1 Eylül 2010 Çarşamba

TELEFON

  

TELEFON

        Yaklaşık iki yıldır memleketinin yüzünü görmemişti. Bu uzun zaman süresi onun; akrabalarını, arkadaşlarını, anne ve babasını da görmemiş olması demekti. Çünkü o bulunduğu ırak ve yabancısı olduğu bu diyarda, herkesten uzaklardaydı. Dile kolay gelen, ama ayrı kaldığı bu iki yılda; doğduğu, çocukluğunun- gençliğinin geçtiği, hatta köyü Kuyular’da çifte davul ve zurna ile büyük bir şenlik yapılarak düğünün yapıldığı diyar yine burasıydı. Bu köyde düşe kalka büyümüş, en güzel, zaman zaman en yoksul günlerini, keza varlıklı demlerini de burada yaşamış, arkadaşlarıyla oyunlar oynamış, okula gitmiş, sevdalanmış, gizli gizli sigara içmiş, iyi tarafına geldiği zaman (daha bıyıkları yeni yeni terlerken) arkadaşları ile bir iki kadeh parlatmış, türküler söylemiş, halaylar çekmiş, siyasi tartışmalara girmiş, memleketi kurtarmaya çalışmış (ki buna ramak kalmışken), derken soluğu Hollanda’da almıştı. Memleketi kurtarma işini de pek çok arkadaşı gibi, o da geride kalanlara devretmişti. Diğer yandan da bu memleket kurtulmak bir tarafa, ne yazıktır ki, tam tersine gün geçtikçe daha da büyük bir çıkmaza giriyordu. Ne Asiye’nin ne de memleketin kurtulacağı yoktu ve bunun nasıl olacağı da henüz kurtarıcılar tarafından keşfedilmemişti. 
        Kesmeye üşendiğinden olacak, çok uzun olmasa da, o hep sakallıdır. Yusyuvarlak olan yüzünde her daim iri kahve rengi gözlerini olabildiğince açar, kendine has bir gülümseme ile tebessüm ettiği şen ve şakraklığını da çoğu zaman elden bırakmaz. Morali dibe vuran, Haydar’ın yüzüne bir bakmaya görsün, ona selam verdiğinde veya bir iki kelime konuştuğunda, beklenmedik bir anda moral ibresinin tekrar yukarılara doğru seyrettiğini şaşarak görür. O insana alttan alttan esprileri ile moral pompalamasını büyük bir ustalıkla yapar. Onun şakalarına hiç kimse bozulmaz, iyi niyetli olduğundan herkes emindir. Tüm şakalarına maruz kalanlar, buna güler geçer ve hep olumlu algılar. Ağız dolusu küfretse de, bunlar methiye olarak kabul edilir, çünkü o sevdikleri ile konuşur, sevdiklerine küfreder ve bu esnada da hak ediyorsa kalayını da basmadan edemez. Onu tanıyanlar ona “Dayı” adını takmışlardı. Haydar adının yanı sıra diğer adı veya lakabı Dayı’dır. O Amsterdam’da yediden yetmişe herkesin dayısıdır.
        Yaklaşık yirmi yıl önce Hollanda’ya gelmiş; laleler, yel değirmenleri, kanallar, sınırsız özgürlükler, bin bir ülkeden insanın iç içe yaşadığı, uyuşturucu kullanımının dahi serbest olduğu, kırmızı lambaları ile ünlü, yer yer bir kaosun yaşandığı, belli bir refah düzeyi ile dünyanın kültür merkezlerinden sayılan, pek çok ressama - sanatçıya ev sahipliği yapmış Amsterdam şehrine yerleşmiş, kısa zaman sonra da eşini ve çocuklarını da getirmişti. Büyük bir dirençle ayrı bir dünya olan bu ülkede tutunmaya çalışmıştı. Hollanda kendisi için henüz hiç bir işaretin yer almadığı beyaz bir sayfaydı. Bu sayfanın renk cümbüşü ile allı pullu bir şekilde güzelce işlenmesi gerekiyordu. 
        Derken çocukları okula başladı, kendisi de eşi ile birlikte pek çok iş dalında çalıştıktan sonra kendi iş yerini kurarak, kendince bir düzen tutturmaya çalıştı ve bunda başarılı oldu. Her yıl olmasa da iki yılda bir memleketine gidiyor, toprağından, esprili insanlarından bağlarını koparmamaya büyük bir özen gösteriyordu. Ankara’da hep bir evinin olmasını istiyordu. Bu nedenle bir araya getirdiği tüm birikimi ile bir apartman dairesi alıp, gönlünce dayayıp döşedi. Hiç değilse izine geldiğinde kimseye boyun eğmeden, kimseyi rahatsız etmeden çoluk çocuğu ile rahatça kalabileceği, ayaklarını istediği gibi boylu boyunca uzatıp, oturacağı, eşini dostunu gönül rahatlığı ile ağırlayacağı bir yuvası vardı. 
