TELEFON
Yaklaşık iki yıldır memleketinin yüzünü görmemişti. Bu uzun zaman süresi onun;
akrabalarını, arkadaşlarını, anne ve babasını da görmemiş olması demekti. Çünkü
o bulunduğu ırak ve yabancısı olduğu bu diyarda, herkesten uzaklardaydı. Dile
kolay gelen, ama ayrı kaldığı bu iki yılda; doğduğu, çocukluğunun- gençliğinin
geçtiği, hatta köyü Kuyular’da çifte davul ve zurna ile büyük bir şenlik
yapılarak düğünün yapıldığı diyar yine burasıydı. Bu köyde düşe kalka büyümüş,
en güzel, zaman zaman en yoksul günlerini, keza varlıklı demlerini de burada
yaşamış, arkadaşlarıyla oyunlar oynamış, okula gitmiş, sevdalanmış, gizli gizli
sigara içmiş, iyi tarafına geldiği zaman (daha bıyıkları yeni yeni terlerken)
arkadaşları ile bir iki kadeh parlatmış, türküler söylemiş, halaylar çekmiş,
siyasi tartışmalara girmiş, memleketi kurtarmaya çalışmış (ki buna ramak
kalmışken), derken soluğu Hollanda’da almıştı. Memleketi kurtarma işini de pek
çok arkadaşı gibi, o da geride kalanlara devretmişti. Diğer yandan da bu
memleket kurtulmak bir tarafa, ne yazıktır ki, tam tersine gün geçtikçe daha da
büyük bir çıkmaza giriyordu. Ne Asiye’nin ne de memleketin kurtulacağı yoktu ve
bunun nasıl olacağı da henüz kurtarıcılar tarafından keşfedilmemişti.
Kesmeye üşendiğinden olacak, çok uzun olmasa da, o hep sakallıdır. Yusyuvarlak
olan yüzünde her daim iri kahve rengi gözlerini olabildiğince açar, kendine has
bir gülümseme ile tebessüm ettiği şen ve şakraklığını da çoğu zaman elden
bırakmaz. Morali dibe vuran, Haydar’ın yüzüne bir bakmaya görsün, ona selam
verdiğinde veya bir iki kelime konuştuğunda, beklenmedik bir anda moral
ibresinin tekrar yukarılara doğru seyrettiğini şaşarak görür. O insana alttan
alttan esprileri ile moral pompalamasını büyük bir ustalıkla yapar. Onun
şakalarına hiç kimse bozulmaz, iyi niyetli olduğundan herkes emindir. Tüm
şakalarına maruz kalanlar, buna güler geçer ve hep olumlu algılar. Ağız dolusu
küfretse de, bunlar methiye olarak kabul edilir, çünkü o sevdikleri ile
konuşur, sevdiklerine küfreder ve bu esnada da hak ediyorsa kalayını da
basmadan edemez. Onu tanıyanlar ona “Dayı” adını takmışlardı. Haydar adının
yanı sıra diğer adı veya lakabı Dayı’dır. O Amsterdam’da yediden yetmişe
herkesin dayısıdır.
Yaklaşık yirmi yıl önce Hollanda’ya gelmiş; laleler, yel değirmenleri,
kanallar, sınırsız özgürlükler, bin bir ülkeden insanın iç içe yaşadığı,
uyuşturucu kullanımının dahi serbest olduğu, kırmızı lambaları ile ünlü, yer
yer bir kaosun yaşandığı, belli bir refah düzeyi ile dünyanın kültür
merkezlerinden sayılan, pek çok ressama - sanatçıya ev sahipliği yapmış
Amsterdam şehrine yerleşmiş, kısa zaman sonra da eşini ve çocuklarını da
getirmişti. Büyük bir dirençle ayrı bir dünya olan bu ülkede tutunmaya çalışmıştı.
Hollanda kendisi için henüz hiç bir işaretin yer almadığı beyaz bir sayfaydı.
