31 Ağustos 2010 Salı

ŞÉRO

ŞÉRO
Boynuzlarının arası müthiş bir şekilde kaşınmaya başladı. Kaşıntıdan oldukça rahatsızlık duyduğundan, ağır bedeninin tüm yükünü, önce güçlü arka ayaklarına, daha sonra da ön ayaklarına vererek ani bir hızla doğruldu. Kalın bir kendirle bağlı olduğu direğe doğru bir iki adım attı ve kafasını yan çevirerek kıvrımlı iki boynuzunun arasını direkte yer alan ve havalanan bir balonu andıran bir budağa sürterek, bir ileri bir geri götürüp getirmeye başladı. Kafasını sürttükçe kaşınan bu bölgede gittikçe büyük bir rahatlama duymaya başladı. Biraz daha aynı hareketi tekrarladıktan sonra tamamen rahatlamış bir vaziyette, arka ayaklarını bükerek olanca yükünü yine onlara bindirdi ve daha sonra ön ayaklarının yardımı ile tekrar olduğu yerde yayıldı.
Camili Köyü’nde bulunan en cins koçlardandı. Sahibi Şixi Dede nerden aklına geldiyse, ona Şéro adını vermişti. Durmadan Şéro aşağı Şéro yukarı derken, belli ki o Şıxo’nun herşeyiydi. Aslında adını o da çok beğeniyordu. Üstelik anlamı da güzeldi, kürtçede aslan anlamına geliyordu ki, hani kendisi de azbuz bir aslan değildi. Ünü neredeyse çevre köylere dahi yayılmıştı. Çok iri bir kafası, büyük kara gözleri, uzun ve biçimli kulakları, görkemli ve kıvrım kıvrım boynuzları ile tüm köylülerin gıpta ile baktığı bir koçtu. Sürü sahipleri koyunlarını onunla çiftleştirip, cins koyunlar ve koçlar edinmek için can atıyorlardı.
Şixi Dede o gün şafakla birlikte müthiş bir diş ağrısı ile uyandı. Zaten sabah namazı için uyanması gerekiyordu. Fakat duyduğu ağrı dayanılır gibi değildi. O nedenle biraz daha erken uyanmak zorunda kaldı. Önce bir abdest alayım belki o zamana kadar bu ağrı da geçer diyerek, bir litrelik Kristal marka zeytinyağı tenekesine doldurduğu suyu ve Bursa yapımı pamuklu havlusunu alıp, abdest almak üzere çardağa çıktı. Suyu sağ elinin yardımı ile iri ve nasırlı olan ellerine yavaş yavaş dökerken, etraftan da horoz sesleri yükselmeye başlamıştı. En erken öten horoz Niççiki Eli Melle’nin, daha sonra Şamli Ussi Cümmo’nun, ardından Osmani Mistefenin ve en son kendi horozu ötmeye başladı. Kendi horozunun ötüşünü hiç beğenmedi, sesi çok cılız çıkıyordu. Üstelik diğer horozlara kıyasla hiçte dakik değildi. Sağ eliyle beş köşeli hafif çizgili siyah şapkasını çıkarıp bir kenara koyduktan sonra abdest almaya devam etti. Avuçlarına doldurduğu suyu dualar eşliğinde zayıf, güneşten iyice kavrulmuş suratına götürürken geniş anlını, kısa kirpikli uzun kaşlarla çevrili kahve rengi gözlerini iyice ıslattı. Su damlaları gür kaşlarının ve ince bıyıklarının arasından süzülürken, aynı hareketi iki kez daha tekrarladıktan sonra, günlük ritüelinin diğer bir aşamasına geçti. Ayaklarını da iyice yıkadıktan sonra bu seremoniyi de omuzuna itina ile attığı havlusu ile ellerini ve yüzünü kurulayıp, tamamladı. Dişinin ağrısı hala devam ediyordu. Ne yapayım deyip, bir eli ile ağrıyan dişinin olduğu tarafı bastırırken, yaşlı annesi Eyşık’in de namaz için uyanmış olduğunu gördü. Eyşık iyice yaşlanmış olmasına rağmen neredeyse elli yaşına girecek olan oğlu Şıxo’yu küçük bir çocukmuş gibi sakınıp, sevip, koruyordu. Geçen yılların ona getirilerinden biri de oğlu Şıxo’ydu. Her geride kalan yıl avurtlarının daha çok çökmesine, ferri kaçmış olan gözlerinin daha çok içlere doğru kaçmasına ve belinin de iyiden iyiye kamburlaşmasına neden olmuştu. Oğlunu bu halde görünce telaşlandı. Şıxo’nun ızdırabını anladığı zaman, hemen gidip, kedisi gibi eskiyen ve pek çok acı tatlı hatıraya tanıklık eden cevizden yapılmış olan çeyiz sandığından iki tane aspirini alıp, oğlu Şıxo’ya verdi.