        Gurbetçiler için yine bir izin zamanı gelip çatmıştı, aylardan Temmuz’du. Haydar bu yıl tek başına Ankara’ya gidecekti. Tüm hazırlıklarını günlerce öncesinden tamamladı. Nihayet uçağa atlayıp ver elini Ankara ben geliyorum diyecekti. Eşi ve çocukları ile vedalaşıp, uçağa bindi. Uçakta başka tanıdıklar da vardı. Onlarla derin bir sohbet içine girince, heyecanını unuttu. Kaşla göz arasında uçağın Ankara’ya yaklaştığını, Esenboğa Havaalanına inmek üzere olduğunu duyunca şaşırdı ve oturduğu yerden kafasını iyice cama dayayarak binlerce metre aşağıda bulunan Ankara ve çevresini izlemeye koyuldu. “Aman Tanrım, ne kadar darmadağın, plansız bir şehir”, demekten kendini alıkoyamadı. Geldiği ülkeyle karşılaştırdığında arada büyük bir farkın olduğunu görüyordu. Oysa bir zamanlar doğup büyüdüğü bu topraklar kendisini ne denli büyülüyordu. Bulunduğu bölge büyük bir cömertlikle insanına bereket saçıyordu. Köyünün yakınından boylu boyunca genç bir kız edasıyla salına salına ve büyük bir coşkuyla akan Kızılırmak bereket saçıp, yöre insanının güzel ve refah dolu günlere el sallamasını sağlıyordu. Paslı bir tenekeden kırpıştırılmış bir apolet olan gurbetçi tabirini omuzlarına yüklenmeden önce, bu bereket tanrıçası ırmaktan günün yirmi dört saati ıstakoz ve diğer su ürünleri avlanıyor ve bunlar o zamanlar Avrupa ülkelerine ihraç edilmek üzere, yüksek fiyattan alıcı buluyordu. Bu işle uğraşan Kuyular ve Kızılırmak boyunca serpişmiş olan diğer köylerin insanları, çoluk ve de çocuğunun yüzlerini güldürecek, onlara iyi bir istikbalin önünü açmaya neden olacak, iyi bir gelir sağlıyordu. Haydar aşağılara doğru bakarken tüm bunları, gözlerinin önüne getirdi. Istakoz avlayanların haklarını koruyan bir kooperatif kurmuşlar ve başkanlığına da kendisi gelmişti. İşler yolundaydı. Saltanat devam ediyordu, üç yıl kadar bir süreden sonra dönen bu değirmene gittikçe daha az su gelmeye başlamış ve pek çok aksaklık baş göstermişti. Gün geçtikçe daha az miktarda ıstakoz avlanırken, elde edilenler de standartların altında ve istenilen büyüklükte değildi. Bir süre sonra ekmek teknesi olan bu korkunç görünümlü yaratıklara bir hastalığın musallat olduğu saptandı ve bu iş de sona ererken, kendisinin saltanatı da böylelikle ortadan kalktı. Biraz daha oyalandıktan sonra yurt dışına gitme planları yaptı. En iyisi pek çok akrabasının olduğu Hollanda olmalıydı. Tüm hazırlıklarını ve gerekli araştırmaları ve ilişkileri sağladıktan sonra kumluk, her tarafın sularla kaplı, deniz seviyesinden bile dokuz metre aşağılarda olan, çiçekler cenneti dümdüz bir ovadan oluşan Hollanda’ya geldi. Öncelikle herkes gibi onun da dil kurslarına gitmesi gerekiyordu. Uzun uğraşılar sonunda kendisini kurtaracak kadar Hollandaca öğrendi. Doğrusu Hollandaca zor bir dildi. Türkçe veya anadili olan Kürtçe ile hiç bir benzeşme göstermiyordu. Yine de çat pat bir şeyler öğrenmiş ve derdini kafa göz yara yara da olsa anlatır hale gelmişti. 

        Yine yoğun yağmurların yağdığı ve damlaların sınıfın camlarını tıkırdattığı soğukça bir gündü. Hollandaca dersi veren, herkesin için için yan gözlerle süzüp, gıpta ve büyük arzularla göz hapsine tuttuğu sarışın, zümrüt yeşili gözleri ile henüz yirmi beş yaşındaki, her mankenin eline su dökemeyeceği güzellikteki bayan öğretmenleri ders veriyordu. Bira ara kendilerine dönerek ve cümlelerini onların anlayabilmeleri için daha da basitleştirerek, bir soru sordu. 