Bu sayfanın renk cümbüşü ile allı pullu bir şekilde güzelce işlenmesi
gerekiyordu.
Derken çocukları okula başladı, kendisi de eşi ile birlikte pek çok iş dalında
çalıştıktan sonra kendi iş yerini kurarak, kendince bir düzen tutturmaya
çalıştı ve bunda başarılı oldu. Her yıl olmasa da iki yılda bir memleketine
gidiyor, toprağından, esprili insanlarından bağlarını koparmamaya büyük bir
özen gösteriyordu. Ankara’da hep bir evinin olmasını istiyordu. Bu nedenle bir
araya getirdiği tüm birikimi ile bir apartman dairesi alıp, gönlünce dayayıp
döşedi. Hiç değilse izine geldiğinde kimseye boyun eğmeden, kimseyi rahatsız
etmeden çoluk çocuğu ile rahatça kalabileceği, ayaklarını istediği gibi boylu
boyunca uzatıp, oturacağı, eşini dostunu gönül rahatlığı ile ağırlayacağı bir
yuvası vardı.
Gurbetçiler için yine bir izin zamanı gelip çatmıştı, aylardan Temmuz’du.
Haydar bu yıl tek başına Ankara’ya gidecekti. Tüm hazırlıklarını günlerce öncesinden
tamamladı. Nihayet uçağa atlayıp ver elini Ankara ben geliyorum diyecekti. Eşi
ve çocukları ile vedalaşıp, uçağa bindi. Uçakta başka tanıdıklar da vardı.
Onlarla derin bir sohbet içine girince, heyecanını unuttu. Kaşla göz arasında
uçağın Ankara’ya yaklaştığını, Esenboğa Havaalanına inmek üzere olduğunu
duyunca şaşırdı ve oturduğu yerden kafasını iyice cama dayayarak binlerce metre
aşağıda bulunan Ankara ve çevresini izlemeye koyuldu. “Aman Tanrım, ne kadar
darmadağın, plansız bir şehir”, demekten kendini alıkoyamadı. Geldiği ülkeyle
karşılaştırdığında arada büyük bir farkın olduğunu görüyordu. Oysa bir zamanlar
doğup büyüdüğü bu topraklar kendisini ne denli büyülüyordu. Bulunduğu bölge
büyük bir cömertlikle insanına bereket saçıyordu. Köyünün yakınından boylu
boyunca genç bir kız edasıyla salına salına ve büyük bir coşkuyla akan
Kızılırmak bereket saçıp, yöre insanının güzel ve refah dolu günlere el
sallamasını sağlıyordu. Paslı bir tenekeden kırpıştırılmış bir apolet olan
gurbetçi tabirini omuzlarına yüklenmeden önce, bu bereket tanrıçası ırmaktan
günün yirmi dört saati ıstakoz ve diğer su ürünleri avlanıyor ve bunlar o
zamanlar Avrupa ülkelerine ihraç edilmek üzere, yüksek fiyattan alıcı
buluyordu. Bu işle uğraşan Kuyular ve Kızılırmak boyunca serpişmiş olan diğer
köylerin insanları, çoluk ve de çocuğunun yüzlerini güldürecek, onlara iyi bir
istikbalin önünü açmaya neden olacak, iyi bir gelir sağlıyordu. Haydar
aşağılara doğru bakarken tüm bunları, gözlerinin önüne getirdi. Istakoz
avlayanların haklarını koruyan bir kooperatif kurmuşlar ve başkanlığına da
kendisi gelmişti. İşler yolundaydı. Saltanat devam ediyordu, üç yıl kadar bir
süreden sonra dönen bu değirmene gittikçe daha az su gelmeye başlamış ve pek
çok aksaklık baş göstermişti. Gün geçtikçe daha az miktarda ıstakoz avlanırken,
elde edilenler de standartların altında ve istenilen büyüklükte değildi. Bir
süre sonra ekmek teknesi olan bu korkunç görünümlü yaratıklara bir hastalığın
musallat olduğu saptandı ve bu iş de sona ererken, kendisinin saltanatı da
böylelikle ortadan kalktı. Biraz daha oyalandıktan sonra yurt dışına gitme
planları yaptı. En iyisi pek çok akrabasının olduğu Hollanda olmalıydı. Tüm
hazırlıklarını ve gerekli araştırmaları ve ilişkileri sağladıktan sonra kumluk,
her tarafın sularla kaplı, deniz seviyesinden bile dokuz metre aşağılarda olan,
çiçekler cenneti dümdüz bir ovadan oluşan Hollanda’ya geldi. Öncelikle herkes
gibi onun da dil kurslarına gitmesi gerekiyordu. Uzun uğraşılar sonunda
kendisini kurtaracak kadar Hollandaca öğrendi. Doğrusu Hollandaca zor bir
dildi. Türkçe veya anadili olan Kürtçe ile hiç bir benzeşme göstermiyordu. Yine
de çat pat bir şeyler öğrenmiş ve derdini kafa göz yara yara da olsa anlatır
hale gelmişti.
