31 Ağustos 2010 Salı

QIRO

QIRO

Sevgili okuyucuya, derinden çekeceğim besmelenin ardından; pek fazla çetrefilli yönleri olmayan beni, izninizle yine ben tanıtayım. Bendeniz Hüsi Meleke’nin büyük oğlu namıdiyar Şixo. Öyle görünüyor ki; Camili Köyünde herkes kendi hikayesini anlatıp, bu yolla ebedileşmeye çalışıyor. Kendi kendime düşündüm; o halde ben de önlüğümde az da olsa var olan taşlarımı dökeyim. Bu ebedileşmeye çalışanlar kervanına, müsaadeniz olursa ben de katılayım dedim. Bunu ne denli başarırım bilememem ama, hiç girişimde bulunmamaktan daha yeğ olsa gerek. “Buyrun burdan yakın” falan yok. Elbette benim de kendime göre anlatacaklarım vardır. Şu habire deliler gibi döneduran yerkürede; malumunuz yedi milyarı aşkın ve günün yirmi dört saati hareket halinde olan insan yaşıyor. Her bireyin de kendince bir hikayesi var. Benim hikayem belki de öyle çok çekici olmayabilir. Bu konuda iddialı değilim. “Ne kadar para, o kadar köfte” misali olmasa da, elbette benim de herkes gibi aktaracağım bir şeyler var. Müsaadenizle fazla zaman kaybetmeden, söze başlayacak olursam:
Bana bu köyde kürtçede gözünü kısarak bakan anlamına gelen “Qiro” da derler. Zaten bu lakabım telaffuz edilmeden, benim kast edildiğim biraz zor anlaşılır. “Havva Ananın dünkü çocuk” sayıldığı, “çayın kardan demlendiği” bir coğrafyada yer alan şirin köyümde; hemen hemen herkesin bir veya iki lakabı vardır. Yukarıda Allah var; tüm bu lakaplardan Allahın hiç bir kulu gocunmaz ve bunların pek çoğu olumsuz anlamda olmasına rağmen. Örneğin hiç kimsenin lakabı “aslan – cengaver – yakışıklı- cömert veya mert” değildir. Bu arada gördüğünüz gibi, kürtçemizle övünmek gibi olmasın ama, kürtçede “qıro” dediğiniz zaman ne dediğiniz tek kelime ile anlaşılıyor. Türkçe veya başka dillerde bu tür açıklamalar için insanın harfiyen kulağını göstermek için, kolunu boynundan aşırarak göstermesi gibi bir şey. Eeh bu kadar fark da olsun tabii, “farkı fiyatı” diyerek, şu ölümlü dünyada fiyakamızı bir kez de biz atalım. Ben elbette dil uzmanı falan değilim, ama bildiğimi affınıza sığınarak yine de aktarayım dedim. Ben olsam olsam Camili Köyü’ nün uzmanı olabilirim. Neden derseniz? Sormayın gitsin; çünkü mevzuat bir hayli derin.
Köydeki insanların boy ortalamasına göre, uzun sayılırım. Hani gençliğimde söylemesi ayıp; öyle az buz yakışıklı değildim. Dümdüz sırma saçlarım vardı. Bu saçlar hala var tabii. Hani pek çoğu beni terk ettilerse de, vefalı olanlarla (renk değiştirseler de) karınca kararınca da olsa, var olan imajımı sürdürmeye çalışıyorum. Kalanlar da renk değiştirdi. Övünüyorum gibi gelebilir size ama elim ayağım, yüzüm gözüm düzgün sayılır. Rahmetli Ayhan Işık modeli bıyıklarım benim her daim medarı iftiharım olmuşlardır. Onları neredeyse gün boyu yüzlerce kez elleyip, adeta yerinde duruyorlar mı diye kontrol ederim. Biraz önce sözünü ettiğim saçlarım da aslında kumral sayılırdı. Kumrallık uçup gitse de, hala dikkatlice bakıldığında bu pekala gözlemlenebilir. Her insanda mevcut olduğu gibi, benim kısık bakan kahve rengi gözlerimin üzerinde de yer alan ve gerilmiş bir yayı andıran kaşlarım gür sayılırlar.
Yıllardır kendi köyümde yaşıyorum. Aslına bakarsanız; güzel şipşirin bir köy. İstanbul’u görmedim ama, bu koca şehrin yedi tepenin üzerinde yer aldığını söylüyorlar. Tesadüf bu ya bizim köyümüz de şimdilerde yedi tepenin üzerinde kurulu. Başlangıçta yedi tepe değildi tabii. Köyde yerleşim alanı zamanla genişleyip, tezat bu ya köyden şehre göçle birlikte (gonca gülünü yedi tepeli köyünde her bırakanla birlikte) oldukça azalan nüfusa rağmen, yerleşim alanı da iyice yayılarak, günümüzdeki yedi tepeyi kapsadı. Komşu köylüler; benim köyümüz Camili’yi İstanbul ile karşılaştırdığı duysalar, buna bir hayli gülecekler. Bunda gülünecek bir şey yok elbette, inanmıyorlarsa gelip saysınlar. Bakın bir, iki, …. beş, altı ve alın size yedi tepe. Onların köyleri yedi tepenin üzerine kurulu değilse bunda benim suçum olmasa gerek. Şimdiye kadar anlattıklarımdan köyümün aşığı olduğumu bilmem çıkardınız mı? Evet öyle. Fazla lafa gerek yok. Herkes bir şeylere sevdalı. Kimileri ela gözlü sevdiceğine, pala bıyıklı yiğidine, tanrısına, doğaya, resme, edebiyata veya herhangi bir şeye aşıktır. Ben de kendi köyüme aşığım diyebilirim. Benim için varsa da yoksa da benim köyümdür. Şimdiye kadar kendi köyümün dışında aldığım her nefes beni adeta boğdu. Bakın kış mevsiminde bu iki yüz haneli köyde taş çatlasın yirmi evin bacası tüter, yaşam izleri görülür. İnsanlarımız bu yedi tepeli güzelim köyü terk ettiler. Kimi Ankara’nın, kimi Sincan’ın, kimi de başka şehirlerin ve başka ülkelerin yolunu tuttu. Pek çok insan çil yavruları gibi dağılıp, dört bir yana gittiler. Dört bir yana deyince aklıma köyde Memedi Efenin kızının hikayesi geldi. Bundan yaklaşık olarak otuz sene kadar önce köyde hemen hemen her evin en az kırk elli kadar koyunu vardı. Koyun sürüleri öğle üzeri köye sağılmak amacı ile geldiğinde; köylüler sürülere doğru gidip, kendi koyun ve keçilerini sürüden ayırarak evine götürür ve orada kendi ağıllarında sağdıktan sonra, tekrar sürüye katardı. Şimdi elbette sürü falan kalmadı. Hayvancılık da daha pek çok şey gibi tarihe karıştı. Bırakın koyun yetiştirmeyi, tavuk bile yetiştiremez hale geldik. Köylü olduğumuz halde yumurtayı gidip, köy bakkalından alıyoruz. Her ne ise, olan olmuş; ölmüş ile olmuşa çare bulmak, bildiğiniz gibi olası değil. Nerde kalmıştık; evet Ülger’in hikayesinde. Ülger’in de toplam iki tane koyunu vardı. Ülger öğle üzeri köyde herhangi bir eve ziyarete gittiğinde, telaşla:
“Evi anane(aman anacığım) ben kalkayım, davarlar geldi, her biri bir tarafa dağıldı.” der ve zengin kalkışı ile ayağa kalkar, havasını atar, gerekli mesajı verir, taşı gediğine koyduktan sonra kendisini kapının dışında bulurdu. Evet Ülger’in de davarları vardı ve her biri bir tarafa dağılmıştı ve onları bulup, bir araya getirmek, sürekli geviş getiren ve çirkin ağzından salyalar akıtan deveye hendek atlatmaktan daha zor olacaktı. Sizi bilmem ama bu hikayeyi oldum olası çok tutmuşumdur. Diğer taraftan da Ülger’e hep acımışımdır. Her ne zaman bu hikaye aklıma gelse köyün içine dalıp, Ülger’in davarlarını arayasım gelir. Hayalimde Ülger’in koyunlarından birini bazen Üççoyu Hesse’nin, bazan da Hüssi Vizo’nun (aman Allah’ım isme bakın Vizo, acep bu ne demek ola ki? Bu kelimeyi araştırmak gerekir. Vizyonla ilintisi var mı acep? Olsa dahi bundan ne anlamalıyız?) evinde Ülger’in koyunlarını bulur ve kendisine teslim eder, Ülger bacımdan hayır duaları alırım. Her defasında Ülger bacımın yüzündeki mutluluğu görür ve mutluluktan sekiz köşe olurum. Bu hayale çok kapıldığımdan, oldukça hayır duası alırım. Bu demektir ki cennetin kapıları bu hayali hayır duaları ile bana sonuna kadar açık. Açılın kapılar, yol verin ben geldim. Her ne kadar İran’lı büyük şair Ömer Hayyâm;
“Cennetin yedinci katı,
peygamberlerin,
Altıncı katı meleklerin,
Beşinci katı iyi kullarının,
Yar bizim olsun,
Şarap testisi bizim olsun.
Ama peşin olsun.”
gibi tehlikeli bir söylemde (inanılmaz ama on birinci yüzyıl gibi bir zamanda) bulunduysa da biz yine de, bildiğimiz yolda yürüyelim.
Unutmadan size anam ve babamı biraz anlatayım. Babam Hüsi Melek’eydi. Şimdi aklıma geldi; herkes babasının adıyla anılırken, benim babam neden anasının adıyla anılıyor. Dil veya kulak alışkanlığından olsa gerek, şimdiye kadar bu konuda hiç düşünmemiştim. Kim bilir belki de babaannem, dedeme göre daha baskın biriydi. Böyle olabilir ama, yine de bana soracak olursanız; kadın dediğin de kadın gibi olmalı. Şairin dediği gibi:
“İstanbul’da ne var?
İstanbul’da İstanbul var.”
Bana göre “gerçek bir kadında da kadınlık olmalı.” Kadın da belli meziyetler olmalı; huyu - suyu, edebi, nezaketi, saygısı, görgüsü, işvesi ve edası... Öyle iki arada bir derede olmamalı. Galiba en güzeli doğal olanı olsa gerek. Zannıma göre bunun dışına çıkıldığı zaman; biraz kabak tadı veriyor. Evet hepimiz insanız, önce insan olunmalı ama laf aramızda kadına da kadınlıktan başka bir şeyin yaraşmadığı bir gerçek. Ben bunu bilir, bunu derim. Bana katılmayabilirsiniz.
Allah rahmet eylesin, babam hakkın rahmetine kavuşalı epey bir zaman oldu. Babam kendi halinde, kimseye zararı olmayan, çevresi ile uyumlu olan bir insandı. Kimsenin etlisine sütlüsüne pek karışmazdı. Aynı zamanda çalışkan ve becerikli bir insandı. Tüm iyi insanlar gibi, onun da mekanı cennet olsun. Sağ olsunlar babam ve annem yemediler yedirdiler, giymediler giydirdiler ve önce Allah’ın sonra onların sayesinde bu günlere geldik. Yaradana çok şükür.
Annem rahmetli köydeki renkli kişiliklerden biriydi. Renkliliği de annemin Türk kökenli olmasından geliyordu. Annem Tevde daha çiçeği burnunda genç bir kızken babamla evlenip, bizim köye gelin gelmiş. Kısa sürede yörede konuştuğumuz Kürtçeyi çok iyi öğrenmiş olmasına rağmen, dildeki o elastik yapıdaki konuşma beceresine bir türlü sahip olamadı. Kürtçeyi sürekli ağır bir aksanla konuştuğu için, konuşması köylülerimize alay konusu olurdu. Oysa annem köye, geleneklerine, göreneklerine, A dan Z ye her şeyine uyum sağlamıştı. Bir tek kusuru, o ağır aksanıydı. Her anne gibi o da biz çocuklarını çok severdi. Bir kuş misali kanatlarını hep üzerimizde bulundururdu. Köylüler de onu sağ olsunlar çok severlerdi ve herkes kendisine büyük saygı ve sevgi gösterirdi. Çok çalışkan, gecesini gündüzüne katan, yuvası için çırpınan bir kadındı. Köyde en güzel şekilli tezekleri (tepik, kerme ve tezek ürünleri) o yapar ve bunlarla köyün en ihtişamlı “Qelaxını” (tezeklerle yapılan geçici kulübe) o inşa ederdi. Bu qelaxın tüm plan, proje ve mimari çizimlerini kendisi yapardı. Yaptığı tezeklerin kaliteli olmasından dolayı, beton ve demirden de çalma gibi bir sorunu da zaten olmadığından, bu qelaxlar Amerika’daki ikiz kuleler (Gerçi onlar sonradan yerle bir oldular. Anamın qelaxları da rahmetlinin ölümünden sonra aynı akıbete uğradılar. Bunlar herhangi bir saldırıya falan maruz kalmadılar ama kimsesizlikten onlar da ortadan kalktılar.) gibi dimdik ayakta kalırlardı. Aslında bana sorarsanız bu qelaxlar bizim geniş yelpazeli kültürümüzün bir parçasıydı. Bunlar korunmalı ve Unesco tarafından sit alanları olarak ilan edilmeliydiler. Ama nerde bizde bu incelik, bırakın kültürümüze sahip çıkmayı, kendimize sahip çıkarsak o da hiç yoktan iyidir.
Biz beş erkek kardeşiz. Anamız üstümüze toz kondurmazdı. Büyüyüp hepimizin eli iş tutar hale gelince, evimize gelen misafirlere büyük bir gururla bizleri tek tek parmağı ile göstererek, askeri bir disiplinle girmiş olduğumuz sıradan öne çıkararak tanıştırırdı. Söylemesi ayıp, ben biraz becerikliyimdir, elimden her iş gelir diyenlerdenim. Bir gün babam rahmetlinin bizim eşeğe binip, köyümüzün dışında bulunan bostana gitmesi gerekiyordu. Derken eşeği bu uzun yolculuk için hazırladı, gerekli eşyalarını yanına aldı. Fakat ortalıkta eşeğin sırtına atacağı herhangi bir semer olmadığı için hayıflanarak eşeğin sırtına bir çul attı. Ben o zamanlar gencim, babamın üzüldüğünü görünce, o eşeğin sırtında ayaklarını ileri geri sallayıp, bostana doğru yola koyulurken ben de bir semer yapıp, babamın gönlünü almak üzere gerekli malzemeyi bir araya getirdim. Akşama babam eve döndüğünde yarınki bostan seferi için semer hazır durumdaydı. Anam, babama büyük bir gururla adeta;
“Gördün mü? Bak analar ne babayiğitler doğuruyor” dercesine büyük bir itina ile yaptığım semeri gösterdi. Tüm bu anlattıklarımdan sonra, demem o ki; anam bu günden sonra beni birilerine tanıştırırken semerci diye tanıştırmaya başladı.
Aşağıdaki tanıştırma faslı köylülerimizin dilinde hala bir tekerleme gibidir:
“Şıxo’yu mın semerciyi (Şiho’m semerci),
Nuri’yi min rakiciyi (Nuri’m rakıcı), Kardeşim Nuri o sıralar bazen bir iki kadeh atardı.
Yaşar’i min tamirciyi (Yaşar’ım tamirci),
Memik’i min şoförü ( Mamık’ım şoför),
Yusuf’u min ji delaliyi (Yasuf’um biricik).”
Küçük kardeşimiz Yusuf o sıralar herhangi bir işi olmadığından ve yaşı da bize göre daha küçük olduğundan, onu da gördüğünüz gibi “güzelimiz – biriciğimiz” olarak tanıtırdı.
Koskoca köyde kimseler kalmadı. Bilseniz kendi kendime nasıl hayıflanıyorum, içim gidiyor, yüreğim sızlıyor. Hepsi teker teker burayı terki revan eyledi. Hani suyu mu çıktı da terk ettiler diyeceğim ama, su nerde ki suyu çıksın, olmayan şey çıkar mı? Köyden kente öylesine bir akım oldu ki (yalnız bizim köy değil elbet), kentler; devasa köy kentlere dönüştüler. Bir zamanların halkın umut taciri Karaoğlan’ın da hayalleri böylece kendiliğinden (o hayata veda ederken), gerçekleşmiş oldu. Camili Köyü olduğu gibi Sincan’a doluştu. Bir kamyona bir iki parça eşyasını dolduran, as solistimiz Ankara’lı Namık’ın türküleri eşliğinde, zaman zaman tankların cirit attığı Sincan’ın yolunu tuttu.
“Kızın yemek yaptı,
sensiz yedik,
çatla da patla kaynana.
……………………….
……………………….
Kaynanayı ne yapmalı,
Kaynar kazana atmalı.”
Görünen o ki; kızın yemek yapması için artık Sincan’a taşınmak gerekiyordu. (Doğrusu kızın ne yemek yaptığını da merak etmiyor değilim. Yemek dediği de sakın bulgur pilavı olmasın. Korkarım bu menünün dışına çıkılmamıştır.) Erkek çalışacak, hanımı yemek yapacak ve Camili’de geride bıraktıkları kaynanaları olmadan yemeklerini sadece kendileri yiyeceklerdi. Aksi halde yetmiyordu. Yaşam kaynana ile var olan yemek paylaşılamayacak kadar zorlaştı. Eskisi gibi tarla ve tapanın bir getirisi yok. Çiftçilik hepten yok oldu. Gelen gideni karşılayamaz hale geldi. İşin hamallık yönü de cabası. O kadar insanımız buraları bırakıp, başka diyarlara gittiler. Oralarda acaba aradıklarını buldular mı? Mutlu oldular mı? Umarım öyle olmuştur. Perperişan olmamışlardır. Sağlıklı bir ortamda kalıyorlar mı? Çocuklarının eğitimine gerekli önemi veriyorlar mı? Geçim denen baş belası sıkıntı kendilerini bunaltıyor mu? Bu ağır yükün altından kalkabiliyorlar mı? Orada birlik ve beraberlikleri ne düzeyde? Birbirlerine destek oluyorlar mı? Tüm bu soruları kafamdan atamıyorum. Allah burada bizim, oralarda onların ve tüm dünyada iyi insanların yanında olsun diyelim. Elimizden de başka bir şey gelmiyor. Göç olayında öngörülen felsefe veya amaç bu muydu? Bilemiyorum ama, haklılık payım da yok değil gibime geliyor. Bilmem siz de benim bu derin sosyolojik analizime katılıyor musunuz?
Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi, ben hep köyümde kaldım. Bundan sonra da başka bir tarafa gideceğim yok. Bu köyün vazgeçilmez demirbaşıyım. Çivimi duvara çakıp, ceketimi asmışım. Anlayacağınız kendi toprağımda kalıcıyım. Yıllardır buralarda büyük bir su sorunumuz olmasına rağmen; evimin etrafına güzel büyükçe bir avlu yaptım. Bir de artezyen kuyu açtırdım, su pompasını çalıştırdım mı, oluk oluk bileğim kalınlığında su akıyor. Zamanla insanın gözlerini kamaştıracak güzellikte (Ben “qır” olduğum için gözlerim kamaşmıyor.) bir bahçem oldu. Bu bahçenin içinde her türlü meyve ağacım mevcut. Sebze ve meyveye (malümünüz geçim sıkıntısının diz boyu olduğu bir zamanda) çok şükür para vermiyorum, her türlüsünü kendim yetiştiriyorum. Bir görseniz ne kadar güzel ve büyük kayısı ağaçlarım var. Mevsimi geldiğinde kocaman kocaman kayısılar veriyorlar. Hem de şekerpare denilen cinsten. Bu meyve konusunda Malatya’nın meşhur olduğu bilinir. Ama benim kayısılarımın da bunlardan aşağı kalır yanı yok sanıyorum. Ağaçlarıma gözüm gibi bakıyorum, inanır mısınız; onları kendi çocuklarımdan ayırt etmiyorum. Bizim buralarda nedendir bilmiyorum ama, ağaç sevgisi pek gelişmemiştir. Oysa ben de ise tam tersidir. Ağaç benim her şeyimdir. Bahçemde her biri birer sülün gibi süzülüyorlar. Onlara baktıkça kabaran yüreğimde bir sevgi selinin oluştuğunu görüyorum. Bu sevgiden yoksun yaşamak çok büyük bir fakirlik olsa gerek.
Ağaçsız bir hayatı düşünemiyorum. Bakın gözünüzün önünde alabildiğine uzanan bu uçsuz bucaksız bozkırda; bir gelin edası ile salınan şu boy boy zümrütlerin güzelliğine, rüzgarda çıkardıkları gizemli sese, nazlıca dallarını sallamalarına, milyonlara varan güzelim yapraklarına, cıvıldaşıp;
birbirlerine kur yapan envayı çeşit kuşu dallarında konuk etmelerine, verdikleri cennet meyvelerine, balı aratmayan reçinesine, tadına doyum olmayan serin gölgesine ve daha pek çok güzelliğe. Saymakla bitmez. Benim dilim ancak bu kadarına döndü. Belki de daha bilmediğim, aklımın ermediği daha nice yararı vardır, bu güzelim canlıların.
Kendimi bildim bileli yüksek bir yere çıkıp, köyümü seyretmeyi çok severim. Bu benim en büyük zevklerim arasındadır. Eskiden bundan daha büyük bir haz alırdım. Fakat dediğim gibi bu göç olayından sonra, bu işin tadı da kısmen kaçtı. Daha önceleri seyre daldığım zaman pek çok insanın hareket halinde olduğunu, kimin ne yaptığını, kimin kime misafirliğe gittiğini gözlemlerdim. Oysa şimdi tek tük insan görürsem seviniyorum. Yine evimin balkonundayım. Köyümü yakın takibe aldım. Lakin ortalıkta in cin top oynuyor ve cinler bir sıfır önde. Köylülerim gitmeselerdi;
Elo Qiro’yi disa hilşiyayi çardaxe bi çeve xwu qır li gund dineri – Bak Qıro yine evinin balkonuna çıkmış, kısık gözlerle köyü seyrediyor.” derlerdi. Varsın Qıro deselerdi, bunda gocunacak bir şey yok. Ahh.. Burada olanaklar daha iyi olsaydı da, kendi topraklarında kalsalardı. Bu arada kaynanalarını kaynar kazana atmalarına gerek olmasa gerek. Ama köyde bırakıp, benim başıma da bela etmeseler tabii ki iyi olur. Hikayenin başlarında gonca güllerini yedi tepeli köylerinde bırakıp, gidiyorlar dedimse de yanılıyorum. Bıraktıkları olsa olsa pörsümüş deve dikenleridir. Benim şekerpare kayısılarım ancak bana ve aileme yetiyor. Gelin kardeşim, kazana mı atıyorsunuz, ne yapıyorsanız yapın! Alın başımdan kaynanalarınızı, diyesim geliyor. Benden bu kadar. Bu böyle biline ve kusura da bakılmaya, lütfen…


Amsterdam, 22 Ekim 2007 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...