“Şixo’ ye min, aha wa herdu hewana bıde ser dirane xwu û é wana bı dirane xwu bışkenini, paşe ji teniki cew be ki – Şixo’m aha bu her iki habı dişlerini arasına koy ve onları dişlerinle kır ve biraz bekle.”
Şıxo annesinin dediğini harfiyen yerine getirdikten sonra, namaz kılmak üzere odanın yolunu tutarken, Eyşık te abdest almak için zeytinyağı tenekesini aranmaya başladı.
Namazı bitmek üzereydi ki, ağrı biraz da olsa dinmeye başlamıştı. Buna oldukça sevindi. Hiç değilse tüm günü zehir olmayacaktı. Tüm bunları düşünedururken aklına Şéro’su geldi. Onu haftalardır yavuklusu koyunlardan ayırmıştı. Doğrusu buna kendisinin de gönlü razı gelmemişti. Fakat Şéro’nun daha güçlü ve kuvvetli olması gerekiyordu. Yavaş adımlarla Şéro’nun bulunduğu ahır damına gelip, gürültü ile gıcırdayan kapıyı dingilini kaldırarak açtı. Şéro sahibinin geldiğini görünce ayağa kalkıp, “bak işte; bana layık gördüğün bu duruma rağmen ben yine de saygıda kusur etmiyorum” der gibiydi. Şıxo ve Şéro bir anda göz göze geldiler. Şéro çok mahsun bakıyordu. Hani neredeyse dillenmesi an meselesiydi. Derdini, içinde bulunduğu bu esaret hayatını, sıkıntılarını birbir anlatıp, deşarj olacaktı. Şıxo bir iki adım atıp Şéro’nun yanına gelerek, hefiften onun başını okşadı. Şéro da hadi neyse affettim der gibiyken, kafasını döndürerek Şıxo’nun sırtını sıvazladı. Koç katımı yaklaşıyordu. Şixo koçunu bir güzel süslüyecekti. Hemen hemen tüm renklerden boya almıştı. Onu gökkuşağının tüm renklerine boyayıp, köyün ortasında volta attıracak ve o köyün en süslu, en şık koçu olacaktı. Boynuna büyük bir çan almıştı, ayrıca dizi dizi nazar boncukları da eksik değildi. O gün geldiğinde koyunlar Şéro’ya kur yapmak için sıraya gireceklerdi. Şıxo ceketinin cebinden bir avuç dolusu akide şekeri, fıstık ve kuru üzüm karışımı kuruyemişi çıkarıp Şéro’ya uzattı. Şéro bu ödülü bir hışımda bitirdi. Şıxo daha sonra ahırın köşesinde bulunan tenekeyi alıp, Şéro’nun önündeki sandığa samanı döktü. Ardından tandır damından getirdiği bir okkaya yakın arpa kırığını alıp samana karıştırdı. Şéro bir hayli acıkmıştı. İştahla yemeye başladı. Sahibi Şıxo bu geçici mahpus hayatını kendisine reva görse de yukarıda Allah var kötü bir insan değildi.
Gönlü bol, hoş görülü ve cömert bir insandı. Üstelik kendisine bir hayli iyi davranıyor ve kıymetini de biliyordu. Allah kendisinden razı olsundu.
Şéro iştahla ziyafetine devam ederken bir ara başını kaldırıp, Şixo’ya bakarken adeta “ne haber ahbap” der gibiydi. Şixo da bunu sezinlemiş olacak ki Şéro’ya gülümseyip, onu Halil İbrahim sofrasıyla başbaşa bıraktı. Şéro ile ne kadar gurur duysa azdı. Aralarındaki iletişim anlatılır gibi değildi. Tüm bunları düşünerek dört basamaklı çardağa çıkıp, evinden içeri girdi. Çocukları Dede, Mehmet, Ahmet ve karısı Fatık de uyanmışlardı. Anası Eyşık oğlu Şıxo’yu görünce:
“Dirane te hini diyeşi, de kurban Şıxo yi mın? – Dişin daha ağrıyor mu, anası kurban Şixo’m benim?”