Yine yoğun yağmurların yağdığı ve damlaların sınıfın camlarını tıkırdattığı
soğukça bir gündü. Hollandaca dersi veren, herkesin için için yan gözlerle
süzüp, gıpta ve büyük arzularla göz hapsine tuttuğu sarışın, zümrüt yeşili
gözleri ile henüz yirmi beş yaşındaki, her mankenin eline su dökemeyeceği güzellikteki
bayan öğretmenleri ders veriyordu. Bira ara kendilerine dönerek ve cümlelerini
onların anlayabilmeleri için daha da basitleştirerek, bir soru sordu.
"Size bir şey sormak istiyorum. Diyelim ki yolda yürüyorsunuz ve bir de
baktınız ki, yerde bir tomar para ile dolu bir cüzdan buldunuz. Bu durumda ne
yaparsınız?"
Gana’li Muhammet, Faslı Abdullah, Cezayır’lı Fatima, Tunus’lu Ahmet,
Hindistan’lı Sing, Somali’li Abdel, Pakistanlı Muhtar, Irak’li Esat,
Habeşis’an'lı Habib ve mozaiğin diğer taşlarını oluşturan, ihtişamlı adları ile
dini bütünlüğün ispatı olan tüm yabancılar, adeta göğüs kafeslerini daha da öne
çıkararak, büyük bir dürüstlük timsali olarak;
"Ben hemen alır polise götürürüm." Bir diğeri:
"Cüzdana bakar, içinde kimlik veya adresi varsa, telefon ederim veya adresine
götürüp, kendisine teslim ederim," şeklindeydi.
Dayı sıranın kendisine gelmesini kafasını sallaya sallaya, hayıflanarak ve
kendince küfürler ederek bekledi. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne kadar da
şaşılacak bir durumdu, aslında garabetin tam da kendisiydi. Öğretmen de Haydar’ın
hal ve hareketlerine, kendi kendisine dişlerini sıkarak mırıldanmasına anlam
veremeden, en son sorusunu bir kez de ona sorunca; Dayı hiddetle ayağa kalkıp,
dilinin döndüğünce:
"Ben böyle bir cüzdan bulsam, içindeki paraları çıkarır, hepsini cebime
koyarım. Cüzdanı da çöp kutusuna atarım. Aha bunların hepsi de aynısını
yaparlar, ama burada hepsi yalan söylüyor. Bunların hepsi sahtekar. Hiç
birisinin dediğine inanmıyorum. Kusuruma da bakmayın. Ama siz de biliyorsunuz
ki gerçek olan bu.” Deyince, sınıfta "Aaaa… yapma Haydar…" diye bir uğultu
yükseldi.
