8 Eylül 2010 Çarşamba

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR
Gurbet? Zor iş olduğu söylenir. Bu denli zorluğu ile bilinen bu olgu, sanırım insanoğlunun doğduğu topraklarda bir nevi kendisine yer edinememesi, tutunamamasının getirisi olsa gerek. Şairler, yazarlar, ozanlar ayrılıklar söz konusu olduğu günden bu yana, dillerinin döndüğünce yaşanan bu güçlüğü anlatmaya çalışmışlardır. Halk ozanı Muhlis Akarsu söz konusu zorluğu ve tutunamamayı, aynen şöyle dile getirir:
“Gurbeti ben mi yarattım?
Yokluk beni mecbur etti.”
Şarkılar gurbette her şeyin yabancı ve başka biçimde olduğunu anlatırken, “yarinin yanağından gayri” var olan tüm insani gereksinimleri; dünya insanlığı ile paylaşma sevdasında olan dünya şairi Nazım da; kendi deyimiyle “deli hasretini” başka uzak diyarlardan, yürekleri parçalayan bir özlemle bas bas bağırır. Varna’dan hemen karşı yaka olan memleketine, oğluna olan özlemini duyulacakmış gibi, göğsünü yırtarcasına haykırır. Bununla da kalmayıp, memleketine doğru demir alan vapuru usulcacık okşar ve hasretlikten olsa gerek, elleri yanar. Nazım; bazen Gülhane Parkında bir ceviz ağacı, bazen da Memed´i ile anası binerken vapura, Marmara´da köpüklü dalgalar olup, kıyıya vurur. Memleket işi - yapımı olan son kasketi ve Şile bezinden mintanı çoktan paralanıp yırtıldıktan çok sonra, yenilerini giyemeden, yaban elde tarifsiz bir memleket özlemi içinde, ne yazık ki, hayata güzelim mavi gözlerini yumar.
Bilindiği gibi filmlerde de en çok kullanılan tema yine gurbet ve özlemdir. Hava alanlarında, tren ve otobüs garlarında; her gün uzaklara yollananların ardından milyonlarca el havada hüzünle sallanır. Anneler, babalar, sevgililer süklüm püklüm göz yaşlarını ipi kopan bir tespihin taneleri gibi gözlerinden aşağı doğru salarlar.
12 Eylül darbesinin ardından binlerce yurtseverin, demokratın, ilericinin uğruna hayatlarını ortaya koydukları ülkelerini terk edip, yaban elde birer sığıntı olarak, insanlık onurunun rencide edildiği mülteci kamplarında, yıllarca bin bir zorlukla yaşamak zorunda kalmaları da, adına gurbetlik dediğimiz zorca olan işin başka ve çok dramatik olan bir boyutu.
Gurbet, hasretlik, özlem çıkmazlarında yıllar yılı gurbette olan kendime baktığımda da durum farklı değildir. Bildim bileli; varlığı ile insanın ağzında kekremsi bir tat bırakan, bu kavramla sarmaş dolaşım. Yakamdan düşmek nedir bilmeyen bir illet halini aldı adeta. Tutunmak dedik sanırım, bu yaban elde bu işi ne denli yapabildik, o da ayrı bir muamma. Gönlümüzün istediği çok şey değildi elbette. Doğduğumuz topraklarda kalıp, ayrılıkları yaşamamaktı, bunun ötesi yoktu. Üstelik bu oldukça insani bir istemdi. Tabi ki dünyayı gezip görmek de beraberinde pek çok avantajı sağlayacaktır. Bulunduğumuz bu gezegenin başka pencerelerinden de bakabilelim, ufkumuzu genişletelim, dimağımızı daha işler hale getirelim, farklı kültürleri tanıyalım, başka dağları ovaları görelim, değişik tatlarla tanışalım, renklerin cümbüşünü de daha renkli kılalım. Tüm bunlar söz konusu olduğunda, hiç kimse, bir insanın kendisine olan yatırımında azımsanamayacak getirisi olan bu olanağı elinin tersiyle itecek kadar da naif değildir. Oysa kalamadık doğduğumuz topraklarda. Payımıza hep tekerine bir türlü çomak sokamadığımız, kör olası gurbet düştü. Söküp atamadığımız; acımtırak berbat tadı her daim damağımıza yapışık kaldı. “Kapansın el kapıları” demekten başka diyecek başka dileğimiz veya lakırtımız olmadı. Kapılar kapanacağına daha çok açıldı.
Sabahları uyandığımda yaptığım ilk şey, evin penceresinden dışarıya göz atmaktır. Gördüğüm manzarada yıllardır bir değişiklik olmadı, hep gurbet içerikli oldu. İçimden komşularımızdan birinin yüzünde büyük bir gülümseme ile köydeki evimizin avlusundan ( geldiğini bağıra bağıra haber vererek) içeri girdiğini görmek geçer. Gelen komşumuz neşeli bir sesle bizi selamlar, daha sonra da annemizi veya babamızı sorar derim, ama gelmez ve de soramaz. Bahçeye dalacakmışım gibi bir hisse kapılırım, ama dalamam. Bahçede ekili olan yeşil soğanın, maydanozun, domateslerin fidelerinin ne denli boy verdiklerine gün be gün tanık olmak isterim ama olamam. Köyün aşağısında bulunan kurumaya yüz tutmuş olan çeşmenin hala inatla akmaya devam ettiğine tanık olmak isterim, ama olamam. Köyümüz delikanlılarından birinin üç gün üç gece süren düğünlerinden birine, hiç değilse bir dakikalığına gidip, çekilen halaya bakmak isterim, ama gidemem. Evimizin yanındaki toprak yoldan tüm ihtişamı ile bir traktörün tozu dumana katarak geçişine tanık olmak isterim, ama geçmez. Komşumuzun okuldan daha yeni gelmiş, siyah önlüklü on yaşındaki kızının, annacığımdan sulanmış yufka ekmek istemesini isterim, ama istemez. Keskin’li bir dilencinin köpeklerden korunmak için iki uzun değneğini ardında sallaya sallaya, boynunda heybesi ile bir tas buğday veya un istemesi için gelmesini isterim (ki geldiğinde ne var ne yok veririm bu hasretle), ama gelmez.
Zaman zaman Ankara’ya da yolumun düşmesini de çok istiyorum elbette. Ankara’da Zafer çarşısına dalıp, o eski sol atmosferi (şimdilerde eser kalmasa da) teneffüs etmek isterim, ama edemem. Sokakları baştan aşağı büyük bir sabırla istifini bozmadan, Çin’in büyük lideri Mao’nun üniformasını andıran elbiseleri ile çöpçülerin her yanı süpürmelerini görmek isterim, ama süpürmezler. Saman pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Hergele Meydanı’nda dolanıp, insanların yerlere nasıl tükürdüklerini görmek isterim, ama tükürmezler. Ve bu istemler gerek Ankara, gerek köy ve hasret duyulan yurdun diğer kesimleri ile ilgili olarak uzar gider, gurbetliğin uzayıp gitmesi gibi.
Zaman zaman aklıma gelmiyor değil. Bize de “ya sev, ya da terk et” mi dendi acep? Bunu söyleyen içinde bulunduğumuz koşulların ta kendisi oldu galiba. Anamızı da alıp gitmemizi utanmadan, pütürsüzce söylemeyi ihmal etmediler ama anamız hasta, tansiyonu yüksek, yorgun ve yaşlıydı. Belki de bizim de işimize gelmedi, getiremedik. Gitmemizi buyuranların yanında bırakmak zorunda kaldık. Oysa ne biz, ne de analarımız kimselerin yerini dar etmemiştik. O topraklar daha çok seviyormuş gibi görünenlerin, yani sevme adına gözünü oyanların, çalıp çırpmalarının önünde engel miydik? Bilemiyorum!
Su misali akıp giden her yeni gün ömrümüzü eskitiyor. Kış mevsimi; soğuk havası, uzun geceleri, kısa günleri ile bir kez daha gurbette geride kalırken, “memleketimin dağlarına bahar” geliyor, bahar dört bir yana çiçekler serpiştiriyor.
Çalıp çırpanlar; hayallerimizi, uykularımızı ve ağız tadımızı da çaldılar. Rotayı hep kendi çıkarları doğrultusunda bulanık sularda yönlendirip, yönetiyorlarmış gibi görünerek, var olanı hamudu ile götürdüler. Öylesine çok çarptılar ki, gözleri bönleşti, göbekleri davul gibi şişti, yağlı gerdanları dökülecek gibi sarktı. Doymak bilmediler. Bereket tanrıçası ülkem Artemis de bitmek nedir bilmedi, her ne hikmetse! Doyurdu çalıp çırpanları ve yedi düvel sülalesini.
Heyhat... Rüyalarımızı çaldılar, bizi de gurbetçi eylediler.

Amsterdam, 4 Mart 2010

CACIK NASIL YAPILIR?

CACIK NASIL YAPILIR?

Gurbetçiler yaz mevsiminin gelmesi ile birlikte, büyük özlem duyduğu doğduğu topraklara bir süreliğine de olsa giderek, orada kendi nostaljilerini yaşayıp, taze kan edinirler. Çoğu zaman her yıl yaşanan bu yolculuk; onlar için adeta bir gelenek halini almıştır. Eş, dost, hısım ve akrabalar ziyaret edilerek, zamanları elverdiğince sevdikleri ile doyasıya özlem giderirler. Dönüşlerinin akabinde, her defasında yaşadıkları bu yeni ayrılığın bir başka olan burukluğuyla günlerce cebelleşirler.
1998 Yazında köyümüze gittiğimizde; küçük oğlum Robin henüz üç yaşındaydı. Ağustos ayının o bunaltıcı sıcağında, yıllardır suya hasret olan köyümüzde; ortalık sanki dünyanın diğer kesimlerine kıyasla daha bir yanıp kavruluyordu. Kızgın güneşin akşam üzeri insafa gelip biraz el etek çekmesiyle, kendimizi çocuklar ile hemen dışarı atmış, köydeki akrabalarımızı, köylülerimizi tek tek büyük bir heyecanla ziyaret edip, doyasıya özlem gidermiştik. O yıl da köye yine bir kaç günlüğüne gelmiştik. Köydeki son günümüzdü, ertesi günü yeniden gurbete gitmek üzere Ankara’ya dönecektik. Köyde çocukların oyalanabileceği herhangi bir oyuncak ve benzeri bir şey yoktu. Büyük oğlum Filinta ve küçüğümüz Robin haliyle iyice sıkılmaya başlamışlardı. Onları oyalamak adına olur olmaz şaklabanlıklar yapıyorduk. Robin habire tavukların, horozların peşi sıra paytak paytak koşup, onları yakalamaya çalışırken, kah kalkıyor kah düşüyor, bir müddet ağladıktan sonra kovalamaca sil baştan başlıyordu. Derken kendisini sağa sola sallayarak koşan bir tavuğun ardından, o da kümese daldı. Kümeste o güne değin bu gencecik yaşında hiç tanık olmadığı bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Tam tavuklardan biri yumurtlarken, gördüğü olay karşısında şaşkına dönüp, dışarı çıktı ve kolumdan çekiştirerek beni de kümese çağırdı. Kümesten yumurtayı alıp çıktık. Bu olup biten çok hoşuna gitmiş olacak ki, habire tavukların yumurtlamasını istiyordu. Şansımız yaver gidiyordu, tavuklar da sıraya girmiş gibi her on dakikada bir yumurtluyor ve her defasında Robin büyük bir merak ve sevinçle kümese dalıp, yumurtayı kaptığı gibi dışarı fırlıyordu. Derken üretim bitmiş, tavuklar artık yumurtlamaz olmuşlardı. Robin de bu nahoş durum karşısında mızmızlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine biz de Robin’in dikkatini dağıtıp, o başka bir yöne bakarken hızla evdeki yumurtalardan birini alıp, kümese koyuyor ve ardından da bir süre sonra Robin’i tekrar gönderip, onun sevincinin sürmesinin mutluluğunu yaşıyorduk.
Bu işin sonunun gelmeyeceğini görmüştüm, bir değişiklikle bu işi sonlandırmalıydım. Aklıma aniden bir muzurluk geldi ve hemen etrafının bir kısmı yıkılmaya yüz tutmuş taş yığını bir duvar ve ardından eğri büğrü çitlerin bulunduğu bahçemize daldım. Küçük bir hıyarı koparıp, kümese götürdüm ve yere koydum. Ardından da Robin’i gönderdim. Robin yüzünde yine kocaman bir gülümseme ve bir o kadar da büyük şaşkınlıkla elinde hıyarla çıkageldi.
‘Babaaa... baba... Tavuk hıyar yumurtlamış’. Hepimiz onun bu çocuk temizliğine, saflığına hayran kalıp, katıla katıla gülmüştük. Robin daha sonra bunun böyle olmadığını, işin aslının başka türlü olduğunu öğrendiğinde, oldukça bozulmuş ve bana olan büyük güvenini bir şekilde yitirmişti. Onun sarsılan güvenini yeniden onarmak ve bunun sadece bir oyun olduğunu anlatmak hiç de kolay olmamıştı.
Dünyalar güzeli oğlum Robincik şimdi on üç yaşında. Aradan on yıl gibi uzunca bir zaman birimi geçti. Robin’in bana olan güvenini kazanıp kazanamadığım konusunda hala kendi kendime ikirciklenirim. Bu konuda aklımın bir köşesinde bir acabam her daim yerinde durup durur.
Ülkemizde de bir türlü olgunlaşıp, gerekli olan standartlara kavuşturulamayan “Demokrasi tavuğumuzun” altına, benim Robin’i oyalamak için kümese koyduğum hıyar gibi; yıllardır Moskova’dan komünizm geliyor, ha bölündük ha bölünüyoruz, etrafımızda bulunan tüm ülkeler bize düşman, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok ve şimdilerde uzunca bir zamandır, gelmesinden iyice umut kesilen komünizmin yerini şeriatın, irticanın sökün edip geleceği teraneleri aldı. Son duyumlara ve koparılan yaygaraya göre; şeriat ve irtica efendilerin elleri kulaklarında, her an buyur edip gelebilirler. Ne de çok gelen var bu ülkeye deyip, şaşırmamak elde değil, doğrusu. Yeni gelenlere kırmızı halılar döşemekte geç kalınmasa bari. Ne yazık ki tüm böylesi durumlarda ise; halkımız çareyi işi ölü bir insanı rahatsız edecek kadar bir kerteye vardırıp; Atatürk heykellerine sarılmakta, milyonlarca ve kilometrelerce uzunlukta bayraklar açmakta, askeri bir disiplin ile onuncu yıl marşını hep bir ağızdan okumakta buluyorlar. Tanrının koruması altında olan Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığından, sayısı milyonu bulması gereken ve bu rakamı bulan, Cem Yılmaz’ın deyimi ile; “omuzlarında galaksideki tüm yıldızları taşıyan” silahlı kuvvetlerinden medet umuluyor.
Geçen bunca zaman sonrasında, artık bu ülkenin insanı; şeriat gibi gayri insani, geri ve ilkel bir sistemi kendisine reva göremeyecek kadar gelişmiş bir beyin yapısına sahip olmalıydı. Böyle bir sistemin bu ülke insanının idari rejimi olacağını düşünmek dahi, kendi kendimizi aşağılamakla eş anlamlı değil midir?
Avrupa’daki ırkçı partilerden dahi daha geri söylemleri, programları ve tüzükleri olan, kendilerini sosyal demokrat olarak lanse edip, sözüm ona oldukça demokrat olan partilerimiz, hani “koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi kesilen keçiler” misali; dünyanın dört bir yanında düzenlenen sosyalist enternasyonal toplantılarına bu paye ile yüzleri kızarmadan katılıyor ve bu arada konumları gereği, demokrasi tavuğumuzun altına habire yeni hıyarlar koyuyorlar. Halkın da güvenini her gün sinsice yerleştirdikleri bu hıyarlarla elbette sarsıyorlar. Çetin Altan’ın deyimi ile “enseyi karartmamak lazım”. İnsanlarımız her geçen gün bir nebze de olsa, medetin kendi gelişmiş beyinlerinde olduğunu daha çok görür hale geliyor. Ülkelerini her on yılda bir darbe yapılacak ülke olma ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız konuların çok uzağında tutmaya çalışıyorlar.
Bir öneride bulunacak olursak; edilen bunca hıyar söyleminin ardından akşam yemeğinizin yanında bir cacık yapmaya ne dersiniz? Süzme yoğurt, taze kıyılmış nane ve dere otu ile rendelediğiniz hıyarların suyunu iyice sıkmayı unutmayın. İnanın bu cacık size ferahlık, hazım kolaylığı vereceği gibi, rahatlamanızı da sağlayacak, bir an sizi çeşitli şişirme fobilerden uzaklaştıracaktır. Şimdiden afiyet olsun.