        "Size bir şey sormak istiyorum. Diyelim ki yolda yürüyorsunuz ve bir de baktınız ki, yerde bir tomar para ile dolu bir cüzdan buldunuz. Bu durumda ne yaparsınız?"
        Gana’li Muhammet, Faslı Abdullah, Cezayır’lı Fatima, Tunus’lu Ahmet, Hindistan’lı Sing, Somali’li Abdel, Pakistanlı Muhtar, Irak’li Esat, Habeşis’an'lı Habib ve mozaiğin diğer taşlarını oluşturan, ihtişamlı adları ile dini bütünlüğün ispatı olan tüm yabancılar, adeta göğüs kafeslerini daha da öne çıkararak, büyük bir dürüstlük timsali olarak;
        "Ben hemen alır polise götürürüm." Bir diğeri: 
        "Cüzdana bakar, içinde kimlik veya adresi varsa, telefon ederim veya adresine götürüp, kendisine teslim ederim," şeklindeydi. 
Dayı sıranın kendisine gelmesini kafasını sallaya sallaya, hayıflanarak ve kendince küfürler ederek bekledi. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne kadar da şaşılacak bir durumdu, aslında garabetin tam da kendisiydi. Öğretmen de Haydar’ın hal ve hareketlerine, kendi kendisine dişlerini sıkarak mırıldanmasına anlam veremeden, en son sorusunu bir kez de ona sorunca; Dayı hiddetle ayağa kalkıp, dilinin döndüğünce:
           "Ben böyle bir cüzdan bulsam, içindeki paraları çıkarır, hepsini cebime koyarım. Cüzdanı da çöp kutusuna atarım. Aha bunların hepsi de aynısını yaparlar, ama burada hepsi yalan söylüyor. Bunların hepsi sahtekar. Hiç birisinin dediğine inanmıyorum. Kusuruma da bakmayın. Ama siz de biliyorsunuz ki gerçek olan bu.” Deyince, sınıfta                 "Aaaa… yapma Haydar…" diye bir uğultu yükseldi. 
            Öğretmen kan kırmızısı dolgun alt dudağını ısırarak, Haydar’ın yanına geldi ve hayretle:
        "Gerçekten mi söylüyorsun Haydar? Böyle mi yaparsın. Evet belki de gerçeği bir tek sen saklamıyorsun. Haklısın çok nadir insan bulduğu para dolu cüzdanı götürüp, polise veya sahibine teslim eder. Sen haklısın, belki de en dürüst olan sensin!" 
Uçak hızla piste büyük bir gürültü ve sarsıntı ile iniş yaparken, Haydar’ın hayalleri de dağıldı. Uçakta bulunan tüm yolcular alışıla gelmiş olan bir refleksle, pilotu alkış yağmuruna tuttu. Dayı hiç istifini bozmadı. Hatta bunu gereksiz buluyordu. Aslında bu yapılan ona göre saçmaydı. Pohpohlamanın bir anlamı yoktu. Pilotun işi zaten uçağı sağ salim indirmek değil miydi? Bunu başka ülkelerin insanları yapmıyorlardı. Pek çok alanda var olan gereksizlik, burda da mevcuttu. 
        Pasaport kontrolünden geçip bagajını da alıp, beş dakika sonra kalkacak olan Havaş otobüslerinden birine kan ter içinde kalarak bindi ve arka koltuklardan birine zor bela ilişti. Önce nefesini toplamaya çalıştı ve ardından eliyle anlında biriken boncuk boncuk terleri sildi. Bu arada yanında oturan adama baktı. Yanında tombul, uzun sakallı, yaşlıca bir adam oturuyordu. Haydar’a dönüp:
        "Ne o? Yeğen valizlerin yordu mu seni? Memleket neresi? Nereden geliyorsun?" Bu kafile halindeki soru bombardımanına ardından Haydar’dan daha hiç cevap almadan;
        "Ben Fransa’dan geliyorum, aslen Niğdeliyim. Allah’ıma çok şükür bi kez daha sağ salim cennet vatanımıza gelmek kısmet oldu. Allah izin verirse Ankara’dan otobüsle Niğde’ye gideceğim. Bu kadar valizle zor olacak ama ne yapacaksın, her sene bu çileyi çekiyoruz. Damat gelip alayım dedi ama istemedim. Ne de olsa elin uşağı,’
Dayı adamı iyice bir süzüp: 
        "Ne yapacaksın benim nereli olduğumu, nereden geldiğimi. Sana ne elbette ben de bir yerliyim ve bir yerlerden geliyorum." Sakallı adam, neye uğradığını anlayamadı, çok bozulmuştu.
