8 Eylül 2010 Çarşamba

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR
Gurbet? Zor iş olduğu söylenir. Bu denli zorluğu ile bilinen bu olgu, sanırım insanoğlunun doğduğu topraklarda bir nevi kendisine yer edinememesi, tutunamamasının getirisi olsa gerek. Şairler, yazarlar, ozanlar ayrılıklar söz konusu olduğu günden bu yana, dillerinin döndüğünce yaşanan bu güçlüğü anlatmaya çalışmışlardır. Halk ozanı Muhlis Akarsu söz konusu zorluğu ve tutunamamayı, aynen şöyle dile getirir:
“Gurbeti ben mi yarattım?
Yokluk beni mecbur etti.”
Şarkılar gurbette her şeyin yabancı ve başka biçimde olduğunu anlatırken, “yarinin yanağından gayri” var olan tüm insani gereksinimleri; dünya insanlığı ile paylaşma sevdasında olan dünya şairi Nazım da; kendi deyimiyle “deli hasretini” başka uzak diyarlardan, yürekleri parçalayan bir özlemle bas bas bağırır. Varna’dan hemen karşı yaka olan memleketine, oğluna olan özlemini duyulacakmış gibi, göğsünü yırtarcasına haykırır. Bununla da kalmayıp, memleketine doğru demir alan vapuru usulcacık okşar ve hasretlikten olsa gerek, elleri yanar. Nazım; bazen Gülhane Parkında bir ceviz ağacı, bazen da Memed´i ile anası binerken vapura, Marmara´da köpüklü dalgalar olup, kıyıya vurur. Memleket işi - yapımı olan son kasketi ve Şile bezinden mintanı çoktan paralanıp yırtıldıktan çok sonra, yenilerini giyemeden, yaban elde tarifsiz bir memleket özlemi içinde, ne yazık ki, hayata güzelim mavi gözlerini yumar.
Bilindiği gibi filmlerde de en çok kullanılan tema yine gurbet ve özlemdir. Hava alanlarında, tren ve otobüs garlarında; her gün uzaklara yollananların ardından milyonlarca el havada hüzünle sallanır. Anneler, babalar, sevgililer süklüm püklüm göz yaşlarını ipi kopan bir tespihin taneleri gibi gözlerinden aşağı doğru salarlar.
12 Eylül darbesinin ardından binlerce yurtseverin, demokratın, ilericinin uğruna hayatlarını ortaya koydukları ülkelerini terk edip, yaban elde birer sığıntı olarak, insanlık onurunun rencide edildiği mülteci kamplarında, yıllarca bin bir zorlukla yaşamak zorunda kalmaları da, adına gurbetlik dediğimiz zorca olan işin başka ve çok dramatik olan bir boyutu.
Gurbet, hasretlik, özlem çıkmazlarında yıllar yılı gurbette olan kendime baktığımda da durum farklı değildir. Bildim bileli; varlığı ile insanın ağzında kekremsi bir tat bırakan, bu kavramla sarmaş dolaşım. Yakamdan düşmek nedir bilmeyen bir illet halini aldı adeta. Tutunmak dedik sanırım, bu yaban elde bu işi ne denli yapabildik, o da ayrı bir muamma. Gönlümüzün istediği çok şey değildi elbette. Doğduğumuz topraklarda kalıp, ayrılıkları yaşamamaktı, bunun ötesi yoktu. Üstelik bu oldukça insani bir istemdi. Tabi ki dünyayı gezip görmek de beraberinde pek çok avantajı sağlayacaktır. Bulunduğumuz bu gezegenin başka pencerelerinden de bakabilelim, ufkumuzu genişletelim, dimağımızı daha işler hale getirelim, farklı kültürleri tanıyalım, başka dağları ovaları görelim, değişik tatlarla tanışalım, renklerin cümbüşünü de daha renkli kılalım. Tüm bunlar söz konusu olduğunda, hiç kimse, bir insanın kendisine olan yatırımında azımsanamayacak getirisi olan bu olanağı elinin tersiyle itecek kadar da naif değildir. Oysa kalamadık doğduğumuz topraklarda. Payımıza hep tekerine bir türlü çomak sokamadığımız, kör olası gurbet düştü. Söküp atamadığımız; acımtırak berbat tadı her daim damağımıza yapışık kaldı. “Kapansın el kapıları” demekten başka diyecek başka dileğimiz veya lakırtımız olmadı. Kapılar kapanacağına daha çok açıldı.
Sabahları uyandığımda yaptığım ilk şey, evin penceresinden dışarıya göz atmaktır. Gördüğüm manzarada yıllardır bir değişiklik olmadı, hep gurbet içerikli oldu. İçimden komşularımızdan birinin yüzünde büyük bir gülümseme ile köydeki evimizin avlusundan ( geldiğini bağıra bağıra haber vererek) içeri girdiğini görmek geçer. Gelen komşumuz neşeli bir sesle bizi selamlar, daha sonra da annemizi veya babamızı sorar derim, ama gelmez ve de soramaz. Bahçeye dalacakmışım gibi bir hisse kapılırım, ama dalamam. Bahçede ekili olan yeşil soğanın, maydanozun, domateslerin fidelerinin ne denli boy verdiklerine gün be gün tanık olmak isterim ama olamam. Köyün aşağısında bulunan kurumaya yüz tutmuş olan çeşmenin hala inatla akmaya devam ettiğine tanık olmak isterim, ama olamam. Köyümüz delikanlılarından birinin üç gün üç gece süren düğünlerinden birine, hiç değilse bir dakikalığına gidip, çekilen halaya bakmak isterim, ama gidemem. Evimizin yanındaki toprak yoldan tüm ihtişamı ile bir traktörün tozu dumana katarak geçişine tanık olmak isterim, ama geçmez. Komşumuzun okuldan daha yeni gelmiş, siyah önlüklü on yaşındaki kızının, annacığımdan sulanmış yufka ekmek istemesini isterim, ama istemez. Keskin’li bir dilencinin köpeklerden korunmak için iki uzun değneğini ardında sallaya sallaya, boynunda heybesi ile bir tas buğday veya un istemesi için gelmesini isterim (ki geldiğinde ne var ne yok veririm bu hasretle), ama gelmez.
Zaman zaman Ankara’ya da yolumun düşmesini de çok istiyorum elbette. Ankara’da Zafer çarşısına dalıp, o eski sol atmosferi (şimdilerde eser kalmasa da) teneffüs etmek isterim, ama edemem. Sokakları baştan aşağı büyük bir sabırla istifini bozmadan, Çin’in büyük lideri Mao’nun üniformasını andıran elbiseleri ile çöpçülerin her yanı süpürmelerini görmek isterim, ama süpürmezler. Saman pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Hergele Meydanı’nda dolanıp, insanların yerlere nasıl tükürdüklerini görmek isterim, ama tükürmezler. Ve bu istemler gerek Ankara, gerek köy ve hasret duyulan yurdun diğer kesimleri ile ilgili olarak uzar gider, gurbetliğin uzayıp gitmesi gibi.
Zaman zaman aklıma gelmiyor değil. Bize de “ya sev, ya da terk et” mi dendi acep? Bunu söyleyen içinde bulunduğumuz koşulların ta kendisi oldu galiba. Anamızı da alıp gitmemizi utanmadan, pütürsüzce söylemeyi ihmal etmediler ama anamız hasta, tansiyonu yüksek, yorgun ve yaşlıydı. Belki de bizim de işimize gelmedi, getiremedik. Gitmemizi buyuranların yanında bırakmak zorunda kaldık. Oysa ne biz, ne de analarımız kimselerin yerini dar etmemiştik. O topraklar daha çok seviyormuş gibi görünenlerin, yani sevme adına gözünü oyanların, çalıp çırpmalarının önünde engel miydik? Bilemiyorum!
Su misali akıp giden her yeni gün ömrümüzü eskitiyor. Kış mevsimi; soğuk havası, uzun geceleri, kısa günleri ile bir kez daha gurbette geride kalırken, “memleketimin dağlarına bahar” geliyor, bahar dört bir yana çiçekler serpiştiriyor.
Çalıp çırpanlar; hayallerimizi, uykularımızı ve ağız tadımızı da çaldılar. Rotayı hep kendi çıkarları doğrultusunda bulanık sularda yönlendirip, yönetiyorlarmış gibi görünerek, var olanı hamudu ile götürdüler. Öylesine çok çarptılar ki, gözleri bönleşti, göbekleri davul gibi şişti, yağlı gerdanları dökülecek gibi sarktı. Doymak bilmediler. Bereket tanrıçası ülkem Artemis de bitmek nedir bilmedi, her ne hikmetse! Doyurdu çalıp çırpanları ve yedi düvel sülalesini.
Heyhat... Rüyalarımızı çaldılar, bizi de gurbetçi eylediler.

Amsterdam, 4 Mart 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KORKU

      KORKU   “Elimde değil Olric! Ne efendimiz? Elleri Olric elleri…”   Oğuz Atay - Tutunamayanlar   Hırçın bir denizin dalga...