Öğretmen kan kırmızısı dolgun alt dudağını ısırarak, Haydar’ın yanına geldi ve
hayretle:
"Gerçekten mi söylüyorsun Haydar? Böyle mi yaparsın. Evet belki de gerçeği bir
tek sen saklamıyorsun. Haklısın çok nadir insan bulduğu para dolu cüzdanı
götürüp, polise veya sahibine teslim eder. Sen haklısın, belki de en dürüst
olan sensin!"
Uçak hızla piste büyük bir gürültü ve sarsıntı ile iniş yaparken, Haydar’ın
hayalleri de dağıldı. Uçakta bulunan tüm yolcular alışıla gelmiş olan bir
refleksle, pilotu alkış yağmuruna tuttu. Dayı hiç istifini bozmadı. Hatta bunu
gereksiz buluyordu. Aslında bu yapılan ona göre saçmaydı. Pohpohlamanın bir
anlamı yoktu. Pilotun işi zaten uçağı sağ salim indirmek değil miydi? Bunu
başka ülkelerin insanları yapmıyorlardı. Pek çok alanda var olan gereksizlik,
burda da mevcuttu.
Pasaport kontrolünden geçip bagajını da alıp, beş dakika sonra kalkacak olan
Havaş otobüslerinden birine kan ter içinde kalarak bindi ve arka koltuklardan
birine zor bela ilişti. Önce nefesini toplamaya çalıştı ve ardından eliyle
anlında biriken boncuk boncuk terleri sildi. Bu arada yanında oturan adama
baktı. Yanında tombul, uzun sakallı, yaşlıca bir adam oturuyordu. Haydar’a
dönüp:
"Ne o? Yeğen valizlerin yordu mu seni? Memleket neresi? Nereden geliyorsun?" Bu
kafile halindeki soru bombardımanına ardından Haydar’dan daha hiç cevap
almadan;
"Ben Fransa’dan geliyorum, aslen Niğdeliyim. Allah’ıma çok şükür bi kez daha
sağ salim cennet vatanımıza gelmek kısmet oldu. Allah izin verirse Ankara’dan
otobüsle Niğde’ye gideceğim. Bu kadar valizle zor olacak ama ne yapacaksın, her
sene bu çileyi çekiyoruz. Damat gelip alayım dedi ama istemedim. Ne de olsa
elin uşağı,’
Dayı adamı iyice bir süzüp:
"Ne yapacaksın benim nereli olduğumu, nereden geldiğimi. Sana ne elbette ben de
bir yerliyim ve bir yerlerden geliyorum." Sakallı adam, neye uğradığını
anlayamadı, çok bozulmuştu.
"Ne bileyim kardeşim bir şey demedik, bilmeden bi kusur mu ettik de böyle
celalleniyorsun? Hani Ankara’ya kadar en az otuz kilometre yol gideceğiz, hiç
değilse bir iki laf ederiz dedik. Yolculuk çabuk geçer.’
"Vallahi amca kusuruma bakma, biraz canım sıkkın, yol yorgunuyum ve havada
oldukça bunaltıcı.’ deyince, adam suspus kesildi ve Ankara’ya kadar, sert ve
kırlaşmış sakallarıyla tamamen örtülü olan ve iri yapılı burnunun altında,
kıllar arasında zor seçilen bir çizgiyi andıran ağzından tek kelime
çıkmadı.
Eve geldiğinde saat öğleden sonra üç sıralarıydı. Kapıyı açıp kendisini oturma
salonuna zor attı. Ev uzun süredir havalandırılmadığı için, içerden biraz
ekşimsi bir küf kokusu geliyordu. Kalktı, evde bulunan tüm kapı ve pencereleri
sonuna kadar açtı. Gerçi bir akrabaları ara sıra gelip evi havalandırıyor,
etrafı kolaçan ediyordu ama, anlaşılan uzun süre ihmal etmişti. Karnı da yavaş
yavaş acıkmaya başlamıştı. Köydekilere de izine geleceğini bildirmişti. Ama
gelir gelmez, paldır küldür köy yolunu da tutmak istemiyordu. Şöyle adam akıllı
hiç değilse bir hafta kadar Ankara’da dinlendikten sonra giderdi. Diğer
taraftan da köyünü de az özlememişti. Olsun yine de şimdilik Ankara’da kalacak,
bir güzel kendi kendisi ile baş başa kalıp, dinlenmeye çalışacaktı.