        "Ne bileyim kardeşim bir şey demedik, bilmeden bi kusur mu ettik de böyle celalleniyorsun? Hani Ankara’ya kadar en az otuz kilometre yol gideceğiz, hiç değilse bir iki laf ederiz dedik. Yolculuk çabuk geçer.’
        "Vallahi amca kusuruma bakma, biraz canım sıkkın, yol yorgunuyum ve havada oldukça bunaltıcı.’ deyince, adam suspus kesildi ve Ankara’ya kadar, sert ve kırlaşmış sakallarıyla tamamen örtülü olan ve iri yapılı burnunun altında, kıllar arasında zor seçilen bir çizgiyi andıran ağzından tek kelime çıkmadı. 
        Eve geldiğinde saat öğleden sonra üç sıralarıydı. Kapıyı açıp kendisini oturma salonuna zor attı. Ev uzun süredir havalandırılmadığı için, içerden biraz ekşimsi bir küf kokusu geliyordu. Kalktı, evde bulunan tüm kapı ve pencereleri sonuna kadar açtı. Gerçi bir akrabaları ara sıra gelip evi havalandırıyor, etrafı kolaçan ediyordu ama, anlaşılan uzun süre ihmal etmişti. Karnı da yavaş yavaş acıkmaya başlamıştı. Köydekilere de izine geleceğini bildirmişti. Ama gelir gelmez, paldır küldür köy yolunu da tutmak istemiyordu. Şöyle adam akıllı hiç değilse bir hafta kadar Ankara’da dinlendikten sonra giderdi. Diğer taraftan da köyünü de az özlememişti. Olsun yine de şimdilik Ankara’da kalacak, bir güzel kendi kendisi ile baş başa kalıp, dinlenmeye çalışacaktı.
Midesini ovuşturarak evin anahtarını unutmamak için cebine koyup, sokağın karşı tarafında bulunan kasaba gitti. Kasap dükkanındaki sinek havaalanı da iyi çalışıyor, ama iniş veya kalkış yapan pilotların alkışlanıp alkışlanmadığı duyulmuyordu. Duyulan sadece sineklerin vızıltı sesleriydi. Kasap gelenin yürüyüşünün farklı olduğunu, buralardan olmadığını anlamakta gecikmedi. Elindeki satırı usulca bir tarafa bırakıp, başıyla hafiften Dayı’yı selamlayıp, kendisinden beklenmeyecek bir kibarlıkla;
        "Buyurun efendim. Hoş geldiniz. Ne arzu etmiştiniz?"
        Haydar da aynı nezaketle isteklerini sıraladı. Etin taze olup, olmadığına uzun uzun baktı, bundan emin olduktan sonra, kasaptan yarım kilo pirzola, yarım kilo da kaburga aldı. Yandaki bakkaldan da ekmek, domates salatalık, limon, isot, soğan, sivri biber, yetmişlik rakısını ve bir torba da buz rica edip, tekrardan evinin yolunu tuttu. Aceleyle merdivenleri çıkıp, balkona ulaştı. Mangalı ve kömürü balkonda hazırdı. Büyük bir özenle mangalını yaktı ve bu arada da bardağına bol buzlu bir rakı doldurup, ilk yudumunu alıp, ateşi üflemeye başladı. Mangal telini kestiği soğanla iyice temizledikten sonra da, kömür iyice koz haline alana kadar etleri terbiyeledi. Bir de güzel görünümlü salata hazırlamayı da unutmadı. Evet artık etleri cız bız etmenin zamanı gelmişti. Karnı da zil  çalıyordu. Aceleyle ıstakoz zamanında göle ağ atar gibi etleri patır patır mangalın üstüne attı. Ortalığı önce bir duman kapladıysa da çok geçmeden, etrafı davetkar bir et kokusuna kapladı. Etler pişmek üzereydi. Bu arada aç karnına içtiği rakılar da onu daha çok acıktırmıştı. Mutfaktan bir çatal ve büyükçe bir tabak alıp geldi. Pişen etleri özenle tabağa koydu ve masaya oturdu. En nihayetinde karnını bir güzel doyuracak, rakısından da ufaktan ufaktan alıp kafayı da iyice demleyecekti. Etin, salatanın, daha doğrusu sofranın görünümüne diyecek yoktu. Yaşadığı yoğun stresli günlerden bir müddet uzaklaşmak niyetindeydi. Bunu nispeten de olsa Ankara’da yaşamak istiyordu. Kafasında bu düşüncelerle taze somun ekmeğinden büyükçe bir parça koparıp, iştahla ağzına götürdü. Ardından tabakta gözüne kestirdiği ilk pirzolaya çatalını batırdı. Tam bir parça kesip yiyecekti ki, o anda telefon çaldı. Zorunlu olarak lokmasını tabağında bırakıp telefona doğru gitti. Uzun süredir kullanılmayan telefon ahizesindeki tozları acele etmeksizin eliyle sildi ve sol kulağına götürdü. Telefondaki ses telaş doluydu, belli ki istenmeyen olumsuz bir gelişme söz konusuydu. 
