdı. Köylüler haliyle dona
kalırken, dilleri tutulmuşcasına ne diyeceklerini şaşırdılar. Hani adeta gafil avlanmış gibi oldular.
Fakat bu sırada kur’ası zaman açısından epeyce gerilere dayanan bir kadın da ona doğru yavrularını koruyan bir şahin gibi hışımla atılıp:
“Buradaki tüm insanlar da senin ağzına sıçsın mı?”diye bağırınca traktörün römorkundan, frekansı hayli yüksek kahkahalar yükseldi. Bu köye her ne zaman gelsek, köylülerimiz kendilerini bir olağan üstü hal
bölgesine gelmiş gibi huzursuz ve ikircikli hissederlerdi. Bu köyün bizimdiyarda bilinen en ünlü siması namı diyar Kızılözlü’lü C....’dı. Bu adamın bir kaç yıl önce öldüğünü söylediler. Gelenektendir, ölünün arkasından kötü konuşulmaz, fakat yine deRahmetlinin maharetlerine bakacak olursak, adamın silah kaçakçılığı,
faizle para verip ticaret yaptığı söylenirdi ki, faize para vermek bizim orada o zamanlar adam öldürmekten bile daha kötü karşılanırdı. Şimdilerde ise bu bizim köylerde artık çok doğal olarak yapılan ve vazgeçilemeyen bir
ticaret usulü. Kaman’ın meşhur Çarşamba pazarına bizim köylüler satmak üzere geneldeyağsız peynirlerini götürüp, yağlı diye bu pazarda satarlar, Kızıköz'lü C....’e faize para verdiği için kem gözlerle bakan köylülerim, yağsız peynirlerinin getirisi ile de sebze, meyve, kendilerine üst baş ve evlerinin
diğer ihtiyaçlarını karşılarlar, yağsız kurtlu peynirlerini büyük bir üç
kağıtçılığa kaçarak, meşhur Paşa Dağı Yaylası’nın tam yağlı peyniri diye
satarlardı.
Yukarıda değindiğim maceraya benzer bin bir olayı geride bırakıp, insanın yüreğini ferahlatan yeşilliklere dalıp, Kaman’a geldiğimizde gidilen ilk adres Cumhuriyet Caddesi’nde camiyi geçtikten yüz metre sonra dükkanı
bulunan Talip’in yeriydi. Köylüler bu iyi insanı Manifaturacı Talipolarak tanır, her türlü maddi manevi veya resmi bir işleri olduğunda Manifaturacı Talip’i bulur, ondan yardım isterlerdi. Manifaturacı Talip
tüm köylülerin dostu arkadaşı ve aynı zamanda onların arzu halcısıydı. Manifaturacı Talip’in çok daha önemli bir misyonu vardı ki, oda o sıralar köylere postacı gelmediğinden, köylülerin onun dükkanını posta adresi
olarak kullanmalarıydı. Tüm köylere mektuplardaki acı tatlı haberler Manifaturacı Talip’in vasıtası ile yayılırdı. O zamanlar mektuplara adresler kargacık burgacık el yazıları ile aynen şöyle yazılırdı:
Sayın Bay: Haydar Yılmaz
Manifaturacı Talip eliyle
Cumhuriyet Caddesi
Kaman / Kırşehir
Manifaturacı Talip bununla da yetinmez maddi durumları elvermediğinden ceplerinde akreple gezen, o gün işi çıkmış köye gidemeyen köylülerimizi otel parası vermemeleri için, alır evine götürür ve o gün onları misafir ederdi. Tüm köylüleri lakapları ile tanır, herkese aynı mütevazilikte yaklaşıp, onlarla ilgilenir, kendisi ile herhangi ticari bir ilişkisi olsun veya olmasın
onlara mutlaka bir çay veya o zamanlar çok revaçta olan “elvan gazozunu” ısmarlar, yaz sıcağında onların susuzluklarını giderip, serinlemelerini sağlar, onları kırk metre karelik küçük dükkanında en güzel bir biçimde ağırlar, onlara elinden gelen tüm yardımını hızır misali esirgemezdi. Bir keresinde, doğrusunu söylemek gerekirse babamın cebinde de akrepler pek
eksik olmadığından, (ama aynı zamanda babamla kendisi gerçekten iyi arkadaştılar, babam olduğu için biraz savunayım dedim) Talip Amcanın evine misafir olmuş çok hürmet görmüş ve tadını hala unutamadığım bol sebzeli(Günümüzde bu sebzelere biyolojik sebze denir oldu, çünkü dünyamızda var olan orijinallik yerini Çin veya Türk üretimi mallarında olan kalitesizliğe benzer bir sahteciliğe bıraktı) güzel yemekler yemiştik. Bu insanın bizim yöre insanı üzerindeki emeği oldukça fazlaydı. Yüzlerce, binlerce insana yardım etmeye çalışan sıradan bir tüccardı.
                                Manifaturaci Talip Amca ile...