Amsterdam, 2 Mayıs 2010 

1 Eylül 2010 Çarşamba

QAF KÜNDIR (Kabak Kafa)

QAF KÜNDIR

Dışarıda sağanak bir yağmur vardı. Hava soğuk değildi. Mevsim bahardı. Daha yarım saat öncesine kadar ortalık, şimdi yağmur yağmasına rağmen tam tersine günlük güneşlikti. Olan deniz mavisi gökyüzüne olmuş, mavişlik karamsar bir ressamın gazabına uğramıştı. Ressam paletine döktüğü bir yığın gri ve koyu renkli boyaya fırçasını batırıp, fütürsüzce gökyüzüne dayadığı düştü düşecek olan merdiveninin üzerine çıkarak, kar beyazı pamuk bulutları yer yer karalara boyamıştı. Ortaya çıkan kötü denebilecek, insanın içini karartan tablonun ardından da, aşinası olduğumuz, istenmeyen misafir çıkageldi. Yağmur gök gürültülerinin eşliğinde, dayatmacı konukluğunu, askeri bir darbe gibi ilan ederek, damlalar halinde yeryüzüne hücum etti. Yağan yağmurla birlikte, henüz siyasi seçim zamanı yaklaşmadığından, ikamet ettiğim gecekondu mahallesinde patikalığını koruyan eğreti yollar, alabildiğine çamurlaşırken, her tarafa “sadık yar kara toprağın” güzel doğa kokusu burcu burcu yayılıyordu.
Burası ülkenin dört bir yanından daha iyi bir yaşam gayesiyle akın eden, yüz binlerce yoksulun yerleşim yeriydi. Dağ taş köyden şehre göç ederek, umut yolculuğuna çıkan bu zavallı insanların, iki gün gibi kısa bir zaman zarfında inşa etmeye çalıştığı barakavari, derme çatma ve bir devedeki eğrilikleri aratmayan, binlerce eğri büğrü evle dolup taşmıştı. Evler adeta bulundukları dik yamaçlarda, birbirlerinin üstüne yuvarlanacaklarmış gibi bir intiba veriyordu. Her evin, taşlarla sur gibi örülmüş, irili ufaklı bahçesinin içinde; yoksulluklarını sembolize edercesine bir kaç tane cılız, ileriye dönük yatırım olarak gördükleri ağaç fidanı da eksik değildi. Yıkılma korkusu ile çarçabuk yapılan bu evler, yerden mantar gibi bitiyorlardı. Kafalarını sokacakları bir evlerinin olmasının ardından, bu yoksul insanların yaptığı ilk iş, hemen ekmeklerini kazanma kaygısıyla, Ankara’nın paylaşım kazanına kevgirlerini daldırmak üzere kollarını sıvamalarıydı. Eğitimde, belirleyici bir kesimi eksi sıfırlarda bulunan bu insanlardan pek çoğu; pazarlarda hamallık yapıyordu. Bir küfe ayarlayan her ev reisi; pazarlarda lüks giyimli, kabarık cüzdanlı tin tin yürüyen bayanların peşinden onca ağırlığı iki büklüm olmuş bir halde tısılıyarak koşturuyorlardı. İnsanların parası var diye yiyeceğini dahi başkasına taşıtmaları çok garipti. Ekmek parasını böylesi güç koşullarda kazanarak, çocuklarının karnını yarım yamalak doyurabiliyorlardı. Kimileri de inşaatlarda amelelik yaparak, sırtladıkları ağır çimento torbalarını akşama kadar, zemin kattan dördüncü beşinci katlara taşıyıp, geçimlerini el birliği ile kıt kanaat ta olsa sağlamaya çalışıyorlardı. Asiliği kendi taraklarının bezi yapmadan, yine de yaratıcılarına binlerce kez şükrederek, yoksulluklarının vermiş olduğu eziklikle boynu bükük, kendi köşeleri olan fakirhaneleri gecekondularında kendi değer yargıları dahilinde yaşamaya çalışıyorlardı.
İşte çamur içinde kalan bu patika yollardan birinde yürürken, yağan yağmura her nedense o gün hiç aldırmıyordum. Ben de bu insanlardan biriydim. Kısa bacaklarımla uzunca olmayan adımlar atarken, ayağımdaki Sümerbank’in Beykoz kunduralarına bulaşan onca çamura da aldırdığım yoktu. Ayağımdaki ayakkabılardan hepten gına gelmeye başlamıştı, bir yerde “gayrık yeterdi.” Onları hiç mi hiç sevmiyordum. Yırtmak için elimden geleni yapıyordum, ama gel gör ki bana mısın demiyorlardı. Bu ayakkabılar varlığı tartışma konusu olan prestijimi de daha bir alt kademelere indirip, iyiden iyiye marjinalleştiriyordu. Oh olsundu, çamurlara batıp çıksınlardı. Ben onlardan nefret ettiğim halde, babam Heyderi Hecike, her okul döneminde Ulus Meydanı’ndaki Sümerbank mağazasına uğrar, bu dizayn fukarası dünyanın en çirkin ayakkabılarından bana hiç sormadan, beğenip beğenmediğimi ise hiç göz önünde bulundurmadan, sanki kendisi giyecekmiş gibi, her defasında ucuz ve sağlam olduklarından dolayı, bir çift daha alırdı. Beykoz kunduraları oldukça sağlam olmalarına rağmen derilerinde her nedense bir gariplik vardı. Alındıktan en geç bir hafta sonra taşlara her değmesinde üstleri pötür pötür yara gibi kavlar, boyandığında ise garip bir hale gelirlerdi. Ama bunlarla dağa da çıksan yırtılmak nedir bilmezler, altı falan kolay kolay sökülmezdi. Dolayısıyla ayaklarımın prangası olan bu çirkinlikler, ayaklarımda yırtılmadan kalmakta inatla direnirlerdi.
O zamanların benini, affınıza sığınarak yine de fazla övgüye kaçmamaya özen göstererek (hoş övgülük bir yanım olsa olurdu belki), ben anlatmaya çalışırsam ki, bu durumda başkaca bir seçenek yok, öyleyse:
Kısa boylu (hoş şimdi de selvi boylu değilim, benimki de laf mı), on dört yaşlarında, hani çelimsiz olduğum yetmiyormuş gibi, birde bal kabağını andırır büyükçe de bir kafam vardı. (Belki de kafamdan dolayı olsa gerek, cennetten gelmiş olsa da, kabak yemeğini hiç sevmedim, hep kabak tadı verdi. Ama iyi yapılmış bir krem şantili kabak tatlısına da hayır demem. Fakat bunun yanı sıra bir gerçek daha var ki o da cennete gidecek olanları her gün kabaklı yemekler bekliyorsa cennetin hiç bir cazibesi kalmaz.) Bu kafa yapısına, bizim yöredeki Türk Köyleri halis mulis “Kürt kafası” diyorlardı. Kafanın arka kısmında kürtçede “qotik” denilen bir çıkıntı tüm albenisi ile hakimdi. Babam Heyderi Hecike sağ olsun, Allah ömrüne ömür katsın, açığı kapatmak için merak edip bu çıkıntıyı soranlara:
“Efendim benim oğlum çift akıllı, kafasının arka kısmında görmekte olduğunuz çıkıntı o yüzdendir.” der ve bendeki bu fiziki mazuratı, böylesi övgü yüklü bir böbürlenme ile kapatırdı.
Ve yine kürtçede aynı kafa yapısına “kaf çakuç” veya “kaf qündır” denildiği de oluyordu. Birde “kaf şönik – tokaç kafa” denilen bir kafa yapısı vardı ki, bu kafa modeli arkası tokaçla vurulmuşçasına dümdüz olduğundan, bu ismi almıştı. Yine kürtçede bir de “kaf tujik” denilen bir model vardı. Tujik bilindiği gibi sivri anlamındadır. Bizim köyün Qolit tepesini tanıyanlar bu kafa yapısının bu meşhur ve sık sık sözünü ettiğimiz ve bir yerde şahsen hayranı olduğum, sevdiğim bu tepeyi andırır. Tujik kafa yapısının en iyi modeline (hatırlayanlar bilir), rahmetli Murıq sahipti. Bu durumda ben kendi kafa modelimi başka bir alternatifim olmadığından dolayı, her zaman için yeğledim, zevkler ve renkler farklı olsa da. Tabii söz konusu kafaya hala sahibim, çok araştırmama rağmen değiştirme gibi bir olasılığın maalesef olmadığını gördüm. Lakin zamanla saç modelimi değiştirerek, kafamı kabaklıktan az da olsa kurtardım, yoksa her an kabak seven birileri, kafamı kabak sanıp koparabilirdi. Qotik sorununu da hep sırt üstü yatmaya özen göstererek, akıl sayısını bire indirme pahasına da olsa (Gerçi bundan sonra başarı grafiğimde bir hayli düşüşler olmadı değil), biraz olsun rütüşledim. Zeka oranındaki azalma olsa da, kabak sevenlerin saldırı tehlikesini de bertaraf ettim. Yumuşak karakterli ve oldukça da duygusaldım. Belki bir o kadarda romantiktim, kel başa (kabak başa da diyebiliriz) şimşir tarak olsa da. Duygusallık ve romantiklikte, çok şükür bir erozyona uğramadım, tam tersine bu daha da gelişti ve ben oldum olası bunu hep insani bir yön ve meziyet olarak gördüm. Hissiyatın insana mahsus olduğu kanaatini taşıdım ve bunu insanlarda hep secde edilecek bir erdem olarak kabullendim. Hani dış görünümüm öyle ahım şahım olmasa da, övgü kısmına geçecek olursak; yüreğimin ev sahipliği yaptığı duyguların güzel olduğunu söyleyebilirim. Fazla övgüye kaçmadan, ne yiğidi öldürelim, ne de hakkını yiyelim ama işin gerçeği ve belirgin naçizane özelliklerimden biri, insani yönümün ağır bastığıydı. Bu kadar anlatımla gözlerinizin önünde, uzaylı olmasa da, herhalde ucube bir şeyler canlanmıştır. İşte o benim. Bana ne diyebilirsiniz elbette. Ama benim de beni anlatmam gerekiyordu. Onca hikayeden sonra bir de kahramancık ben olayım dedim, lakin zor bir işe giriştiğimi de bu arada itiraf edeyim.
Bu yağmurlu bahar günü okulumun son günüydü. Biraz önce karnemi almış ve bu iş burada bitti deyip, derin düşünceler içinde, ıslana ıslana kaldığım evin yolunu tutmuştum. Ankara’nın Şentepe adlı mahallesindeki bu serüvenim de böylelikle sona ermişti. Şentepe Çalışanlar Ortaokulu’ndan, çok çalışan biri olmasam da, sonuçta öyle veya böyle mezun olmuştum. Bundan sonra ne yapacaktım, hangi mahallede hangi okula gidecektim, benim için tüm bunlar birer muammaydı. Karar merci-i yine Beykoz Kunduralarının alıcısı sevgili babam Heyderi Hecike’ydi. “Gün ola devran döne” diyerek bekleyecektim.
1970 yılı baharının ardından, Büyük Camili Köyü İlkokulunun dördüncü sınıfını yeni bitirdiğimde, tahminen on yaşındaydım. Henüz on yaşında olmama rağmen babamın gözünde, o güne değin hiç çocuk olarak görülmemiştim. Çünkü; babam kendi çocukluğunu yaşama gibi bir lükse sahip olmadığı için, bu konudaki empatiden bihaberdi ve haliyle her beşerin geçirdiği bu sürecin ne olduğunu, ne yazık ki bilmiyordu. Ona göre evin tüm sorumluluğunu, evin büyüğü olarak, benim çoktan üstüme almam gerekiyordu. Tarlaya tapana koşturmalıydım; çocukluk, oynamak, sevgi, şefkat ve benzeri şeyler de oldukça gereksiz, kof kavramlardı. On yaşındaki bir çocuk olduğuma göre (pardon yetişkin), Qolit Tepesinin altlarında, Hevşi Velo’da ve Kemikli Kuyu bölgesinde bulunan tarlalarımızın yerini, kaç dönüm olduklarını, o yıl nadasa mı bırakıldığını, yoksa ekili mi olduğunu bilmem gerekiyordu. Ben bunların yerini bir türlü öğrenemedim ve hala da bilmiyorum. Babamın vaatlerine göre bunlar ileride benim olacaktı. Her şey çocukları içindi ve günde on kez Cuma namazlarında verilen vaiz gibi, babam tarafından tüm bunlar nasihat olarak bıkıp usanmadan tekrarlanırdı. Çocukluktan ve oyundan uzak geçirilen dört aylık bir okul tatilinin ardından, okul zamanı yeniden geldi ve o yıl ilkokul beşinci sınıfa devam edecektim. Okulların açılmasına bir gün kala, ışıl ışıl aydınlık güzel bir öğlen vaktinde; Kesikköprü Köyünü geçip, Büyük Camili Köyüne doğru Ziyaret Yokuşunu ardında simsiyah bir eksoz dumanı bırakıp, zorlanarak tırmanan Aslani Usi Cumo’nun emektar dolmuşunda, üç tanede yabancı misafir vardı. Camili köyüne ilk defa gelen misafirler, etrafa meraklı gözlerle bakarken, bir an evvel aldıkları evrakta adı yazılı olan köye varmak istiyorlardı. Bu köy; Bala ilçesinin köylerinden, benim köyüm nami diyar Cami Kebir Köyü’ydü. Ortada oturan Meryem Hanım henüz on yedi yaşında olmasına rağmen, mahkeme kararıyla yaşını büyütüp; öğretmen olmuş ve tayini bu köye çıkmıştı. Köye gelmeden önce, ailecek biraz köyü sorup soruşturmuşlardı. Söylenildiğine göre bu bir Kürt köyüydü. Anlatılanlarla haliyle yüreklerine bir korku gelip çöreklenmişti. Kurada kendisine çıka çıka bir yamyamlar adası çıkmıştı. Duyumları Kürtlerin medeniyet tarlasından çok uzak, ilkel ve vahşi yaratıklar olduğu yönündeydi. Din iman bunlarda hak getireydi, zurnada peşrev belki olasıydı ama maneviyat bunlarda ara ki bulasın. Peygamber, Kur’an tanımayan, her gün adam öldürmeyi kendilerine meslek haline getirmiş vahşilerdi. Ama görev yeri burasıydı ve başka da çaresi yoktu. Onca negatif anlatımın şokuyla, anne ve babası ile birlikte, Ankara Etlik Mahallesi’ndeki Eski Garajlar’da köyün dolmuşuna bindiklerinde, araçta bulunan köylülere ürkek gözlerle bakıp, korku içinde yerlerini aldılar. Dolmuşta bulunanlar her ne kadar kendi aralarında yabancısı oldukları bir garip dille konuşsalar da, araçta yerlerini almalarının ardından, ağır bir Türkçe aksanla kendilerini buyur edip, saygıda kusur etmediklerini gördüler. Bu kafalarındaki tüm soru işaretlerinin bir çalkantıya uğramasına yetmişti. Bu işte bir bit yeniği vardı. Anlatılanlarla bu insanların alakası yok gibiydi. Evet çoğu bakımsız, sakalları uzamış, dişleri sapsarı ve her ağızda bir kaç diş eksikti, ama Türk köylülerinin de bunlardan pek geri kalır yanları yoktu. Üstelikte ilk etapta çok misafirperver ve saygılı gözüküyorlardı. Biraz olsun rahatlamışlardı. Köylüler de genç bayanın öğretmen olduğunu duyunca, hepten şaşırdılar. Aslani Usi Cumo kanarya sarısı dolmuşuna binip, uluslararası taşımacılık yapan TIR şoförlerini aratmayan bir kasılma ile direksiyonun arkasına oturunca, aniden hiç tanımadığı iki bayan ve bir erkeğin arabasında yer aldığını gördü. Yanındaki yolculardan Küçük Camili’li Heyderi Bone’ye şaşkınlıkla dönerek:
“Elo bı Xude vana ki ni? – Yahu Allahını seversen bunlar kim?” diye sorunca Heyderi Bone, Aslan´ın kulağına eğilip:
“Ev jınka melima gündi veyi, jıne dın û merik ji; dê û bave melime nı. – O genç bayan sizin köyün öğretmeni, diğer kadın ve erkekte öğretmenin anne ve babası”.
Bunun üzerine Aslan sol kolunu direksiyona yatık tutup, sıkıca direksiyonu kavradı. Arkasına dönerek, yuvarlak yüzünde yer alan ışıl ışıl gözlerini daha da açarak, pala bıyıklarının altından yukarı doğru ustalıkla oluşturduğu bir eğri sayesinde, yüzüne yerleştirdiği ani hoş bir gülümsemeyle:
“Efendim xoş gelmişsiniz, köyümüze xoş gelmişsiniz. Biz de ne zamandır köyümüze bir muâlim bekliyorduk. Demek siz ögretmensiniz? Ne güzel ne güzel. Tekrar xoş gelmişsiniz. Yeriniz rehet midir? Eger orda rehet değilseniz! İsterseniz buyurun bu koltığe geçin!”
Dolmuşta bulunan yabancı misafirler, mütevazice hep birlikte kafa sallayarak:
“Evet, sağ olun. Hoş bulduk. Yerimiz oldukça rahat.” derken Aslan direksiyona dönüp, birinci vitese takmıştı bile. Büyük Camili’nin köy dolmuşu; yelkenler fora deyip, dar sokaklardan geçip, pek çok kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renkteki aracı Eski Garajlar’da ardında bırakıp, “yamyamlar adası” Cami Kebir Köyü’ne doğru yola koyuldu.
İki buçuk saat gibi tozlu dumanlı bir yolculuğun ardından, nihayet hedefe varılmak üzereydi. Dolmuş Küçük Camili Köyü’nü daha yeni geçmişti ki, aslen Türk asıllı olan ama Camili’de tamamen asimile olup, kendi anadili türkçeyi bir Kürtten dahi daha bozuk bir aksanla konuşan emektar taşımacımız Aslani Usi Cumo misafirlere dönüp:
“İşte Xanimefendi bizim koy bu karşıdaki köydür. Köyümüz tahminen yüz elli hanedir. Hepimiz rençperlik yaparız. Bu da bizim işimiz. Biz de geçimimizi böyle sağlıyoruz. Ha koy de bir öğretmen daha vardır. Adı Memet öğretmen.”
Köy hakkında verilen bu detaylı bilgileri can kulağı ile dinleyen misafirler, yerlerinden doğrulup, yaklaştıkça daha bir belirgin hale gelen köye merakla bakmaya başladılar. Öğretmenin babası Mehmet Bey, Aslan’a doğru dönerek:
“Şoför efendi, köye geldiğimize göre, bizi mümkünse müsait gördüğünüz bir evin önüne bırakın. Artık orada ne yapacağımıza karar verir, nereye yerleşeceğimizi de araştırırız. Size zahmet olacak.”
Aslan uzun uzun düşündükten sonra bizim evi, yani Heyderi Hecike’nin evini uygun görüp, arabayı kapıya çektikten sonra, minibüsünün camından kafasını çıkarıp, evinin balkonunda oturup istifini bozmayan Heyder’e seslenerek:
“Elo Heyder Emi, mevane te heni, care veri vıra. – Haydar Amca misafirlerin var, zahmet olmazsa buraya gel.”
Herhangi bir misafir beklemiyorduk, bu gelenler de kimdi acaba diyerek, meraklı gözlerle dolmuş kapısının önüne üşüştük. Köye yeni bir öğretmen gelmiş olmasının sevinciyle, biz çocuklar arasında büyük bir coşku yaşanmıştı. Acaba nasıl biriydi, parmaklarımızı bir arada toplatarak cetvelle hızla üstüne üstüne vurur muydu? Bizi falakaya yatırır mıydı? Kürtçe konuşmamızı o da yasaklar mıydı? Bu ve benzeri pek çok soru gelip, kafamıza arılar gibi üşüştü..
Babam misafirlerimizi evimizin yukarı katına buyur etti. Hoş beş ve tanışma faslından sonra, öğretmenin babası ve annesi ikindi vaktinin namazını kılmak istediklerini söyleyince, babam, Mehmet Bey’e dönüp:
“Evet, namaz vakti geldi. Ben de namaz kılacaktım. İstersen abdest alıp, birlikte kılalım.” deyince; Mehmet Bey, hayret ederek babamın suratına bakmadan edemedi.
Mehmet Bey namazını kıldıktan sonra, mahcup bir edayla:
“Haydar Efendi; kusurumuza bakma ne olur. Bize buraya gelmeden önce, sizler hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştı. Oysa siz de bizim gibi elhamdülillah müslümansınız ve aynen bizim gibi ibadet ediyorsunuz. Aynı Allah’a ve aynı peygambere inanıyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar sizler hakkında anlatılan, ipe sapa gelmeyen söylentiler, çok abes şeylermiş. İnsanlar hakkında böylesi ön yargılar, ayrımlar şimdi iyi anlıyorum ki, çok kötü.”
Babam olup biteni, biz yamyamlar adasındakiler hakkında söylenenleri pek kestiremediğinden, Mehmet Beyin anlatımlarına pek kulak asmadı.
İki aile arasında sağlanan güven ortamının akabinde, Meryem öğretmenin kalması için köyde boş bir ev arandıysa da bulunamadı. Bunun üzerine babam bir teklifte bulunarak:
“Mehmet Bey; ev bulmak biraz zor. İstersen öğretmen hanım bizde, bizim evin yukarı katında kalabilir. O da bizim kızımız sayılır. Bizim için hiç bir mahsuru yok.”
Duygulanıp, gözleri buğulanan Mehmet Bey daha bir mahcup olmuş halde:
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bu iyiliğinizin altından nasıl kalkarız, doğrusu onu da bilemiyorum. O zaman kızım size emanet. Ben de yarın Ankara’ya içim rahat ve kaygısızca dönebilirim”
İki aile arasında unutulmayacak bir dostluğun temelleri atıldı. Bizler onlara büyük bir saygı ve sevgi gösterirken, onlardan da aynısını görüyorduk. Birbirine bu denli yabancı insanların, böylesine kaynaşması ve kader birliği yapmaları doğrusu çok duygulandırıcıydı.
O yıl dahil olmak üzere Meryem öğretmen bizimle birlikte yedi yıl kaldı. Aynı yer sofrasında Allah baba ne verdiyse (çok çeşitli olmamakla beraber) yiyip içiyorduk. O da evimizin bir ferdiydi ve işin garip tarafı aynı tasa ikirciklenmeden kaşığını daldırarak çorbasını içmesiydi.
Ben de aynı yıl ilkokul son sınıfa gidiyordum. Derken koskoca bir yıl geride kaldı. Babam beni okutmak istiyordu, köyde ortaokul olmadığı için benim Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Fakat Ankara’da evimiz yoktu. Ne yapacağımızı kara kara düşünedururken, olup biteni sezinlemekte gecikmeyen Meryem öğretmenin ailesi de, karşı bir teklifte bulunarak; benim de onların evinde kalabileceğimi belirtince, bana da Ankara Şentepe Mahallesi’nin dik yamaçlı, kışın iletişimin tamamen kesildiği, yılan kıvrımlı yolu gözüktü.
Bu mütevazi, görgülü insanların evinde üç yıl gibi bir süre kalarak, ortaokulu bu mahallede bitirdim. Onlarda kaldığım süre içinde kendilerinden çok şey öğrenmiş ve bu yaşta edindiğim ruhi şekillenmem daha sağlıklı olmuştu. Pek çok güzelliğe burada tanıklık ederek, bizzat yaşadım. Bu insanlara doğrusu çok şey borçluydum. Minnettardım, ufkum kendi ölçülerim dahilinde de olsa genişlemişti. Oysa hayat oldukça karmaşık ve çetrefildi. Cenneti hep veresiyeye bağlayıp, cehennemin yaşanması için elimizden geleni ardımıza koymuyorduk. Bugün yaşananlar da çok farklı değil. Her şey katmerlendi. Bugün dünü her dem aratır oldu. İnsanlığa verilen hep vaat hep vaatti. İcraat maalesef nafileydi. A dan Z’ye her şeyin gidişatı dur durak bilmeyen destursuz, mendebur bir gidişattı.
İnsanlıktan beklenen hep olumsuzluk mu olacaktı? Çetin Altan harikulade olan her yazısında, enseyi karartmamayı sağlık verir. Büyük sözü dinleyip böyle yapmaktan başkada çözüm getirecek alternatifimiz yok.
Bir yandan da o günlere dair acı tatlı anılar içimde depreşip durur. Anılar tiril tiril titrer, “qündır kafamda” yer alan gözlerimin önünden film şeridi gibi gelip geçerler. Bazen elimi atar bu film karelerinden bir kaçını yakalar ve akabinde dalar giderim. Dur durak bilmeyen, gem almayan duygu yoğunluğu, yerini yüce padişahtan ferman da gelse, kendisini tüm ağırlığınca ortaya koyar. Yüreğim bir hoş olur. Ömürden geçen her günün kendince bir hatırası vardı.
Hiç unutmam ortaokul ikinci sınıfa gidiyordum (müthiş bir kariyer değil mi?). Soğuk bir kış günü Ulus’tan Şentepe’ye gitmek üzere bu istikamete giden dolmuşlardan birine binmiştim. Yukarıda sözünü ettiğim meşhur kafamın verilerinden ve bir türlü düzeltemediğim aksanımdan (dilimi eşek arısı soksun hala düzelmedi), tıka basa dolu olan minibüsün şoförü “leb demeden leblebiyi anlamış” olacak ki, bana dönüp, faka bastırmak için kasten bozuk bir aksanla:
“Lo sen Kürt müsen? Ben de Kürdem, hele bir kürtçe konuş bakalım sen nasıl konuşuyorsun. Ben de sonra konuşurum.”
Rolünü çok iyi oynadığından ben de kendisine inanmıştım. Kısık ve ürkek bir sesle:
“Bilmem ne diyeyim ki” ardından da:
“Nawe te çi yi? Tû yi ji ku dere yi? – Adin ne? Sen nerelisin?” diye sorduğumda, tüm yolcular, hep bir ağızdan katıla katıla kahkahalarla
güldüler. Onca “hihi ve hoho” nun ardından, minibüs şoförü kendisinin benim kadar düşük bir seviyede olmadığını ima edercesine beni kandırdığını söyleyince; utancımdan, tongaya bastığımdan dolayı da hırsımdan kıpkırmızı oldum. Bugünü her ne zaman hatırlasam hala aynı utancı ve yüzümdeki renk değişimini yeniden hissetmeden edemiyorum.
O yıllar dünya insanlığı için oldukça zor koşulların hüküm sürdüğü yıllardı. Yaşanan her zaman biriminin kendisine özgü zorlukları var. Olanaklarımız bugüne kıyasla şaşılacak düzeyde kıt kanattı. Alınan yeni bir kurşun kalem, bir silgi dahi o güne farklı başlamamızı sağlıyordu. O gece gördüğümüz rüya dahi, adeta renkleniveriyordu. Bugünkü gibi alabildiğine tatminsizlik söz konusu değildi. O yaşlarda zincirleme platonik aşkların bini bir paraydı. Aşık olmak insanın hayata daha iyi tutunmasını sağlayacak kadar güzeldi. Hayalimizde her gün ulaşamadığımız yeni bir aşkımız vardı. Başımızda esen kavak yellerinin en tatlısıydı. En küçük bir şey dahi mutluluğumuzun ayyuka, hatta Paşa Dağının doruklarına çıkmasına neden olurdu. Oysa şimdilerde ne kadar da doyumsuzlaştık farkında bile değiliz. Heyhat deyip, hayıflanmamak elde değil. Güzelliklere bakan kör olduk. Tılsımlarımızı hepten ellerimizden uçup giden kuşlar misali yitirdik ki, bu pek hayra alamet değil. Yok oluşlar ağız tadımızın kaçması demekti. Keşkelerimizin sayısı bir tavus kuşu gibi bir hayli kabardı, her geçen gün iç çekişlerimize bir yenisini ekledik.
Oradan, buradan, okuldan öğrendiğimiz her şeyi hemen başkaları ile paylaşır bir yandan da bu kulaktan dolma bilgilerimizi, ukalalığımızı son kertesine kadar acımadan kullanır, bu konuda bihaber olan herkese, bilmişlik taslayarak aktarırdık. Böylelikle onlara neler bildiğimizi kanıtlamaya çalışırdık.
Demokratlığımızın üstüne yoktu. En demokrat, en solcu bizlerdik. Kendimizi kurtaramadan Don Kişotluğa soyunur, haksızlıkların üstüne öğrendiğimiz bir kaç kıçı kırık kelime ile yel değirmenlerine saldırır gibi saldırırdık. Benim en mutlu olduğum ve yüreğimin tüm yağlarının eridiği konumlardan biri de, kendi köylülerimden birini kendi paralelimde, kendi dünya görüşüme yakın görmekti. Böylesi bir çizgiyle köyümüz cahillikten, gerilikten ve çağ dışı olmaktan kurtulacaktı, en azından ben öyle sanıyordum. Dişe dokunur bir katkıda bulunmadan, alabildiğine romantik bir idealizm.
Çocuk yaşta Şentepe serüvenimle on iki yaşımda gurbetlikle tanıştığımdan, insan boğazından geçmeyen bir lokma gibi olan bu duyguyu da çok iyi bilirim. Bu nedenle de gurbette olanların da durumlarını göz önünde bulundurur ve kendi kendime onlar adına üzülürdüm. Şentepe de bulunduğum sırada bizim akrabamız olsun veya olmasın, askerde bulunanlara veya köyün dışında bulunan ve adresini edindiğim herkese mektup yazardım. Hele askerde olanlara yazmak en büyük mutluluğumdu. İçimden geçirdiğim keşkelerden biri de o mektupları saklamış olsaydım. Öylesine güzel mektuplardı ki. Benim için bu mektuplar; Tolstoy, Dosktoyevsky, Gorki, Stendal, Balzak klasikleri gibi klasiklerdi. Çoğu; “Çok değerli”diye başlar, bilinen “nasılsın, annen nasıl selam eder ellerinden öperim – Haydar Amca nasıl, selam eder ellerinden öperim. – Sen de ben kıymetsiz kardeşinden soracak olursan, hamt olsun iyim. Kestane kebap acele cevap…..” Ve herkese kebap olan kestanenin kokusunu da hissederek, acele cevap gönderirdim. İyi yönlerimden biri de insanları bekletmekten hoşlanmadığımdır(kendi mi fazla mı övmeye başladım yoksa…kusura kalmayın).
Amcamın oğlu Erol’la da mektuplaşıyordum. O zamanlar hala Şentepe’de Meryem öğretmenin evinde kalıyordum. Erol Avanos'ta kiremit fabrikasında çalışıyordu. O da köye izinli olarak geldiğinde, mintanında bulunan dokuz düğmeden altısını açıyordu (Bağrı yanık olmak kolay değildi). Günlerden bir gün Erol’dan bir mektup aldım. Mektup yukarıdaki klasik mektuplardandı. Fakat ilerleyen satırlarda sevgili amca oğlum mektubunu biraz geliştirmişti. Meryem öğretmenin annesinin adı Berna Hanımdı. Nasıl olmuşsa Erol Berna Hanımı hiç tanımadığı halde, adını duymuştu ve mektubunun satırlarına aynen şöyle devam ediyordu. “Aydın, Berna Teyzem nasıl? İyi ve rahat mı? O da ben değersiz kardeşini soracak olursa iyi ve rahatım. Aydın, Berna Teyzeme söyle aman ha aman beni hiç merak etmesin. Ben burada çok iyi ve rahatım. Mehmet Amcamın pamuk ellerinden öperim.” Ne kadar güzel, naif ve de klasik duygulardı bunlar. Hiç tanımadığın bir insanın, seni merak edeceğini düşünmek ve kırk yıllık dost gibi yazabilmek. Oysa insan çok samimi bir arkadaşına yazarken dahi, pek çok acabayı aşamayabiliyor. Medeni cesaret bu mu olsa gerek! Bu mektuplardan sadece bir tanesiydi. Atmayıp saklamış olsaydım dünyanın en iyi mektup arşivlerinden birine sahip olacaktım. Fakat yapılacak bir şey yok, olan olmuştu.
Sonuçta bunca öz eleştirinin, irdelemenin ve tek tük hatıranın ardından dönüp dolaşıp Şentepe’ye dönecek olursak; karnem elimdeydi ve son kez kalmak üzere, kaldığım evin yolunu çamurlara bata çıka yürüyordum. Köyümü, annemi babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Ertesi gün ben de Aslani Usi Cumo’nun dolmuşuna binip sevinçle doğduğum köye ve özlem duyduklarıma gidecektim.
Babamın bana yeni bir Beykoz kundurası almasının zamanı yaklaşıyordu. Aradan dört ay gibi bir zaman su gibi akıp gidecekti. Babamla Ulus meydanından geçip, Sümerbank’ın mağazasına gittiğimiz zaman, babamın kafasında benim hangi okula, nerede gideceğim, onun kılı kırk yaran araştırması ile daha da netleşmiş olacaktı. Yeniden yer yer kabarıp, pörtük pörtük olacak olan bir Beykoz kundurasına kavuşmaya uzunca bir zaman kalmamıştı. Sayılı gün tez geçerdi. Yani istenmeyen vuslat, Küçük Camili Köyü’nden bakıldığında şipşirin görünen (Orada bir köy var uzakta, o köy benim köyümdür), istediğimiz oranda gidip gelemediğimiz Büyük Camili Köyü gibi uzak değildi. Kim bilir belki o günde yağmur yağabilir ve ben de yepyeni olan güzelim ayakkabılarımı, ihanet edercesine hemen çamurlara yatırabilirdim.