“Na edde, eşa dirane min qe diwe teniki rabırt. Tu ji xwura meki dert. Xwedê ji te razi bi be. - Hayır ana, sanki dişimin ağrısı biraz geçti gibi. Sen kendine dert etme. Allah senden razı olsun.” Anne oğulun bu karşılıklı kısa konuşmalarının ardından, sabah kahvaltısı için yer sofrasında tüm ev halkı yere oturdu. Sofra hiçte fakir değildi. Sofrada neler yoktu ki; karısının dün ekşili hamurdan yapmış olduğu çoregiler, domast (süzme yogurt), torak (çökelek), pırlanta gibi parıldayan bir tabak mis tereyağı, zeytin ve gül reçeli sıra sıra yer tahtasının üzerinde yer alıyordu. İştahla yapılan sabah kahvaltısından yeni kalkmışlardı ki, karısı Fatık Şıxo’yu bir kenera çekti. Kendisi ile konuşacaklarının olduğunu söyledi. Şıxo karısının sabahın köründe ne söylüyeceğini merak etti. Karısı kısık bir sesle oğlu Dede’nin artık evlenme çağının geldiğini, Hesko’yu Purto’nun kızı için onun ağzını aradığını ve Dede’nin de aslında ona aşık olduğunu söyleyince, Şıxo olup biteni anlamakta zorlanmadı. Demek oğlu büyümüşte evlenmek bile istiyordu. Karısına artık bir hal çaresine bakarız deyip, dışarı çardağa hava almak üzere çıktı. Dişinin ağrısı iyice dinmişti. Çardakta ayakta durup, uzun uzadıya gözlerini önce Mal Oma’ların evlerine, oradan bakışlarını hafiften daha aşağılara doğru kaydırarak, Ehmedi Efe’nin, Ethemi Elekız’ın evine doğru indirdi. Daha sonra tekrar yukarılara doğru Dede Mısto’nun, yine bir zik zakla Reşoyu Heci Qopenin evine ve sırasıyla daha pek çok zik zakla köyün Camisine, Şixo’yu Hüssi Meleke’nin evinin bulunduğu yöne bakışlarıyla uzandı.Daha sonraki evleri gözleri ile tarama olanağı olmadığından, burada gözlerindeki doğal dürbünü kapadı. Sokak aralarında tek tük insanlar dolasıyordu. Fakat çok uzak oldukları için bunların kimler olduğunu seçemiyordu. Hey gidi Camili Köyü, ne çok insan sende barınıyor ve her insanın ne de çok derdi, sıkıntısı ve tasası vardı. Yokluk, işsizlik ve susuzluk alın yazıları ve başlarının belasıydı. Bini bir para olan altından kalkılamıyacak bir yığın sorun vardı. İnsanlar tüm ihtiyaçlarını borçlanarak karşılıyorlardı. Alınan her şey “yaz harmanaydı.” Harmanda ise ne olacağı hiç belli değildi. Yağmur Camili’de de sevgili yolu bekler gibi beklenirdi. Adeta herşey onun yağıp yağmamasına bağlıydı. Tüm umutlar, hayaller onun üzerine kurulurdu. Traktörler, römorklar, mibzerler, çeyizler, sünnet, düğün, ev eşyası, çocuklara ayakkabı, üstbaş, kalem, defter, torba kesme şekeri, pirinç, makarna, tarım gübresi, don lastiği ve daha pek çok gereksinim yağmura endeksliydi. Şıxo da oğlu Dede’nin evlenmek istediğini öğrenince gözlerinin önüne yapacağı masraflar karmaşık rakamlar halinde yumak yumak geldi. Oysa bu yıl eli oldukça sıkışıktı. Daha şimdiden gübre ve tohum kredisini alıp, Tarım Kredi Kooperatifine oldukça borçlanmıştı. Kooperatif borcu her yıl insanın canını azrail gibi alırdı. Tüm bu masraflar da ne yazık ki gelip bu borçlara eklenecek ve belkide altından kalkılamıyacak bir hale gelecekti. Umudunu biraz da Şéro’ya bağlamıştı. Şéro’dan olacak kuzuları satacak ve borçlarının bir kısmını da hiç değilse bu yolla ödüyecekti. Biraz daha bu konuda düşündü ve kendisine yine Kaman’a gitmenin yolunun gözüktüğünü anımsadı. Evet gidip, biraz hediyelik eşya, altın ve benzeri şeyler alması gerekiyordu. Tüm bunlar masraf, yani daha doğrusu borç demekti. Oğlunun canı sağolsundu ama biraz ters zamanına gelmişti. Ama ne yapıp yapıp, çok sevdiği ve kendi babasının adını verdiği oğlunu sevdiğı ile baş göz etmeliydi.