‘Haydarrr… geldin mi? Ne zaman geldin?’
‘Biraz önce geldim, ne var bir şey mi oldu? Niye telaşlısın?’
‘Haydarrr… beni dinle. Ninen öldü acele köye gelmen gerekiyor. Herkes seni bekliyor.’
‘Ne kim? Ninem mi? Yapma yahu!’ Haydar balkona, etrafa yayılan kokulara, bardakta bir gelin gibi süzülen buz gibi aslan sütüne baktı, ardından açlığını tüm iliklerine kadar daha çok hissetti ve yüksek bir sesle:
‘Amcaoğlu… Bak sana bir şey diyeceğim. Ben bu telefonu duymamış olsam, mesela sen beni bugün değil de, yarın aramış olsan olmaz mı?’ deyip, telefonu kapattı. Sanki ninesi ölmek için kendisinin geleceği anı beklemişti. Ne olurdu yani bu kadar bekledin, acelen ne bir iki gün daha kalsaydın bu fani dedikleri dünyada. Allah’ın günü mü bitti. 
Balkona gitti. İlk dakikalar keyfi kaçmış gibi olsa da, bir iki yudum rakıdan sonra kendisini daha iyi hissetti. Sokakta gençler tek kale maç yapıyorlardı. Bir elinde rakı bardağı, diğer elini mavi boyalı balkon demirine dayayarak, top oynayanları seyre daldı. Gençler gol atmak için nasıl da didişip duruyorlardı. Aralarında kendi köyünden gençlerin de olduğunu gördü. Ansızın kendi çocukluğunu anımsadı. Pek de parlak günler değildi. Ama yine de mutluydular. Tabiat ana ile alabildiğine baş başaydılar ve her şey doğaldı. O günler bir film şeridi halinde gözlerinin önünden geçti. Bu sırada oyunculardan biri gol attı ve gençler sevinçle birbirlerine sarılıp, çığlık attılar. Dayı da aniden galeyana gelip, çocukluk günlerinin de etkisinde kalarak, isteminin dışında, avazının çıktığı kadar:
‘Goooolllllll….’ diye bağırdı. Karşı balkonda çamaşır seren başı örtülü genç bir kadın, ürkerek ani bir refleksle gözlerini daha çok açıp, büyük bir şaşkınlıkla Haydar’a baktı. Dayı mahcupça bir edayla doğruldu ve tam bu esnada, boş bulunduğundan; elindeki rakı bardağı büyük bir gürültü ile üçüncü kattan aşağı düşüp, paramparça oldu. “Haydar hayırdır inşallah, hiç değilse kimsenin kafasına denk gelmedi.” diye düşündü. Hala kendisine bakmakta olan çamaşır seren kadına sırtını dönüp, yeni bir bardak almak için mutfağa doğru gitti. Kadın Dayının ardından bakmaya devam ediyordu. Bu sırada telefon yine çalmaya başladı. Dayı hışımla telefon fişini çekip, kabloyu yere fırlattı. Yeniden doldurduğu rakıdan yudumlamaya başladı, anason kokusu eşliğinde rakı boğazından yağ gibi aktı. Kuyular Köyünün Amsterdamlı Haydar Dayı’sının keyfine diyecek yoktu. Vaziyet berkemaldi. Balkonda ise insanı ferahlatan serince güzel bir hava esmeye başlamıştı. Karnını iyice doyurmuş, kafası da yavaş yavaş hoş olmaya başlamıştı. Hayat tüm olumsuzluklara karşın oldukça güzeldi. Daha ne olsundu. İki yıllık özlemini bir nebze de olsa gidermişti, memleketinin şu an et etkileşimli de olsa buram buram kokusu yetiyordu. Uzağında olduğu sevdiklerinin bulunduğu diyardaydı. Gençler itişip kakışarak topun peşinde soluk soluğa kalarak koşturmaya devam ediyorlardı. Kendi köyünden iki gencin de bulunduğu takım 2 - 1 öndeydi.




Amsterdam, 11 Temmuz 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...