Yıllar sonra tahminen 2002 yılının yazında yine nostaljik takılıp, Kaman’a gittiğimde hala aynı dükkanında ticaret yapan, bu değerli insana Talip Amca’ya uğrayıp, hal hatır sordum. Fakat Talip Amca rengarenk binlerce metrelik kumaşlarını indirip, manifaturacılık yerine, koltuğunun arkasına iki metre boyunda tipik bir çelik para kasa yerleştirerek, daha bir ileri ticaret safhası olan kuyumculuk mesleğini icra eder olmuştu. Kendimi tanıtıp, kısaca sohbetin ardından, çok geçmeden bize sunulan çaylarımızı yudumlarken benden epeyce uzun olan para kasasını arka cephede tutup, birlikte bir fotoğraf çektirdik. O fotoğrafı hala özenle müzelikmişçesine saklamaya çalışıyorum. En son 2005 yılında yine Kaman’a gittiğimde kendisini görmek istediğimde koltuğunda genç birisinin oturduğunu gördüm. Talip Amca´yı sorduğumda kendisinin oğlu olduğunu, babasının bir yıl önce vefat ettiğini söylediğinde gözlerimin bu insan için buğulanmamasına engel olamamıştım.
Kaman bende şehir bağlamında bir ilk göz ağrısı gibiydi. Gider gitmez tüm sokaklarına dalar, yeni bir kıtayı keşfetmeye çalışan korsanlar gibi, şehri daha önce hiç görmemişçesine yeniden keşfe girişir, tüm sokakları didik didik eder, o bölgeye has orijinal nitelikteki verileri bulmaya çalışırdım. Belki Japon arkeologlarının bulgularına rastlayamazdım ama oralarda yinede değer bakımından onlardan hiçte geri kalmayan efsanevi sanatçılar olan Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Çekiç Ali ve diğer değerlerin izlerini görür gibi olurdum. Dolayısı ile Kaman Japon arkeologlarının belirlediği gibi dünyanın merkeziydi, ama aynı zamanda benimde merkezim ve şehirliliğe doğru açılan ilk penceremdi. Bu nostaljik pencereye daha sonraları pek çok yeni pencere eklemeye çalıştıysam da, şu an itibariyle ulaşmış olduğumuz zaman kavramında, sanıyorum ağzımızdaki tadın ne yazıktır ki eskisinden çok daha farklı bir tad olduğu konusunda tereddütlere kapılmamak elde değil.

Amsterdam, 24 Nisan 2006 

ŞÉRO

ŞÉRO
Boynuzlarının arası müthiş bir şekilde kaşınmaya başladı. Kaşıntıdan oldukça rahatsızlık duyduğundan, ağır bedeninin tüm yükünü, önce güçlü arka ayaklarına, daha sonra da ön ayaklarına vererek ani bir hızla doğruldu. Kalın bir kendirle bağlı olduğu direğe doğru bir iki adım attı ve kafasını yan çevirerek kıvrımlı iki boynuzunun arasını direkte yer alan ve havalanan bir balonu andıran bir budağa sürterek, bir ileri bir geri götürüp getirmeye başladı. Kafasını sürttükçe kaşınan bu bölgede gittikçe büyük bir rahatlama duymaya başladı. Biraz daha aynı hareketi tekrarladıktan sonra tamamen rahatlamış bir vaziyette, arka ayaklarını bükerek olanca yükünü yine onlara bindirdi ve daha sonra ön ayaklarının yardımı ile tekrar olduğu yerde yayıldı.
Camili Köyü’nde bulunan en cins koçlardandı. Sahibi Şixi Dede nerden aklına geldiyse, ona Şéro adını vermişti. Durmadan Şéro aşağı Şéro yukarı derken, belli ki o Şıxo’nun herşeyiydi. Aslında adını o da çok beğeniyordu. Üstelik anlamı da güzeldi, kürtçede aslan anlamına geliyordu ki, hani kendisi de azbuz bir aslan değildi. Ünü neredeyse çevre köylere dahi yayılmıştı. Çok iri bir kafası, büyük kara gözleri, uzun ve biçimli kulakları, görkemli ve kıvrım kıvrım boynuzları ile tüm köylülerin gıpta ile baktığı bir koçtu. Sürü sahipleri koyunlarını onunla çiftleştirip, cins koyunlar ve koçlar edinmek için can atıyorlardı.
Şixi Dede o gün şafakla birlikte müthiş bir diş ağrısı ile uyandı. Zaten sabah namazı için uyanması gerekiyordu. Fakat duyduğu ağrı dayanılır gibi değildi. O nedenle biraz daha erken uyanmak zorunda kaldı. Önce bir abdest alayım belki o zamana kadar bu ağrı da geçer diyerek, bir litrelik Kristal marka zeytinyağı tenekesine doldurduğu suyu ve Bursa yapımı pamuklu havlusunu alıp, abdest almak üzere çardağa çıktı. Suyu sağ elinin yardımı ile iri ve nasırlı olan ellerine yavaş yavaş dökerken, etraftan da horoz sesleri yükselmeye başlamıştı. En erken öten horoz Niççiki Eli Melle’nin, daha sonra Şamli Ussi Cümmo’nun, ardından Osmani Mistefenin ve en son kendi horozu ötmeye başladı. Kendi horozunun ötüşünü hiç beğenmedi, sesi çok cılız çıkıyordu. Üstelik diğer horozlara kıyasla hiçte dakik değildi. Sağ eliyle beş köşeli hafif çizgili siyah şapkasını çıkarıp bir kenara koyduktan sonra abdest almaya devam etti. Avuçlarına doldurduğu suyu dualar eşliğinde zayıf, güneşten iyice kavrulmuş suratına götürürken geniş anlını, kısa kirpikli uzun kaşlarla çevrili kahve rengi gözlerini iyice ıslattı. Su damlaları gür kaşlarının ve ince bıyıklarının arasından süzülürken, aynı hareketi iki kez daha tekrarladıktan sonra, günlük ritüelinin diğer bir aşamasına geçti. Ayaklarını da iyice yıkadıktan sonra bu seremoniyi de omuzuna itina ile attığı havlusu ile ellerini ve yüzünü kurulayıp, tamamladı. Dişinin ağrısı hala devam ediyordu. Ne yapayım deyip, bir eli ile ağrıyan dişinin olduğu tarafı bastırırken, yaşlı annesi Eyşık’in de namaz için uyanmış olduğunu gördü. Eyşık iyice yaşlanmış olmasına rağmen neredeyse elli yaşına girecek olan oğlu Şıxo’yu küçük bir çocukmuş gibi sakınıp, sevip, koruyordu. Geçen yılların ona getirilerinden biri de oğlu Şıxo’ydu. Her geride kalan yıl avurtlarının daha çok çökmesine, ferri kaçmış olan gözlerinin daha çok içlere doğru kaçmasına ve belinin de iyiden iyiye kamburlaşmasına neden olmuştu. Oğlunu bu halde görünce telaşlandı. Şıxo’nun ızdırabını anladığı zaman, hemen gidip, kedisi gibi eskiyen ve pek çok acı tatlı hatıraya tanıklık eden cevizden yapılmış olan çeyiz sandığından iki tane aspirini alıp, oğlu Şıxo’ya verdi.
“Şixo’ ye min, aha wa herdu hewana bıde ser dirane xwu û é wana bı dirane xwu bışkenini, paşe ji teniki cew be ki – Şixo’m aha bu her iki habı dişlerini arasına koy ve onları dişlerinle kır ve biraz bekle.”
Şıxo annesinin dediğini harfiyen yerine getirdikten sonra, namaz kılmak üzere odanın yolunu tutarken, Eyşık te abdest almak için zeytinyağı tenekesini aranmaya başladı.
Namazı bitmek üzereydi ki, ağrı biraz da olsa dinmeye başlamıştı. Buna oldukça sevindi. Hiç değilse tüm günü zehir olmayacaktı. Tüm bunları düşünedururken aklına Şéro’su geldi. Onu haftalardır yavuklusu koyunlardan ayırmıştı. Doğrusu buna kendisinin de gönlü razı gelmemişti. Fakat Şéro’nun daha güçlü ve kuvvetli olması gerekiyordu. Yavaş adımlarla Şéro’nun bulunduğu ahır damına gelip, gürültü ile gıcırdayan kapıyı dingilini kaldırarak açtı. Şéro sahibinin geldiğini görünce ayağa kalkıp, “bak işte; bana layık gördüğün bu duruma rağmen ben yine de saygıda kusur etmiyorum” der gibiydi. Şıxo ve Şéro bir anda göz göze geldiler. Şéro çok mahsun bakıyordu. Hani neredeyse dillenmesi an meselesiydi. Derdini, içinde bulunduğu bu esaret hayatını, sıkıntılarını birbir anlatıp, deşarj olacaktı. Şıxo bir iki adım atıp Şéro’nun yanına gelerek, hefiften onun başını okşadı. Şéro da hadi neyse affettim der gibiyken, kafasını döndürerek Şıxo’nun sırtını sıvazladı. Koç katımı yaklaşıyordu. Şixo koçunu bir güzel süslüyecekti. Hemen hemen tüm renklerden boya almıştı. Onu gökkuşağının tüm renklerine boyayıp, köyün ortasında volta attıracak ve o köyün en süslu, en şık koçu olacaktı. Boynuna büyük bir çan almıştı, ayrıca dizi dizi nazar boncukları da eksik değildi. O gün geldiğinde koyunlar Şéro’ya kur yapmak için sıraya gireceklerdi. Şıxo ceketinin cebinden bir avuç dolusu akide şekeri, fıstık ve kuru üzüm karışımı kuruyemişi çıkarıp Şéro’ya uzattı. Şéro bu ödülü bir hışımda bitirdi. Şıxo daha sonra ahırın köşesinde bulunan tenekeyi alıp, Şéro’nun önündeki sandığa samanı döktü. Ardından tandır damından getirdiği bir okkaya yakın arpa kırığını alıp samana karıştırdı. Şéro bir hayli acıkmıştı. İştahla yemeye başladı. Sahibi Şıxo bu geçici mahpus hayatını kendisine reva görse de yukarıda Allah var kötü bir insan değildi.
Gönlü bol, hoş görülü ve cömert bir insandı. Üstelik kendisine bir hayli iyi davranıyor ve kıymetini de biliyordu. Allah kendisinden razı olsundu.
Şéro iştahla ziyafetine devam ederken bir ara başını kaldırıp, Şixo’ya bakarken adeta “ne haber ahbap” der gibiydi. Şixo da bunu sezinlemiş olacak ki Şéro’ya gülümseyip, onu Halil İbrahim sofrasıyla başbaşa bıraktı. Şéro ile ne kadar gurur duysa azdı. Aralarındaki iletişim anlatılır gibi değildi. Tüm bunları düşünerek dört basamaklı çardağa çıkıp, evinden içeri girdi. Çocukları Dede, Mehmet, Ahmet ve karısı Fatık de uyanmışlardı. Anası Eyşık oğlu Şıxo’yu görünce:
“Dirane te hini diyeşi, de kurban Şıxo yi mın? – Dişin daha ağrıyor mu, anası kurban Şixo’m benim?”
“Na edde, eşa dirane min qe diwe teniki rabırt. Tu ji xwura meki dert. Xwedê ji te razi bi be. - Hayır ana, sanki dişimin ağrısı biraz geçti gibi. Sen kendine dert etme. Allah senden razı olsun.” Anne oğulun bu karşılıklı kısa konuşmalarının ardından, sabah kahvaltısı için yer sofrasında tüm ev halkı yere oturdu. Sofra hiçte fakir değildi. Sofrada neler yoktu ki; karısının dün ekşili hamurdan yapmış olduğu çoregiler, domast (süzme yogurt), torak (çökelek), pırlanta gibi parıldayan bir tabak mis tereyağı, zeytin ve gül reçeli sıra sıra yer tahtasının üzerinde yer alıyordu. İştahla yapılan sabah kahvaltısından yeni kalkmışlardı ki, karısı Fatık Şıxo’yu bir kenera çekti. Kendisi ile konuşacaklarının olduğunu söyledi. Şıxo karısının sabahın köründe ne söylüyeceğini merak etti. Karısı kısık bir sesle oğlu Dede’nin artık evlenme çağının geldiğini, Hesko’yu Purto’nun kızı için onun ağzını aradığını ve Dede’nin de aslında ona aşık olduğunu söyleyince, Şıxo olup biteni anlamakta zorlanmadı. Demek oğlu büyümüşte evlenmek bile istiyordu. Karısına artık bir hal çaresine bakarız deyip, dışarı çardağa hava almak üzere çıktı. Dişinin ağrısı iyice dinmişti. Çardakta ayakta durup, uzun uzadıya gözlerini önce Mal Oma’ların evlerine, oradan bakışlarını hafiften daha aşağılara doğru kaydırarak, Ehmedi Efe’nin, Ethemi Elekız’ın evine doğru indirdi. Daha sonra tekrar yukarılara doğru Dede Mısto’nun, yine bir zik zakla Reşoyu Heci Qopenin evine ve sırasıyla daha pek çok zik zakla köyün Camisine, Şixo’yu Hüssi Meleke’nin evinin bulunduğu yöne bakışlarıyla uzandı.Daha sonraki evleri gözleri ile tarama olanağı olmadığından, burada gözlerindeki doğal dürbünü kapadı. Sokak aralarında tek tük insanlar dolasıyordu. Fakat çok uzak oldukları için bunların kimler olduğunu seçemiyordu. Hey gidi Camili Köyü, ne çok insan sende barınıyor ve her insanın ne de çok derdi, sıkıntısı ve tasası vardı. Yokluk, işsizlik ve susuzluk alın yazıları ve başlarının belasıydı. Bini bir para olan altından kalkılamıyacak bir yığın sorun vardı. İnsanlar tüm ihtiyaçlarını borçlanarak karşılıyorlardı. Alınan her şey “yaz harmanaydı.” Harmanda ise ne olacağı hiç belli değildi. Yağmur Camili’de de sevgili yolu bekler gibi beklenirdi. Adeta herşey onun yağıp yağmamasına bağlıydı. Tüm umutlar, hayaller onun üzerine kurulurdu. Traktörler, römorklar, mibzerler, çeyizler, sünnet, düğün, ev eşyası, çocuklara ayakkabı, üstbaş, kalem, defter, torba kesme şekeri, pirinç, makarna, tarım gübresi, don lastiği ve daha pek çok gereksinim yağmura endeksliydi. Şıxo da oğlu Dede’nin evlenmek istediğini öğrenince gözlerinin önüne yapacağı masraflar karmaşık rakamlar halinde yumak yumak geldi. Oysa bu yıl eli oldukça sıkışıktı. Daha şimdiden gübre ve tohum kredisini alıp, Tarım Kredi Kooperatifine oldukça borçlanmıştı. Kooperatif borcu her yıl insanın canını azrail gibi alırdı. Tüm bu masraflar da ne yazık ki gelip bu borçlara eklenecek ve belkide altından kalkılamıyacak bir hale gelecekti. Umudunu biraz da Şéro’ya bağlamıştı. Şéro’dan olacak kuzuları satacak ve borçlarının bir kısmını da hiç değilse bu yolla ödüyecekti. Biraz daha bu konuda düşündü ve kendisine yine Kaman’a gitmenin yolunun gözüktüğünü anımsadı. Evet gidip, biraz hediyelik eşya, altın ve benzeri şeyler alması gerekiyordu. Tüm bunlar masraf, yani daha doğrusu borç demekti. Oğlunun canı sağolsundu ama biraz ters zamanına gelmişti. Ama ne yapıp yapıp, çok sevdiği ve kendi babasının adını verdiği oğlunu sevdiğı ile baş göz etmeliydi.