Amsterdam, 15 Eylül 2006

BLINDE ZEWE


BLINDE ZEWE

Mijn naam is Zewe Heci. Ze zeggen dat ik rond 1937 geboren ben. Maar ik weet niet in welke maand of in welk seizoen. Mijn kindertijd en mijn puberteit ging gepaard met veel moeilijkheden. Ik heb mijn moeder niet gekend daar zij stierf toen ik nog een baby was. Ik heb zelfs geen foto met haar erop gezien. Wat was zij voor een vrouw? Was ze mooi of was ze lelijk? Ik weet niets. Had ze maar een keer mijn haren natgemaakt en gekamd. Ze controleerde mijn haren niet op luis. Ze was er niet om mij op te pakken, bezorgd, toen ik bij toeval struikelde of viel en ook niet om mijn bloedende knie te verbinden. Er was geen dag dat ze mij in haar armen nam en me tegen haar aandrukte en zei ‘mijn kind'.
Al twintig jaar ben ik aan een oog blind. Om deze reden noemen een aantal mensen uit het dorp mij Blinde Zewe. Zoals altijd werd ik wakker bij het aanbreken van de dag. Qua duisternis maakt het dan niet uit of je een of twee ogen hebt. Heel snel ging ik me ritueel wassen en was ik klaar voor het gebed. Ik bad heel snel, misschien wel in een wereldtijd, maar dat blijft onder ons. Ik weet zeker dat ik in een wie-het- snelst-kan-bidden wedstrijd als eerste zou eindigen. Het duurde twee minuten. Ik bad zo snel mogelijk. Ik zei een aantal gebeden waarvan ik al jaren de betekenis niet ken in een adem achter elkaar op. Zoveel gebeden ken ik niet. Het aantal gebeden die ik ken kon je op de vingers van een hand tellen. Ik heb niets met moeilijke gebeden zoals Tepetyede hebil nebil. In het dorp Camili is er geen plaats voor Tepetye.
Stukjes van mijn kindergebeden ken ik wel. De "Süphanake - kul u vellahu ehed ve elhem" soeras. Deze gebeden bad ik heel snel en als laatst zegde ik de soera elhem - fatiha op en zo bad ik bij het aanbreken van de dag.
Het belangrijkst is de intentie. Volgens mij maakt het niet uit of je een of tien gebeden opzegt, zolang je maar een rein hart hebt. Onze eeuw is de eeuw van de communicatie. Een bericht die ik wil versturen komt altijd aan. Ik hou de score van mijn zonden en beloningen niet bij. Om eerlijk te zijn, kan ik lezen noch schrijven. Ze zeggen dat er op bevel van Allah ambtenaren zijn die zich met deze zaken bezighouden, Aan hun de taak om de standen bij te houden.

Mijn knieën, o mijn knieën, de pijn is niet uit te houden. Al jaren is er botontkalking in de gewrichten van mijn knieschijven. Het komt door de ouderdom zou ik zeggen, maar het voortschrijden van de jaren is niet alleen de oorzaak. Ik ontken niet dat de oorzaak voor een belangrijk deel bij mij ligt.
Al zouden de voeten van ijzer zijn, dan zouden ze onder het gewicht van de vele kilos ook ontkalken. Vanwege mijn voeten zijn er mensen die mij manke Zewe noemen. En wat dan nog.
Ik wou graag de afmetingen van de ideale vrouw, 90-60-90, hebben. Maar deze maten heb ik nooit gehad. De hele dag door wrijf ik met mijn handen over mijn knieën. Ik hoop maar dat het wat helpt en zonder ervan genoeg te krijgen doe ik dit altijd. Maar veel helpen doet het niet.
Ik kan het zien met een oog accepteren, maar de pijn in mijn knieën is niet uit te houden. Ik heb geen vijanden, maar dit wens ik ook hen niet toe. Noch medicijnen, noch behandelingen hebben verbetering gebracht. De pijn is een deel van mijn leven geworden.
Buiten schijnt de zon, die je verwarmt, fel. De warmte is goed voor mijn knieën. Om deze reden ga ik naar buiten en probeer ik van de zon te profiteren. Maar ik moet niet te lang in de zon blijven, want dan krijg ik last van een te hoge bloeddruk.
En dan is de lente daar met al zijn schoonheid. Drie weken geleden heb ik in onze kleine tuin voor de deur uien, waterkers, peterselie, komkommer en toamten geplant. De uien worden al groter, de anderen nog niet
Laat ik wat brood van filodeeg en wat zout halen en het voor het eerst dit seizoen een ui opeten. Trouwens, ik heb redelijk honger. Met pijn in mijn knieën ben ik al strompelend naar de tuin gekomen. Mijn god, wat is het weer heerlijk! Een beangstigende stilte heerste er. Ook de vogels vlogen en floten niet. Alleen een lelijke uil die op een tak was neergestreken en die diep in gedachten verzonken was. Hopelijk positief.
De hemel was harstikke blauw, helder en uitgestrekt. De omgeving was stil. Alle buren hadden zich in hun huizen teruggetrokken. Terwijl ik dit zeg begon onze imam uit Bitlis met melancholie in zijn stem en met een Koedrisch accent die ik zo leuk vind, de ezan; Allah is groot, Allah is groot
De uil die op de tak was neergestreken, sloeg tegen zijn wil in zijn vleugels uit en vloog weg zodra hij de ezan hoorde. Ik keek hem na zonder daar enig belang aan te hechten.
Even later snelden de mannen naar de moskee. De binnenplaats was, zij het een beetje, groen. Er groeiden hier en daar bomen voor de huizen. Hoe langzaam ook, het beeld van het dorp verandert, de mensen veranderen. Godzijdank een verandering ten goede.
Hoewel met een oog, zie ik heel hoog een nogal groot vliegtuig die een spoor achter zich laat. Wie weet wie erin zit. Dit vliegtuig scheidt geliefden van elkaar, maar brengt ook geliefden bij elkaar. Heel raar dat in een en dezelfde vliegtuig mensen zitten die hun geliefden achterlaten of naar hun geliefden worden gebracht. Heel vreemd dat blijdschap en gebroken harten in een ruimte adem halen. Moge zij die naar hun geliefden gaan hen in blijdschap ontmoeten en moge Allah hen met een gebroken hart volharding schenken.
Een van deze vliegtuigen nam jaren geleden onze oudste zoon mee naar een ver land. Ik huilde omdat hij niet meer bij ons was. Al jaren zijn de tranen van mijn ogen zo groot als kralen geworden vanwege de grote afstand. Om deze reden denk ik dat ik aan een oog blind ben geworden. Maar mijn zoon vindt van niet. Hij zegt dat het komt van teveel zout eten. Hij stelt dat het huilen precies het tegenovergestelde is, het is juist gezond. Misschien is het ook wel zo. Ik weet het niet.
Maar voor een moeder valt het zeer zwaar om van je kinderen gescheiden te zijn. Dit is de zwaarste straf die je een moeder kunt geven. In deze wereld worstelt zij om hun groot te brengen; om van elk van hen een goed mens te maken doe je wat je kunt en dan zie je opeens dat de vogel gevlogen is. Als de kinderen weten hoe ze terug moeten keren, dan hoef je je geen zorgen te maken. Maar het is niet aan hen, Het leven is ingewikkelder geworden. De wereld is kleiner geworden. Daar waar een mens zijn maag vult, dat wordt zijn vaderland. Als jullie wisten hoe zeer ik wou dat hij bij me was. Ondanks het feit dat hij in het buitenland zit, is hij mij weinig tot hulp geweest Als hij het had gewild, had hij al lang iets gedaan. Maar hij heeft niets gedaan. Misschien kon hij het wel niet. Het geeft niet. Je kunt niet boos worden op je kinderen.
Een oog is voor mij genoeg. Maar de wereld en de mensen aanschouwen met een oog is vermoeiend. Uit één raam kijken is ook niet leuk. Hoe dan ook, god zij dank kan ik zien. Ze zeggen dat het nog slechter dan slecht kan zijn. Moge Allah mij daartegen behoeden.
Alsof een zoon niet genoeg was, heeft Bilo ons verlaten. Hij is dezelfde weg ingeslagen. Zij die achtergebleven zijn, zijn nu getrouwd. Zij hebben vrouwen en kinderen en wij blijven met z'n tweeën met onze gebreken alleen achter.
Mijn man Heyder ging met zijn veertigste met pensioen en hij vond dat hij te oud was om nog de rest van zijn leven te gaan werken (Moge Allah ons blijven voorzien in ons dagelijks brood)
Zoals jullie weten is er in onze Koerdisch taal een uitdrukking: "bı fısa hemam germ na bı' : met het scheetjes laten wordt de hamam niet warm. Als je iets wilt bereiken, moet je de handen uit de mouw steken en dan bereik je wat. Als je lui rond huis hangt, niet.
De uien in onze tuin groeien als kool en zijn groen. Je wilt ze eigenlijk niet uit de grond halen. Ik nam een handvol groene ui en deed het op het brood en zoals altijd met veel zout bestrooid en daarna rolde ik het op. Ik ging zitten met mijn hoofd in de schaduw. Zoals u al waarschijnlijk denkt, zat ik niet lekker in mijn vel. Als het gemis, het verlangen er niet was, dan zou het beter zijn.
Met het hiervoor genoemde vliegtuig vloog ik een aantal keren mee. De eerste keer dat ik met een vliegtuig vloog was op bedevaart naar Mekka. Het moest toch een keer van komen. Het is wel erg vermoeiend en vol problemen. En dan heb ik het niet over het gooien van stenen naar de duivel
Er is natuurlijk geen duivel. Wel een hele grote kei. Je moet stenen naar deze grote kei gooien die je tegen betaling van de Arabieren krijgt. De joden hebben de naam om goede handelaren te zijn, maar de Arabieren kunnen er ook wat van. Ze weten immers stenen aan je te verkopen!
Stenen zijn handel. Daaruit bestaat deze gebeurtenis. Iedereen probeert zoveel mogelijk stenen te gooien om zo punten bij Allah te scoren. Ik weet het niet zeker , maar het lijkt me dat hoe groter de steen, hoe meer punten je scoort. Je moet in totaal zeven stenen gooien. Maar je hebt ze die meer dan zeven stenen gooien.Hoe meer stenen je gooit, hoe meer beloningen van Allah je krijgt. Daar is het krijgen van een beloning heel gemakkelijk. De stenen die ik heb gegooid, hebben niets geraakt. Hoewel je met een oog goed kunt richten is het mij echter niet gelukt. Als ik dit van tevoren had geweten, had ik een grote kei ergens in het dorp laten zetten en erop geoefend.
Het is er zo druk dat als je valt ze pardoes over je heen lopen. Dit overkwam mij bijna. Je moet altijd op je hoede zijn. Het oog van de mens kijkt niet naar leeftijd. Zonder medelijden lopen ze over je heen. Ik heb daarnet mijn man onrecht aangedaan. Mijn man trok aan mijn arm en redde mijn leven voordat ik onder tientallen voeten zou zijn vertrapt. Ik had bijna de woede van de duivel op mijn hals gehaald. Als een van de stenen doel had getroffen, dan was ik nu dood geweest. Allah heeft mijn man kracht geschonken waardoor hij mij redde van de vele voeten die mij zouden hebben vertrapt.
Na Saoedi-Arabië ben ik drie keer naar Nederland geweest. Het klinkt misscheien wat opschepperig, maar dat is niet mijn bedoeling. Eurpoa zien is mooi en de moeite waatrd. Natuurlijk zijn er negatieve aspecten.
Iedereen is verantwoordelijk voor zichzelf, niet voor anderen. De schaamte, de zonden en beloningen van iemand zijn persoonlijk. Je leeft voor jezelf. De mens is, met name de ouderen, alleen. Zij proberen hun alleen zijn op te vullen met honden of katten. Dank je wel, mijn zonen, voor de rondleiding in België en Duitsland, ondanks mijn oog en manke voet. Nederland is een ontzettend vlak land met weiden en velden. Hier is de groen een andere groen. Er is geen millimeter grond dat niet door de mens is aangeraakt. Alles is in cultuur gebracht en netjes verzorgd. Eigenlijk is er veel moeite in gestopt. Mijn neef Hüsso was een keer in Nederland geweest en was helemaal weg van de weilanden en velden. Zulke prachtige weilanden om je schapen te laten grazen.........
Duitsland is een reusachtig land. Het is erg ontwikkeld, de wegen, de spoorwegen en de miljoenen bruggen. Toen ik de Dom van Keulen zag, was ik enorm verbaasd. Wat een pracht en praal. Als je er naar kijkt, dan word je duizelig. Het is een huis van God en daar heb ik al mijn favoriete gebeden opgezegd. Terwijl wij de Europeanen loven om hun technische successen en hun openheid, zijn zij aan de andere kant pessimistisch. Vervloekt zij het geloof, maar techniek en ernst, dat is heel wat anders.
Je hoeft het geloof van mensen niet te vervloeken, het is zijn geloof. Hij mag geloven wat hij wil, zolang je daarmee anderen geen schade berokkent. Je moet elke geloofsovertuiging respecteren.
Ik dwaal af. De schaduw van ons schuurtje wordt steeds langer. Mijn voeten zitten niet in de zon. Ik moet eigenlijk verder gaan. Het is precies goed zo. Ik zit met mijn hoofd in de schaduw, maar met mijn voeten in de zon.. De warmte bevalt goed. Eigenlijk moet ik geen hete pepers eten. Ik heb een maagzweer. Mijn maag is een probleem. Jaren geleden heb ik mijn gal laten weghalen. Ziekte komt je zo aangewaaid. Het kost niets. Mijn lichaam is een zuurkoolvat vol ziekte en gebreken. Ondanks al mijn gebreken en pijn probeer ik de pijn voor mijn kineren met alle moeite te verbergen. Moge hun harten niet met pijn gevuld worden. Ik wil niet dat ze verdrietig zijn. Als moeder moet je proberen je kinderen jouw pijn niet te laten voelen en moet je het in je binnenste wegstoppen. Niet iedereen kan dit. Met de tijd wen je aan pijn, maar niet aan de scheiding van moeder en zoon. Je denkt voortdurend aan ze. Je ziet ze dan weer wel dan weer niet in je gedachten. Met die beelden breng je de tijd door. Als je het over scheiding heb, dan heb je het over de scheiding van geliefden. De meeste liedjes gaan hierover. Omdat ik dit niet ken, kan ik niet weten hoe moeilijk het is. Je moet kracht hebben. Maar het verlangen naar je kind kan niet worden beschreven. Je ogen zijn gericht op de weg. Je kijkt telkens naar de weg om een teken van hun komst te kunnen zien. Je wacht en wacht. Mijn God, wat is het toch een raar gevoel. De tijd en de wereld staan stil. Met het verstrijken van elke seconde brengt je dichter bij hen. Je hart gaat sneller kloppen. Dan word je overmand door een gevoel dat ze niet zullen komen.
Op een dag die ik nooit zal vergeten was mijn oudste zoon vijftien jaar. Op school zag hij al het schrijven van iedereen op de muren. In Ankara heb je muren volgeschreven maar in ons dorp in het geheel niet. Hoe kan dit dan, dacht hij bij zichzelf. Op die dag ging ik naar de buren. Het was donker geworden en ik ging van mijn buren naar huis. Maar wat zag ik daar , bij God, onze zoon had een stuk doek in zijn handen en hij probeerde iets op de muur te schrijven door het doek in een pan met verbrande vet te dopen.Toen ik dit zag, raakte ik totaal verward en viel van angst flauw op de grond. Ze hebben met veel moeite bij kennis gebracht. Iedereen schrok van mijn flauwvallen. Dat kreeg ik later te horen. Hij had op de muur ‘weg met dit en dat"geschreven. Behalve God heeft niemand het gezien. We hebben die woorden die met een doek gedoopt in verbrande vet waren geschreven, van de muur afgehaald met een steen tot laat in de avond. De vermoeidheid en de angst speelden ons parten. De angst van die dag staat me nog steeds bij.
Het was de periode waarin links met rechts af en toe slaags raakte. Hierdoor had iedereen het zwaar te verduren. Je kon zonder reden worden opgepakt en jarenlang achter de tralies verdwijnen. Mijn oudste zoon probeerde mij het te vertellen. Die woorden waren de reden dat miljoenen Duitsers, Italianen en Spanjaarden de dood vonden. Mensen die zo dachten (ik kan het niet opbrengen hen geen mens te noemen), gooiden mensen levend in een oven. Omdat hun kleuren, hun ideeën, hun ras, hun taal en andere waarden anders waren. Volgens diezelfde mensen was hun ras de beste ras. Wat een onzin. Ze moeten zich schamen. Hoe kan nu zoeits? De mens is een mens en dat moet toch geen verschil uitmaken? Die verwrongewn ideeën zullen bij bewuste jongeren geen post vatten.
In het dorp is iedereen eigenlijk familie van elkaar. Gewoon een heel grote familie zijn we.We delen elkaars verdriet om zo de pijn te verzachten en we moeten onze genegenheid versterken door het met elkaar meer te delen. Verwantschap en vriendschap vereisen dit. Als we het slecht hebben, moeten we bij elkaar terecht kunnen. Moge het goed met een ieder gaan. Moge een ieder gelukkig zijn. De levensomstandigheden zijn meer dan moeilijk. Moge Allah hen bijstaan. Moge wij onze mensen niet met armoede bestraffen.
De tijd schrijdt voort. Laat ik opstaan en naar binnen gaan. Misschien komt er een buur langs die wil weten hoe het met ons gaat. Het zou goed zijn om sterke thee te zetten. Laat ik dat doen. Dat is goed tegen ui en verdriet van het gemis. Ik zal flink wat thee zetten. Zij die langs komen, krijgen een glaasje helder thee.
Ach, waren mijn kinderen maar hier. Mijn oudste zoon bleef in mijn hoofd zitten. Hij kon toch die vervloekte woorden toch niet op de muur hebben geschreven? Als hij hier zou zijn, zou hij het niet met verbrande vet schrijven Hij zou er geld tegen aan gooien en rode verf halen en een kwast beetpakken en in de blik met rode verf dopen die ik dan zou vasthouden. Wat zou het als hij overal weg met ............ weg met....... weg met alle slechte dingen zou verven
Het gescheiden zijn van je geliefden is erger dan de dood, het mank zijn, een maagzweer, hoge bloeddruk, ouderdom en andere gebreken. Laat de rest van mijn leven niet bestaan uit het vol verlangen uitkijken naar de komst van onze kinderen.

Aydin Yilmaz
aydin1960@live.nl
Vertaald door: Peter van Dijk

TELEFON

  

TELEFON

        Yaklaşık iki yıldır memleketinin yüzünü görmemişti. Bu uzun zaman süresi onun; akrabalarını, arkadaşlarını, anne ve babasını da görmemiş olması demekti. Çünkü o bulunduğu ırak ve yabancısı olduğu bu diyarda, herkesten uzaklardaydı. Dile kolay gelen, ama ayrı kaldığı bu iki yılda; doğduğu, çocukluğunun- gençliğinin geçtiği, hatta köyü Kuyular’da çifte davul ve zurna ile büyük bir şenlik yapılarak düğünün yapıldığı diyar yine burasıydı. Bu köyde düşe kalka büyümüş, en güzel, zaman zaman en yoksul günlerini, keza varlıklı demlerini de burada yaşamış, arkadaşlarıyla oyunlar oynamış, okula gitmiş, sevdalanmış, gizli gizli sigara içmiş, iyi tarafına geldiği zaman (daha bıyıkları yeni yeni terlerken) arkadaşları ile bir iki kadeh parlatmış, türküler söylemiş, halaylar çekmiş, siyasi tartışmalara girmiş, memleketi kurtarmaya çalışmış (ki buna ramak kalmışken), derken soluğu Hollanda’da almıştı. Memleketi kurtarma işini de pek çok arkadaşı gibi, o da geride kalanlara devretmişti. Diğer yandan da bu memleket kurtulmak bir tarafa, ne yazıktır ki, tam tersine gün geçtikçe daha da büyük bir çıkmaza giriyordu. Ne Asiye’nin ne de memleketin kurtulacağı yoktu ve bunun nasıl olacağı da henüz kurtarıcılar tarafından keşfedilmemişti. 
        Kesmeye üşendiğinden olacak, çok uzun olmasa da, o hep sakallıdır. Yusyuvarlak olan yüzünde her daim iri kahve rengi gözlerini olabildiğince açar, kendine has bir gülümseme ile tebessüm ettiği şen ve şakraklığını da çoğu zaman elden bırakmaz. Morali dibe vuran, Haydar’ın yüzüne bir bakmaya görsün, ona selam verdiğinde veya bir iki kelime konuştuğunda, beklenmedik bir anda moral ibresinin tekrar yukarılara doğru seyrettiğini şaşarak görür. O insana alttan alttan esprileri ile moral pompalamasını büyük bir ustalıkla yapar. Onun şakalarına hiç kimse bozulmaz, iyi niyetli olduğundan herkes emindir. Tüm şakalarına maruz kalanlar, buna güler geçer ve hep olumlu algılar. Ağız dolusu küfretse de, bunlar methiye olarak kabul edilir, çünkü o sevdikleri ile konuşur, sevdiklerine küfreder ve bu esnada da hak ediyorsa kalayını da basmadan edemez. Onu tanıyanlar ona “Dayı” adını takmışlardı. Haydar adının yanı sıra diğer adı veya lakabı Dayı’dır. O Amsterdam’da yediden yetmişe herkesin dayısıdır.
        Yaklaşık yirmi yıl önce Hollanda’ya gelmiş; laleler, yel değirmenleri, kanallar, sınırsız özgürlükler, bin bir ülkeden insanın iç içe yaşadığı, uyuşturucu kullanımının dahi serbest olduğu, kırmızı lambaları ile ünlü, yer yer bir kaosun yaşandığı, belli bir refah düzeyi ile dünyanın kültür merkezlerinden sayılan, pek çok ressama - sanatçıya ev sahipliği yapmış Amsterdam şehrine yerleşmiş, kısa zaman sonra da eşini ve çocuklarını da getirmişti. Büyük bir dirençle ayrı bir dünya olan bu ülkede tutunmaya çalışmıştı. Hollanda kendisi için henüz hiç bir işaretin yer almadığı beyaz bir sayfaydı. Bu sayfanın renk cümbüşü ile allı pullu bir şekilde güzelce işlenmesi gerekiyordu. 
        Derken çocukları okula başladı, kendisi de eşi ile birlikte pek çok iş dalında çalıştıktan sonra kendi iş yerini kurarak, kendince bir düzen tutturmaya çalıştı ve bunda başarılı oldu. Her yıl olmasa da iki yılda bir memleketine gidiyor, toprağından, esprili insanlarından bağlarını koparmamaya büyük bir özen gösteriyordu. Ankara’da hep bir evinin olmasını istiyordu. Bu nedenle bir araya getirdiği tüm birikimi ile bir apartman dairesi alıp, gönlünce dayayıp döşedi. Hiç değilse izine geldiğinde kimseye boyun eğmeden, kimseyi rahatsız etmeden çoluk çocuğu ile rahatça kalabileceği, ayaklarını istediği gibi boylu boyunca uzatıp, oturacağı, eşini dostunu gönül rahatlığı ile ağırlayacağı bir yuvası vardı. 
        Gurbetçiler için yine bir izin zamanı gelip çatmıştı, aylardan Temmuz’du. Haydar bu yıl tek başına Ankara’ya gidecekti. Tüm hazırlıklarını günlerce öncesinden tamamladı. Nihayet uçağa atlayıp ver elini Ankara ben geliyorum diyecekti. Eşi ve çocukları ile vedalaşıp, uçağa bindi. Uçakta başka tanıdıklar da vardı. Onlarla derin bir sohbet içine girince, heyecanını unuttu. Kaşla göz arasında uçağın Ankara’ya yaklaştığını, Esenboğa Havaalanına inmek üzere olduğunu duyunca şaşırdı ve oturduğu yerden kafasını iyice cama dayayarak binlerce metre aşağıda bulunan Ankara ve çevresini izlemeye koyuldu. “Aman Tanrım, ne kadar darmadağın, plansız bir şehir”, demekten kendini alıkoyamadı. Geldiği ülkeyle karşılaştırdığında arada büyük bir farkın olduğunu görüyordu. Oysa bir zamanlar doğup büyüdüğü bu topraklar kendisini ne denli büyülüyordu. Bulunduğu bölge büyük bir cömertlikle insanına bereket saçıyordu. Köyünün yakınından boylu boyunca genç bir kız edasıyla salına salına ve büyük bir coşkuyla akan Kızılırmak bereket saçıp, yöre insanının güzel ve refah dolu günlere el sallamasını sağlıyordu. Paslı bir tenekeden kırpıştırılmış bir apolet olan gurbetçi tabirini omuzlarına yüklenmeden önce, bu bereket tanrıçası ırmaktan günün yirmi dört saati ıstakoz ve diğer su ürünleri avlanıyor ve bunlar o zamanlar Avrupa ülkelerine ihraç edilmek üzere, yüksek fiyattan alıcı buluyordu. Bu işle uğraşan Kuyular ve Kızılırmak boyunca serpişmiş olan diğer köylerin insanları, çoluk ve de çocuğunun yüzlerini güldürecek, onlara iyi bir istikbalin önünü açmaya neden olacak, iyi bir gelir sağlıyordu. Haydar aşağılara doğru bakarken tüm bunları, gözlerinin önüne getirdi. Istakoz avlayanların haklarını koruyan bir kooperatif kurmuşlar ve başkanlığına da kendisi gelmişti. İşler yolundaydı. Saltanat devam ediyordu, üç yıl kadar bir süreden sonra dönen bu değirmene gittikçe daha az su gelmeye başlamış ve pek çok aksaklık baş göstermişti. Gün geçtikçe daha az miktarda ıstakoz avlanırken, elde edilenler de standartların altında ve istenilen büyüklükte değildi. Bir süre sonra ekmek teknesi olan bu korkunç görünümlü yaratıklara bir hastalığın musallat olduğu saptandı ve bu iş de sona ererken, kendisinin saltanatı da böylelikle ortadan kalktı. Biraz daha oyalandıktan sonra yurt dışına gitme planları yaptı. En iyisi pek çok akrabasının olduğu Hollanda olmalıydı. Tüm hazırlıklarını ve gerekli araştırmaları ve ilişkileri sağladıktan sonra kumluk, her tarafın sularla kaplı, deniz seviyesinden bile dokuz metre aşağılarda olan, çiçekler cenneti dümdüz bir ovadan oluşan Hollanda’ya geldi. Öncelikle herkes gibi onun da dil kurslarına gitmesi gerekiyordu. Uzun uğraşılar sonunda kendisini kurtaracak kadar Hollandaca öğrendi. Doğrusu Hollandaca zor bir dildi. Türkçe veya anadili olan Kürtçe ile hiç bir benzeşme göstermiyordu. Yine de çat pat bir şeyler öğrenmiş ve derdini kafa göz yara yara da olsa anlatır hale gelmişti. 

        Yine yoğun yağmurların yağdığı ve damlaların sınıfın camlarını tıkırdattığı soğukça bir gündü. Hollandaca dersi veren, herkesin için için yan gözlerle süzüp, gıpta ve büyük arzularla göz hapsine tuttuğu sarışın, zümrüt yeşili gözleri ile henüz yirmi beş yaşındaki, her mankenin eline su dökemeyeceği güzellikteki bayan öğretmenleri ders veriyordu. Bira ara kendilerine dönerek ve cümlelerini onların anlayabilmeleri için daha da basitleştirerek, bir soru sordu. 
        "Size bir şey sormak istiyorum. Diyelim ki yolda yürüyorsunuz ve bir de baktınız ki, yerde bir tomar para ile dolu bir cüzdan buldunuz. Bu durumda ne yaparsınız?"
        Gana’li Muhammet, Faslı Abdullah, Cezayır’lı Fatima, Tunus’lu Ahmet, Hindistan’lı Sing, Somali’li Abdel, Pakistanlı Muhtar, Irak’li Esat, Habeşis’an'lı Habib ve mozaiğin diğer taşlarını oluşturan, ihtişamlı adları ile dini bütünlüğün ispatı olan tüm yabancılar, adeta göğüs kafeslerini daha da öne çıkararak, büyük bir dürüstlük timsali olarak;
        "Ben hemen alır polise götürürüm." Bir diğeri: 
        "Cüzdana bakar, içinde kimlik veya adresi varsa, telefon ederim veya adresine götürüp, kendisine teslim ederim," şeklindeydi. 
Dayı sıranın kendisine gelmesini kafasını sallaya sallaya, hayıflanarak ve kendince küfürler ederek bekledi. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne kadar da şaşılacak bir durumdu, aslında garabetin tam da kendisiydi. Öğretmen de Haydar’ın hal ve hareketlerine, kendi kendisine dişlerini sıkarak mırıldanmasına anlam veremeden, en son sorusunu bir kez de ona sorunca; Dayı hiddetle ayağa kalkıp, dilinin döndüğünce:
           "Ben böyle bir cüzdan bulsam, içindeki paraları çıkarır, hepsini cebime koyarım. Cüzdanı da çöp kutusuna atarım. Aha bunların hepsi de aynısını yaparlar, ama burada hepsi yalan söylüyor. Bunların hepsi sahtekar. Hiç birisinin dediğine inanmıyorum. Kusuruma da bakmayın. Ama siz de biliyorsunuz ki gerçek olan bu.” Deyince, sınıfta                 "Aaaa… yapma Haydar…" diye bir uğultu yükseldi. 
            Öğretmen kan kırmızısı dolgun alt dudağını ısırarak, Haydar’ın yanına geldi ve hayretle:
        "Gerçekten mi söylüyorsun Haydar? Böyle mi yaparsın. Evet belki de gerçeği bir tek sen saklamıyorsun. Haklısın çok nadir insan bulduğu para dolu cüzdanı götürüp, polise veya sahibine teslim eder. Sen haklısın, belki de en dürüst olan sensin!" 
Uçak hızla piste büyük bir gürültü ve sarsıntı ile iniş yaparken, Haydar’ın hayalleri de dağıldı. Uçakta bulunan tüm yolcular alışıla gelmiş olan bir refleksle, pilotu alkış yağmuruna tuttu. Dayı hiç istifini bozmadı. Hatta bunu gereksiz buluyordu. Aslında bu yapılan ona göre saçmaydı. Pohpohlamanın bir anlamı yoktu. Pilotun işi zaten uçağı sağ salim indirmek değil miydi? Bunu başka ülkelerin insanları yapmıyorlardı. Pek çok alanda var olan gereksizlik, burda da mevcuttu. 
        Pasaport kontrolünden geçip bagajını da alıp, beş dakika sonra kalkacak olan Havaş otobüslerinden birine kan ter içinde kalarak bindi ve arka koltuklardan birine zor bela ilişti. Önce nefesini toplamaya çalıştı ve ardından eliyle anlında biriken boncuk boncuk terleri sildi. Bu arada yanında oturan adama baktı. Yanında tombul, uzun sakallı, yaşlıca bir adam oturuyordu. Haydar’a dönüp:
        "Ne o? Yeğen valizlerin yordu mu seni? Memleket neresi? Nereden geliyorsun?" Bu kafile halindeki soru bombardımanına ardından Haydar’dan daha hiç cevap almadan;
        "Ben Fransa’dan geliyorum, aslen Niğdeliyim. Allah’ıma çok şükür bi kez daha sağ salim cennet vatanımıza gelmek kısmet oldu. Allah izin verirse Ankara’dan otobüsle Niğde’ye gideceğim. Bu kadar valizle zor olacak ama ne yapacaksın, her sene bu çileyi çekiyoruz. Damat gelip alayım dedi ama istemedim. Ne de olsa elin uşağı,’
Dayı adamı iyice bir süzüp: 
        "Ne yapacaksın benim nereli olduğumu, nereden geldiğimi. Sana ne elbette ben de bir yerliyim ve bir yerlerden geliyorum." Sakallı adam, neye uğradığını anlayamadı, çok bozulmuştu.
        "Ne bileyim kardeşim bir şey demedik, bilmeden bi kusur mu ettik de böyle celalleniyorsun? Hani Ankara’ya kadar en az otuz kilometre yol gideceğiz, hiç değilse bir iki laf ederiz dedik. Yolculuk çabuk geçer.’
        "Vallahi amca kusuruma bakma, biraz canım sıkkın, yol yorgunuyum ve havada oldukça bunaltıcı.’ deyince, adam suspus kesildi ve Ankara’ya kadar, sert ve kırlaşmış sakallarıyla tamamen örtülü olan ve iri yapılı burnunun altında, kıllar arasında zor seçilen bir çizgiyi andıran ağzından tek kelime çıkmadı. 
        Eve geldiğinde saat öğleden sonra üç sıralarıydı. Kapıyı açıp kendisini oturma salonuna zor attı. Ev uzun süredir havalandırılmadığı için, içerden biraz ekşimsi bir küf kokusu geliyordu. Kalktı, evde bulunan tüm kapı ve pencereleri sonuna kadar açtı. Gerçi bir akrabaları ara sıra gelip evi havalandırıyor, etrafı kolaçan ediyordu ama, anlaşılan uzun süre ihmal etmişti. Karnı da yavaş yavaş acıkmaya başlamıştı. Köydekilere de izine geleceğini bildirmişti. Ama gelir gelmez, paldır küldür köy yolunu da tutmak istemiyordu. Şöyle adam akıllı hiç değilse bir hafta kadar Ankara’da dinlendikten sonra giderdi. Diğer taraftan da köyünü de az özlememişti. Olsun yine de şimdilik Ankara’da kalacak, bir güzel kendi kendisi ile baş başa kalıp, dinlenmeye çalışacaktı.
Midesini ovuşturarak evin anahtarını unutmamak için cebine koyup, sokağın karşı tarafında bulunan kasaba gitti. Kasap dükkanındaki sinek havaalanı da iyi çalışıyor, ama iniş veya kalkış yapan pilotların alkışlanıp alkışlanmadığı duyulmuyordu. Duyulan sadece sineklerin vızıltı sesleriydi. Kasap gelenin yürüyüşünün farklı olduğunu, buralardan olmadığını anlamakta gecikmedi. Elindeki satırı usulca bir tarafa bırakıp, başıyla hafiften Dayı’yı selamlayıp, kendisinden beklenmeyecek bir kibarlıkla;
        "Buyurun efendim. Hoş geldiniz. Ne arzu etmiştiniz?"
        Haydar da aynı nezaketle isteklerini sıraladı. Etin taze olup, olmadığına uzun uzun baktı, bundan emin olduktan sonra, kasaptan yarım kilo pirzola, yarım kilo da kaburga aldı. Yandaki bakkaldan da ekmek, domates salatalık, limon, isot, soğan, sivri biber, yetmişlik rakısını ve bir torba da buz rica edip, tekrardan evinin yolunu tuttu. Aceleyle merdivenleri çıkıp, balkona ulaştı. Mangalı ve kömürü balkonda hazırdı. Büyük bir özenle mangalını yaktı ve bu arada da bardağına bol buzlu bir rakı doldurup, ilk yudumunu alıp, ateşi üflemeye başladı. Mangal telini kestiği soğanla iyice temizledikten sonra da, kömür iyice koz haline alana kadar etleri terbiyeledi. Bir de güzel görünümlü salata hazırlamayı da unutmadı. Evet artık etleri cız bız etmenin zamanı gelmişti. Karnı da zil  çalıyordu. Aceleyle ıstakoz zamanında göle ağ atar gibi etleri patır patır mangalın üstüne attı. Ortalığı önce bir duman kapladıysa da çok geçmeden, etrafı davetkar bir et kokusuna kapladı. Etler pişmek üzereydi. Bu arada aç karnına içtiği rakılar da onu daha çok acıktırmıştı. Mutfaktan bir çatal ve büyükçe bir tabak alıp geldi. Pişen etleri özenle tabağa koydu ve masaya oturdu. En nihayetinde karnını bir güzel doyuracak, rakısından da ufaktan ufaktan alıp kafayı da iyice demleyecekti. Etin, salatanın, daha doğrusu sofranın görünümüne diyecek yoktu. Yaşadığı yoğun stresli günlerden bir müddet uzaklaşmak niyetindeydi. Bunu nispeten de olsa Ankara’da yaşamak istiyordu. Kafasında bu düşüncelerle taze somun ekmeğinden büyükçe bir parça koparıp, iştahla ağzına götürdü. Ardından tabakta gözüne kestirdiği ilk pirzolaya çatalını batırdı. Tam bir parça kesip yiyecekti ki, o anda telefon çaldı. Zorunlu olarak lokmasını tabağında bırakıp telefona doğru gitti. Uzun süredir kullanılmayan telefon ahizesindeki tozları acele etmeksizin eliyle sildi ve sol kulağına götürdü. Telefondaki ses telaş doluydu, belli ki istenmeyen olumsuz bir gelişme söz konusuydu. 
‘Haydarrr… geldin mi? Ne zaman geldin?’
‘Biraz önce geldim, ne var bir şey mi oldu? Niye telaşlısın?’
‘Haydarrr… beni dinle. Ninen öldü acele köye gelmen gerekiyor. Herkes seni bekliyor.’
‘Ne kim? Ninem mi? Yapma yahu!’ Haydar balkona, etrafa yayılan kokulara, bardakta bir gelin gibi süzülen buz gibi aslan sütüne baktı, ardından açlığını tüm iliklerine kadar daha çok hissetti ve yüksek bir sesle:
‘Amcaoğlu… Bak sana bir şey diyeceğim. Ben bu telefonu duymamış olsam, mesela sen beni bugün değil de, yarın aramış olsan olmaz mı?’ deyip, telefonu kapattı. Sanki ninesi ölmek için kendisinin geleceği anı beklemişti. Ne olurdu yani bu kadar bekledin, acelen ne bir iki gün daha kalsaydın bu fani dedikleri dünyada. Allah’ın günü mü bitti. 
Balkona gitti. İlk dakikalar keyfi kaçmış gibi olsa da, bir iki yudum rakıdan sonra kendisini daha iyi hissetti. Sokakta gençler tek kale maç yapıyorlardı. Bir elinde rakı bardağı, diğer elini mavi boyalı balkon demirine dayayarak, top oynayanları seyre daldı. Gençler gol atmak için nasıl da didişip duruyorlardı. Aralarında kendi köyünden gençlerin de olduğunu gördü. Ansızın kendi çocukluğunu anımsadı. Pek de parlak günler değildi. Ama yine de mutluydular. Tabiat ana ile alabildiğine baş başaydılar ve her şey doğaldı. O günler bir film şeridi halinde gözlerinin önünden geçti. Bu sırada oyunculardan biri gol attı ve gençler sevinçle birbirlerine sarılıp, çığlık attılar. Dayı da aniden galeyana gelip, çocukluk günlerinin de etkisinde kalarak, isteminin dışında, avazının çıktığı kadar:
‘Goooolllllll….’ diye bağırdı. Karşı balkonda çamaşır seren başı örtülü genç bir kadın, ürkerek ani bir refleksle gözlerini daha çok açıp, büyük bir şaşkınlıkla Haydar’a baktı. Dayı mahcupça bir edayla doğruldu ve tam bu esnada, boş bulunduğundan; elindeki rakı bardağı büyük bir gürültü ile üçüncü kattan aşağı düşüp, paramparça oldu. “Haydar hayırdır inşallah, hiç değilse kimsenin kafasına denk gelmedi.” diye düşündü. Hala kendisine bakmakta olan çamaşır seren kadına sırtını dönüp, yeni bir bardak almak için mutfağa doğru gitti. Kadın Dayının ardından bakmaya devam ediyordu. Bu sırada telefon yine çalmaya başladı. Dayı hışımla telefon fişini çekip, kabloyu yere fırlattı. Yeniden doldurduğu rakıdan yudumlamaya başladı, anason kokusu eşliğinde rakı boğazından yağ gibi aktı. Kuyular Köyünün Amsterdamlı Haydar Dayı’sının keyfine diyecek yoktu. Vaziyet berkemaldi. Balkonda ise insanı ferahlatan serince güzel bir hava esmeye başlamıştı. Karnını iyice doyurmuş, kafası da yavaş yavaş hoş olmaya başlamıştı. Hayat tüm olumsuzluklara karşın oldukça güzeldi. Daha ne olsundu. İki yıllık özlemini bir nebze de olsa gidermişti, memleketinin şu an et etkileşimli de olsa buram buram kokusu yetiyordu. Uzağında olduğu sevdiklerinin bulunduğu diyardaydı. Gençler itişip kakışarak topun peşinde soluk soluğa kalarak koşturmaya devam ediyorlardı. Kendi köyünden iki gencin de bulunduğu takım 2 - 1 öndeydi.




Amsterdam, 11 Temmuz 2009

PIRÇO İLE ZERE

PIRÇO İLE ZERE

Pırço ince uzun burnunu bulunduğu evin tavanında, tahtaların arasındaki delikten uzatıp, aşağıda olup biteni merakla gözetlemeye koyuldu. Tam büyük bir zevkle kendisini bu işe vermişti ki, arkasından bir onun kadar meraklı olan eşi Zere sökün etti. Zere kocasını hışımla itekleyip; “ne var, ne oluyor” diye merakla bakmaya koyuldu. İzledikleri ev sahipleri Şemo ile karısı Güle’ydi. Gözetlemekten alıkonulan Pırço, karısı Zere’ye hışımla dönüp;
‘Zere deli misin nesin sen, çocukları nasıl tek başlarına bırakıp geldin? Ya Allah etmesin başlarına bir hal gelirse, ya bir şey olursa? Söyle biz ne yaparız o zaman?’
‘Amaaan Pırço sen de düşündüğün şeye bak. Çocuklar az ilerde, aah deseler buradan duyulur. Bunu bu kadar sorun yapacak ne var, Allahını seversen? Zaten abartmada senin üstüne yoktur. Ne var merak ettim, ne yapıyorsun diye. Hele biraz da biz bakalım, Şemo ile Güle ne yapıyorlar. Zaten sıkıntıdan patladım. Akşama yemek de yok.’
‘Yemek yok demek de ne oluyor, vallahi kemiklerini kırarım senin. Karnım zaten açlıktan zil çalıyor. Hadi çabuk oradan çekilde, git çabuk bir şeyler hazırla. Sen iyice koyverdin, hayırlısı bakalım sonumuz ne olacak?’
‘Pırço söylediklerini kulağın duyuyor mu? Ne olmuş sonumuza, gül gibi geçinip gidiyoruz. Biraz haline şükretmesini bil, ne olur! Hizmetimizde beş tane ev var, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda. Daha ne olacak? Allah’in bugününe çok şükür. Halimize bir şeylerin olduğu yok, ama senin demen o ki... Ne bileyim işte laf olsun, torba dolsun, yok yere Zere’ye parlayayım diye söylenip duruyorsun. Şu koca İstanbul’da onca güçlüğe rağmen tutunmaya çalışıyoruz. Ben çocukların yanına gidiyorum, sen kendi kendine homurdan, Güle ile Şemo ne yapıyorlar onu izle. Ne halin varsa gör.’
‘İyi Zere iyi, bir şey demedim. Hadi git, sen de ne halt yiyeceksen ye. Seninle başa çıkılmaz. Neyse, ben de gelip sana yardım edeyim de çabukça bir şeyler hazırlayalım, biz de acıktık, çocuklar da mutlaka acıkmışlardır. Hadi sallanma. Birazdan gelir bakarız, Şemo ile Güle ne yapıyorlar. Zaten daha erken, Şemo eve yeni geldi, şimdilik zaten bir şey olduğu yok. Mecburen bekleyeceğiz. Onlar da zaten şimdi yemek yapma derdinde. İyisi mi birbirimizle didişmeyi bırakalım, hadi biz de kendi işimize bakalım.’
‘Ha şöyle biraz imana gel, sigortaların hemencecik atmayıversin. Ne olur sanki bazen alttan alsan, bu kadar kükreyip, hiddetlenmesen, daha iyi olmaz m? Hani şunun şurasında şu iki günlük dünyada birbirimizin ağzının tadını bozmasak!’
‘İyi Zere, iyi hadi düş önüme, tamam sen haklısın. Yine zeytinyağı gibi üste çıkmasını becerdin ya, helal olsun sana.’
Pırço ile Zere mutfaklarının yolunu tuttular ve o gün de, Allah ne verdiyse çarçabuk elbirliği ile hazırlayıp, karınlarını bir güzel doyurdular. Yemek sonrası Zere çay demleyecek olduysa da, aslında Pırço, Zere’den daha çok Şemo ile Güle’yi merak ediyordu. Bu akşam misafirlerinin olmadığını da bildiklerinden; bugün mutlaka “vukuat vardır,” diye kendi kendisine düşündü. En iyisi bir an evvel çayı mayı bırakıp, onları seyretmekti. Canı hiç bir şey istemiyormuş gibi yapıp, tavan deliğine doğru hızlı adımlarla hoplaya zıplaya geldi. Tabi ardından da hem çok ve hem de acele yediğinden dolayı; karnı ağrıyan ve mayalı hamur gibi şişen Zere de:
‘Ayyy…ayy.. aman bekle heriffff…’ diye söylenerek kocasının yanına geldi.
Şemo ile Güle de yemeklerini yemişler ve biraz dinlenmek için, bu eve taşınırken sol arka ayağının ucu hafif kırıldığından dolayı, oturulduğunda fırtınasız bir denizde sallanan bir yelkenli gibi gidip gelen kahverengi, kumaşı artık iyiden iyiye yıpranmış olan koltuğa oturmuşlardı.
Şemo ile Güle İstanbul’a çok uzaklardan gelmişlerdi. Aslen Kars merkeze bağlı Vezin Köyü’dendiler. Amca çocuklarıydılar. Şemo’nun neredeyse avurtlarından elmacık kemikleri gözükecek kadar, zayıf bir yüzü vardı. Ama bu etsiz yüzünde; gür kaşların ve uzun kirpiklerinin ardında birer çukur oluşturmuş hissi veren ela gözleri ışıl ışıldı. Güle’ye kocası- aynı zamanda amca oğlu olan Şemo’ya göre kısmetine azımsanmayacak kadar bir hayli et düşmüştü. Yusyuvarlak ve tombulcaydı. Hani çok büyük bir topun üzerine kafası göz önüne getirildiğinde; daha küçükçe bir top daha kondurulmuş gibiydi. Kıllı güçlü ve kalın kolları ile tuttuğunu o an yere çarpacakmış gibi bir intiba uyandırıyordu insanda. Oysa Güle kocası Şemo’ya karşı kuş tüyü yumuşaklığındaydı. Günün yirmi dört saati Şemo’nun ağzının içine bakar, Şemo “gak” dese su, “guk” dese o işindeyken gün boyu yaptığı börekleri, çörekleri aceleyle bir tabağa koyar, üstüne de tombul eliyle bir demet maydanozunu süs olarak kondurmayı ihmal etmez, yuvarlanırcasına Şemo’suna getirir, kendi elleri ile amca oğlunun gözlerine hayranlıkla bakarak; ona yedirmeye çalışırdı.
Yaklaşık sekiz yıl önce; üç gün üç gece süren, büyük bir köy düğünüyle evlenmişler, onlarca metre uzunluktaki halaylarının başlarını Şemo’nun babası Şıllo ile annesi Katka çekmiş, zılgıt sesleri birbirine karışmıştı. Evlerinin çatısında bayrak dalgalanmış, çifte davul vurulmuş, çifte zurna ötüşleriyle tüm köyü şenlendirmişlerdi. Davetlilere çifte koçlar, koyunlar, kuzular kesilmişti. Ocaklarda tavşan kanı çaylar fokur fokur kaynamış, torbalar dolusu kırtlama şeker harcanmıştı. Misafirlere petek petek hakiki Kars balı da ikram etmeyi unutmamışlardı. Bu çok güzel ve şenlikli düğünleri yöre halkının aklından uzun süre silinmemiş ve çoğu sohbetlerde sözü edilmişti. Yüzlerinin akı ile çıktıkları bu güzelim şenliklerinin ardından iki yıl kadar büyükçe bir köy olan, memleketleri Vezin Köyü’nde kaldıktan sonra, onlar da umut yolculuğuna çıkarak; bir zamanlar toprağının ve de taşının altın olduğu söylenen, ama onların bir gramına dahi şahit olmadıkları İstanbul’a gelmişlerdi. İlk yıllar oldukça ağır koşullar altında geçmişti. Kars’a Vezin Köyüne tekrar dönmemek için canlarını dişlerine takıp direnmişlerdi. Zorluklar kol kola girip, üstlerine doğru hucuma geçseler de, onlar sevgilerini kalkan yapıp, birbirlerine kenetlenip yılmamışlardı. Oysa her şey, herkes ve her yer yabancıydı. Bu ortama alışmaları oldukça uzun bir zamanlarını almış olsa da, asıl onları içten içe kemiren en büyük sorunları bir çocuk sahibi olamayışlarıydı. Yoksa burada hor görülmeleri, ikinci-üçüncü sınıf insan olarak görülmeleri, Şemo’nun çok zor koşullarda boğaz tokluğuna, yaz-kış, yağmur-çamur demeden inşaatlarda çalışması, Güle’nin annesini, babasını, kardeşlerini özlemesi devede kulaktı. Vezin Köy’den gelip de, yolu İstanbul’a düşen tüm tanıdıkları akrabaları, selam kelam veya memleketlerine özgü bal, peynir ve tere yağ yerine; hala bir çocukları olmadı mı diye pek çok baskı ve tehdidi yüklenip geliyorlar, o daracık evlerinde günlerce kalıp yiyip, içip tüm morallerini alt üst edip gidiyorlardı. Bu zoraki misafirliklerin ardından, günlerce kendilerine gelemiyorlardı.

Yine böylesi bir uğraşla birbirleri ile adeta boğuşmaya başlamışlardı ki, tavan deliğinden birbirlerini ite kalka onları dikizleyen Pırço ile Zere de bir o kadar heyecanlanıp, birbirlerini itekliyor, arada bir onlarda birbirlerini öpüp koklayıp, aşağıda yaşananları da soluk soluğa bir tenis maçını takip eder gibi, izlemeye devam ediyorlardı.
Şemo adeta büyük bir topu andıran karısı Güle’nin üzerinde bir hayli yuvarlandıktan sonra pes edip, zor bela kafasını soluk soluğa yastığa koydu. Yine soluk soluğa kalmış, nefes alış verişini normal hale getirmeye çalışıyordu. Gözlerini kırpa kırpa tavana dikerek, hiç değilse bu defa ki onca yuvarlanmalarının boşa gitmemesi için yorganın altına iyice girip, büyük bir sevgiyle kendisi gibi hala soluğunu toplama uğraşısı içinde olan karısına bakıp, iki eliyle yorganından tutup, tanrıya dua etmeye başladı. Allah büyüktü ve elbette onun dediği olurdu, en iyisini bilirdi. İkinci bir duaya başlayacaktı ki, gözlerini kırpmaya devam ederken, az daha Pırço kafasını hızla geriye çekmese onunla göz göze gelecekti. Evet Pirço bu kez de ucuz atlatmıştı. Yaptıkları iş değildi, çok ayıptı ama bir o kadar da vazgeçilmezdi. Ve her defasında Zere ile sözleşip bu yaptığımız son olsun derlerken, ertesi güne kalmadam bunu unutuyorlardı. Pırço telaşla kalbini bastırarak, Zere’yi hızla itekledi. Büyük ilahi bir transa girmiş olan Şemo bu sırada duasının yarısına gelmiş, mutlulukla repertuvarındaki üçüncü duasına hazırlanırken, tekrar karısına bakıp, onu kalınca olan kolunun daha az kıllı olan kısmından dürttü.
‘Güle… sen de dua ediyor musun?’
‘Ediyorum tabi Şemom, etmez olur muyum hiç, aha sabahtan beri üstünde tepinip yorduğun, seninle dopdolu olan kalbimle dua ediyorum.’
‘Güle söylediğin şeye bak, dua arasında tepinmeyi falan ne diye karıştırıyon, kendine gel, Allah’a iyice sığın, hadi yeniden dua etmeye başlayalım. Hiç değilse bu kez yüzümüze gülsün, bizim de evimizi şenlendirecek nur topu gibi bir oğlumuz olsun. Ordan oraya durmadan koşsun, gülsün oynasın! Neşemize neşe katsın, evimizi bereketlendirsin, ocağımızı şenlendirsin, soyumuzu sürdürsün.Artık biz de dostumuza düşmanımıza karşı mahcup olmayalım.’
Bu sırada yandaki komşuları Yozgat’lı Süleyman’ın evinden, daha bir ay önce doğan bebeklerinin cıyak cıyak ağlama sesleri geldi. Şemo yatakta yüzünü dönüp, karısı Güle’ye sarılıp onu teselli etmek istedi. Fakat Güle’nin göbeğinden dolayı ona yanaşmakta zorlandı.
‘Gülem, dert etme kendine, bak görecen; bizim de çocuğumuz olacak. Erkek olursa ben diyorum ki; adını Ruşen koyalım, kız olursa da Şirin. Ruşen her bi yana gülücükler saçar. Kız olursa, yani Şirin her bi yani tatlandırır, her şeyi şekerlendirir.’ Güle kız isminde itiraz etti.
‘Hayır kız olursa İsot koyalım adını. Şemo:
‘Peki Gülem senin dediğin olsun, seni mi kıracağım. Ben her bi yani tatlandırsın diyorum, sen kızımız olursa adını İsot koyalım diyorsun.Yani biber gibi yaksın kavursun ortalığı, öyle mi? Bunca yıl sonra ilk defa benim tersime bir şey söylüyorsun.’
Her ikisi bir ağızdan bu tatsız konuşmalarının ardından dua etmeye devam edip; “Elhamdullillah rab bil alemin….. maliki yevmuddin…. amiiiinnnn” derlerken, çocuk sorunları olmayan iki küçük fındık faresi Pırço ile Zere de bugünlük bu kadar deyip, kuyruklarını yerde sürüyerek, kendi yataklarının yolunu tuttular. Hızlarını alamamış olacaklar ki, çok geçmeden onlar da birbirlerinin üzerinde yuvarlanıp, soluklarını, terlerini, tüylerini, bıyıklarını, kuyruklarını, kalp atışlarını da birbirlerine katarak delice sevişmeye başladılar,az sonra da Pırço Zere'nin üstüne kökünden baltalanmış bir ağaç gibi devrildi. Aralarında tek bir fark vardı, Pırço ile Zere bu yorucu eylemlerinin ardından dua etmeden, hemen derin bir uykuya daldılar. Gökyüzü birbirinden parlak irili ufaklı yıldızla dopdolu, gece alabildiğine sessizdi.


Amsterdam, 19 Nisan 2009

aydinhecibi@hotmail.com

ALABULUS

ALABULUS

Bahar mevsimi yakıcı olmayan sıcaklığını uçsuz bucaksız yeryüzüne cömertçe aksettiriyordu. Sabahın bu erken saatinde, dört bir yanı bir senfoniyi aratmayan ve adeta çıldırmışçasına bir neşe içinde olan kuşların cıvıltıları sarmıştı. İç Anadolu’yu bir evlat sıcaklığı ile kucaklayan Kızılırmak boyunca sıralanan köylerin hiç birinde, o zamanlar ağaç olmadığı için; olmayan bu devasa bitkilerin tomurcuklar halinde yaprak veya çiçek açtığı da görülmüyordu. Kuşlar ağaç dalları yerine evlerin çatılarına ve saçaklara konuyorlardı. Köyün dışında veya yakın çevresinde yer alan ekin ve tarlaları bütünü ile kaplayan ve daha bir kaç hafta öncesine kadar beyaz çarşafları andıran karlar, büyük bir oranda erimiş, ancak epeyce uzaklarda yer alan bir kaç yüksek tepede öbekler halinde, bahar mevsiminin ılık güneşine karşı direnmeye devam ediyorlardı. Fakat bu direnme esnasında toprak yer yer erimemek için mücadele eden karlara karışmış olduğundan, dalgalar halindeki bu kalıntılar kar beyazlığını yitirip, kirli bir beyazlıkla yetinmek zorunda kalmıştı.
Evimizin çatı katına konan kuşların cıvıltıları beni de sabah vaktinin o derin ve tatlı uykusundan etmişti. Melodiler halinde gelen kuş cıvıltılarından elbette şikayetçi değildim. Kuş cıvıltılarını akortsuz ötüşleriyle sabahın köründe öten, alları ve de pullarıyla caka satan, çirkin ibikli horozlara tercih ediyordum. İyi ki uyanmıştım. Aslında benim de kalkıp okula gitmem gerekiyordu. Henüz sekiz yaşındaydım. Beni ilk defa görüp, baştan ayağa değin süzenler; kafamın kocaman denen cinsten olduğunu, gür kaşlarımı, küçük koyu kahve rengi gözlerimi ve kısa bacaklarımı hemen fark ediliyorlardı. Yaşım küçük olsa da, bende bedensel gelişim konusunda pek bir umut olmadığı tıpkı “Perşebenin gelişinin Çarşambadan belli olduğu” gibiydi. Zaten öyle ahım şahım veya dalyan gibi bir delikanlı olamayacağım şimdiden ve var olan her halimden belliydi. Olsaydı elbette iyi olurdu, herhangi bir itirazım vallahi de billahi de olmazdı. Fakat olmayınca da olmuyor ve vermeyen Allah her ne hikmetse vermiyordu. Varsın olmasın, varsın vermesin, bu durumda biz de var olanla yetinecektik.
Hafiften çapaklanmış küçük gözlerimi ovuşturarak kardeşlerimle yatmakta olduğum; kalın yer yer yumrular halinde insana rahatsızlık veren yün döşeğimde bacaklarımı uzattım. Daha sonra uzandığım yerden, uykumuzda korkmayalım diye, annemin kenarına kespikler (midye kabuğuna benzer iç kısmı tırtıllı olan bir deniz hayvanının kabuğu olsa gerek) diktiği allı güllü yorganı üzerimden atıp, bir süre gerinmeden sonra yataktan çıktım. Yeşil renk bir litrelik hakiki rivyera Kristal marka zeytinyağı tenekesindeki buz gibi soğuk suyu, aceleyle yüzüme bir iki çırptıktan sonra; bir zeytin tanesinin üç defa ısırılıp, bir tomar yufka ekmeğe katık olduğu, fakirce bir kahvaltının ardından, yine okul yolunu tutmam gerekiyordu. Köy okulu bize biraz uzakçaydı. Yaklaşık bizim evden bir kilometre mesafede, köy mezarlığının olduğu yerdeydi. Kısa bacaklarımla adımladığım bu yol, bu durumda uzun bacaklı bir yaşıtıma göre daha uzun sürüyordu. Günlerden Pazartesiydi. Kışı atlattığımız için okula ısınmak maksadı ile tezek ve gaz yağı götürmemize gerek kalmamıştı. Fakat haftanın her ilk günü sınıflara askeri bir düzenle girmemiz gerekiyordu. Dünyada hiç dostu olmayan bir milletin evlatları olarak asker doğmuş olan bizler, öyle de ölmemiz için de canımızı dişimize takmamız gerekiyordu. Uygun adım marş yürüyor, sağımızı solumuzu daha tam kestiremeyecek bir yaşta bu komutların verildiği yönlere kazık yutmuş gibi dimdik, bakışlarımıza anlam veremediğimiz bir gururu da ekleyerek, olduğumuz yerde dönüyor, kıtalar ve mangalar halinde çocukluğumuzdan bihaber bir şekilde durup kalkıyorduk. Cılız düşük omuzlarımızda tüfeklerimiz ve ayaklarımızda postallarımızın eksikliği bariz bir şekilde göze çarpıyordu.
Okula gelirken hep Hesko’nun oğlu, benden bir iki yaş ve boyca da bir hayli büyük olan Koco ile karşılaşmayı umut ediyordum. Tam Fahrettin’in evini geçmiştim ki Koco’nun geriden geldiğini gördüm. Koco her sabah cebinde avuçlar dolusu siyah kuru üzümle gelir, yol boyunca onu yer ve okulda bu hazinesini de sadece benimle paylaşırdı. Üzümlerin tadı ve içinde bulunan çekirdeklerinin dişlerimiz arasında kırılırken çıkardığı ses çok müthiş hoşumuza gidiyordu. Koco’yu biraz bekledim ve daha bir iki adım kala iri elini cebindeki ganimetimize daldırıp, payıma düşen avuç dolusu kuru üzümümü verdi. Aslında neredeyse okula geç kalmak üzereydik. Okul önünde sıraya girmek için kaynaşmaların olduğunu görünce, üzüm yemeyi bırakıp, okula doğru koşturduk. Koco’ya yetişmem biraz zordu. O bana kıyasla çok büyük adımlarla koşturuyordu. Tüm gücümü toplayıp;
‘Koco dur bekle beniii!’ demek zorunda kaldığımda, biraz yavaşladı ve ben yuvarlanırcasına nefes nefese kendisine yetiştim. Okulun önüne geldiğimizde tüm öğrenciler sıralar halinde ip gibi dizilmişlerdi. Önce kollar bir önündekinin omuzuna gelecek şekilde uzatıldı. Ardından hazır ve rahat olundu ve derken yer yer budaklı uzun eğri büğrü kavak ağacından bayrak indirilirken istiklal marşı okundu. Çalışkanlığımız, doğruluğumuz, küçüklerimizi seven, büyüklerimizi sayan ve Türk olmamız dolayısı ile duyduğumuz mutluluk bir kez daha hafızalarımıza kazındıktan sonra, sıralar halinde sınıflara girmemiz istendi. İki erkek öğretmen aynı derecede mekanik bir soğuklukla kapının önünde dururken, öğrenciler her zamanki rutinle, iki kolunu öne doğru uzatıp, ellerinde katlanmış olan cep mendillerini gizleyecek şekilde gösterip; tırnak ve saç kontrolünden büyük korkularla geçmeye başladılar. Sanki ilkokul öğrencileri değil de, birer kürek mahkumuyduk. Benim mendilim ve tırnaklarımla ilgili bir sorunum yoktu, ama saçlarım biraz uzunca gibiydi. Korkuyla sıranın bana gelmesini beklerken ayaklarımın titrediğini fark ettim. En nihayetinde gardiyan görünümündeki, küçüklerini çok seven öğretmenin bakışları gelip saçlarıma kenetlendi. İlk iş olarak hemen sağ kulağımdan kavrayıp kendine doğru çekerek, ben küçüğünü ne kadar çok sevdiğini ortaya koymaya çalıştı. Kulağım kopacak gibiydi. Gözlerimin önünde sayısız yıldız uçuşup duruyor, kafam zonkluyordu. Sol elinde tuttuğu makasla, kulağımı bırakmadan ve can havliyle ben de yukarı doğru tırmanırcasına ayaklarımın ucunda yükselip, acıyı daha az hissetme çabası gösterirken, saçlarımın ön kısmında bir iki makas darbesi ile çizgiler halinde eşek traşı denilen türden kesti. Ben acıdan kıvranırken, cılız bir sesle:
‘Örtmenim arka taraftan keser misiniz, saçlarımı alabulus yapacağım da.’ demeyi de unutmadım. Sen misin lan saçlarını bir de alabulus yapacaksın dercesine, inadına daha çok önden kesip, kulağımın çekiştirilmesine de biraz daha acıtacak kadar hız katıp, bu model traşı olmamın önüne geçti. Alabulus denilen ve Amerikan modeli olduğu söylenilen ön kısmı hafiften uzun saç kesimi de ta Amerika’dan okyanusları aşıp, Camili Köyüne kadar Amerikan yağı, süt tozu, unu ve diğer insani yardımlarla birlikte, kaşımızın kalın ve karalığı da göz önünde bulundurularak gelmişti. Eti öğretmenimin, kemiği babamın olduğu bedenimin bir parçası olan kulağımı şefkatlı ellerden kurtardıktan sonra, kafamın sağ yanında oluşan bu kızıl gülü oğuşturarak, tekrar eve döndüm. Babamdan para alıp berbere gitmem, traş olup, yeniden okula dönmem gerekiyordu. Aynen benim gibi kafalarının sağ taraflarında kızıl güller taşıyan bir kaç tane kader ortağımla, birlikte süt dökmüş kediler gibi kışlamızı ardımızda bıraktık. Babamdan para aldıktan sonra, köy camisinin yan tarafında bulunan Berber Süleyman’ın dükkanına gittim. İçeri girdiğimde Berber Süleyman ince uzun briyantinli bıyıklarını çekiştirip, başını eğerek beni buyur etti. Ani bir hamleyle, beni koltuk altlarımdan tutup, “hooop..” deyip, ha düştü ha düşecek gibi sallanan büyük ve pek çok kırlaşmış saçın döküldüğü, kalın minderli büyük sandalyeye oturttu. Sineklerin yaldızlı çerçevesini tamamen kirletip, siyah benekler halinde izler bıraktığı büyük ayada makas izlerini görünce, kulağıma kanın yeniden uygun adımlar halinde marş ettiğini hisseder gibi oldum. Berber Süleyman maalesef alabulus traşı yapamayacağını, çünkü ön kısımdaki saçların makasla çok derin kesildiğini söyledi. Hemen ardından bana sormadan, ticari kaygıdan uzak bir saflıkla sıfır numaralı makine ile saçlarımı kazımaya başladı. Kafam tüm haşmetiyle pırıl pırıl bir bal kabağı gibi ortaya çıktı. Üzgün bir şekilde berberden çıktıktan sonra, aniden cebimde bir şeylerin olduğunu fark ettim. Bunun sabah okul yolunda Koco’nun verdiği kuru üzümler olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yine okul yoluna bu kez tek başıma yeniden düştüm ve yemekte olduğum kuru üzümler biraz olsun üzüntümü dağıtmıştı. Büyük bir çekince ile sınıf kapısını tıklatıp, içeri girdiğimde ödevlerini yapmayanlar ve okul sonrası evlerinde Kürtçe konuşup jurnallenen öğrenciler; kulakları çekilmek üzere bir tarafa ayrılmışlar ve küçük bedenlerindeki kanın gelip kulaklarında toplanmasını, sınıfta bir gülistanlığın oluşmasını bekliyorlardı. Minik bir serçe sınıfın camına konmuş, içeri doğru kendine özgü ürkek hareketlerle bakarken, küçük gagası ile habire cama tık tık vurup, adeta öğretmenin sevgi ile dolup taşan yoğunlaşmış ilgisini çelmeye çalışıyoru.


Amsterdam, 10 Mayıs 2009 

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Fırtınalı bir denizin da...