Ertesi gün Hesko ve karısı Melek’e akşam yemeğinin ardından hayırlı bir iş için geleceklerine dair haber iletip, Hesko’nun proğramı yoğun olmasına rağmen kendisinden bir randevu koparabildiler. Randevu günü geldiğinde Şıxo ve karısı Fatık hazırlanırlarken, ağır adımlarla beli iyice çökmüş bir halde Eyşık odaya daldı. Kendisini götürmüyeceklerini anladığından, Şıxo’ya çıkışırcasına:
“Ew çiyi Şıxo ye min, de qurban? Çıma hun min ji bu xwu ra navin? – O ne Şıxo, anası kuran? Beni neden kendinizle gotür müyorsunuz?” Şıxo annesinden beklemediği bu paylamanın ardından:
“Ew çı şore edde, tu mezina meyi, be te qet di be.Tabii tu ji be mera te. Ew çi şore, dia mın. – O nasıl söz ana sensiz hiç olur mu? Sen bizim büyüğümüzsün. Tabii sende bizimle geleceksin. O nasıl söz anam benim.”
(Edde kelimesi yalnızca İç Anadolu Kürtlerlerine mahsus bir kelimedir. Anne anlamına gelen bu kelime her ağızdan büyük bir sevgi ve saygı eşliğinde çıkar.)
“Eee bu de qurban, Şıxo yi min, ez herim qerasiki li xwukim. – Eee oldu annesi kurban Şıxo’m benim, ben gidip üstüme bir yelek giyeyi bari.”
Yapılan hazırlığın ardından yeni bastıran akşam karanlığının ardından, yola çıkıldı. Camili’ler o zamanlar kız görmeye elde karanfil çiçekleri, Hollanda laleleri veya Madlen çikolataları ile gitmiyorlardı. Şimdilerde gidiyorlar mı bilinmez, ama gidenler her halukarda yok değildir. Şixo bakkal Kamber veya Heydoyu Kıne’den Madlen çikolataları alma olanağı olmazsa da iki kilo kuruyemiş, Hesko’ya da mıjmıjo şekeri almayı da ihmal etmedi.
Heskonun evine varıldıklarında, karşılıklı hoşbeşin ardından, asıl meseleye gelindi. Allah var ya, Hesko hiç direnmedi. Çok çağdaş bir tavır sergileyerek, kizının rızasının olması halinde kendisinin bu işe yok demiyeceğini söyledi. Hacer’in gönlü dünden razıydı. Hesko’nun bu medeni davrının ardından, Şıxo cebinden kendi adıyla da anılan ve Şekiri Hesko da denilen mıjmıjo şekerini çıkarıp, Hesko’ya gizliden verdi. Hesko’nun bu şekeri kimse ile paylaşmak istemediğini biliyordu. Hesko belki bu şekerlerden bir iki tanesini, hiç kimseye çaktırmadan kızı Hacer’e verebilirdi, çünkü bunlar kızının yüzüsuyu hürmetineydi. Meho’ya, Koco’ya, Yamo’ya, karısı Melek’e ve hatta annesi Çiro’ya dahi zirnik koklatmayacaktı.
Hesko ve karısı Melek’in işi zora koşmaması gerek Şixo’ya gerekse karısı Fatık’a ve sürekli kendisine kurban olduğunu söyleyip, sevgi gösterisinde bulunan annesi Eyşık’ e belli bir rahatlama ve huzur getirmişti. Oğulları Dede’nin muradı olmuş, gizli düşü gerçekleşmişti.
Aradan bir hafta geçmişti ki koç katımı için beklenen gün gelip çattı. Şıxo’yu o gün tarifsiz bir telaş aldı. Karısı Fatik’e, çocuklarına üst üste emirler yağdırdı. Boyaları, Şéro’ya aldığı gerdanlığı ve Çanı acele getirmelerini istedi. Öğle üzeri koyun sürüleri köyün harman yerine gelecekti. O zamana kadar Şéro’nun hazırlanması gerekiyordu. Şixo kafasında hangi renkleri nasıl kullanacağını oluşturdu. Boyaları alıp, özenle Şéro’nun sırtına, yanlarına ve kahkülüne sürdü. Sürerken renk uyumuna ve oluşturduğu şekillere özellikle dikkat etti. Gerdanlığını ve çanını da taktıktan sonra, karşısında tüm hışmı ve cazibesi ile Şéro’yu görünce koltukları kabardı, onunla gurur duydu. Çok geçmeden anası Eyşık’in Şero için siyah ve beyaz has yünlerden ördüğü hefsarı (yular) alıp, Şero’nun boynuna geçirdi. Şéro yerinde debeleniyor, dört bir yana saldıracakmış gibi üst üste burnundan soluyordu. Şıxo onu sakinleştirip, hefsarından tutarak köyün içine daldı. Şéro ile yürürken mutluluktan tüm köylülere gülümsüyor, herkese bir başka selam verip, hızla yoluna devam ediyordu. Bu arada köyün çocukları Şéro’yu alkışlayıp, tezahurat ediyorlardı. Harman yerine yaklaştığında Şéro’nun boynundaki hefsarı çözüp, Şero’yu özgür kıldı. Şéro hefsarı çözülür çözülmez yüz elli metre ilerideki koyun sürüsünü görünce sırtına onlarca zıpkın saplanmış bir İspanyol boğası gibi burun deliklerini genişletip buharlar çıkararak, tozu dumana katıp, haremindeki sevgililerine doğru koştu. Bir anda meydanı yüksek bir toz bulutu kapladı. Şéro sevgililerine kavuştu. Elini musluğa dayayıp kana kana su içip, susuzluğunu giderircesine özlemini giderdi.
O yıl çok çetin bir kış yaşandıysa da, ardından tüm güzellikleri ile gelen baharda Şéro’dan onlarca iyi cins kuzu dünyaya geldi. Bunların hepsi de birbirinden güzel kuzulardı. Şixo’ya karada ölum yoktu artık. Oğlu Dede’yi tüm gönül rahatlığı ile evlendirebilir, onun için düğün ve derneğin en güzelini organize edebilirdi. Bir kaç ay içinde kuzuları boy boy oldu ve onları satmak üzere traktörünün römorkuna doldurup, Kaman’ın yolunu tuttu. Yaz iyi den iyiye gelmiş ve sıcaklar insanın iliklerine işliyordu. Cumhuriyet Caddesini traktör gürültüleri ile geçerken kapıda güneşlenen Manifaturacı Talip’e direksiyonda elini kaldırıp, büyük bir saygıyla selamladı. Manifaturacı Talip ellerini ağzının etrafında bir hunu gibi birleştirerek bağırdı:
“Şixo gurban dönüşte bir uğrak verde bi gazozumu iç. Bekliyom seni, sakın gelmemezlik etme!”
Şıxo da Talip’e dönüp:
“Olur olur gelirimmm… Mektup var mı mektuppp?...
“Var Şixo Ağam var, ellââm (galiba) iki dane var.”
Şıxo kuzularını pazarda teker teker çarçabuk sattı. Yeşilliklerini cebine koydu. Traktörünü Kaman Camisi’nin arkasındaki bir marangoz atölyesinin önüne park edip, yaya olarak çarşıda ne var ne yok diye etrafına bakınarak yürüdü. Çarşı balık istifi kalabalıktı. İnsanlar pür telaş habire alış veriş yapıyorlardı. Merkez Kıraathanesi’nin önünden geçerken pek çok köylünün kahvehane önünde güneşte oturup, çay içtiklerini görünce dayanamadı. Bu sıcakta da çay çok iyi giderdi. Şimdiye kadar hiç bir kahvehaneye oturup çay içmişliği yoktu. Aksilik bu ya Şixo’nun Türkçesi de oldukça bozuktu. Tüm cesaretini toplayıp, elinde çay tepsisi ile dolaşan, sırma bıyıklı mavi önlüklü garsona seslendi.
“Hemşehrim, bu çayın qulti (yudum) kaç kuruş?” Garson hafiften dönüp yüzünün ve bıyıklarının yarısını gösterip, yanında bulunan Şıxo’ya:
“Efendim yirmi beşkuruş. diye sesendi. Şıxo hayvan pazarında oldukça yorgun düşmüştü. Kendi kendisine bir bardak çayı çoktan hakettiğini düşündü. Hemen bir hesap kitap işine girişti. Bir “qulti” yirmi beş kuruş olduğuna göre, bir bardak çay bir hayli pahalı olsa gerekti. Hemen aklına çok kurnaz bir plan geldi. Garson’un uzattığı üstünde buhar dalgalarının yükseldiği çayı aldı ve garsona dönüp:
Eee oldu hemşerim, ben de o zaman çayı bir qultde içerim. Sana da yirmibeş kuruş veririm.” Garson Şıxo’nun ne demek istediğini anlamadığından, çok zekice düşünüp müthiş bir kâra geçmek istiyen ve gözlerinde zafer işaretleri okunan Şıxo’ya hayretle baktı. Şıxo bardağı kaptığı gibi, bir yudumda kaynar çayı mideye indirirken, can havliyle bağırması da bir oldu. Ağzı, dili ve iç organları tamamıyla yandı. O sırada oradan geçmekte
olan Camili’ler Şıxo’yu bu halde görünce, onu apar topar bir taksiye bindirip, Kaman Devlet Hastahanesi’ne götürerek, gerekli tedaviyisini yaptırdılar.
Şıxo köye ulaşmadan onun Kaman macerası ulaşmış ve köy bu olayla çalkalanıyordu. Şixo ise dedikodulara kulak asmadan bir kaç gün dinlenip, gerekli ilaçları aldıktan sonra tekrar eski sihatine kavuştu.
Şıxo’nun önünde tek engel kalmıştı ki, o da oğlu için şöyle sazlı sözlü - anlı şanlı bir düğün yapmaktı. Bu nedenle bir araya gelen tüm aile fertleri kısa sürede tüm düğün hazırlıklarını bir çırpıda yaptılar. Dost, ahbap ve akrabalarına davetiye yerine geçen bir havlu veya başka küçük bir hediye göndererek onların bu mutlu günde kendileri ile birlikte olmalarını istediler. Bu sefer oğlu Dede’yi Kaman’a gönderip, bir çift davulcu ve zurnacı getirtti. Bayrağı evinin çatısında binbir nazla dalgalandırdı. Yemek hazırlıkları başlıyacağı sırada büyük bir üzüntü ile ahır damında bulunan
Şéro’yu getirmelerini söyledi. Sonunda Şér’ya bunu da mı yapacaktı. Ama bundan başka çıkar yolu da yoktu. Bu bir yerde tabiatın kanunuydu. Şero’da yaşlamak üzereydi. Gönlu buna hiç razi olmamasına karşın koşullar bunu gerektiriyordu. Şıxo bir kenarda durup beklemeye başladı. Derken bir kaç gencin ipinden tutarak zorla zapt etmeye çalıştığı, olup bitenden bihaber olan Şéro tüm ihtişamıyla çıkageldi. Bir kenarda ağlıyacakmış gibi duran Şıxo’ya hızla yönelmek istediyse de, gençler olanca güçlerini kullanarak, zor da olsa durdurdular. DavulcularŞıxo’dan yeni aldıkları yüklüce bir bahşişten sonra keyfe gelip, davullarını tokmaklıyor, zurnacılar avurtlarını balon gibi şişirip, “lorke lorke kız xatune lorke, kere wini pennır hurke – Lorke lorke hatun kız lorke, bıçağı getir peyniri doğra” stranını çalarken, Şéro’nun hüzünlü bakışlarına rağmen, kıllı bir elin kavradığı bıçak, peynir yerine onun boğazını doğruyordu. Şéro son kez yalvarırcasına “meee….” diye bağrıırken, Şixo’da bu vahim manzaraya daha fazla dayanamayıp, evinin avlusundan, gözlerine gelip oturan iki damla yaşı saklıyarak dışarıya kendisini zor attı. Kulakları zonklatan davul ve zurna seslerini duymuyor, gelen bu gürültüler kendisine ne uzaktan nede yakından hoş gelmiyordu.
Şéro’su ise artık yoktu!

Amsterdam, 2 Kasım 2006 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...