Midesini ovuşturarak evin anahtarını unutmamak için cebine koyup, sokağın karşı
tarafında bulunan kasaba gitti. Kasap dükkanındaki sinek havaalanı da iyi
çalışıyor, ama iniş veya kalkış yapan pilotların alkışlanıp alkışlanmadığı
duyulmuyordu. Duyulan sadece sineklerin vızıltı sesleriydi. Kasap gelenin
yürüyüşünün farklı olduğunu, buralardan olmadığını anlamakta gecikmedi.
Elindeki satırı usulca bir tarafa bırakıp, başıyla hafiften Dayı’yı selamlayıp,
kendisinden beklenmeyecek bir kibarlıkla;
"Buyurun efendim. Hoş geldiniz. Ne arzu etmiştiniz?"
Haydar da aynı nezaketle isteklerini sıraladı. Etin taze olup, olmadığına uzun
uzun baktı, bundan emin olduktan sonra, kasaptan yarım kilo pirzola, yarım kilo
da kaburga aldı. Yandaki bakkaldan da ekmek, domates salatalık, limon, isot,
soğan, sivri biber, yetmişlik rakısını ve bir torba da buz rica edip, tekrardan
evinin yolunu tuttu. Aceleyle merdivenleri çıkıp, balkona ulaştı. Mangalı ve
kömürü balkonda hazırdı. Büyük bir özenle mangalını yaktı ve bu arada da
bardağına bol buzlu bir rakı doldurup, ilk yudumunu alıp, ateşi üflemeye
başladı. Mangal telini kestiği soğanla iyice temizledikten sonra da, kömür
iyice koz haline alana kadar etleri terbiyeledi. Bir de güzel görünümlü salata
hazırlamayı da unutmadı. Evet artık etleri cız bız etmenin zamanı gelmişti.
Karnı da zil çalıyordu. Aceleyle ıstakoz
zamanında göle ağ atar gibi etleri patır patır mangalın üstüne attı. Ortalığı
önce bir duman kapladıysa da çok geçmeden, etrafı davetkar bir et kokusuna
kapladı. Etler pişmek üzereydi. Bu arada aç karnına içtiği rakılar da onu daha
çok acıktırmıştı. Mutfaktan bir çatal ve büyükçe bir tabak alıp geldi. Pişen
etleri özenle tabağa koydu ve masaya oturdu. En nihayetinde karnını bir güzel
doyuracak, rakısından da ufaktan ufaktan alıp kafayı da iyice demleyecekti.
Etin, salatanın, daha doğrusu sofranın görünümüne diyecek yoktu. Yaşadığı yoğun
stresli günlerden bir müddet uzaklaşmak niyetindeydi. Bunu nispeten de olsa
Ankara’da yaşamak istiyordu. Kafasında bu düşüncelerle taze somun ekmeğinden
büyükçe bir parça koparıp, iştahla ağzına götürdü. Ardından tabakta gözüne
kestirdiği ilk pirzolaya çatalını batırdı. Tam bir parça kesip yiyecekti ki, o
anda telefon çaldı. Zorunlu olarak lokmasını tabağında bırakıp telefona doğru
gitti. Uzun süredir kullanılmayan telefon ahizesindeki tozları acele etmeksizin
eliyle sildi ve sol kulağına götürdü. Telefondaki ses telaş doluydu, belli ki
istenmeyen olumsuz bir gelişme söz konusuydu.
‘Haydarrr… geldin mi? Ne zaman geldin?’
‘Biraz önce geldim, ne var bir şey mi oldu? Niye telaşlısın?’