Ertesi gün Hesko ve karısı Melek’e akşam yemeğinin ardından hayırlı bir iş için geleceklerine dair haber iletip, Hesko’nun proğramı yoğun olmasına rağmen kendisinden bir randevu koparabildiler. Randevu günü geldiğinde Şıxo ve karısı Fatık hazırlanırlarken, ağır adımlarla beli iyice çökmüş bir halde Eyşık odaya daldı. Kendisini götürmüyeceklerini anladığından, Şıxo’ya çıkışırcasına:
“Ew çiyi Şıxo ye min, de qurban? Çıma hun min ji bu xwu ra navin? – O ne Şıxo, anası kuran? Beni neden kendinizle gotür müyorsunuz?” Şıxo annesinden beklemediği bu paylamanın ardından:
“Ew çı şore edde, tu mezina meyi, be te qet di be.Tabii tu ji be mera te. Ew çi şore, dia mın. – O nasıl söz ana sensiz hiç olur mu? Sen bizim büyüğümüzsün. Tabii sende bizimle geleceksin. O nasıl söz anam benim.”
(Edde kelimesi yalnızca İç Anadolu Kürtlerlerine mahsus bir kelimedir. Anne anlamına gelen bu kelime her ağızdan büyük bir sevgi ve saygı eşliğinde çıkar.)
“Eee bu de qurban, Şıxo yi min, ez herim qerasiki li xwukim. – Eee oldu annesi kurban Şıxo’m benim, ben gidip üstüme bir yelek giyeyi bari.”
Yapılan hazırlığın ardından yeni bastıran akşam karanlığının ardından, yola çıkıldı. Camili’ler o zamanlar kız görmeye elde karanfil çiçekleri, Hollanda laleleri veya Madlen çikolataları ile gitmiyorlardı. Şimdilerde gidiyorlar mı bilinmez, ama gidenler her halukarda yok değildir. Şixo bakkal Kamber veya Heydoyu Kıne’den Madlen çikolataları alma olanağı olmazsa da iki kilo kuruyemiş, Hesko’ya da mıjmıjo şekeri almayı da ihmal etmedi.
Heskonun evine varıldıklarında, karşılıklı hoşbeşin ardından, asıl meseleye gelindi. Allah var ya, Hesko hiç direnmedi. Çok çağdaş bir tavır sergileyerek, kizının rızasının olması halinde kendisinin bu işe yok demiyeceğini söyledi. Hacer’in gönlü dünden razıydı. Hesko’nun bu medeni davrının ardından, Şıxo cebinden kendi adıyla da anılan ve Şekiri Hesko da denilen mıjmıjo şekerini çıkarıp, Hesko’ya gizliden verdi. Hesko’nun bu şekeri kimse ile paylaşmak istemediğini biliyordu. Hesko belki bu şekerlerden bir iki tanesini, hiç kimseye çaktırmadan kızı Hacer’e verebilirdi, çünkü bunlar kızının yüzüsuyu hürmetineydi. Meho’ya, Koco’ya, Yamo’ya, karısı Melek’e ve hatta annesi Çiro’ya dahi zirnik koklatmayacaktı.
Hesko ve karısı Melek’in işi zora koşmaması gerek Şixo’ya gerekse karısı Fatık’a ve sürekli kendisine kurban olduğunu söyleyip, sevgi gösterisinde bulunan annesi Eyşık’ e belli bir rahatlama ve huzur getirmişti. Oğulları Dede’nin muradı olmuş, gizli düşü gerçekleşmişti.
Aradan bir hafta geçmişti ki koç katımı için beklenen gün gelip çattı. Şıxo’yu o gün tarifsiz bir telaş aldı. Karısı Fatik’e, çocuklarına üst üste emirler yağdırdı. Boyaları, Şéro’ya aldığı gerdanlığı ve Çanı acele getirmelerini istedi. Öğle üzeri koyun sürüleri köyün harman yerine gelecekti. O zamana kadar Şéro’nun hazırlanması gerekiyordu. Şixo kafasında hangi renkleri nasıl kullanacağını oluşturdu. Boyaları alıp, özenle Şéro’nun sırtına, yanlarına ve kahkülüne sürdü. Sürerken renk uyumuna ve oluşturduğu şekillere özellikle dikkat etti. Gerdanlığını ve çanını da taktıktan sonra, karşısında tüm hışmı ve cazibesi ile Şéro’yu görünce koltukları kabardı, onunla gurur duydu. Çok geçmeden anası Eyşık’in Şero için siyah ve beyaz has yünlerden ördüğü hefsarı (yular) alıp, Şero’nun boynuna geçirdi. Şéro yerinde debeleniyor, dört bir yana saldıracakmış gibi üst üste burnundan soluyordu. Şıxo onu sakinleştirip, hefsarından tutarak köyün içine daldı. Şéro ile yürürken mutluluktan tüm köylülere gülümsüyor, herkese bir başka selam verip, hızla yoluna devam ediyordu. Bu arada köyün çocukları Şéro’yu alkışlayıp, tezahurat ediyorlardı. Harman yerine yaklaştığında Şéro’nun boynundaki hefsarı çözüp, Şero’yu özgür kıldı. Şéro hefsarı çözülür çözülmez yüz elli metre ilerideki koyun sürüsünü görünce sırtına onlarca zıpkın saplanmış bir İspanyol boğası gibi burun deliklerini genişletip buharlar çıkararak, tozu dumana katıp, haremindeki sevgililerine doğru koştu. Bir anda meydanı yüksek bir toz bulutu kapladı. Şéro sevgililerine kavuştu. Elini musluğa dayayıp kana kana su içip, susuzluğunu giderircesine özlemini giderdi.
O yıl çok çetin bir kış yaşandıysa da, ardından tüm güzellikleri ile gelen baharda Şéro’dan onlarca iyi cins kuzu dünyaya geldi. Bunların hepsi de birbirinden güzel kuzulardı. Şixo’ya karada ölum yoktu artık. Oğlu Dede’yi tüm gönül rahatlığı ile evlendirebilir, onun için düğün ve derneğin en güzelini organize edebilirdi. Bir kaç ay içinde kuzuları boy boy oldu ve onları satmak üzere traktörünün römorkuna doldurup, Kaman’ın yolunu tuttu. Yaz iyi den iyiye gelmiş ve sıcaklar insanın iliklerine işliyordu. Cumhuriyet Caddesini traktör gürültüleri ile geçerken kapıda güneşlenen Manifaturacı Talip’e direksiyonda elini kaldırıp, büyük bir saygıyla selamladı. Manifaturacı Talip ellerini ağzının etrafında bir hunu gibi birleştirerek bağırdı:
“Şixo gurban dönüşte bir uğrak verde bi gazozumu iç. Bekliyom seni, sakın gelmemezlik etme!”
Şıxo da Talip’e dönüp:
“Olur olur gelirimmm… Mektup var mı mektuppp?...
“Var Şixo Ağam var, ellââm (galiba) iki dane var.”
Şıxo kuzularını pazarda teker teker çarçabuk sattı. Yeşilliklerini cebine koydu. Traktörünü Kaman Camisi’nin arkasındaki bir marangoz atölyesinin önüne park edip, yaya olarak çarşıda ne var ne yok diye etrafına bakınarak yürüdü. Çarşı balık istifi kalabalıktı. İnsanlar pür telaş habire alış veriş yapıyorlardı. Merkez Kıraathanesi’nin önünden geçerken pek çok köylünün kahvehane önünde güneşte oturup, çay içtiklerini görünce dayanamadı. Bu sıcakta da çay çok iyi giderdi. Şimdiye kadar hiç bir kahvehaneye oturup çay içmişliği yoktu. Aksilik bu ya Şixo’nun Türkçesi de oldukça bozuktu. Tüm cesaretini toplayıp, elinde çay tepsisi ile dolaşan, sırma bıyıklı mavi önlüklü garsona seslendi.
“Hemşehrim, bu çayın qulti (yudum) kaç kuruş?” Garson hafiften dönüp yüzünün ve bıyıklarının yarısını gösterip, yanında bulunan Şıxo’ya:
“Efendim yirmi beşkuruş. diye sesendi. Şıxo hayvan pazarında oldukça yorgun düşmüştü. Kendi kendisine bir bardak çayı çoktan hakettiğini düşündü. Hemen bir hesap kitap işine girişti. Bir “qulti” yirmi beş kuruş olduğuna göre, bir bardak çay bir hayli pahalı olsa gerekti. Hemen aklına çok kurnaz bir plan geldi. Garson’un uzattığı üstünde buhar dalgalarının yükseldiği çayı aldı ve garsona dönüp:
Eee oldu hemşerim, ben de o zaman çayı bir qultde içerim. Sana da yirmibeş kuruş veririm.” Garson Şıxo’nun ne demek istediğini anlamadığından, çok zekice düşünüp müthiş bir kâra geçmek istiyen ve gözlerinde zafer işaretleri okunan Şıxo’ya hayretle baktı. Şıxo bardağı kaptığı gibi, bir yudumda kaynar çayı mideye indirirken, can havliyle bağırması da bir oldu. Ağzı, dili ve iç organları tamamıyla yandı. O sırada oradan geçmekte
olan Camili’ler Şıxo’yu bu halde görünce, onu apar topar bir taksiye bindirip, Kaman Devlet Hastahanesi’ne götürerek, gerekli tedaviyisini yaptırdılar.
Şıxo köye ulaşmadan onun Kaman macerası ulaşmış ve köy bu olayla çalkalanıyordu. Şixo ise dedikodulara kulak asmadan bir kaç gün dinlenip, gerekli ilaçları aldıktan sonra tekrar eski sihatine kavuştu.
Şıxo’nun önünde tek engel kalmıştı ki, o da oğlu için şöyle sazlı sözlü - anlı şanlı bir düğün yapmaktı. Bu nedenle bir araya gelen tüm aile fertleri kısa sürede tüm düğün hazırlıklarını bir çırpıda yaptılar. Dost, ahbap ve akrabalarına davetiye yerine geçen bir havlu veya başka küçük bir hediye göndererek onların bu mutlu günde kendileri ile birlikte olmalarını istediler. Bu sefer oğlu Dede’yi Kaman’a gönderip, bir çift davulcu ve zurnacı getirtti. Bayrağı evinin çatısında binbir nazla dalgalandırdı. Yemek hazırlıkları başlıyacağı sırada büyük bir üzüntü ile ahır damında bulunan
Şéro’yu getirmelerini söyledi. Sonunda Şér’ya bunu da mı yapacaktı. Ama bundan başka çıkar yolu da yoktu. Bu bir yerde tabiatın kanunuydu. Şero’da yaşlamak üzereydi. Gönlu buna hiç razi olmamasına karşın koşullar bunu gerektiriyordu. Şıxo bir kenarda durup beklemeye başladı. Derken bir kaç gencin ipinden tutarak zorla zapt etmeye çalıştığı, olup bitenden bihaber olan Şéro tüm ihtişamıyla çıkageldi. Bir kenarda ağlıyacakmış gibi duran Şıxo’ya hızla yönelmek istediyse de, gençler olanca güçlerini kullanarak, zor da olsa durdurdular. DavulcularŞıxo’dan yeni aldıkları yüklüce bir bahşişten sonra keyfe gelip, davullarını tokmaklıyor, zurnacılar avurtlarını balon gibi şişirip, “lorke lorke kız xatune lorke, kere wini pennır hurke – Lorke lorke hatun kız lorke, bıçağı getir peyniri doğra” stranını çalarken, Şéro’nun hüzünlü bakışlarına rağmen, kıllı bir elin kavradığı bıçak, peynir yerine onun boğazını doğruyordu. Şéro son kez yalvarırcasına “meee….” diye bağrıırken, Şixo’da bu vahim manzaraya daha fazla dayanamayıp, evinin avlusundan, gözlerine gelip oturan iki damla yaşı saklıyarak dışarıya kendisini zor attı. Kulakları zonklatan davul ve zurna seslerini duymuyor, gelen bu gürültüler kendisine ne uzaktan nede yakından hoş gelmiyordu.
Şéro’su ise artık yoktu!

Amsterdam, 2 Kasım 2006 

OY HEWAL OY

OY HEWAL OY

Ruşen her sabah olduğu gibi, o gün de saat on sıralarında uyandı. Her zaman olduğu gibi, yine gözlerini Amsterdam’da çatı katındaki odasında tavana dikti. Tavanı uzun uzadıya sanki değişik bir şey varmış gibi seyredip, kendisine gelirken, akşamki yorgunluğunu üzerinden atmış olduğu duygusuyla, hafiflediğini hissetti.
Bütün canlılar için yeni bir gün başladı. Yeniden işe hazırlık ve kan ter içinde kalacağı bir iş günü tüm acımasızlığı ile kendisini bekliyordu. Ayaklarını uzandığı yerde birleştirip, yatağından inmeye çalışırken, o sabahta karşısında duran boy aynasında kendisini görüp istem dışı irkiliverdi. Bu da kim yahu dercesine bir şaşkınlıklatan sonra, özel olarak boy aynasının üst tarafına yapıştırmış olduğu kral tacının altına kafası gelecek şekilde durdu. Şimdi taç tam kafasının üzerideymiş gibi durduğundan kendisini sekiz metrekarelik çatı katındaki odasında güçlü bir kral gibi hissetti. Aynada kendisine doğru bir el hareketi yapıp eğilerek selam verirken;  
“Majesteleri bu günümüzü de gün edeceğiz, her şey yolunda gidecek ve elbette her şey iyi olacak.” deyip kendi kendisini teselli etti.
Bir müddet sonra tekrar yatağına ilişip, yatağının kenarına oturdu ve kendisini derin düşüncelere dalmaktan alıkoyamadı. Hayat denilen uğraş elinde olmadan su gibi akıyordu. Amsterdam’a geleli sekiz yıl olmasına rağmen, sanki sekiz ay önce gelmiş gibi geliyordu kendisine. Kaçak yollardan bin bir güçlükle ve sahte belgelerle Amsterdam’a ayak bastığında saat akşamın on birini gösteriyordu. Trenden hemen inip, bir kaç parça elbisesini sıkıştırdığı çantasını alıp, hızlı adımlarla tren garının uğultulu bir gürültü ile üst üste anonsların yapıldığı o karmaşık ortamında kendisini buldu.
Nereye gideceğini, ne yapacağını kestiremiyordu. En iyisi bu günlük ucuz bir otel odasına kapağı atıp, yarında erkenden bir Kürt derneğine gidip, onların yardımları ile bir an evvel iltica etmekti.
Henüz on beş yirmi adım atmıştı ki , kulağına çok iyi bildiği Kürtçeyi konuşan iki Kürdün konuşması geldi. Bu hiç beklemediği tesadüfle birlikte yüzüne büyük bir mutluluk yayıldı. O coşkuyla hemen onların yanına varıp; 
“Hewal şew baş.” dedi. Onlar da gecenin bu saatinde kürtçe konuşabilecek birilerinin burada olmasının şaşkınlığı ile:
“Şew baş hewal.” dediler.
Ruşen hemen lafa girip, kendisini tanıttı. Trenden yeni indiğini, ne yapması gerektiğini, yatacak yerinin olmadığını, dil bilmediğini, en azından kendilerinin kendisine bu günlük kalabileceği bir otel odası bulup bulamayacağı konusunda yardımcı olmasını istedi. Kürtlerden biri hemen öne atılarak,  
"Hewal otele niye gideceksin, biz ne güne duruyoruz burada, bu saatte otel odalarında ne işin var, istersen benim oraya gideriz, bende misafir olursun." dedi. Ruşen’in yüzüne yayılan biraz önceki mutluluk bir anda ikiye katladı. Duygularının yoğunluğu ile yeni arkadaşını kendisini tutamayarak, kucaklayıp, bir güzel sarıldı. İşler daha ilk adımda umduğundan da daha iyi gidiyordu.
Diğer Kürtle hemen vedalaşıp, bu yeni arkadaşının evinin yolunu tuttular. Bir süre sonra yeni arkadaşı yorulduysa çantasını kendisini taşıyabileceğini söyledi.
Ruşen büyük bir mahcubiyetle birazcık direndiyse de çantayı arkadaşının eline tutuşturdu. Ruşen yol boyu loş ışıklı sokaklara büyük bir hayranlıkla baka dururken, bir yandan da tüm sokakların bu denli birbirlerine benzemesine şaşarak, yılan misali kıvrılıp ardarda gelen kanallara bakıyor, bir yandanda arkadaşının söylediklerini can kulağı ile dinliyordu. Arkadaşı kendisinin bundan yaklaşık altı ay önce geldiğini, şu an bir iltica kampında kaldığını, ilticanın çok zor bir işlem olmasına rağmen kendisinin iyi bir ifade vererek mahkemeden olumlu bir yanıt aldığını , kısa bir süre sonrada oturum alabileceğini, bu arada iltica konusunda da kendisine her konuda yardımcı olabileceğini anlatıyordu.
Uzunca bir yürüyüşten sonra Amsterdam’in kenar mahallelerinden birinin dar bir sokağında demir parmaklıklı bir binanın önüne geldiler. Kapıdaki bekçi yerinde uyuyakaldığından onların demir kapıyı açıp, içeri dalmalarını şans eseri duymamıştı. Odaya geldiklerinde saat neredeyse gecenin yarısıydı. Arkadaşı Ruşen’e karnının aç olup olmadığını sordu. Ruşen tok olduğunu, ama bir bardak suya yok demeyeceğini söyledi. O da hemen plastik bir bardak alıp, çeşmeden Ruşen’e su doldururken, arkasına dönerek Ruşen’i bir güzel süzdü.
Ruşen’de ona bakıp, teşekkür edercesine gülümsedi. Su bardağını Ruşen’in eline tutuştururken, tek bir yatağının olduğunu onun için birlikte aynı yatakta yatmaları gerektiğini söyleyince, Ruşen’de:
“Biz hewalız, kardeşiz, tabii birlikte yatarız, yanlız şu var ki, gerçekten de seni rahatsız ettim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır, bu ilk zor günümde adeta hızır gibi imdadıma yetişip, elimden tuttun." Minnettarlığını nasıl dile getireceğini bilemedi. Daha sonra çantasından pijamalarını çıkarıp, arkasını dönerek, giydi. Yatağa uzanıp, arkadaşının da gelmesini bekledi. Ruşen’in yatağa girdiğini gören arkadaşı lambayı söndürüp, odaya doluşan zifiri karanlıkta elbiselerini çıkardı. Ruşen yatakta daha az yer kaplamak için yan yatıp, arkadaşına yer yapmaya çalıştı.
Arkadaşı yatağa gelince arkasını Ruşen’e dönüp, yatağa uzandı. Biraz sonra kıçını iyice Ruşen’e yanaştırarak, garip hareketler yapmaya başlayınca Ruşen birden ürktü. Yorganın altına doluşan insan vücudunun sıcaklığından ve çıplak teninin buğusundan ve kokusundan, Ruşen arkadaşının yatağa çıplak girdiğini anlamakta fazla gecikmedi. Tüm vücuduna bir kan basıncı yayıldı. Ne yapacağını, ne diyeceğini kestiremeden donakaldı. Arkadaşı Ruşen’in hareketsiz kaldığını görünce Ruşen’in sağ elinden tutup, çıplak bir şekilde Ruşen’in önünde itinayla mevzilendirdiği kıçına götürdü. Şehvet dolu bir iniltiyle:
“oy hewal oooy, aha wiramin pır diyeşi, pır diyeşi…. Oy hewal oooy, işte buram çok ağrıyor..,”
Ruşen büyük bir tiksinti duyarak, hışımla yataktan kalkıp, aceleyle elbiselerini giyerken, içinden küfürler savurarak, çantasını kapıp, kapıya doğru yöneldi. Arkadaşı yatağından çıplak bir şekilde fırlayıp, tüm bu olup bitenin ikisinin arasında kalması gerektiğini, aksi halde kendisi için çok kötü olacağını söyleyip, Ruşen’in ardından kapıyı ağız dolusu küfürler savurarak, hızla kapattı.
Yıllar sonra bir sabah vakti, Amsterdam’daki küçük çatı katındaki odasında sıkıntı içinde bir iki adım attıktan sonra, tüm bu olumsuz hatıralarından dolayı bozulan moralini düzeltmek üzere yeniden aynasının önüne geçip, kral tacının başının tam hizasına gelmesine itina göstererek, taç başının hizasına geldiğinde yeniden gülümseyip;
“Majesteleri hayat bu, delikanlı adamın başına her iş gelir, boş ver. O günler çok geride kaldı. Amsterdam kazan sen kepçe, kollasın Amsterdam’ın kızları kendilerini. Ruşen geliyor, Ruşeeenn” deyip, işine gitmek üzere kapıyı açıp, ağır adımlarla merdivenlerden inerken de, istemeyerek “hani hewaldık, hani kardeştik” demekten de kendisini alamadı.

Amsterdam, 30 Aralık 2007

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...