‘Haydarrr… beni dinle. Ninen öldü acele köye gelmen gerekiyor. Herkes seni
bekliyor.’
‘Ne kim? Ninem mi? Yapma yahu!’ Haydar balkona, etrafa yayılan kokulara,
bardakta bir gelin gibi süzülen buz gibi aslan sütüne baktı, ardından açlığını
tüm iliklerine kadar daha çok hissetti ve yüksek bir sesle:
‘Amcaoğlu… Bak sana bir şey diyeceğim. Ben bu telefonu duymamış olsam, mesela
sen beni bugün değil de, yarın aramış olsan olmaz mı?’ deyip, telefonu kapattı.
Sanki ninesi ölmek için kendisinin geleceği anı beklemişti. Ne olurdu yani bu
kadar bekledin, acelen ne bir iki gün daha kalsaydın bu fani dedikleri dünyada.
Allah’ın günü mü bitti.
Balkona gitti. İlk dakikalar keyfi kaçmış gibi olsa da, bir iki yudum rakıdan
sonra kendisini daha iyi hissetti. Sokakta gençler tek kale maç yapıyorlardı. Bir
elinde rakı bardağı, diğer elini mavi boyalı balkon demirine dayayarak, top
oynayanları seyre daldı. Gençler gol atmak için nasıl da didişip duruyorlardı.
Aralarında kendi köyünden gençlerin de olduğunu gördü. Ansızın kendi
çocukluğunu anımsadı. Pek de parlak günler değildi. Ama yine de mutluydular.
Tabiat ana ile alabildiğine baş başaydılar ve her şey doğaldı. O günler bir
film şeridi halinde gözlerinin önünden geçti. Bu sırada oyunculardan biri gol
attı ve gençler sevinçle birbirlerine sarılıp, çığlık attılar. Dayı da aniden
galeyana gelip, çocukluk günlerinin de etkisinde kalarak, isteminin dışında,
avazının çıktığı kadar:
‘Goooolllllll….’ diye bağırdı. Karşı balkonda çamaşır seren başı örtülü genç
bir kadın, ürkerek ani bir refleksle gözlerini daha çok açıp, büyük bir
şaşkınlıkla Haydar’a baktı. Dayı mahcupça bir edayla doğruldu ve tam bu esnada,
boş bulunduğundan; elindeki rakı bardağı büyük bir gürültü ile üçüncü kattan
aşağı düşüp, paramparça oldu. “Haydar hayırdır inşallah, hiç değilse kimsenin
kafasına denk gelmedi.” diye düşündü. Hala kendisine bakmakta olan çamaşır
seren kadına sırtını dönüp, yeni bir bardak almak için mutfağa doğru gitti.
Kadın Dayının ardından bakmaya devam ediyordu. Bu sırada telefon yine çalmaya
başladı. Dayı hışımla telefon fişini çekip, kabloyu yere fırlattı. Yeniden
doldurduğu rakıdan yudumlamaya başladı, anason kokusu eşliğinde rakı boğazından
yağ gibi aktı. Kuyular Köyünün Amsterdamlı Haydar Dayı’sının keyfine diyecek
yoktu. Vaziyet berkemaldi. Balkonda ise insanı ferahlatan serince güzel bir
hava esmeye başlamıştı. Karnını iyice doyurmuş, kafası da yavaş yavaş hoş
olmaya başlamıştı. Hayat tüm olumsuzluklara karşın oldukça güzeldi. Daha ne
olsundu. İki yıllık özlemini bir nebze de olsa gidermişti, memleketinin şu an
et etkileşimli de olsa buram buram kokusu yetiyordu. Uzağında olduğu
sevdiklerinin bulunduğu diyardaydı. Gençler itişip kakışarak topun peşinde
soluk soluğa kalarak koşturmaya devam ediyorlardı. Kendi köyünden iki gencin de
bulunduğu takım 2 - 1 öndeydi.
Amsterdam, 11 Temmuz 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder